Vicdan Böyle Buyurdu’
kitabının yazarı İlhami Güler “Türk devriminin dini
görece sert baskılaması toplumda İslam’ı ‘temsil’ iddiasında bulunan
cemaat-tarikatlar üretti” diyor.
1- Sorun
Osmanlı devleti Saltanat,
Medrese ve Tarikatın ellerinde çöktü. M. Kemal ve arkadaşları, çağın seküler
“Ulus Devlet” ve “Milliyetçilik” paradigmasından etkilenerek Osmanlı’yı
çökerten kurumları (Saltanat-Medrese-Tarikat) ilga edip; yerine çağdaş
seküler-milliyetçi bir ulus devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdular.
Osmanlı’da dini, siyasi otoritenin emrine âmâde kılan ve onun payandası yapan
Şeyhu’l-İslamlık yerine, Diyaneti;
benzer bir konumda olan Medrese yerine, Daru’l-Fünun İlahiyat Fakültesi
ve İmam-Hatip okullarını açtılar. Bunları geliştirecekleri yerde; yanlış
yaparak ,“karşı devrim” korkusu ile bir müddet sonra son ikisini kapattılar.
Tek Parti yönetiminden demokrasiye adım attığımız 1950’li yıllardan sonra
bunlar tekrar açıldı.
Laiklik, kuruluş aşamasında
bir “Cemaat=sürü” olarak doğan Hristiyanlığın, Roma imparatorluğunu
Hristiyanlaştırdıktan sonra devleti tümden ele geçirip, kendini, Tanrının (Hz.
İsa) ve dinin temsilcisi olarak gören “Kilise”nin yaratmış olduğu baskı, zulüm,
işkence ve şiddetten (sürüleştirme) toplumu kurtarmak için Batı toplumlarının
geliştirdiği siyasi-hukuki bir kurumdur. Bu tarihsel tecrübeden farklı olarak
İslam, bir “Cemiyet=toplum” ve siyaset-devlet olarak doğdu. Hz. Muhammed’in
ölümünden sonra İslam iman, ibadet, ahlak ve hukuk olarak sivil ulemanın
uhdesinde-toplumda kalırken; siyaset, kısa süren ve adına “Hilafet” denen;
özünde kabile (Kureyş) karizmasına dayanan biat, atama aşamasından sonra,
Muaviye’nin ihtilalinden ve yaşanan iç savaşı müteakip “Saltanat”a
dönüştürüldü. Zorla iktidarı ele geçirme (el-emru limen ğalebe), meşruiyetin
mihengi oldu. Emeviler’in, Abbasioğulları tarafından devrilmesinden sonra da,
kendilerini Allah’a nispet eden (Zıllullah, Kâim biemrillah, Muizlidinillah…)
“Teokratik” bir saltanata dönüştürüldü. Türklerin siyasal egemenliği ele
geçirmesinden sonra da (Selçukîler-Osmanlılar ulema, medrese şeklinde
örgütlenirken; sayıları yüzleri bulan ve “Tarikat” denen ve sivil Kilise’ye
benzer şekilde dini “temsil” ettiğini iddia eden kişi kültüne bağlı
(veli-evliya, şeyh, gavs, kutup, baba, dede, abdal, mehdi, ricalu’l-ğayb…)
kurumlar (Tekke-Zaviye-Dergâh-Hangâh) ortaya çıktı. Siyaset de (Saltanat), Hilafeti
zımnen kendinde “temsil” ettiği iddiasında bulundu (kutsal emanetler). Şiilikte
ise, “İmamet” teorisi, doğrudan -Katoliklikte-Kilisede olduğu gibi-, peygamberi
(veraset yolu ile) ve dini temsil ettiği iddiasında bulundu.
Türk devriminin, dini görece
sert baskılaması, toplumda İslam’ı “temsil” iddiasında bulunan Cemaat-Tarikat
ve daha sonra siyasal partiler (MSP-SP ve AKP) üretti. FETÖ ve 15 Temmuz darbe girişimi, devleti
tekrar ele geçirme idealinin bir semptomu idi. Muhafazakâr AK Parti iktidarı da,
halkın % 50 sine dayanan, seçim yolu ile iktidara gelen ve şimdiye kadar
uygulanan sek/sert seküler politikalardan rövanş almaya çalışan politik bir
tezahürdür. 1950-2000 arası, muhafazakâr halkın, temsilci arama; iki binin
başları ise, çatal yürekli bu temsilciyi bulma anıdır. Umarım seküler kesim,
bundan çıkarılması gereken dersi almıştır. İslam’ın toplum ve siyaset ile
ilişkisi, Türkiye’de problem olmaya hâlâ devam etmektedir.
2- Çözüm
Kişisel kanaatime göre,
devrimden sonra kurulan Diyanet, İmam-Hatip liseleri ve İlahiyat fakülteleri,
dini, toplum içinde iman-ibadet-ahlak olarak tutmayı onaylayıp; onun
siyaset-İktisat ve hukuk (devlet) ile ilişkisini istismar, totalitarizm ve
şiddet doğurmaması için; kültür ve eğitim ile dolayımlayan, “Laik” bir çözümdür. Laiklik, -benzetme
olarak- elektriğin ısı, ışık ve hareket olarak kullanılabilmesi, faydalı olması
için “kablo” ile izole edilmesine benzer. Bir “dinsizlik” aparatı değildir.
Burada “kablo” düşünce, eğitim ve kuruma denk düşerken; elektrik, dinden beklenen
ahlaki enerjiyi ifade eder. Dinin, aleni olarak “Tarikat”, “Cemaat” ve “Parti”
şeklinde siyasette temsil iddiası, toplumda “çarpma-çarpılma” tehlikesi doğurmaktadır. Dinler tarihi -ve
bugünkü İslam Dünyası- bunun aleni şahididir. Muhafazakâr kesimin hafızasında
bu kavramın negatif bir imgesi olduğunu biliyorum. Ancak, kavrama yorum ve
uygulama yolu ile olumlu bir içerik ve pratik kazandırılabilir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurmuş
olduğu Diyanet, -teolojik olarak değil-, sosyolojik kurum olarak “Kilise” gibi,
siyasetten bağımsız; finansmanı, vakıflar veya özel vergi ile yapılması
gereken; devlete bağlı bir “dini hizmet” kurumu olmalı. Yani Bizans
imparatorluğunda ve Osmanlı imparatorluğunda olduğu gibi, din, siyasete bağlı
bir kurumdur. Kuruluş aşamasında
devletin, “Kızı serbest bırakırsan, ya davulcuya veya zurnacıya kaçar”
korkusundan doğan dindarları gözetim altında tutma refleksine gerek
kalmamıştır. Diyaneti denetlemesini, hukuki çerçevede yine sürdürsün. Bu
kurumdan “hizmet” almayan vatandaşlardan toplanan “vergi”ler ile finansa
edilmesi, İslam’ın özüne aykırıdır; hizmet almayanlara haksızlıktır.
İmam-Hatipler, din hizmetlisi
yetiştiren ve çocuklarına –fazladan- dini eğitim vermek isteyen vatandaşların
bu talebini karşılayan bir kurumdur. İlahiyat fakülteleri ise; İslam’ı resmi
olarak “temsil” etme iddiasında asla bulunmadan; onu, ilmi olarak araştıran,
korumaya ve yenilemeye çalışan, ulemanın veya medresenin yerini alan bilim-ilim
kurumlarıdır. Diyanetin, siyasi iradeye bağlı olması, yanlış olduğu gibi;
“”İlahiyat”ların isminin, “İslami İlimler” e çevrilmesi girişimleri de,
geleneksel dini düşüncenin dogmalaşmasını-taklidini özleyen bir tutumdur.
Medreselerin, aynı müfredat ve öğretim tarzı ile yeniden –illegal olarak-
yeşertilmesi, gerici bir tutum olduğu gibi; Tarikat, Cemaat ve siyasal
partilerin İslam’ı “temsil” iddiasında bulunmaları da, Ortaçağ
Hristiyanlığına-Kiliseye bir öykünmedir. Dindar vatandaşlar, politik
tercihlerini “Muhafazakâr” partilerde ifade ve icra etmek isteyebilirler. Ancak,
bu partinin, kendini dinin-İslam’ın “temsilcisi” olduğunu ima ve ifade etmesi
ve aleni bir “din dili” kullanması, son derece tehlikelidir ve yanlıştır.
Haricilerde ve Kilisede olduğu gibi, samimiyetle (Allah rızası için) katliam,
işkence, istismar ve baskı yaratmanın muhtemel yoludur. Dinin, kendini
özdeşleştireceği “Devlet” veya “temsil” üzerinden örgütlü hale getireceği
topluluk (Parti-Tarikat-Cemaat) hakkında C. G. Jung, şu analizi yapıyor:
“Sonuçta devlet büyük bir örgüt, bir düzen unsurudur. O, bir canavardır; halk
da bir canavardır. Yirmi kişi, bir araya geldiğinde bile canavarlaşır. Çünkü
psikolojileri artık insan değil; hayvan psikolojisine yaklaşmaktadır. Bir
kalabalığın içinde toplanan, erdeminiz değil; genelde insan olandır ve bu,
alçak düzeydeki insandır. Ahlakınız alçalmıştır. Birkaç yüz kişiden oluşan
kalabalıkta, fark etmeden korkunç bir suç işleyebilirsiniz. Ne yaptığınızı
bilemezsiniz. Çevrenizdeki heves (dava-dogma-coşku-İG), sizi alıp götürür ve
ahlakınız tamamen çekip gider. Kalabalığın bulaşıcı zihinsel etkisi altında bir
sürü hayvanı olursunuz. Şimdi bu büyük canavar, bu halk, ancak başka bir
canavar ile yola getirilebilir. Tıpkı başka fillerin yardımı olmadan kontrol
edilemeyen vahşi bir fil gibi. Böylece halkın canavarlığına karşı, devletin
canavarlığına sahibiz ve bu, gerekli bir kötülüktür; başka yolu yoktur. Bir
halkı iyi niyetle yönetemezsiniz. Çünkü canavar, kurnaz bir hayvanın en galiz
yolları ile savaşır. İyi niyet, dindar sözcükler ve güzel işler ile düzeni
sağlayamazsınız. Cünkü takdir edilmeyecektir. Halk, ancak dövdüğünde veya dayak
yediğinde takdir eder. Bu bir gerçektir ve insanlara iyilik ve bilgelik ile
hükmedilebileceğini düşünmek, tamamen saçmadır; sadece hava civadır.” (C. G.
Jung. Nietzsche’nin Zerdüştü Üzerine Seminerler. çev: T. Berkes. İst. 2019. S.
501)
Benim “Rahmani Siyaset” veya
“Evrensel Ümmetçilik” dediğim İslami siyaset, Devleti “Makasidu’ş-Şeria”nın
(mülkiyet, din-düşünce özgürlüğü, onur, güvenlik) mücessemleşmiş hali olarak
görür. Siyasi dilini akli-ahlaki (İslam) olarak kurup, toplumdaki icraatlarını
din, dil, ırk; mezhep-meşrep ayrımı yapmaksızın; bunlar karşısında gözü bağlı
veya açık “adalet” ilkesine göre yapar. Devletin dini adalettir. Böyle bir
siyasetçi, Allah’ın nezdinde makbuldür.
İnsani-psikolojik bir meşrep
olan Tasavvuf ve onun örgütlenmiş hali olan “Tarikat”lara gelince, Türkiye
sosyolojisinin tarihsel bir gerçekliği-mirası olarak, politikadan ve iktisattan
şiddetle uzak tutulmaları ve devlet tarafından dikkatle denetlenmeleri,
kaçınılmaz bir mecburiyettir. Bunların devlet ile iç içe olmaları, Osmanlı’da
doğurduğu trajik sonuçları itibari ile geçmişimizde ibret alınması gereken bir
örnektir. Aksi tutumun doğurduğu sonuç, -bir tekrar olarak- “FETÖ” örneği ile
önümüzde duruyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.