Abdullah Gül, Cumhurbaşkanlığı
Hükümet Sistemi’ne yönelik en net değerlendirmede bulundu: "Cumhurbaşkanı
iken de parlamenter sistemin Türkiye için daha doğru olduğunu söyledim. Türk
tipi başkanlık sistemini istemedim. Benim tercihim tam demokratik parlamenter
sistemden yana. TBMM bugüne kadar hiç bu kadar önemsizleştirilmemişti. Türkiye
bunun noksanlığını hissediyor."
11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, karar
yazarları Ahmet Taşgetiren, Elif Çakır ve Yıldıray Oğur'a
konuştu. Yıllar sonra ilk röportajını veren Gül, gündemdeki konularla ilgili
çarpıcı açıklamalar yaptı....
Ahmet Taşgetiren: Siz 1991’de Refah
Partisi’nde siyasete başladığınızdan bu yana dış politikanın içindesiniz.
Dışişleri Bakanlığı da yaptınız. Son olarak İdlib’te yaşananlarla başlayalım isterseniz.
Nasıl bakıyorsunuz? Bugünden baktığınızda Suriye’de nerede yanlış yapıldı?
SURİYE İLE TOPYEKÜN BİR SAVAŞA
GİRİLMEMELİ
Abdullah Gül: İdlib’de olup
bitenlerle ilgili fazla bir şey söylemem pek mümkün değil. Çünkü sahadaki
gerçeklere, bilgilere tam vakıf değilim. Tabiatıyla askeri durumları,
istihbarat verilerini şu anda işin başında olanlar, pozisyonları gereği
değerlendirip, kararlarını verecekler. Onlara şu an için ‘bunu değil şunu
yapın’ şeklinde tavsiyede bulunmak doğrusu sorumsuz bir davranış olur benim
açımdan. Söyleyeceğim şey, çok kışkırtılıyor olsak da Suriye ile topyekün bir
savaşa girmemek yönünde olur.
Ama meseleye genel Suriye politikası
olarak baktığımızda esasen daha işin başında bütün dünyanın Suriye’ye
yaklaşımının çok yanlış olduğunu söyleyebilirim.
Arap Baharı geldiğinde Suriye’de de temel
hak ve özgürlüklere dair daha fazla istekte bulunan insanlar sokaklara
döküldüler. Onların taleplerinin karşılanması gerekirdi. Ama düşününki Suriye devleti
otoriter bir devlet. Bu tür devletlerde sivil toplum hareketlerine karşı
alınacak tedbirler ancak askeri tedbirlerden ibaret olur. Bunun ötesinde bir
şey beklemek zaten gerçekçi değildi. O dönemde aslında Suriye hükümetine
Türkiye olarak epeyce yardımcı olmaya çalıştık, bir geçiş dönemi için. Ne yazık
ki Suriye ile ilişkiler çok erken bir safhada koptu. Ancak o zamanlar bölge
dışından, özellikle Batı’dan, ABD’den gelen çok ağır baskılar, çok radikal
yaklaşımlar öyle bir noktaya geldi ki bu politikaların arkasına sanki güç de
konacak intibaı verildi. Sonra bu yaklaşımların arkasına güç konmayacağı ortaya
çıkınca da tabii ki bir ateş hattı açılmış oldu, bütün dünya olarak.
Şimdi buradaki esas noksanlık şu; hiçbir
çıkış stratejisi olmadan bir cephe açılmış oldu.
İRAN VE RUSYA’NIN DESTEĞİ HAFİFE
ALINDI
Yıldıray Oğur: Türkiye açısından
mı diyorsunuz?
Abdullah Gül: Bunu önce konuya
müdahil tüm devletler için söylerim. Ama öncelikle Suriye ile sınırdaş,
güvenliği sınırındaki güvenlikle kaçınılmaz ve doğrudan alakalı bir ülke olarak
bizim için de bu husus çok önemli.
Dolayısıyla böylece başlayan olaylar sonunda,
maalesef bugün bu noktalara gelinmiş oldu. Ne yazık ki, görülmemiş acılar,
hüzün ve yıkım yaşanıyor.
Elif Çakır: Suriye
politikasının başından beri yanlış olduğunu, hatalı yürütüldüğünü söylediniz.
Somut olarak nerede yanlış yapıldı?
Abdullah Gül: İran ve Rusya’nın
Suriye rejimine desteği hafife alındı. Halbuki, İran için rejimin düşmemesi bir
varoluş sebebidir. Rusya için ise Çarlık, Komünizm ve bugünkü yönetim için de
stratejik olan sıcak denizlere ulaşım meselesidir. Amerika askeri olarak gelmeyeceğini
belli ettikten sonra Rusya ve İran’ın kararlılığını dengeleyecek başka bir güç
mevcut değildi. Rusların başlattığı büyük çıkartma Ekim 2015’te gerçekleşti.
Bundan önce siyasi çözüm çabaları başlamış olmalıydı.
Siz bir şeyi bir kez kırdığınızda artık
onun sahibi oluyorsunuz. Bir yere bir kez girdiğinizde, müdahil olduğunuzda
eğer dengeleri kurmadıysanız, çıkış stratejisini çok iyi oluşturmadıysanız
giderek o işin içine çekiliyorsunuz, ondan sonraki gelişmeler sorunu yönetmek
noktasına kadar sizi sürüklüyor ve problem sizin probleminize dönüşüyor. O
açıdan baktığımızda bugün bölgede çok büyük sorunlar var ve neticede gelinen
nokta itibarıyla Ortadoğu bölgesinde halkı Arap olan, Müslüman olan iki tane
ülke var ki işte biri Irak diğeri Suriye. İkisinin de bel kemiği kırılmış.
İkisi de darmadağın olmuş. İkisi de artık devlet fonksiyonlarını göremez hale
gelmiş. Şimdi bunlar bu haldeyken öte yanda Filistin sorunu hala çözülmemiş,
Filistin bağımsız devleti kurulmamış, iki devletli neticeye ulaşılmamış. Çok
hazin bir tablo var ortada.
Ahmet Taşgetiren: Çıkamıyoruz.
Çıkışı olmayan bir süreç yani.
Abdullah Gül: Benim vizyonum
şu; hükümetlerimizin de vaktiyle vizyonuydu. Ülke içerisinde barış, istikrar ve
güvenlik; bölgede barış, istikrar ve güvenlik.
Bu sağlanmadan ne bir ülkede ne de bir
bölgede ekonomik kalkınma, gelişme, kalıcı bir refah gerçekleşmiyor. Bunun
örnekleri dünyada var. Ülkeler öyle savaşmışlar ki birbirlerini yok etmecesine.
Sonunda çatışmanın getirdiği yıkımı fark edip, nasıl müreffeh ve mutlu bir ülke
ve bölge olunur, onun yolunu bulmuşlar. Dolayısıyla bölgemizde de bu
farkındalığın olmasıydı bizim bütün çabamız. İlk uygulamalarımıza baktığınızda
hep o şekilde politikaların devreye sokulduğunu görürsünüz. Hatta Irak savaşına
girmeyişimizin, tereyağından kıl çeker gibi o işten sıyrılmamızın altında bu
düşünceler vardı.
Yıldıray Oğur: Siz 1 Mart
tezkeresinde muhalif bir duruş ortaya koymuştunuz.
Abdullah Gül: O zaman ben, başta BBC, CNN
olmak üzere yabancı TV'ler geldiğinde şunu söylediğimi hatırlıyorum, “Ben bir
kral veya emir değilim. Demokrasiyle yönetilen bir ülkenin seçilmiş
Başbakanıyım. Dolayısıyla Meclis ne diyecek, halk ne diyecek ona bakmamız
gerekir.” Onlar da hükümetimiz için ‘nasıl olsa işi bir dengine getirirler ve
kuzeyden cephe açılmasına yol verecek kararı çıkartırlar’ diye düşünüyorlardı.
MISIR’LA İLİŞKİLERİN DÜZELMESİ İÇİN
YOL BULUNMALI
Ahmet Taşgetiren: Suriye ve Irak’ta
olup bitene müdahale edemeyen bir İslam dünyası var. Türkiye’nin de Mısır’la,
Suudi Arabistan’la sorunları var. Türkiye bu ülkelerle ilişkilerini
düzeltebilir mi? Nereden başlanmalı?
Abdullah Gül: Ülkelerin
hükümetleri ve hatta rejimleri değişebilir. Uzun vadeli çıkarlar açısından
halklar ve devletlerle ilişkileri büyük düşmanlıklara çevirmemek gerekir.
Maalesef, bugün itibarıyla çok hüzün verici ve talihsiz durumlarla karşı
karşıyayız. Bu sorunlar bölge ülkelerinin yönetimlerinin uyguladıkları
basiretsiz politikaların sonuçları. Ülke yönetimi büyük bir sorumluluk ve bu
sorumluluk duygusu içerisinde hareket edilmeyince sonunda gelinen manzara
maalesef vahim oluyor. Mısır, Arap ve İslam dünyasının en önemli ülkelerinden birisidir.
Son yıllara kadar bütün Arap ülkelerinin liderlerinin tahsil yapmak için
gittiği yer Kahire'ydi. Bizim açımızdan baktığınızda da Akdeniz'i bir elmaya
benzetirseniz ki, iki yarısı gibidir Türkiye ve Mısır. Dolayısıyla Türk-Mısır
ilişkileri günlük meselelerin çok ötesinde dikkatle ele alınmak durumundadır,
her iki ulusun çıkarları açısından çok önemli bir konuma sahiptir. Ama maalesef
bugünkü durum da malûm. Ümit ederim ki nihayetinde aklı selim ile ilişkileri
olması gerektiği yere taşıyacak bir yol bulunur.
RUSYA İLE İLİŞKİLERDE ÖLÇÜ KAÇTI
Yıldıray Oğur: Sizin Başbakanlık
ve Cumhurbaşkanlığı yaptığınız dönemde Avrupa Birliği ile yakın ilişkileri olan
bir Türkiye vardı. Son dönemde ise Rusya ile çok yakınlaşan, Avrasya
perspektifine yakın duran bir Türkiye var. Bu yakınlaşmanın maliyeti de en son
İdlib’te ortaya çıktı. Rusya ile girilen bu ilişkiye nasıl bakıyorsunuz?
Abdullah Gül: Türk-Rus
ilişkilerinin çok köklü bir tarihi vardır. Osmanlı dönemi var. Hatta Türkiye
Cumhuriyeti'nin bugünkü sınırlarda olmasında dolaylı olarak Rusların katkısı da
oldu. Biliyorsunuz Bolşevik İhtilali olunca meşhur Sykes-Picot Anlaşması’nın
maddeleri Ruslar tarafından ifşa edildi. O zaman enternasyonalizmin
savunuculuğunu yapan Lenin yönetimi, Rus işgalini ideolojik açıdan yanlış bulup
askerlerini kendi sınırlarına çekti.
Cumhuriyet döneminde de Türkiye'nin
sanayileşmesinde Rusların katkıları olmuştur. Öte yandan ortada bir Sovyet
dönemi yaşandı. Sovyet döneminde neler olduğunu konuşmaya gerek var mı? Bütün
Türk dünyasından nasıl bir silindir gibi geçip, din ve ulusal bilinç
bırakmadıklarını hatırlarsak anlarız Sovyet döneminin ne olduğunu. Türkiye’nin
Sovyet tehdidi dışında kalması nasıl sağlandı? Rusya büyük bir millet ve büyük
bir devlet. Sovyetler çöktü ama Rusya kendisini gerek Asya’da gerek Avrupa'da
tekrar yeniliyor. Hatta Batı’nın Sovyet rejiminin çöküşünü fırsat bilerek
yaptığı genişlemelerin de bir nevi intikamını almak için değişik politikalar
geliştiriyor ve uyguluyor.
Büyük devletler ile komşuysanız, hele bu
komşu otoriter bir büyük devletse, ilişkileriniz ne düşmanca olacak ne de
kendinizi kaptıracaksınız. Bu husus çok önemli. Düşman da olmayacaksınız gayet
samimi, dürüst ilişkiler geliştirmek için çok uğraşacaksınız, onlara karşı
başkalarının düşmanlığının aleti de olmayacaksınız.
S-400 MESELESİNDE YANLIŞ YAPILDI
Türkiye’nin, demokratik ve çoğulcu bir
ülke olabilmesi için, Batı bloku içerisinde Avrupa’yla beraber yer alması
gerekiyor. Bu gereklilik de şundan kaynaklanıyor açıkçası; Türkiye’nin ancak
demokraside, hukukta ve insan haklarında yüksek standartlarla yönetildiğinde
kendi problemlerini çözüp güçlü olacağı ve bunu ekonomik gelişmenin de takip
edeceği gerçeğinden hareketle söylüyorum. Zaten bütün uluslararası kurumlarda yerini
de yıllar içerisinde buna göre tespit etmiş. Bu statüsü varken, Türkiye’nin
Rusya ile ne düşman olması ne de kendini kaptırması uygun olur.
Son dönemlerdeki ilişkilerde bu açıdan
biraz ölçü kaçtı. Özellikle askeri alandaki S-400 meselesi belki en kritik
olanı. Çünkü nihayette Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bütün standartları,
miğferinden tutun da hava kuvvetlerine, kara kuvvetlerine kadar her şeyi NATO
standartlarında. TSK'nın gücünün etkinliği de aslında oradan geliyor.
Bütün tatbikatlar, eğitimler, lojistikler,
bunlar arka planda çok büyük organizasyonların eseri. Bu açıdan o konuda
açıkçası doğru yapılmadığı kanaatindeyim. Çünkü bir ülkenin bir elinde S-400,
öbür elinde de bu silah sistemlerini by-pass etmek için geliştirilmiş uçakların
olamayacağını asker ve diplomatların görmesi gerekirdi. Türkiye'nin F-35'lerle
ilgili meselesi gelecekteki hava kuvvetlerimizin gücüyle ilgili bir konu. O
açıdan belki daha vakitler vardır, konuya bu açıdan tekrar bakılması gerekir.
Cumhurbaşkanı olduğum dönemde bu konular yine gündemdeydi. O zaman bana hem
askerlerin hem Hariciyenin verdiği brifingler çerçevesinde bunları söylüyorum.
Ahmet Taşgetiren: Bu noktada
Batı’nın günahları da gündeme geliyor. Yani ABD, Avrupa Türkiye'yi 15 Temmuz sonrası,
PYD/YPG meselelerinde, Kıbrıs’ta anlamadı ve Türkiye buralara sürüklendi gibi
bir değerlendirme de var.
Abdullah Gül: Batı'nın
yanlışlıkları, günahları saymakla bitmez. Ama neticede bu işler kızgınlıkla
öfkeyle değil, hesap kitap yapıldıktan sonra karara bağlanırsa bu ayrı bir
mevzu. Hatta, Türkiye bir bütün olarak öyle bir değerlendirme yapabilir ki
kendi çıkarı için daha doğru olduğuna inandığı, bütün kurumlarıyla, halkıyla
topyekûn bir anlayışa geldiği takdirde, bu anlayış çerçevesinde NATO’dan da
çıkabilir. Önemli olan böyle hayati ve geri dönüşsüz kararları alma
süreçlerinin nasıl işliyor ve işletiliyor olduğudur. Bu tür kararlar
konjonktürel tepkilerle ad hoc olarak mı, kızgınlıkla mı alınıyor, ayrıca
feragat edilen hususları telafi ediyor mu?
Yıldıray Oğur: Az önce
Türkiye’nin Suriye politikasıyla ilgili eleştirel cümleler kurdunuz ama siz
2014'te Cumhurbaşkanlığını bıraktınız. Suriye meselesinde Türkiye’nin pozisyonu
zaten netleşmişti 2014'e gelindiğinde. Mısır ile ilişkiler kopmuştu. Sizin o
dönemde bu politikalar geliştirilirken bir eleştiriniz, itirazınız oldu mu?
Abdullah Gül: Başından beri
silahlı mücadeleye mesafeli durduğum bilinir. Bu konuları tabii ki kendi
aramızda çok konuştuk, enine boyuna tartıştık. Mısır ile ilgili tutumum da çok
açıktı: O günkü olup bitenleri şüphesiz ki onaylamak mümkün değil, ama ben uzun
vadeli çıkarlarımızı düşünerek ilişkilerin muhafazasından yanaydım.
TÜRKİYE HARD-POWER’INI FAZLA
KULLANIYOR
Ahmet Taşgetiren: Türkiye’nin dış
politikada yalnızlaştığı değerlendirmesine katılır mısınız?
Abdullah Gül: Aşikâr olan bir
şeyi tartışmaya gerek var mı? Birleşmiş Milletler Genel Kurul üyeliği
seçimlerinde yaşananları hatırlayın. Neredeyse oy birliği diyebileceğim çok
yüksek bir oyla ilk turda seçilen bir ülkeydi Türkiye. Bütün Arap ülkeleri ve
P5’in tamamı firesiz Türkiye'ye oy vermişti. Afrika'da birkaç ülke hariç hepsi
yine Türkiye lehinde oy kullandı. Ben şuna inanırım ‘hard power’ caydırıcılık
için vardır. Ordunun güçlü olması tabii hepimizi gururlandırır. Ama güçlü
ordunun varlığı savaştıralım diye değil, caydırıcı olması içindir. Savaşı önlemek
içindir. Onun yerine diplomasiyle, yani soft power ile, yumuşak güçle hareket
ederseniz, o zaman problemlerin çözümü, dünyaya bakışınız daha farklı olur.
Savaş şaka değil, savaş neticede ölümdür. Tabii ki öyle anlar vardır ki savaş
kaçınılmaz olabilir, yani haklı savaşlar vardır. Ama dünyadaki savaşların kaç
tanesi gerçekten kaçınılmazdı?
Yıldıray Oğur: Türkiye askeri
gücünü çok mu kullanıyor son dönemde. Hard power’ı çok mu kullanıyor?
Abdullah Gül: Evet. Türkiye'nin
hard power’ı çok kullanması caydırıcılığını azaltır. Onun yerine Türkiye'nin
soft power’ı devrede olmalıdır. Ama soft power kendi evinin içinde başlar. Önce
evin içini düzene koymak gerekir. Bu dışarıya güçlü yansır. İç ve dış politika
zaten çok birbirinden ayrılabilir şeyler değil. Soft power’la Türkiye etki
alanını çok daha fazla genişletebilir. Kendisine çok daha fazla dost bulabilir
kanaatindeyim.
KUTUPLAŞMA SİYASETİ TÜRKİYE İÇİN
TEHDİT
Elif Çakır: Siz konuyu iç
politikaya getirmiş oldunuz. Türkiye’de, uzunca zamandır hem iktidarıyla hem
muhalefetiyle bir siyasi tıkanıklık yaşanıyor. Bu noktada yeni partiler
kuruluyor. Nasıl bakıyorsunuz yeni partilere?
Abdullah Gül: Türkiye'de
siyaset dilinin ve siyasi argümanların ne yazık ki içi dolu değil. Özü sağlam
değil, derinliği yok, daha çok taktiksel. Tüm tartışmalar ‘nasıl kazanırım,
nasıl kazanılır, nasıl kazandı’ya dayanıyor. Memleket için neyin iyi neyin kötü
olacağı yeterince konuşulmuyor. Siyaset çerçevesinde konuşulan her şey böyle
gördüğüm kadarıyla.
Onun için bu kutuplaşma, ‘nasıl
kazanırız’ın bir yöntemi olarak öne çıkıyor. Hal böyle olunca da kutuplaştırıcı
her söylem karşıtını üretiyor. Üretilen karşıtlıklar sonuç olarak rövanş alıcı
davranışlara eviriliyor ve buradan da karmaşa çıkıyor. Türkiye'de siyaset ne
yazık ki dışlayıcı yapılıyor. Halbuki siyaset kapsayıcı olsa, herkesi angaje
edici, herkesi işin içerisine dahil edici olsa, diyalog ve uzlaşma merkezli
olsa o zaman daha barışçıl bir siyaset çıkar ortaya.
Bu kutuplaşma siyasetinin Türkiye için en
büyük tehdit olduğunu Cumhurbaşkanı iken defalarca söyledim. Bu siyaset dilinin
hiçbir faydası olmaz. Siyasi tarihimize baktığımızda yılların nasıl heba
edildiğini, ne maliyetler ödendiğini hatırdan çıkartmamalıyız. Çoğulculuğun
gereği ayrı ayrı tezleri ileri sürmek siyasetin doğasıdır. Ancak bunu bir
kutuplaştırma ve kavga vesilesi kılmak ve kazanmak için her şeyi mubah görme
metodu esas alınırsa bundan herkes zarar görür. Yakın zamanda koca bir Anayasa
değişikliği yapıldı. Tartışmalara baktığınızda özüyle, içeriğiyle ilgili ne kadar
az şey konuşuldu, değil mi? Tartışmalar maalesef PR merkezli olmanın ötesine
güçlükle geçebiliyor. Bu iyi bir şey değil.
BABACAN'I VE PARTİSİNİ
DESTEKLİYORUM
Yıldıray Oğur: O halde biraz
daha somut soralım. Uzun yıllar birlikte çalıştığınız eski Başbakan Ahmet
Davutoğlu Gelecek Partisi'ni kurdu. Ali Babacan'ın da parti kurmak üzere
olduğunu biliyoruz. Babacan'ın partisinden bahsedilirken sürekli sizin adınız
da geçiyor. Siz bu kurulacak partinin neresindesiniz?
Abdullah Gül: Aslında bunu Ali
Bey çok dürüst ve samimi bir şekilde kamuoyuna açıkladı. Ben
cumhurbaşkanlığından ayrıldıktan sonra aktif siyasetin içinde olmayacağımı
söylemiştim. Ben tutarlı olmaya çalışan bir insanım. Dolayısıyla gündelik
siyasetin içinde değilim. Ancak yakıcı memleket meseleleri varken tecrübemi
kendime saklayacak bir insan da olmam beklenemez. Memleketimin faydasına
gördüğüm temel konularda usulüne uygun bir şekilde siyasete katkı sunmak ve
görüşlerimi paylaşmak hem hakkım hem de görevim. Ali Bey parti kurma
çalışmalarını sürdürürken kamuoyunu gerektiğinde bilgilendiriyor ve benimle de
zaman zaman görüşüyor.
Yıldıray Oğur: Ama siz çok
tecrübeli bir siyasetçisiniz ve Cumhurbaşkanlığı yaptığınız için esas olarak
bunun sizin partiniz olduğu söyleniyor ve size bu partinin ilerideki potansiyel
cumhurbaşkanı adayı olarak bakılıyor.
BİR PARTİNİN AMACI BİRİNİ
CUMHURBAŞKANI YAPMAK OLUR MU?
Abdullah Gül: Bir siyasi
partinin kuruluş gerekçesi bir kişiyi cumhurbaşkanı yapmak olabilir mi Allah
aşkına. Bu tip yakıştırmaları doğru bulmuyorum. Siyasi partiler her şeyin vakti
saati geldiğinde kazanmak için doğru olan ne ise onu yaparlar.
Yıldıray Oğur: Partiyi
destekliyorsunuz ama değil mi?
Abdullah Gül: Tabii ki
destekliyorum. Ali Bey’in karakterine, eğitimine, bilgisine, siyaset üslubuna
güvenen ve takdir eden bir insanım.
Elif Çakır: Yeni partilerin
kurulması için toplumsal bir talebin olması gerekiyor. Siyasi tarihimize
baktığımızda yeni ve başarılı partilerin ortaya çıkışı toplumda bir sıkışmışlık
zamanlarından sonraya denk geliyor. Son birkaç yıl içinde İYİ Parti kuruldu,
Gelecek Partisi kuruldu. Bu yeni partiler ve Babacan’ın partisi için böyle
yeterli bir toplumsal talep görüyor musunuz?
Yıldıray Oğur: Benzer bir
konjonktürde AK Parti’yi kurmuş birkaç isimden biri olarak özellikle.
AK PARTİ KURULUŞ İLKELERİNE DÖNMELİ
Abdullah Gül: Dediğiniz gibi
siyasi partiler sadece kişilerin arzusuyla ortaya çıkmaz. Toplum mecbur eder
yeni siyasi oluşumları. AK Parti’yi kurarken hazırladığımız programlar,
beyannameler ciddi bir emek mahsulüydü ve bilinçli olarak yazılan şeylerdi.
Aramızdan birinin kalemiyle yazılıp konan şeyler değildi. O zaman onları çok
içselleştirenlerimiz vardı.
AK Parti kuruluş ilkelerinin ve
değerlerinin ben hala çok doğru olduğuna, Türkiye için çok geçerli olduğuna
inanıyorum. Son dönemlere kadar beni davet ettikleri kongrelere yazdığım
mesajlarda da hep onları hatırlattım ve o kuruluş ilkelerine dönmenin çok doğru
olacağını söyledim. Türkiye çok olağanüstü dönemlerden geçti. Hain bir darbe
teşebbüsü, onun travması, bütün bunlar yaşandı. Türkiye’yi buradan süratli bir
şekilde çıkarmanın yolu, gelişmiş demokrasilere sahip ülkelerdekine benzer bir
demokratik nizamı, yüksek hukuk prensiplerini ihdas etmek ve insan hakları
ilkelerini bihakkın uygulamakla mümkün. Türkiye'nin bugün karşılaştığımız
sıkıntılardan süratli bir şekilde kolaylıkla çıkabileceğine ve bunun da
ekonomik kalkınmayı beraberinde getireceğine inanıyorum. Açık söyleyeyim,
bunları kimler başarabilirse onlar Türkiye'ye en hayırlı hizmeti yapmış olur.
Aksi takdirde gündelik meselelerle bocalayıp kendi kendimizi boş yere tüketmiş
oluruz.
TÜRKİYE’NİN ÜZERİNDEN BU YÜKÜ ALIN
Yıldıray Oğur: Siyaset dışında
olduğunuzu söylediniz. Ali Bey’e tavsiyelerde bulunduğunuzu belirttiniz. Bu
yeni kurulan partilere daha önce AK Parti'nin kuruluşunda öncü isimlerden biri
olarak ne tavsiye ediyorsunuz, öncelikli olarak ne yapılması gerekir?
Abdullah Gül: Herkese, ve şu
anda mevcut yönetime de, söyleyeceğim şu; Türkiye’nin özgürlükçü bir yola
girmesi gerekir. Salt güvenlikçi yol, sizi tedbir üzerine tedbir almaya mecbur
eder. Bu nedenle hukuk ve adalet en önde gelir. Bu ise en kolay düzeltilecek
mesele, burada sadece bir irade gerekiyor. İnsan hakları standartlarının
uygulamasını yükseltmekten geçiyor bunun yolu. Türkiye gerçeğini ve imajını çok
süratli bir şekilde değiştirebilirsiniz. Özellikle gazeteciler, basın yayın ve
sivil toplum örgütleri ve siyasetçilerle ilgili bazı davalar var. Anayasa
Mahkemesi bile bunları yanlış buluyor. Bunlar çok süratli bir şekilde
düzeltilebilir. Türkiye’nin üzerinden bu yük alınmış olur. Bu tür davaların
nelere mâl olduğunu yakın zamanda hep beraber gördük. Eğer AİHM’nin ve bizim
Anayasa Mahkemesi’nin kararları dikkate alınarak hareket edilirse bunun
Türkiye’ye birden iyimser bir hava getireceğine inanıyorum.
BAŞBUĞ'UN SÖYLEDİĞİ YASAYI AB
KRİTERLERİ İÇİNDE İMZALADIM
Yıldıray Oğur: Başka bir güncel
tartışmadan devam edelim. FETÖ’nün siyasi ayağı diye bir tartışma çıktı. Eski
Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ 2009’da Meclis’ten askerlerin sivil
mahkemelerde yargılanmasıyla ilgili geçen bir maddeye atıfla o yasayı FETÖ’nün
çıkardığını ima etti. Cumhurbaşkanı ona sert bir cevap verdi. Siz o sırada
Cumhurbaşkanıydınız, o yasayı onayladınız. Bu tartışmayla ilgili ne dersiniz?
Abdullah Gül: Hatırlarsanız o
sıralar Türkiye AB ile müzakerelere başlamış, büyük AB hedefi var ve iddialı
bir reform sürecine girmişiz. Benim de AB sürecine ne kadar önem verdiğimi,
nasıl öncülük ettiğimi bilirsiniz. AB sürecine salt bir AB ülkesi olmak
açısından bakmadım. Ama şuna da inanıyorum ki AB üyesi bir ülkenin sahip olduğu
hukuk, ekonomi ve siyaset standartlarını uygulayan, AB üyesi olmayan Norveç
gibi bir ülke olursak bu bizi her bakımdan hem mutlu hem zengin hem güçlü
yapar. Burada iki önemli kriter vardır; siyasi kriterler ve ekonomik kriterler.
Siyasi kriterler içerisindeki maddelerden biri de sivil asker ilişkileriydi.
Bunlar daima gündemimizde olan meselelerdi. MGK kanununun değişmesine de
bakarsanız, o da aynı şekilde AB reformları çerçevesinde yeniden
düzenlenmiştir. O zaman MGK bir nevi gölge hükümet gibiydi. Operasyonel
tarafları vardı MGK'nın. Bunlar sivil asker ilişkilerinin AB standartlarına
taşınmasıyla ilgili yasalardı. Türkiye'nin zaten Katılım Ortaklığı Belgesi’nde
taahhüdüydü bu değişiklikler. Dolayısıyla bu çerçeve içerisinde bana gelmiş bir
maddeydi. Kanunlaşırken ne Meclis bürokrasisi ne de partiler tarafından
Anayasa’ya aykırılığıyla ilgili bir itirazda bulunulmamış, ben de imzaladım.
Cumhurbaşkanları kendilerini Anayasa Mahkemesi yerine koymazlar. Ben Abdullah
Gül tekrar cumhurbaşkanı olmasın diye gelen yasayı da onayladım, gönderdim.
NOTERLİK YAPMADIM, PR PEŞİNDE KOŞMADIM
Elif Çakır: Tam da bununla
ilgili eleştiriliyorsunuz. Çankaya'da noter gibi çalıştığınız, her gelen yasayı
onayladığınız söyleniyor. Neden böyle oldu?
Abdullah Gül: Doğrudur, fakat
benim geri gönderdiğim yasalar oldu ama sayı olarak azdır. Sebebi şu; benim o
zaman hukuk büromda kurduğum ekip, yasalar komisyonlardayken çalışmaya
başlıyordu. Bunu meclistekiler de bilir. Yasaların çoğunu Meclis komisyonlarında
düzelttiriyordum. O da şundan dolayıydı; Açıkçası yasa Genel Kurul’a da benim
önüme de düzgün gelsin, yani veto edip de kendi hükümetimi zor durumda
bırakmayayım, ülke zaman kaybetmesin hassasiyetiydi bu.
Elif Çakır: Bugün
baktığınızda keşke daha çok veto etseydim diyor musunuz?
Abdullah Gül: Ben PR peşinde
koşmadım. Benim yaklaşımım genelde iyilik yap suya at, balık bilmezse Hâlık
bilsin anlayışı oldu. Ama bugün bunun tam anlaşılmadığını ben de görüyorum.
FETÖ’DEN DEVLETİN ÇIKARACAĞI DERS;
ŞEFFAFLIK
Ahmet Taşgetiren: Siyasi ayak diye
gündeme girdi ama Türkiye uzun süredir FETÖ travmasını yaşıyor. Birkaç boyutu
var. Bir paralel devlet yapılanması boyutu var. 15 Temmuz sonrasında yoğun
biçimde süren yargılamalar ve mahkumiyetler var. KHK ile görevden almalar
yaşanıyor. Toplumsal anlamda çok geniş bir travma yaşanıyor. Devlette bu kadar
yapılanma nasıl oldu. Nerede hata yapıldı?
Abdullah Gül: Buradan
çıkartılacak esas ders şu; Kimsenin aklını, fikrini mutlak bir şekilde bir din
adamına, bir siyasetçiye veya ideolojik bir gruba teslim etmemesi lazım. İşte
bu grubun her şeyi gasp etmesinin, hain darbe girişimine kadar gelebilmesinin
altında bu zihniyet yatar. “Düşünmez misiniz, akletmez misiniz” diye sürekli
telkin eden bir dinin mensuplarıyız. Koca koca okumuş insanlar aklını fikrini
hiç muhakeme etmeden bir yerlere teslim etmiş. Dediğim gibi bu teslimiyet ister
dinî bir motivasyon sonucu, isterse bir ideoloji adına olsun her zaman
felaketle sonuçlanıyor.
Yıldıray Oğur: Devlet buradan
nasıl bir ders çıkarmalı?
Abdullah Gül: Her türlü
düşünceye, şiddet içermeyen her fikre karşı devletin eşit olması ama şeffaflığı
şart koşması gerekiyor. Şeffaflık burada önemli. Devlet bir zamanlar farklı
düşüncelere eşit mesafede durmadığı için herkes devlete sızma teşebbüslerinde
bulundu. Bu sızma girişimi bazen sağ, bazen sol, bazen din adına olmuştur. Her
türlü düşüncenin, şiddet içermeyen fikrin, örgütlenmesi serbest olacak ama
şeffaflık şartıyla.
Yıldıray Oğur: Darbe gecesi cep
telefonuyla canlı yayınlara bağlandınız. İlk defa sizi o kadar öfkeli gördük. O
gece ne hissettiniz?
Abdullah Gül: Olup bitenlere
gerçekten inanamadım. Yurtdışında bana en çok “Türkiye'de tekrar bir darbe
teşebbüsü olur mu” diye sorarlardı. “Out of question!, yani söz konusu değil”
derdim. Böyle düşünürken bir darbe teşebbüsüyle karşılaşmak büyük bir şoktu.
KİTLESEL CEZALANDIRMA OLMAZ
Elif Çakır: Tabii sadece
güvenlik sorunları değil söz konusu olan artık. Yüzbinleri aşan tutuklamalar
var. Yüzbinlerce KHK’lı var. Ciddi adalet sorunları ortaya çıktı. Bu
mağduriyetleri görüyor musunuz, ne düşünüyorsunuz? Bunları söylemek bile
suçlamaları göze almayı gerektiriyor.
Abdullah Gül: Tabii çok doğru
söylüyorsunuz. Bazen çok yakın tanıdıklarımızdan, en ufak alakası olmayan hatta
en başından beri bu gruba çok tepkili olan insanlardan bile örnekler var. Onun
için adalet meselesi çok önemli. Duygularla ve sübjektif kanaatlerle hareket
etmemek gerekir. Bunları soğukkanlılıkla hep ayrıştırmak lazım. Büyük
haksızlıklar oluyor. Kitlesel cezalandırma diye bir şey ne modern
demokrasilerde ne de bizim anlayışımızda söz konusudur.
Elif Çakır: 28 Şubat'la bu
dönemde çok sık mukayeseler yapılıyor. O dönemde de cadı avına dönen
fişlemeler, ihraçlar vardı. Bu döneminde en büyük karakteristiği KHK ihraçları.
Nasıl görüyorsunuz?
Abdullah Gül: Temel gördüğüm
meseleler haricinde Cumhurbaşkanlığı’ndan ayrıldıktan sonra çok az açıklama
yaptım. Onlardan biri de buydu. KHK’larla birçok akademisyenin, görevlilerin
ihracı söz konusuydu. Bunlar hukuk devletinde olmaması gereken şeyler. Her
kesimden çok büyük haksızlıkların ve acıların yaşandığını görüyorum.
15 TEMMUZ'DAN ABD’NİN HABERİ YOKTU
DEMEK BÜYÜK SAFLIK OLUR
Ahmet Taşgetiren: ABD'nin bu
örgütün, darbenin arkasında olduğu yönünde bir kanaat var.
Abdullah Gül: Bu işin başındaki
ve önde gelenleri uzun süredir ABD’de. Böyle bir şeyin ABD'nin en azından
güvenlik ve istihbarat kurumlarının bilgisi dışında olduğunu düşünmek çok büyük
saflık olur. Bu mümkün değil.
EN İYİSİ TAM DEMOKRATİK PARLAMENTER
SİSTEM
Elif Çakır: Cumhurbaşkanlığı
Hükümet Sistemi’ne geçildi, üç yıla yaklaştı. Siz o zamanlar “Türk işi
başkanlık olmaz” demiştiniz. Sistemi nasıl görüyorsunuz, oturdu mu sizce?
Abdullah Gül: Ben siyasete
öğrencilik yıllarımda başladım. Birçok hususu kendi içimizde tartışarak
olgunlaştırdık. Söylediğim şeyleri hep içselleştirerek söylemişimdir. Tabii ki
yanıldığım yerler olur, noksanım eksiğim çıkar ama söylediklerimi inanarak
söylüyorum. Cumhurbaşkanı iken de parlamenter sistemin Türkiye için daha doğru
olduğunu söyledim. Hatta Cumhurbaşkanı olarak yetkilerimin azaltılmasının bile
demokratik nizama daha uygun olacağını sık sık ifade ettim. Çünkü o Anayasa'da
Cumhurbaşkanına tanınan yetkiler bir darbe anayasasında darbenin başının
cumhurbaşkanı olduğu düşünülerek verilmişti. O yetkileri parlamenter sisteme
inanan benden önceki Cumhurbaşkanları da kullanmamaya çok özen göstermişlerdir.
O zaman yeni anayasa taslağı ortaya çıkınca açıkça söyledim. Şimdiye kadar Türk
tipi bir parlamenter sistemle yönetildik. Vesayet sistemleri vardı, gölge
kabineler vardı. Bunlar Türkiye'nin başına neler açtı. Bundan sonra da Türk
tipi bir başkanlık sistemi olmasın dedim. Benim tercihim tam demokratik
parlamenter sistemden yanadır. Bunu o zaman da konuştum tavrımı da ona göre
koydum.
Elif Çakır: Peki o zaman
keşke daha güçlü itiraz etseydim diye düşünüyor musunuz?
Abdullah Gül: Aktif bir siyasi
figür olarak eğer devam ediyor olsaydım yapardım onu. Ama fikrimi açıkça
onlarca TV kamerasının önünde paylaştım. Tabii içeride de önemli isimlerle açık
açık bunun yanlış olacağını konuştum.
Yıldıray Oğur: Bu 23 Nisan
Meclis'in 100'üncü yılı olacak. Uzun bir Meclis tarihi var Türkiye'nin. Hem
yeni kurulan partiler hem de mevcut muhalefet partileri parlamenter sisteme
dönüş açıklamaları yaptılar. Siz de parlamenter sisteme geri dönülmesi fikrine
katılıyor musunuz?
Abdullah Gül: Biraz evvel tam
demokratik parlamenter sistemden yana olduğumu beyan ettim. Türkiye Cumhuriyeti
kurulmadan önce Osmanlı Devleti Yemen'de dahi sandık kurmuş, seçim yaptırmış.
Meclis-i Mebusan var. Parlamento geleneği Cumhuriyet'in öncesinde de var.
Meclis öncülük etmiş Kurtuluş Savaşı'na. Zaman zaman meclisin ağırlığı tartışma
konusu olmuştur ama meclis her zaman politikanın, Türk siyasetinin merkezidir.
Milli irade her daim Meclis’in şahsında tecessüm etmiştir. Siyasi partilerin
ağır topları diye söylediğimiz önemli siyasi figürler hep Meclis’ten gelmiştir.
TBMM bugüne kadar hiç bu kadar önemsizleştirilmemişti. Bunun noksanlığını
Türkiye hissediyor.
BANA YAPILAN YANLIŞ BAŞKASINA DA
YAPILMAMALIYDI
Yıldıray Oğur: 31 Mart’taki
İstanbul seçimlerini YSK iptal edildiğinde siz bir tweet attınız. 27 Nisan’daki
367 kararına benzettiniz. Tepkiler de aldınız. Neden öyle bir tweet attınız?
Abdullah Gül: Bana yapılan
yanlışın başkasına yapılmasını istemem. Özel hayatımda da buna dikkat etmeye
çalışırım. O gün o yanlış yapılmıştı bana. Şahsımda bütün millete yapılmıştı.
Millet de karşılığını o zaman verdi sandıkta. Burada da bir yanlış yapıldı.
Yanlışın karşılığını da hep beraber görmüş olduk. Tutarlı olmamız lazım.
Yıldıray Oğur: CHP lideri Kemal
Kılıçdaroğlu'yla röportaj yaptık. “Başörtüsü konusunda biz zamanında hata
yaptık” dedi. CHP’de bir değişim çabası var. En son sayın Kılıçdaroğlu Kudüs
mitingine de gitti. CHP’deki değişimi nasıl görüyorsunuz?
Abdullah Gül: Bunlar güzel,
takdir edilmesi gereken davranışlar. Çok katı bir laiklik anlayışından buraya
gelinmesi çok önemli. Biliyorsunuz bu cumhurbaşkanlığı sisteminin yolunu da o
367 kararı açtı. Eski Genelkurmay Başkanı’nın konuşmasını da izledim. O da bu
başörtüsü yasağının arkasında TSK olarak durmakla çok yanlış yaptıklarını
söyledi. Aslında gelinen bu nokta normalleşme için büyük bir fırsat.
KÜRT SORUNU ARTIK ULUSLARARASI BİR
MESELEYE DÖNÜŞTÜ
Elif Çakır: Peki, başka bir
meseleye geçelim. 2009 yılında siz “iyi şeyler olacak” dediniz ve Türkiye'nin
kadim sorunlarından Kürt meselesinin çözümü için adımlar atıldı. İyi şeyler de
oldu. Ama sonu kötü bitti. Nerede yanlış yapıldı? Tekrar çözüm sürecine dönülür
mü?
Abdullah Gül: Bu mesele
Türkiye’nin en önemli konularından biridir. Buna şöyle bakarım; tüm ülkelerden
daha fazla Kürt nüfusumuz var. Barzani’nin referandum tartışmaları olurken çok
çarpıcıydı. CNN Türk’te bir harita üzerinde tartışılıyor, dört ülkedeki Kürtler
gösteriliyordu haritada. Sonra CNN International’e geçtim aynı harita üzerinde
konuşuluyor, ama bir farkla. Türkiye'nin üzerinde 15 milyon, Irak'ta 4 milyon,
Suriye'de 2 milyon, İran’da 6 milyon yazıyor. Türkiye'deki haritada ise bu yoktu.
Bu bir realite, bu kadar Kürt nüfusumuz var. Cevaplanması gereken asıl soru, bu
nüfusumuzu ne kadar eşit vatandaş kılabiliyoruz, nasıl mutlu ve ülkesine bağlı
hale getirebiliyoruz? Bu meseleye her yönüyle bakacaksınız. Kendi içerimizde bu
meseleyi hallettiğimiz takdirde, hem kendi ülkemizi hem bölgeyi
sağlamlaştırırız. Ama kendi ülkemizde bu meseleyi halledemezsek, meselenin
kendi ülkemizde kalmayıp bölgesel ve uluslararası boyutlara ulaşmasından
korkardım.
Yıldıray Oğur: Artık
uluslararası bir meseleye dönüştü.
Abdullah Gül: Uygulanan
politikaların neticesi, burada kimseyi suçlamak istemem. Hepimizin sorumluluğu.
Kendi içimizde, kendi inisiyatifimizle yüksek insan hakları standartlarıyla
halledemeyince bölgesel ve uluslararası boyutlara gitti, zor işler.
Ahmet Taşgetiren: HDP'ye yönelik
bir tecrit, izolasyon var. Sağlıklı buluyor musunuz?
Abdullah Gül:
Cumhurbaşkanlığımda hepsini angaje etmeye çok önem verirdim. Her dış
ziyaretimde bütün partilerden olduğu gibi onlardan da temsilci alırdım. Bu beni
gittiğim yerde güçlü yapardı. Masaya şöyle oturunca hepsini tanıtırdım. MHPli
arkadaşımı da HDP’li arkadaşımı da tanıtırdım. Bütün gezilerimde de
olmuşlardır. Hiçbir ayrım yapmadan bütün belediyeleri Batman'ı da Diyarbakır'ı
da ziyaret etmişimdir. Onlara bu ülkeye ait olduklarını hep bu şekilde
hissettirdim.
Elif Çakır: Dünyada mı böyle
bir eğilim var acaba. Popülist hareketler, milliyetçilikler yükseliyor.
Abdullah Gül: II. Dünya
harbinden önce bunlar hep yaşandı, hamaset, popülist akımlar… Sonra maliyeti
dünya 50 milyon insanını kaybederek ödedi. Arkasından demokratik kurumlar
kuruldu, Avrupa Konseyi, İnsan Hakları Mahkemesi gibi. Ama söylediğiniz gibi
son birkaç yıl içerisinde korkunç bir şekilde başta İngiltere'de, ABD'de olmak
üzere kazanmak için kutuplaştırmak, kazanmak için her şeyi mubah görmek
anlayışı ortaya çıktı. Bu çok büyük bir tehlike. Çok olumsuz neticeleri de
oldu. İngiltere'deki referandum, ABD'deki seçim gibi. Şimdi buna karşı
reaksiyon da başladı. Bunların hepsi bir maliyet ödetiyor ondan sonra insanlık
başka bir yol buluyor. İnsanlık şimdi de bunu deneyerek görecek.
ÜLKEYİ NORMALLEŞMENİN KISA YOLU;
TUTUKSUZ YARGILAMA
Elif Çakır: Türkiye'de çok
sayıda gazeteci, siyasetçi hiçbir dönemde olmadığı kadar hapiste. Osman Kavala,
Ahmet Altan, Mümtazer Türköne, Selahattin Demirtaş cezaevinde. Ne
düşünüyorsunuz?
Abdullah Gül: Yönetimin
Türkiye'deki iklimi pozitife çevirme meselesinin en kısa yolu işte bu
siyasetçilerin, yazarların, gazetecilerin ve sivil toplumcuların tutuksuz
yargılanmasıdır. Zaten AYM'nin de AİHM’in de kararı bu yönde. Yüksek mahkeme
kararları uygulanırsa bu adım içeride ve dışarıda çok takdir edilir ve olumlu
hava, ekonomi dahil, birçok şeye yansır.
VAKIFLARIN BİLİM VE SANAT VAKFI
TEPKİSİ ÖNEMLİYDİ
Yıldıray Oğur: Şehir Üniversitesi
ve Bilim Sanat Vakfı’na kayyım atandı. Cumhurbaşkanı Erdoğan kendisiyle bu
konuda telefonda konuştuğunuzu açıkladı. Bilim ve Sanat Vakfı'na kayyım kararı
sonrası da ilk defa İslami vakıflar ses çıkardılar. Bu konuda ne dersiniz?
Abdullah Gül: Üniversiteyi hep
beraber kurduk. Sayın Cumhurbaşkanı'yla beraber açtık. Üniversiteye kayyım
atanma sürecinde açıklamalar yapsam faydası olmayacaktı. Bu gidişatın yanlış
olduğuna inandığım için kendisiyle konuştum. “Hep beraber kurduk” dedim, o da
bana “Bu işi ben yaptım, tahsisi sonradan devire çevirmişler” dedi. “Devri ben
de doğru bulmuyorum, ama tekrar tahsis yapılabilir” dedim. Sonuçta iyi bir
üniversite. Neticede sizin kararınız ama düzeltilirse bütün arkadaşlar çok
sevinir memnun olur, tersi kararda da çok üzülürler dedim. Öte yandan, diğer
vakıfların bilahare Bilim ve Sanat Vakfına da kayyım tayin edilmesine tepkisini
de önemli buluyorum.
GİT DENMİŞ, GELDİLER,
SÖYLEDİKLERİMİ DİNLEYİP GİTTİLER
Elif Çakır: Bu size bugüne
kadar hiç sorulmadı. O yüzden sormamız gerek. 2018 Cumhurbaşkanlığı seçiminde
CHP ve Saadet Partisi sizi ortak cumhurbaşkanı adayı göstermek istedi. Siz bu
girişimi kabul ettiniz ama aday olmadığınızı açıkladınız. Bu arada şu an
bulunduğumuz ofisinizin olduğu yere bir helikopterle o günlerde Genelkurmay
Başkanı olan sayın Hulusi Akar ve Cumhurbaşkanı sözcüsü İbrahim Kalın’ın gelip
sizi ikna ettikleri söylendi. O süreçte tam olarak ne yaşandı? Neden aday
olmadınız?
Abdullah Gül: Aslında bunları o
günlerde şeffaf bir şekilde açıkladım. Açıklama metnimi okursanız bugün
konuştuğumuz pek çok şeyin özünü de orada söyledim. Benim tekrar aday olmak
gibi bir düşüncem olsaydı çok daha erkenden organize olurdum. Hayatı dernekçilikle
ve siyasetle geçmiş biri herhalde oturup beklemezdi, süreci organize ederdim.
O günlerde görüşlerimi arkadaşlarla
paylaşıyordum. Sonra Temel Bey geldi, size de görev düşüyor dedi. Ben artık
yapacağımı yaptım, ne yapılacaksa artık siz yapacaksınız dediğimde, anketlere
göre siz olursanız kazanırsınız bu gidişat düzeltilebilir dedi. Tabii ben
memleketin gittiği istikameti görüyordum. Yakın arkadaşlarımla da konuştum.
Şunu dedim; ben böyle ateşten bir gömleği giyerim. Ama şartlarım da var.
Gerçekten böyle bir talep var mı, yok mu onu bilmem lazım. Hiçbir partinin
adayı olmadan, bağımsız aday olurum dedim. Daha sonra bilinen sebeplerden
dolayı adaylık konusu kapadı.
Yıldıray Oğur: Helikopter
gerçekten bahçeye mi indi?
Abdullah Gül: (Gülüyor) Yok
canım. Hemen yan taraf Üçüncü Kolordu zaten, oraya inmişler. Zaten bizim
ofisimizle kolordu arasına bir bahçe kapısı var.
Yıldıray Oğur: Hulusi Akar
liseden arkadaşınız galiba değil mi. Hatta İngiltere’de çekilmiş bir
fotoğrafınız var, oradaki de Hulusi Bey mi?
Abdullah Gül: Evet doğrudur.
Geçmişteki ilişkilerimiz çerçevesinde onlar bana herhangi bir şeyi telkin etme
durumunda değillerdi. Onlara git denmiş, geldiler ve saygılı bir şekilde
anlattıklarımı dinleyip gittiler.
DEVLET ADAMLARI RİSK DEĞİL,
SORUMLULUK ALMALI
Yıldıray Oğur: Bu olay üzerine
sizinle ilgili şöyle bir algı oluşturdu. Muhakkak duymuşsunuzdur. Sizin çok
garantici olduğunuz, riske girmediğiniz, her şey hazır olsun öyle gelirim diyen
bir yaklaşımınız olduğu söylendi. Pek çok şeyi arka planda yaptığınızı
anlattınız. Ama toplumda da böyle yaygın bir algı var, ne dersiniz?
Abdullah Gül: Doğru, öyle
derler (Gülüyor) Ben toplum meselelerinde toplumunun sorumluluğunu taşıyan
siyasetçilerin, devlet adamlarının risk almasını çok yanlış görürüm. Onlar risk
değil, sorumluluk almalılar. Bir tüccar olsa tabii ki çok kazanmak için riskli
işlere girebilir. Ama risk alıyorum diye Devlet adamı olarak aldığınız
kararların sonunda binlerce kadın dul, yüzbinlerce çocuk yetim kalıyorsa, milli
çıkarlarınızla ilgili bir sürü gelişmeler yaşanıyorsa, içeride de bir kısım
insan kar ediyor, bir kısım insan da zarar ediyorsa, bu benim devlet anlayışıma
uygun değil doğrusu. Ben siyasetçi ve devlet adamının riskten ziyade sorumluluk
duygusunu çok derin taşıması gerektiğine inanırım. Savaşta ölecek çocuğun kendi
ailesinden bir çocukmuş gibi sorumluğunu hissetmesi gerekir. Aldığı ekonomik
kararların sonuçlarını kendi ailesinin düşeceği büyük ekonomik sıkıntı gibi
düşünmesi gerekir. Toplumla ilgili meselelerde muhakkak enine boyuna ölçüp
biçmek tabii ki son kararı verdikten sonra da cesur olarak davranmak gerekir.
Ama bunları yapmadan risk almak benim tarzım değil.
2007’DE PARTİ İÇİNDE AKSİ TELKİNLER
OLDU, ADAYLIĞIMI AÇIKLADIM
Elif Çakır: Aslında riske
girmediğiniz eleştirisini yanlışlayan bir örnek var. 2007’deki cumhurbaşkanlığı
adaylığındaki kriz sırasında, seçimlerden sonra AK Parti'nin sizi tekrar aday
göstermek istemediği ama sizin inisiyatif alarak aday olduğunuz yazıldı. Onun
doğrusu nedir?
Abdullah Gül: O zaman parti
içerisinde ve dışarıda çeşitli kulisler ve telkinler yükselmeye başlayınca ben
tabii ki milletin gösterdiği istikameti görmezlikten gelemeyiz diyerek basın
toplantısı yaptım. Adaylığımı açıkladım.
Elif Çakır: Garantici
olduğunuz, riske girmediğiniz eleştirilerine cevap verdiniz. Ama sizin
hakkınızda şöyle bir eleştiri de var. Sizin bugünkü duruma gelirken sessiz
kaldığınız düşünülüyor, bu yüzden hem laik kesimde hem de muhafazakâr kesimde
size kızgın olanlar var.
GEZİ OLAYLARI İLE GURUR DUYUYORUM
DEDİM
Abdullah Gül: Nerede sessiz
kaldım. Mesela en büyük olaylar Gezi olaylarıydı değil mi? Bana o zaman ilk
sorulan soruya verdiğim cevap şuydu: “Bununla büyük bir gurur duyuyorum” dedim.
Şaşırdı herkes. Çünkü “Türkiye'nin problemlerinin mahiyetini değiştirmişiz.
Eskiden insanlar insan hakları için sokağa çıkardı. Faili meçhuller dursun diye
çıkardı. Yolsuzluk dursun diye sokağa çıkardı. Şimdi insanlar ağacı kestirmem
diye sokağa çıkmış, çevre duyarlılığı için sokağa çıkmış. Türkiye'nin
problemlerini İngiltere'nin, ABD'nin problemleri haline çevirmişiz” dedim. Daha
sonra bu toplumsal olay iyi yönetilemeyince terör örgütlerine büyük bir fırsat
çıktı ve bildiğimiz vahim olaylar, vandallıklar cereyan eti. Açık söyleyeyim;
benim birçok tavrım anlaşılmamış olabilir. Kendi camiamız da anlamamış
olabilir. Ondan sonra daha ileri aşamalarda “demokrasi sadece seçim değildir”
dedim. Bana o zaman bizim camiadan bazıları milli irade dersi vermeye kalktı.
Milli idarenin ne olduğunu anlattım. Demokrasi sadece seçim değildir, seçimin
ötesi vardır dedim. Halbuki ben şimdi bunları söylerken bu kadar tatsız politik
ortamın içinde bunları tekrar konuşmak istemiyorum. O zamanlar tutuklu
yargılamalarla ilgili yaptığım açıklamalara da bakın. Bireysel başvuru hakkı
nasıl çıktı zannediyorsunuz, Haşim Bey’e gidin sorun.
27 NİSAN İÇİN GELİP HAKKINIZI HELAL
EDİN DİYENLER OLDU
Yıldıray Oğur: Bugün yaşanan
bazı sorunları muhafazakâr kesim şöyle değerlendiriyor. Bize de geçmişte çok
kötü şeyler yapıldı, mağduriyetlere uğradık. Hatta sizin cumhurbaşkanlığı
kriziniz hatırlatılıyor. 28 Şubat dönemi hatırlatılıyor. Tabii ki birçok alanda
ilerlemeler yaşandı. Sorunlar çözüldü, evet başörtü meselesi çözüldü. Ama şimdi
başka büyük sorunlar var. İleri mi gittik, geri mi gittik?
Abdullah Gül: Yıldıray, ben
şöyle bakarım bu meselelere. Siyaset niçin yapılır? Halkına, bulunduğun topluma
hizmet etmek için. Toplumun temel hak ve özgürlükleri olsun, mutlu olsunlar,
zengin olsunlar. Bu konularda sıkıntı varsa siyasete girersiniz. Ben siyasette
şunu gördüm. Biz dindar kesimler çok katı bir laiklik uygulamasıyla karşı
karşıya kaldık. Solcuların, Kürtlerin ve azınlıkların da tabii başka
problemleri vardı. Siyasette siz bunları çözerken eğer herkesi işin içine
katarsanız, sorunları aşarsınız. İlerleme dediğiniz şey de böyle olur. Ama siz
herhangi bir problemi tek başınıza, bunun primi bana ait olsun diye çözerken
öbürünü dışlarsanız, anti tezinizi oluşturursunuz ve çatışma sürer gider.
Türkiye birçok şeyi böyle kaybetti. Biz özgür ve demokratik bir ülkede dindar
insanların da daha mutlu olacağına inandık. O yüzden Türkiye'deki problemleri
bir daha geri gelmeyecek şekildei başkalarını da dahil ederek çözmemiz lazım. Çözüm de
kapsayıcı olmalı. Cumhurbaşkanı olduğum dönemde Cumhuriyet mitinglerini,
şunları bunları hepsini arkamda bıraktım. Ayrılırken o kesimlerin de
gelebildikleri tek kapı bendim doğrusu. Benim eşim neler yaşadı başörtüsü
yüzünden, ama ayrılırken de o günlerde en büyük itiraz eden çevreler kendisine
iltifat ettiler. Hatta hakkınızı helal edin diyenler çok oldu. Önemli olan
kendinize yapılanın başkasına yapılmasını istemeyeceksiniz. İşte beraber
yaşamak böyle oluyor.
MUHAFAZAKARLAR ULUSALCILAŞIYOR
Yıldıray Oğur: Özellikle sosyal
medyada muhafazakâr kesimde sizinle ilgili İngiltere’de Exeter Üniversitesi’nde
bulunmanız, Kraliçe’nin davetindeki fraklı fotoğrafınız yüzünden “İşte
Kraliçe’nin adamı” deniyor. Herhalde görmüşsünüzdür. Ne düşünüyorsunuz kendi
camianızdan böyle yorumlar alınca?
Abdullah Gül: (Gülüyor) Güler
misin ağlar mısın derler ya. Ben yüksek lisansımı da doktoramı da Türkiye'de
İstanbul Üniversitesi'nde yaptım. Ben dil eğitimi için İngiltere'ye gittim. Bir
sene Londra'da bir sene de Exeter Üniversitesi’nde doktora araştırmaları
yaptım, kütüphanesinde çalıştım. Oradan bir diplomam yok. Araştırılırsa bu
görülür. Daha sonra Dışişleri Bakanı'yken beni Exeter’e davet edip fahri doktora
unvanı verdiler. Talebeliğimde ilk yurtdışı çıkışım İngiltere oldu. Orada ilk
arkadaşlarımı Müslüman Talebeler Birliği’nde edindim, onlarla birlikte kaldım.
Cumhurbaşkanı olduğumda Kraliçe Elizabeth Türkiye'ye resmi bir ziyaret için
geldi. Sonra da onlar karşılık olarak davet ettiler. Londra Türk bayraklarıyla
donatıldı, görkemli merasimler oldu. Bütün bunlar tabii ki Türkiye’nin
itibarının göstergesiydi. Türk-İngiliz ilişkileri her alanda en iyi dönemine
şahit oldu.
Yıldıray Oğur: Eskiden bu komplo
teorilerini ulusalcılar dillendirirdi, şimdi muhafazakârlar dillendiriyor.
Abdullah Gül: Evet öyle,
aslında muhafazakârlar ulusalcılaşıyorlar.
Ahmet Taşgetiren: AK Parti de
aslında kendini restore etmeyi konuşuyor. Fabrika ayarlarına dönmek dendi,
Cumhurbaşkanı “Ömerler lazım” gibi şeyler söyledi. Diyorum ki acaba siz bu
partinin kurucusu olarak ne tavsiye edersiniz?
Abdullah Gül: Benim fikirlerimi
arkadaşlar biliyorlar. Yeri geldiğinde de kendilerine doğrudan ifade ediyorum.
Kongrelere davet ettiklerinde çektiğim telgraflarda verdiğim mesajlar kuruluş
ilke ve değerlere hep vurgu yapar.
SİYASAL İSLAM TÜM DÜNYADA ÇÖKTÜ
Yıldıray Oğur: AK Parti
tecrübesi dindar insanların, İslami hareketlerin demokrasiyle bir araya
gelebileceği tecrübesi İslam dünyasındaki ülkelere ve İslami hareketlere de
model olmuştu.
Abdullah Gül: Bu söylediğiniz
çok doğru. Benim de en önem verdiğim konulardan biridir. Dindar insanların ve
siyasi hareketlerin özgürlükçü olabilmesi olağanüstü önemi haiz bir konu.
İslami kimlikli siyasi hareketler demokrat ve özgürlükçü olduklarında, temel
insan haklarını evrensel anlamda benimsedikleri ve uyguladıkları takdirde,
iktidar geldiklerinde de iyi yönetişimi gerçekleştirmiş olurlar. Bunun örneğini
ilk dönemimizde verdik ve dindar insanların devlet yönetimini nasıl rasyonel
esaslara göre yönetebildiklerini sergiledik. Bu başarı tüm İslam dünyasına ve
hatta İslami hareketlere bir dönem ilham kaynağı oldu. Şimdi Siyasi İslam’ın
çöküşü diye çok tartışmalar var.
Yıldıray Oğur: Siyasi İslam’ın
çöktüğünü mü düşünüyorsunuz?
Abdullah Gül: Öyle, tüm
dünyada. Biz bunu görüp, paradigmadan kopuşu gerçekleştirmiştik, ama
sürdürülemedi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.