31 Ağustos 2020 Pazartesi

Kur makyajı için heba edilen 105 milyar Dolar nereye gitti? Mustafa Karaalioğlu/31.08.2020

Sadece derin bir ekonomik kriz ve tabiatıyla kötü yönetim sürecinden geçmiyoruz aynı zamanda derin bir belirsizlik ve gizlilik döneminin de tam ortasındayız.

Ekonomiyi tanımlayan ve tabloyu özetleyen makro rakamlar üzerindeki şüphenin yanı sıra o rakamları üreten süreçlerde yapılanlar da belirsiz ve şeffaflıktan uzaktır. Özellikle finansal sisteme yönelik sayısız karar alınıyor, sonra o kararlar düzeltiliyor ve sonra yeni bir karar daha… 

Neyse ki bu ülkenin konusuna hakim ve kaygı taşıyan ekonomistleri var. Perdelenen, toz bulutu arkasına gizlenen rakamları bulup çıkarmaktan ve topluma ulaştırmaktan hem çekinmiyorlar. Böylelikle gerçekler saklı kalmıyor ve ekonominin seyri izlenebiliyor.

Bu isimlerden birisi değerli ekonomist Kerim Rota’dır. Türkiye’nin önde gelen finans/ekonomi uzmanları arasında yer alan ve Gelecek Partisi’nin ekonomi takımının da bir üyesi olan Rota olup biteninin peşini bırakmıyor ve çok değerli veriler hazırlıyor. Hafta sonu bizim gazeteye konuştu ve iki yıldır döviz kurunu baskılamak ve bu mümkün olmayınca hiç olmazsa 7 liranın altında tutmak için ekonomi yönetiminin izlediği çılgın politikanın maliyetini anlattı.

Rota, Merkez Bankası’nın yayınladığı “Uluslararası Rezervler ve Döviz Likiditesi” tablosunu inceleyerek geride bıraktığımız 19 ayda döviz kurunu düşük tutmak ve böylelikle ekonomi iyi yönetiliyor görüntüsü vermek için tüketilen 105 milyar Dolar rezervin izin sürdü. Sonrasını kendi sözleriyle aktarıyorum:

“Merkez Bankası’nın raporu 2019 başından bu yılın Temmuz sonuna kadar geçen 19 ayda, döviz piyasalarına kuru baskılamak amacıyla toplam 105 milyar Dolar döviz satıldığını gösteriyor. Sadece Temmuz ayı içerisinde kuru 6,85’de tutabilmek için satılan tutarın 12 milyar Dolar olduğu görülüyor. Halen TCMB rezervleri 89 milyar Dolar seviyesinde. Ancak swap ve zorunlu karşılıklar düştükten sonra net rezervimiz eksi 32 milyar Dolar’dır.

19 ayda satılan bu 105 milyar Dolar’a ilave olarak geçen yıl açık pozisyon taşımayan kamu bankalarının Temmuz sonunda 12 milyar dolar açık pozisyona geçirildiğini de görüyoruz. Böylece spot piyasada son 1,5 yılda kuru baskılamak hevesiyle satılan tutarın 120 milyar Dolara yaklaştığını hesaplayabiliriz.”

Kerim Rota, tabloyu böyle özetledikten sonra “1,5 yılda dile kolay olan 105 milyar Dolar’a yakın döviz talebi kimlerden geldi?” sorusuna cevap veriyor:

“105 milyar Dolar’a yakın civarında döviz talebinin 60 milyarı Türkiye’den çıkan yabancı yatırımcılardan gelmiş. Kalan kısmı ise TL mevduatına reel faiz alamadığını görüp, hazır sabit kurdan döviz satışı yapan varken alalım diyen yurtiçi yerleşiklerden gelmiş.”

Yani Dolar kurunu makyajlamak için “dış güçlere, faiz lobisine, karanlık odaklara, ülkemize operasyon çekenlere vs.” işleri görülsün diye rezervimizin büyük kısmını dökmüşüz. Yetmemiş, içeride “Döviz bozdur, TL kullan kampanyası” yaparken kendi tasarrufçumuzu da Dolar’a yönlendirmişiz. Yabancıdan kalan dövizi de onlara vermişiz ki TL’den çıkıp Dolar alsınlar ve kurun yükselmesini beklesinler!..

Kerim Rota, devam ediyor ve heba edilen bu kaynağın hiç olmazsa bir kısmı dış borç stokunu azaltmak için kullanılmış olabilir mi, diye araştırıyor. Bulduğu sonuç şu:

“Aynı dönemde (19 ayda) merkezi yönetimin dış borcu 91 milyar Dolar’dan, 97 milyar Dolar’a yükseldi. İlave olarak Hazine 2019 başında neredeyse sıfır olan altın ve döviz cinsi iç borcunu hızlı bir şekilde artırarak 37,3 milyar Dolar’a yükseltti. Bu şekilde Hazine döviz yükümlülüğü bu dönemde bırakın azalmayı, 40 milyar Dolar’dan fazla artmış oldu. Aynı dönemde kamunun KÖİ projelerinden kaynaklanan döviz yükümlülüğü de yükseldi.”

Özet? Özeti şu:

“Bu resim bize maalesef harcanan bu kıt döviz kaynaklarının hepimizin yükümlülüğü olan kamunun döviz borcunun azaltılmasında kullanılmadığını gösteriyor. Kaynakların yarısı, zamanında Türkiye’ye güvenmiş yabancıların uygun bir fiyatla Türk varlıklarından çıkması için harcanmış. Diğer kısmı ise, Türk Lirası reel faizlerinin suni olarak düşük tutulması nedeniyle parasına güveni azalan yurtiçi yatırımcıların uygun fiyattan döviz varlık biriktirmeleri için harcanmış.

Bu müdahaleler nedeniyle Hazine, TCMB ve kamu bankalarının döviz riski ciddi artış gösterdi. Bu nedenle artık Türk Lirası’nın yeni değer kayıpları kamu finansmanını daha kırılgan hale getiriyor. Bu da, daha yüksek faiz ödemeyi, daha çok vergi toplamayı ve daha çok borçlanmayı gerektirecek.”


Doğu Akdeniz’de gaz 2.5 trilyon metreküp Sinan Ülgen/31.08.2020

'2011’deki Arap Baharı sonrasında yürütülen politikalar İsrail ve özellikle Mısır’ı Türkiye karşıtı ittifaka hediye etti. Mısır’ın içişlerine 2011 sonrasında bu kadar müdahil olmasaydık, Yunanistan ile Türkiye arasında bir tercihte bulunmayacaktı.'

TAHA AKYOL / KARAR

Karadeniz’deki keşif üzerinden bir ‘eksen değişimi’nden bahsetmek gerçekçi olmayacaktır. Umarım Türkiye’nin eksen değiştirmesi -ki bu tabirden kasıt ülkenin ekonomik refah olarak çok daha üst sıralara çıkmasıdır- bulacağı doğal kaynak üzerinden olmaz.

Yunanistan’ın amacı Türkiye’nin daha da yalnızlaşmasını sağlamak. Sorun biriktirmek maharet değil. Türkiye yeniden ittifaklarını güçlendirmeli. Dünyada güçlü olmak da düşman biriktirmekle değil dost biriktirmekle başlar.

Mısır’ın en büyüğü Zohr bölgesinde toplam 1.2 trilyon metreküp, İsrail’in en büyüğü Leviathan olmak üzere 990 milyar metreküp, Rum Yönetimi’nin en büyüğü Afrodit olmak üzere 550 milyar metreküp kanıtlanmış doğal gaz kaynağı var. Toplam kabaca 2.5. trilyon metreküp.

2011 Arap Baharı sonrasında yürütülen politikalar bir anlamda İsrail ve özellikle Mısır’ı Türkiye karşıtı ittifaka hediye etti...  Mısır’ın içişlerine 2011 sonrasında bu kadar müdahil olmasaydık, Mısır muhtemelen Yunanistan ile Türkiye arasında bir tercihte bulunmayacaktı.

Karadeniz’de bulunan 320 milyar m3 gazın değeri nedir?

Öncelikle bu keşfin ülkemiz adına sevindirici bir gelişme olduğunu söylemekle başlamak lazım. Nihayetinde Türkiye, hidrokarbon kaynakları bakımından dışarıya bağımlıdır. O nedenle yeni kaynak bulunması, gerek bu bağımlılığın azaltılması gerek ekonomik etkisi bakımından faydalıdır. Ancak bu erken aşamada daha somut bir ekonomik değer hesabı yapmak da pek mümkün değildir. Öncelikle açılan tek bir kuyu üzerinden tahmini bir rezerv rakamı telaffuz edilmiştir. Bundan sonra yürütülecek çalışmalar ve ilave kuyular sonrasında kanıtlanmış rezerv rakamına ulaşılması gerekecektir. Bu noktada ilk tahmine göre doğal gaz miktarı yukarı veya aşağı yönlü revize edilebilir. En son aşamada da çıkarılabilir rezerv hesaplaması yapılması gerekecektir. Bu noktada gazın ne kadar derinlikte olduğu, karşılaşılan kaya formasyonlarının geçirgenliği gibi teknik parametrelerin yanı sıra ithalat yoluyla tedarik edilen doğal gaz fiyatının hesaba katılması gerekecektir. Bütün bu aşamalar geçildikten sonra daha somut bir ekonomik değer hesaplaması yapılabilir.

GAZ-PETROL ZENGİNİ ÜLKELER

Karadeniz’de başka keşifler ihtimali?

Evet mümkündür. Umarım da olur. Zaten bu keşif bugüne kadar Karadeniz’de bulunan en yüksek miktara tekabül etmektedir. Nispeten yakın bir bölgede Romanya’nın “Neptün” adını verdiği kaynakta 42-84 milyar metreküp doğal gaz bulunduğu tahmin edilmektedir. 

Türkiye’nin Rusya, İran, Körfez ve Suud gibi gaz-petrol zengini olma ihtimali var mı?

Şu anda o hedefin çok uzağındayız. Bir karşılaştırma yapmak gerekirse Katar’ın kanıtlanmış doğal gaz rezervi 25 trilyon metreküp, Rusya’nın 39 trilyon metreküp, İran’ın ise 32 trilyon metreküptür. Yani Karadeniz’deki Sakarya havzasında açıklanan miktarın tamamı çıkarılabilir rezerv bile olsa, bu haliyle Türkiye’nin doğal gaz rezervi Rusya’nın rezervinin yüzde birine dahi ulaşamamaktadır.

DOĞAL KAYNAK KAPANI

Eksen değişmesi ne demek? Söz konusu mu?

Karadeniz’deki keşif üzerinden bir “eksen değişimi”nden bahsetmek gerçekçi olmayacaktır. Zaten umarım Türkiye’nin eksen değiştirmesi – ki bu tabirden kasıt Türkiye’nin ekonomik refah olarak çok daha üst sıralara çıkmasıdır - bulacağı bir doğal kaynak üzerinden olmaz.  Siyasal ekonomi literatüründe “doğal kaynak kapanı” olarak adlandırılan bir kavram vardır. Demokrasileri henüz yeterince gelişmemiş ülkelerde zengin hidrokarbon kaynaklarının bulunması, bu ülkelerin yeterince sağlıklı ve çeşitlenmiş bir ekonomik yapıya sahip olmalarını güçleştirmekte, gelir dağılımını bozmakta ve nihayetinde demokratik gelişimini de akamete uğratabilmektedir. Venezuela, Rusya ve İran bu tespitin en güzel örnekleridir. Ülkemiz ekonomik anlamda eksen değiştirecekse kolaycılığa teslim olunmamalıdır. Bunun kanıtlanmış en somut yolu gerek okul öncesi gerek örgün gerekse hayat boyu eğitim uygulamaları üzerinden insan kaynaklarına yatırım yapmaktır. Böylelikle çağdaş ekonomik düzende rekabet edebilecek, katma değer yaratabilecek bir ulusal zenginlik elde edilir. Eksen değişiminin doğru yolu budur. Tabiatıyla bu süreci doğru siyasi ve makro ekonomik politikalarla da desteklemek gerekir.

DOĞU AKDENİZ’DEKİ REZERVLER

Gelelim Doğu Akdeniz’e; burada doğal gaz rezervleri nelerdir miktarları ne kadardır?

 Doğu Akdeniz’de bugüne kadar İsrail, Mısır ve GKRY’nin iddia ettiği münhasır ekonomik bölgesinde doğal gaz kaynakları bulunmuştur. Mısır’ın en büyüğü Zohr bölgesinde olmak toplam 1.2 trilyon metreküp, İsrail’in en büyüğü Leviathan olmak üzere 990 milyar metreküp, GKRY’nin en büyüğü Afrodit olmak üzere 550 milyar metreküp kanıtlanmış doğal gaz kaynağı bulunmaktadır.

Türkiye Doğu Akdeniz’de ne neden yalnız? 

Daha önceki dönemde de Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin karşısında Yunanistan ve GKRY’den oluşan bir grup mevcuttu. Ama özellikle 2011 Arap Baharı sonrasında yürütülen politikalar bir anlamda İsrail ve de özellikle Mısır’ı bu Türkiye karşıtı ittifaka hediye etti.  İç politika kaygılarıyla alınan bazı kararlar dış politikada böyle olumsuz bir netice doğurdu. Doğu Akdeniz sorununda kritik ülkenin Mısır olduğunu düşünüyorum. Mısır’ın desteğini bu ölçüde kaybetmemeliydik. Ama o ülkenin iç işlerine taraf olmaya kalkınca ve de sizin sonuna kadar ve de açıkça desteklediğiniz Müslüman Kardeşler iktidardan düşürülünce, Sisi önderliğindeki Mısır yönetimi de Türkiye karşıtlığına kaydı. Oysa ki Mısır’ın içişlerine 2011 sonrasında bu kadar müdahil olmasaydık, Mısır çok muhtemelen Yunanistan ile Türkiye arasında bir tercihte bulunmayacaktı.

LİBYA ANLAŞMASI ÖNEMLİ

Bu yalnızlığı kırabilir miyiz? Libya faktörünün etkisi nasıl olur?

Türkiye, Doğu Akdeniz’deki diplomatik yalnızlığını kırmak ve deniz yetki alanlarının paylaşımına dair destek alabilmek için 2019 yılı Kasım ayında Trablus hükümeti ile bir anlaşma yaptı. Trablus’un Türkiye ile deniz yetki paylaşımı anlaşması yapmaya razı olmasının karşılığında da bu hükümete askeri destek sağlandı. Kasım 2019 anlaşması Doğu Akdeniz’de ilginç sonuçlar doğurdu.

Libya ile yapılan bu anlaşmada Türkiye, Rodos ve Girit adalarına kıta sahanlığı tanımadı, yalnızca 6 millik karasularını tanıdı. Bu anlaşma Yunanistan’ı harekete geçirdi ve Atina öncelikle İtalya ile daha sonra da Temmuz 2020’de Mısır ile deniz yetki paylaşımı anlaşmalarını sonuçlandırdı. Bu anlaşmaları Türkiye ve Yunanistan açısından değerlendirdiğimizde şunlar söylenebilir. Öncelikle Libya-Türkiye Anlaşması, Yunanistan-İtalya ve Yunanistan-Mısır Anlaşmalarını tetiklemiştir. Bunun neticesinde ilk bakışta Türkiye Libya’yı, Yunanistan da Mısır’ı Doğu Akdeniz’deki diplomatik pozisyonuna destekçi olarak kazanmıştır. Mısır 2002’den bu yana Atina’nın ısrarlı tutumuna rağmen Yunanistan ile deniz yetki paylaşımı anlaşması yapmaktan imtina etmiş ve ancak Türkiye-Libya Anlaşmasında Libya’ya verilen bazı sahaların kendi münhasır ekonomik bölgesi ile çakıştığını gördükten sonra Yunanistan ile bu anlaşmayı imzalamaya ikna olmuştur. Kaldı ki Kahire buna rağmen anlaşmayı 26-28 paralel arasına sınırlamış ve Yunanistan’ın Meis ile ilgili tezlerine taraf olmamıştır.

YUNANİSTAN’IN GERİ ADIMLARI

Ancak daha yakından bakıldığında bu iki Anlaşma, Yunanistan’ın ülkemize karşı ileri sürdüğü tezlerde de geri adım attığını göstermektedir. İtalya ile yaptığı anlaşmada Korfu adasının Batısındaki Otonoi adasının tam bir kıta sahanlığını bulunmadığını kabul etmiştir. Keza Mısır ile yaptığı anlaşmada da Rodos ve Girit’in kıta sahanlığının kısıtlanmasını kabul etmiştir. Ayrıca Mısır ile iki ülkenin de münhasır ekonomik alanına sirayet eden olası bir hidrokarbon rezervinin ortak işletilmesi – condominium – prensibini kabul etmiştir. Oysa ki Yunanistan Türkiye’ye karşı Meis gibi bir adanın tam kıta sahanlığı bulunduğunu iddia etmeye devam etmektedir.  

TÜRK-YUNAN ANLAŞMAZLIĞI 

Akdeniz’de Yunanistan ve Kıbrıs Rum Yönetimi ile Türkiye’nin tezleri nedir? Türkiye “Hakkaniyet” tezini kabul ettirebilir mi?

Anlaşmazlığın özünde iki konu vardır. Birincisi Kıbrıs meselesi diğeri de adaların kıta sahanlığı meselesidir. Kıbrıs meselesini burada uzun uzun anlatmaya gerek yok. Ama adadaki siyasi anlaşmazlığın sürmesi doğal olarak Doğu Akdeniz’deki enerji kaynaklarının paylaşımı açısından da sorun yaratmaktadır.

Adaların kıta sahanlığı meselesinin arka planında ise 1982 tarihli Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi – BMDHS vardır. Türkiye BMDHS’ye taraf değildir. Ülkemiz bu Sözleşmeye iki nedenle taraf olmamıştır. Birincisi Sözleşmenin adalara kıta sahanlığı tanınmasına dair 121. Madde 2. Paragrafta yer alan genel hükümdür. İkinci neden ise sahildar devletlerin kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölgelerine dair anlaşmazlıklarında zorunlu olarak uluslararası yargıya gitmelerini öngören Sözleşmenin 287. Maddesidir. O dönemde Türkiye, Ege denizinin özel durumuna atıfta bulunulmasını istemiş, bu talebi kabul görmeyince de Sözleşmeye taraf olmamıştır.

Öte yandan Yunanistan, BMDHS’ye taraftır. Ve bu Sözleşmeye uygun olarak Doğu Akdeniz’deki adalarının kıta sahanlığının bulunduğunu iddia etmektedir. Biz ise bu adaların kıta sahanlığına ve dolayısıyla herhangi bir münhasır ekonomik bölgeye sahip olmadıklarını ileri sürmekteyiz. Anlaşmazlığın özü budur.

ULUSLARARASI YARGI SEÇENEĞİ

Peki bu anlaşmazlık nasıl çözülür?

Bu anlaşmazlığın ilk elde çözüm şekli Yunanistan ile doğrudan müzakerelerdir. AB dahil bütün tarafların bu şartların oluşması için çaba göstermesi lazım. Uluslararası hukukta bu tip anlaşmazlıklar için ilk aşama doğrudan müzakerelerdir. Eğer taraflar bu müzakerelerde gene de anlaşamazlarsa – ki bazı durumlarda bu müzakereler çok uzun sürebiliyor, örneğin Rusya ile Norveç deniz yetki alanlarını 40 yıl müzakere ettiler – o zaman anlaşmazlık konusu sahada ortak ekonomik girişimlere yeşil ışık yakabilirler. Yani Doğu Akdeniz’de hangi ülkenin münhasır ekonomik bölgesi olduğu hususunda mutabakat oluşmamış bir alanda Türkiye ile Yunanistan ortak faaliyette bulunabilirler. Bu bölgede hidrokarbon kaynakları bulunursa, ortak işletirler vs. Son olarak da tabiatıyla uluslararası yargıya gidilebilir. Ancak bunun için öncelikle anlaşmazlık konuları ve coğrafyasının tespit edilmesi gerekecektir. Bu noktada örneğin Türkiye, uluslararası yargıya götürülecek paket içinde Ege sorunlarını da koymak isteyecektir. En son olarak da uluslararası mahkemenin göz önünde bulunduracağı hukuk normları konusunda anlaşmak gerekecek. Yunanistan BMDH ilkeleri derken, Türkiye hakkaniyet gibi daha temel ilkelerin de dahil olmasını isteyecektir.

AVRUPA VE AMERİKA?

AB genelde Yunan-Rum yanlısı ama Türkiye’ye yakın duran ülkeler de var. AB içinde bu konudaki gruplaşma nasıl?

AB Cuma günkü Dışişleri Bakanları toplantısında Yunanistan ile dayanışma içinde olduğuna dair kanaatimce şanssız bir açıklama yaptı. Ama AB ülkeleri arasında bir görüş birliği yok.  Fransa’nın başını çektiği bir grup Yunanistan ve GKRY’ye kayıtsız şartsız destek veriyor. Buna karşılık İspanya ve İtalya gibi ülkeler Türkiye’ye daha müzahir. Dönem başkanı Almanya ise daha dengeli bir yol izleme niyetinde. Nitekim Almanya, bu yönde girişimde bulunarak Temmuz ayında Türkiye ile Yunanistan arasında 2016 yılından sonraki ilk istikşafi mahiyetteki görüşmenin Berlin’de tertiplenmesine ön ayak oldu. Ama hemen sonrasında Yunanistan’ın Mısır ile yaptığı deniz yetki paylaşımı anlaşmasını açıklaması ile bu süreç baltalandı. Bu noktada AB’nin yapması gereken eğer ki bu süreçte etkin bir rol oynamak istiyorsa Yunanistan’ın tezlerine doğrudan destek vermekten imtina etmekle başlamalıdır.

Burada doğru eleştiriyi de yapabilmek lazım. Şöyle ki geçmişe baktığımızda Türkiye ile Yunanistan arasındaki ihtilaflarda hep ABD arabuluculuk rolüne soyundu. Ancak günümüzde hele hele başkanlık seçimlerine 9 hafta kalmışken Trump Amerikasının böyle bir diplomatik hamle yapmasını beklemek gerçekçi değil. Dolayısıyla uzun zamandır dış politikada daha önemli bir aktör olma iradesiyle hareket eden AB’nin bu uzlaştırıcı rolü oynaması potansiyel olarak mümkün. Üstelik söz konusu alan asıl AB ülkelerinin ilgi coğrafyasında. Ama AB’nin de bu olumlu rolü oynayabilmesi için üye ülkesine kayıtsız şartsız destek tutumundan vazgeçmesi lazım. Bizim AB’ye kendi menfaatinin daha tarafsız bir tutuma sahip olmaktan geçtiğini anlatmamız lazım. Bir başka deyişle bu konuda AB’nin kendi üyesine destek olma reaksiyonu ile uzun vadeli menfaati çelişiyor. Bu çelişkiyi ortaya koymamız lazım. Kaldı ki aslında Almanya bu çelişkinin de gayet farkında.

 TÜRKİYE NASIL DAVRANMALI?

 Türkiye Ege ve Akdeniz’de nasıl bir diplomasi izlemeli?

 Birincisi Türkiye, Yunanistan’ın gerilimi tırmandırma politikasına kapılmamalıdır. Yunanistan bir yandan AB üyeliğini diğer yandan Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki diplomatik yalnızlığını fırsat bilerek bilinçli bir tırmandırma politikası uygulamaktadır. Amacı Türkiye’ye aşırı bir tepki vermeye zorlayarak, AB’nin yeni yaptırımlar getirmesini ve Türkiye’nin daha da yalnızlaşmasını sağlamaktır. Dolayısıyla provokasyonlara dikkat etmek gerekecektir. Yunanistan ile diyalog çağrısını her fırsatta tekrarlamak yararlı olacaktır.

Keza bu meselenin kamu diplomasisi boyutuna da ağırlık vermek elzemdir. Yurt dışı basını incelediğinizde, çoğu kez Türkiye’nin Yunanistan’ın egemenliğine saldırdığı varsayımı tekrarlanmaktadır. Günümüzde her ihtilafın aynı zamanda bir enformasyon harbi boyutu olduğu gerçeğinden hareketle, dünya kamuoyunda da zemin kazanmaya yönelik bir kamu diplomasisine geçmek gereklidir. Bugüne kadar izlenen yöntem ve stratejilerin yeterli olmadığı açıktır. Türk’ün Türk’e propagandası ile biz bu enformasyon harbini kazanamayız. Dış kamuoyuna hitap edecek, onların ekosistemine dahil sözcü kişi ve kurumları bulmamız ve bunlara yatırım yapmamız elzemdir.

Son olarak dış politikadaki birikmiş sorunları çözmeye başlayan bir devlet olmamız gerekiyor. Sorun biriktirmek bir maharet değildir. Bütün dünya da bize karşı değildir.

İlk bakışta birbirinden bağımsız gibi görülen dış politika meseleleri biriktikçe bir bakarsınız sizin hareket alanınızı daraltmaya başlar. İşin özü Türkiye yeniden ittifaklarını güçlendirmelidir. Dünyada güçlü olmak da düşman biriktirmekle değil dost biriktirmekle başlar.

 SİNAN ÜLGEN KİMDİR?

 Sinan Ülgen Ekonomi ve Dış Politika Araştırmalar Merkezi ( EDAM) başkanı ve eski diplomat. 1989-2007 yıllarında Dışişleri Bakanlığı’nda meslek memuru olarak, Türkiye’nin AB nezdindeki Daimi Temsilciliği’nde ve Trablus Büyükelçiliği’nde görev yaptı. Kemal Derviş ile birlikte “Çağdaş Türkiye’nin Avrupa Dönüşümü” adlı bir kitabı yazdı. Türkiye’nin nükleer enerji politikası ve siber dünyanın küresel yönetişimi konusunda Carnegie Uluslararası Barış Vakfı tarafından yayınlanmış kitapları var.

30 Ağustos 2020 Pazar

Kalkınmak için niçin doğruyu yapmıyoruz? İskender Öksüz30.08.2020

Altmışlı yıllardan itibaren Türkiye’de insanlar, nasıl kalkınacağımızı tartışırdı. Ben 15 yaşındaydım ve çok merak ederdim; nasıl kalkınacağız? Hayatımın geri kalanı da bu soru ve uzantılarıyla geçti. Kitabını bile yazmaya çalıştım: Niçin Geri Kaldık?

Tabi önce kalkınmamışlığımızı kabul etmek gerekiyordu. Evet, biz geri kalmıştık. Yok, biz kalkındık, dünya bizi kıskanıyor gibi laflar edilmezdi. Gerçeği bilmek açısından bugünden ileriymişiz. Aslında kalkınıp kalkınmadığınızı bilmek deha gerektirmiyor. Kişi başına GSMH veya kişi başına GSYH açısından diğer ülkelerle neredesiniz? Bir bakın. 37 OECD ülkesi arasında 30’uncuyuz, yani sondan yedinci. Bakınız, burada: https://data.oecd.org/gdp/gross-domestic-product-gdp.htm Peki arkadan da gelsek, öndekileri yakalayıp geçeceğiz değil mi?

RAKAMLAR TELEVİZYONLARINIZ GİBİ KONUŞMUYOR

Başkanlık Sistemi’ne adım attığımız ve Türkiye’nin uçuşa, kalkışa geçtiği 2017 sonrası var ya. Yine aynı sayfalarda bakın. 2017-2019 arası bizim kişi başına GSYH’mız, satın alma gücü paritesiyle 28 209 dolardan 28 270 dolara çıkmış. Üç yılda binde 2 büyümüşüz. OECD ortalaması 43 550 dolardan 46 650 dolara çıkmış. %7 büyümüşler. 2020 henüz yok tabi. İyi ki yok. Bu eğilimde ara kapanmıyor, açılıyor.

Maalesef rakamlar, televizyonlarımız gibi konuşmuyor. Rakamlar post-gerçeklik çağında değil. Gayet asık suratlı ve sıkıcılar.

Nasıl kalkınacağız tartışması artık yok. Belki var da ben duymuyorum. Artık konumuz o değil. Artık konumuz, kimler kötü, kimler hain. Tabi dış düşmanlarımız var. Hatta dış dostlarımız yok galiba, hepsi düşman. Kabul, ya iç düşmanlarımız? Onlar daha beter ve neredeyse çoğunlukta. Şimdi derdimiz bu. Kalkınma değil. Eh makul. Önce iç ve dış düşmanları bitireceğiz, kalkınma sonra; ama onlar da azalacağına çoğalıyor hainler!

BİRİNCİ SINIF BİLİM VE TEKNİK

Nasıl kalkınacağımızın ilgimizi kaybetmesinin birden fazla sebebi var. Galiba birisi, cevabı herkesin bilmesi. Sorunun cevabını herkes biliyorsa, soru çekiciliğini kaybedecektir. Yarın günlerden ne sorusunun bir cazibesi var mı?

Nedir cevap? Her sahada birinci sınıf bilim ve teknik adamlar yetiştireceksiniz ve ülkenin ekonomik kaynaklarının planlanmasını, işletilmesini, yönetilmesini onlar yüklenecek. Bu kadar basit. Bilim ve teknik derken sadece tabiat bilimlerini ve onların teknolojisini değil, insan ve toplum bilimlerini de kastediyorum. Ekonomiyi, sosyolojiyi, yönetim bilimini, hukuku, siyaset bilimini ve daha nicelerini. Bunları ta 1958 yılında rahmetli Mümtaz Turhan Hoca tane tane anlatmış. Garplılaşma, daha doğrusu, Batı’nın zenginliğine, refahına ulaşmanın yolu budur demiş. Batı’dan veresiye Mercedes ve uçak almak değil, Batı gibi bilim ve teknoloji üretebilmektir demiş.

ÜNİVERSİTELER, ARAŞTIRMA ENSTİTÜLERİ

Birinci sınıf bilim ve teknik adamları kim yetiştirecek? Gayet tabiî üniversitelerinizden. Sizin üniversitelerinizin yetersiz kaldığı alanlarda öğrencileri doktora yaptırmak için dışarı göndereceksiniz; veya hocaları ithal edeceksiniz. Sizin üniversiteleriniz yeterli hâle gelinceye kadar… Aslında bizim kalkınma yolunda yürümemiz, geçmişte kalkınmış ülkelerin ilerlemesinden daha kolay. Çünkü bizim önümüzde örnekler var. Onların nasıl yaptıklarını biliyoruz. Onlar bilmiyordu; keşfetmek zorundaydılar.

Tabi önce, üniversitelerinizin yeterli olmadığını kabul edeceksiniz. Tıpkı kalkınmamışlığınız gibi. Bunun ölçüsü de kolay. Dünya sıralamasında neredeler? Gerideler. Bakınız: https://www.topuniversities.com/university-rankings/world-university-rankings/2020 İlk 100’de, ilk 200, ilk 300, ilk 400’de yokuz. Eskiden vardık. Şimdi yokuz. 18’inci veya 19’uncu olmamızı beklemiyordunuz değil mi? Maalesef okulun çoğalması kaliteyi yükseltmiyor.

NEDEN YAPMIYORSUNUZ?

Nasıl yapılacağını biliyoruz… İlk yüzde birkaç üniversiteniz ve araştırma enstitünüz olacak. Yöneticileriniz bu kurumlardaki bilim adamlarıyla birlikte Türkiye’nin problemlerini çözecek. Türkiye için en yararlı stratejileri kuracak. Bu stratejiler üzerinde çalışmış binlerce doktora öğrencisi çıkacak. Ülkenin dış politikası da eğitim, yatırım politikaları da buralarda yetişmiş birinci sınıf bilim adamlarına danışılarak belirlenecek .

Genç girişimciler teknolojide yeniliklere, inovasyonlara imza atacak. Binlerce patent alacaklar. İnovasyonları kolayca sermayeyle buluşacak. Bütün bunlar rekabet ortamı içinde yürüyecek. Benim yeğen, benim oğlan, benim yandaş değil, en yararlı yeniliği getiren, en kârlı fikri düşünen öne çıkacak. Hakkın korunacağını garantiye alan bir hukuk sisteminiz olacak. Fikir mülkiyeti vatan gibi korunacak. Teşebbüslerinizin çalınmasına, gençken boğulmasına izin vermeyeceksiniz.

Her şey biliniyor. Nerde olduğunuz da, oradan nasıl çıkıp kalkınacağınız da. Niçin hâlâ geri kalıyoruz? Niçin gerekeni yapmıyoruz? Gerekenler yerine başka şeyler mi yapıyoruz?

29 Ağustos 2020 Cumartesi

Kuvvet ve siyaset Ali Bayramoğlu/29.08.2020

Siyasetin ana eksenini çatışma oluşturunca, güç merkezli tahlil, tavır ve beklentiler öne çıkar.

Devlet, toplumsal siyasetin önüne geçer; iç sorunlar, iç dinamikler ikinci plana düşer. Devlete endeksli siyaset algısı doğallaşmaya başlar. Toplumdaki görüşler kutuplaşır, kutuplar homojenleşir.

Hele bir de Türkiye gibi, toplum, siyaset ve özgürlükler alanının her şeye nağmen hala sınırlı olduğu bir toplumda bu tablo daha da koyulaşır.

Koyulaşınca da asli sorunlar unutulur.

Herkesin figüran olacağı bir güç oyunu yaratılır.

Sıcak toplumsal sorunlar, özgürlük, demokrasi, laiklik, vatandaşlık, yoksulluk sorunları bile bu güç arayışına kilitlenir; beteri alabildiğince bu sorunlar, durumlar, aktörler CHP çarşaf ilikisi komadyasında olduğu gibi sil baştan ele alınıp tanımlanmaya çalışılır.

Zira fayda kartları yeniden karılır.

Siyasi partilerden gazetelere, yazarlardan devlet birimlerine kişilerin ve kurumların çıkarlarından hareketle aldıkları pozisyonlar ile yaptıkları güç analizleri birbirine karışır.

Bazı istisnalar dışında, taraflar tüm farklılıklarına rağmen ‘güce’ endeksli kimlik ve millet çıkarını ortak dil kılarlar.

Gerek siyaseti gerek zihniyeti açısından yaşadığı ağır bunalımları “kuvvet mikrobu”ndan, yani güç üzerinden “milli ya da ferdi fayda arama virüsü”nden kapan bu ülke için, karşı karşıya bulunduğumuz kutuplaşma koşulları yine yapacağını yapıyor.

Bir yandan siyaset dışılığın, ulusalcılığın her türünü, her tonunu besliyor…

Bu durumun devlet-siyaset, devlet-toplum ilişkilerindeki faturası köklü oluyor ve olacaktır.

Aynı manzaranın “ataerkil” zihniyeti, en önemlisi siyasetsizlik halini beslemesi de keza öyle.

Zira ister milliyetçi kültür olsun, ister devletçi; kendisini içeriden dönüştürerek üretemeyen bir yapı, dış girdilerle kendisini yırtarak, parçalara bölerek olduğu gibi üretir.

Ve bu koşullarda hem siyasal alanda hem toplumsal alanda “özgürlükler zemininin biraz daha kayması” kaçınılmaz olur.

Demokratik reflekse sahip toplumlar bu tür tahribatları siyasetiyle, aydınıyla, kurumlarıyla en aza indirir. T

Türkiye ise bu korunmanın araç ve mekanizmalarından tümüyle uzak duruyor, hatta hedef kılınan bu araç ve mekanizmalar oluyor.

Bu durumun her zaman taşıyıcıları olmuştur.

2011’den bugüne dış politik saha bu taşıyıcıların ön gelenlerinden birisidir ve oradaki gelişmeler kuvvet virüsünün yayılmasına vesile olmaktadır.

Nitekim Suriye meselesi, Kuzey Suriye operasyonları, Batı Suriye’de askeri varlık, ardından Libya, şimdi ise Doğu Akdeniz, iktidar tarafından ulusal siyasete yegane hedefler haline getirilmekte, siyasi algı bir anlamda buna bağımlı kılınmaktadır ve böylece kuvvet virüsü yayılmaktadır.

Doğu Akdeniz’de yaşanan gerilimler konusunda, bu koşullarda muhalefet siyasetsiz bir duruşa hem itiliyor hem ilerliyor.

Oysa ülkede siyasetin iki büyük alanı var.

İlki itiraz, özgürlük ve hukuk devleti talebi sahası.

Diğeri ise milliyetçi ve faydacı söylem ve siyaseti ikame edecek bir dil ve tavır geliştirme sahası.

Tüm unsurlarıyla muhalefet bu konunun hayati, belirleyeci bir öge oluşturduğunun farkında değilmiş gibi

Bu durum 2023 seçimlerinde Erdoğan’ı bir kez iktidar kılıcak en önemli husustur.

Felsefe ama süksesiz, fiyakasız… Mustafa Öztürk/29.08.2020

Birkaç gün önce belki birkaç eski dosta da rastlarız düşüncesiyle Ankara Çukurambar’daki Liman Kitap Kahve’ye uğramış ve felsefe bölümünden -bizim Giresun ağzıyla- 'yolda izde' çerez niyetine okunacak birkaç kitap satın almıştım.

Bunlardan biri, Epiktetos’a nispet edilen “İçsel Huzur İyi Yaşamın Kapısını Açar” (çev. Cengiz Erengil, Beta Kitap, İstanbul 2019) adlı çok küçük hacimli bir kitaptı. Bu kitap kadim bir filozoftan mervi/menkul olmakla birlikte dil ve üslup bakımından “Cin Ali” isimli hikâye kitapları kadar kolay anlaşılabilir bir metin ve muhtevaya sahipti. Kitabı birkaç saat içerisinde baştan sona okuduktan sonra, “Demek ki ahlak, erdem, mutlu yaşam gibi esaslı konuları son derece basit ve anlaşılabilir bir dille anlatmakla da basbayağı felsefe yapılabilir” şeklindeki fikrimi bir kez daha pekiştirdim. Dolayısıyla bizim entelektüel çevrelerde felsefe denince, bir fikrin alabildiğince karmaşık ve çetrefil şekilde anlatma sanatı gibi algılanmasında ciddi bir sıkıntı olduğuna ilişkin kanaatimi de böylece teyit ettim.

***

… Denizli-Pamukkale diyarında dünyaya gelmiş bir Yunan filozofu olan Epiktetos’tur. Mutluluk ve mutlu yaşam idesi etrafında şekillenmiş Stoacı felsefeye mensubiyetiyle tanınan Epiktetos ağırlıklı olarak erdemli insan, mutlu yaşam gibi konulara kafa yormuştur.

Örnek kabilinden birkaç pasaj aktarmak gerekirse, Epiktetos şöyle der: Aslında olayların kendileri bizi incitmez ve engelleyemez. Başka insanlar da bizi incitmez ve engelleyemez. Bize sorun yaratan şey, tutumlarımız ve tepkilerimizdir. Bu yüzden, ölüm bile kendi içinde ve dışında büyük bir ilgi gerektirmez. Korkunç olan, bizim ölümle ilgili kanılarımız, ölüm fikrimizdir… Başkalarının size hayran olmasına bağımlı olmayın. Bunda hiçbir güç/iktidar yoktur. Kişisel erdeminiz harici bir kaynaktan üretilemez. Dahası, kişisel erdeminiz arkadaşlarınızda bulunmadığı gibi başka insanların size gösterdikleri saygıda da bulunmaz. Kendi erdeminizi kendiniz yaratın...

Hayat içerisinde karşılaştığımız her zorluk bize içe dönmek ve kendi iç kaynaklarımızı anımsamak için bir fırsat sunar. Yakınmadan, sabırla katlandığımız tecrübeler bize kendi güçlerimizi tanımamız için sunulmuş birer fırsattır. Sağduyulu insanlar, olayların ötesine bakarlar ve onu iyi bir şekilde nasıl kullanabileceklerinin alışkanlığını oluşturmaya çalışırlar… Üzüntü ve korku ile engellenmemiş bir yaşam sürerek açlıktan ölmek endişe, şiddetli korku, kaygı, kuşku ve dizginlenemeyen tutkularla yaşanan zengin bir yaşamdan çok daha iyidir. Hayattaki en değerli amaç özgürlüktür. Bu özgürlük kendi kontrol alanımızın dışındaki şeylere aldırmayarak, onları kale almayarak kazanılır… Yenilmez olmayı istiyor musunuz? O zaman, üzerinde gerçek bir kontrolünüz olmayan şeylerle mücadeleye girmeyin. Sizin mutluluğunuz üç şeye dayanır: İradeniz, karşılaştığınız olaylarla ilgili fikirleriniz ve bu fikirleri işleme biçiminiz. Asıl mutluluk dış koşullardan bağımsızdır. Bu yüzden, dış koşullara kayıtsız, ilgisiz kalın. Sizin mutluluğunuz yalnızca içinizde bulunabilir… Neyi düşünürseniz, o olursunuz. Olan biten olaylara boş ve batıl inançların etkisinde kalarak anlamlar yüklemekten kaçının… Geleceği düşünürken, bütün durumların, bizim onlardan nasıl etkileneceğimizden, neler hissedeceğimizden bağımsız olarak bunları dikkate almadan oluştuklarını hatırlayın. Bizi etkileyen, bizi sarsan şey, olayların kendileri değil, beklentilerimiz, kaygılarımız ve korkularımızdır…

Ecdat ekonomiyi böyle yönetmiyordu! İbrahim Kiras/29.08.2020

Gönlümüzü okşayan, içimizi ürperten, duygularımızı kanatlandıran bir retorik var siyasetin dilinde.

İşittikçe coşuyoruz. Ama bunların bir kısmı açıkça realiteye aykırı. Bir kısmının ise konumuzla ilgisi yok. Dolgu için kullanılıyorlar. Kızılelma, Malazgirt vs..

Bu bakımdan milli tarihimiz ve milli değerlerimiz konusundaki tutumları daha düne kadar tam aksi yönde olan bazı kalem ve siyaset erbabının bugünlerde “Malazgirt… Malazgirt…” diye kendilerini helak etmeleri amaçsız değil.

Zayıf tarafımızı yakaladılar, elimizi kolumuzu kendi değerlerimizle bağlıyorlar.

Yapılan yanlışlara itiraz edecek gibi olanlar Bu iktidar yedi düvele karşı mücadele verirken siz Amerika’nın, İsrail’in, Yunanistan’ın tarafını mı tutuyorsunuz” suçlamasına muhatap olmamak için seslerini kesiyorlar. 

***

Zaten yedi düvele karşı büyük bir mücadele verdiğimiz iddiası da tamamen kurgusal. Yalnızca sağda solda hırçınlık çıkarıp buna karşı gösterilen tepkiyi iç siyaset kurgusu içinde bir yere yerleştiriyoruz.

İç siyasette sıkıntı olduğunda dış siyaset içerideki sıkıntıyı unutturabilir, dahası böyle durumlarda “bayrak altında toplanma refleksi” devreye gireceğinden dışarıdaki tablonun sıkıntılı olması kimilerinin işine bile gelir.

Ne var ki son derece tehlikeli bir kumar bu. Çünkü içeriyi yönelik bir kurgunun parçası da olsa dışarıda sergilenen hangi eylemin hangi tepkiye yol açacağını, hangi gelişmeyi tetikleyeceğini öngöremeyebilirsiniz. Kimilerinin umurunda da olmayabilir bu tabii ama ülkesinin çıkarını kendi kişisel çıkarından önde tutan kimselerin milli duygularla ele aldıkları meseleyi bir de aklın süzgecinden geçirmeleri milliyetçiliğin de gereği olmalıdır.

***

Hamasi retoriklerin milli duygularımızla bu kadar kolayca oynayabilmesinin sebepleri var tabii… Yakın tarihte yaşadığımız büyük travmayla ilgili belki bu. Üç kıtaya hükmeden devletimizden geriye bir avuç toprak kalmış olmasının yarattığı psikolojiyle. Komplo teorilerine ve içi boş retoriklere zaafımız bundan.

Batı dünyası karşısındaki entelektüel, ekonomik, siyasi ve askeri alanlarda uğradığımız mağlubiyeti unutturacak veya önemsizleştirecek kadar şan ve haşmet dolu olan tarihimize sarılmamız bundan. Ama “ecdadımızın” şan ve haşmet dolu o büyük başarıları nasıl elde ettiklerini düşünmeksizin… Sanki onlar da sabah akşam “vatan, millet, din, kitap” nutukları atarak yaptılar o işleri….

Tarih tasavvurumuz o kadar sağlıksız ki bugün biz ecdadımızın Süleymaniye’yi inşa etmiş olmasıyla değil, Ayasofya’yı ele geçirmiş olmasıyla övünüyoruz. Sözgelimi Osmanlı bayındırlık sisteminin, eğitim sisteminin, tarım sisteminin, yargı sisteminin kusursuz işlediği dönemlerde bu başarıların at sırtında dıgıdık dıgıdık koşarak elde edildiğini zannediyoruz.

Osmanlı askeri gücünün Şah İsmail’i aşağıladığımız, Osmanlı ekonomisinin gücünün Fransız kralına hakaret ettiğimiz mektuplar yazmaktan geldiğini düşünüyoruz. Sebep sonuç ilişkisi tanımıyoruz. Bugün de ona buna bağırıp çağırarak yeniden eskisi gibi güçlü bir cihan devleti olabileceğimize inanıyoruz.

***

İşte böyle bir ruh hali içinde, Şeyh Galib’in “Giydikleri âfitab-ı temmuz/ İçtikleri şûle-i cihansûz…” mısraındaki gibi sabah akşam oturup kalktığımız, yediğimiz içtiğimiz hamaset… Kahramanlık, yiğitlik, fetih, ümmet, ecdat vs. sözleri dilimizden düşmüyor.

Ne var ki ekonomimizin durumu ortada. Yargı sistemimizin, eğitim sistemimizin durumu ortada… Ne ürettiğimiz ortada. Ne geliştirdiğimiz ortada... Gayrisafi yurtiçi hâsılamız ortada, borçlarımız ortada, bütçemiz ortada… Paramızın dolar ve Euro karşısındaki durumu ortada…

Bu tabloyu düzeltmek için, geliştirmek için çaba harcamakla olur milliyetçilik… Ve tam da buralardaki kusurları örtmek için, dikkatleri dağıtmak için milliyetçilik enstrümanını oyuna sokanlara aldanmamakla olur.

 

 

 

28 Ağustos 2020 Cuma

Müslüman dünya yeni bir hikaye yazabilir mi? Mehmet Ocaktan/28.08.2020

İlk dönem Müslümanlarından bugüne kadar geçen süreçte, farklı coğrafyalarda, farklı toplumlarda ve farklı kültürlerde dinin farklı yorumları ortaya çıkmış ve değişik kültür havzalarında farklı hikayeler yazılmıştır.

Peki yaşadığımız çağın Müslümanları nasıl bir hikaye yazacaklar?

Maalesef bugün İslam ülkelerine baktığımızda hemen hiçbirinin ne yeni bir hikaye yazmaya niyeti, ne de mecali olduğunu görüyoruz. Özellikle son yüz yılda yaşanan derin travmalar yüzünden İslam toplumları, İslam kültürünün tarihsel serüvenini zihinsel planda doğru okuyamadıkları gibi, modern dönemin değişim çizgisini de yeterince kavrayamamışlardır.

Hal böyle olunca, modern dönemin getirdiği yeni kurumlara ve yeni anlayışlara karşı Müslüman toplumlar ya ilgisiz kalmışlar, ya da moderniteye karşı tepkisel bir dindarlık anlayışı geliştirmişlerdir. Esas itibariyle dinin temel değerlerinin çizdiği perspektifte çağın gerçekliklerini dikkate alan kurumlar oluşturamadıkları için dinle de, yaşadığımız çağla da sahici bağlar ne yazık ki kuramamışlardır.

Bu yüzden de Müslüman ülkelerde hukukun üstünlüğüne dayalı bağımsız yargı kurumları, hesap verebilir, şeffaf yönetimler oluşmamış, insan hakları temelinde özgürlükler, kadın-çocuk hakları ve basın özgürlüğü gibi temel insani değerler gelişmemiştir.

Çünkü Müslüman dünyadaki tepkisel dindarlık anlayışına göre bütün kötülüklerin kaynağı, emperyalist Batı kültürünün bir ürünü olan demokrasidir. Bu zaviyeden bakıldığında Müslümanların yazacağı hikaye bellidir, hemen bütün Müslüman ülkelerde “Bize 150 yıldır modernleşmenin dayattığı hikayeler anlatıldı, artık kendi hikayemizi yazma zamanı” diyerek işi retoriğe bağlar, afaki hayallerle teselli bulmaya çalışılmıştır.

Aslında bu hikayenin temeli baştan yanlış atılmıştır. Kur’an’ın ayetlerine dayandırılarak “Hakimiyet Allah’ındır” görüşü, zaman içinde İslam siyaset düşüncesine damgasını vurmuş ve Müslüman toplumlardaki yönetim şeklini belirler hale gelmiştir. Oysa “Mutlak gücün Allah’a ait olduğu konusunda Müslümanlar arasında zaten bir ihtilaf yoktur. Tartışma, Allah’ın, insana hükmetme, hakimiyet kullanma gücü olan siyasi egemenliği verip vermediği konusundadır. Kur’an’a baktığımızda ise siyasi egemenliğin insana ait olduğu açıkça belirtilmektedir. Yönetim konusunda Allah’ın emri, topluma ait işlerin toplumsal irade tarafından düzenlenmesidir. (1) İnsanoğlunun yaratılış gerekçesinde, onun yeryüzünde ‘halife’ olacağı bildirilmiş, hür iradeli ve kendi adına iş yapacak bir varlık olduğu açıkça belirtilmiştir.” (2)

Peki Müslümanların yazacağı hikayede “Egemenlik milletindir” dendiğinde modernleşmenin ürünü olan demokrasi küfür düzeni mi olacaktır?

Demokrasilerde hukukun üstünlüğü, yargı bağımsızlığı, özgürlük ve insan hakları gibi evrensel kavramlar esas olduğuna göre, her hikayeye modernizme reddiye ile başlayan Müslümanların halihazırda demokrasinin sunduğu imkanlar dışında insanlığa sunabilecekleri bir hikayeleri var mıdır?

Meseleyi özetlersek; hangi dini ya da milli gerekçe gösterilirse gösterilsin liyakat, şeffaflık, ortak akıl, hukuk ve rasyonalite prensiplerini göz ardı eden Müslüman dünyanın yazacağı hikayenin yaşadığımız dünyada hiçbir sahici karşılığı olmayacaktır.

Bugün itibariyle büyük çoğunluğunda despotik yönetimlerin hakim olduğu İslam ülkelerini bir tarafa bırakarak, ciddi demokrasi tecrübesine sahip Türkiye özelinden baktığımızda bile manzaranın hiç de iç açıcı olmadığı görülecektir.

Halihazırda Türkiye dahil pek çok İslam ülkesinin hali ortada... Mesela şu anda Türkiye’de hakim olan zihniyet, topluma öyle bir hikaye anlatıyor ki bırakın normal insanların hayal dünyasını, peri masallarında bile gerçekleşmesi mümkün olmayan hikayeler... Bütün dünyaya kafa tutan, emperyalistlere meydan okuyan, büyük yeraltı zenginlikleriyle dünyanın en zengin ülkelerini bile kıskandıran bir ülke...

Ama bu hikayenin küçük bir eksiği var, şu anda Türkiye yüksek faizlerle bile uluslararası finans kuruluşlarından kredi temin edemiyor. Ama hikayemizin ve hayallerimizin sonu hiç gelmiyor... Mesela Ayasofya’yı açarak bütün dünyayı tuş ettik, şimdi büyüklerimiz “artık sıra Kudüs’te” hikayesini yazmaya başladılar.

Evet hayali de olsa parlak hikayeler yazıyoruz, ama henüz ‘hukuk devleti’ni keşfedemediğimiz için bu “Büyük Türkiye” hikayesinin sonunda gazetecileri, yazarları, sivil toplum insanlarını, siyasetçileri cezaevinde terbiye etmeye devam ediyoruz.

 1-Al-i İmran, 15; 42/Şura, 38. 2-Bakara, 30; 6/ En’am, 165. (Ahmet Akbulut, Kur’an’da Yabancılaşma Süreci, s.49)

27 Ağustos 2020 Perşembe

Doğu Akdeniz, siyaset ve muhalefet Ali Bayramoğlu/27.08.2020

Doğu Akdeniz hiç olmadığı kadar ısınıyor.

Ülke basınında, Türkiye’nin caydırıcı güç olduğu vurgulayan, milliyetçi bir hava hakim. Buna karşın pek çok uluslararası yayın organında yapılan değerlendirmeler, Türkiye ve Yunanistan arasında her an sıcak bir çatışmanın çıkacabileceğini söylüyor.

Karşımızda çok boyutlu yeni bir siyasi durum var.

Son dönemde keşfedilen hidrokarbon kaynakları Doğu Akdeniz’in önemini artırdı. Devletlerin iştahını kabarttı, egemenlik ve paylaşım kavgalarını körükledi. Türkiye ve Yunanistan arasında yıllardır süregiden Ege Denizi Kıta sahanlığı ve karasuları anlaşmazlığı, Kıbrıs’taki bölünmüşlük ve  uyuşmazlık bu yeni girdiye eklendi,  yeniden aktif bir gerginlik unsuru haline döndü.

Uluslararası düzenlemeler, özellikle 1958 Cenevre ile 1982 Deniz Hukuku Sözleşmeleriyle, egemenlik ve paylaşım meselelerine yönelik kimi genel  ilkeler belirlemiş durumda. Ancak bu ilkeler yanında, tartışmalı meselelerde ya da Doğu Akdeniz gibi yeni ortaya çıkan sorunlarda, çözüm için, komşu ve sahildar ülkeler arasında işbirliği ve uzlaşma öneriyor ve öngörüyorlar.

Ne var ki, işler bu istikamette yürümüyor.

Malum, önce İsrail, 2009 ve 2010’da Doğu Akdeniz’de egemenliğindeki sularda iki enerji alanı keşfetti. 2011, 2015 ve 2018 yılında ise Kıbrıs, benzer alanlar buldu. Ve işler kızıştı.

Türkiye, Kıbrıs Cumhuriyeti’n de (Rum kesimi) egemenlik hak ettiği sulara uzanan bölgede Münhasır Ekonomik Alan ilan etti.  Takiben 2019’da İsrail, Mısır, Ürdün, Yunanistan, Kısrıs, İtalya ve Filistin Yönetimi, Türkiye’yi dışlayan Doğu Akdeniz Gaz Formu oluşturdular. Türkiye Libya’ya’da etkin askeri varlık gösterek, bunun üzerinden bu ülkeyle “Deniz yetki Alanı Sınırlandırması” anlaşması imzaladı, iki ülkenin karşılıklı deniz koridoru çizgisi çekip, Girit ve Rodos’un doğusunda hak alanı oluşturdu, en azından bunu iddia etti. Bekleneceği gibi Yunanistan, özellikle Meis adasına göndermeyle, adaların kıta sahanlığı işaret ederek buna itiraz etti. Akabinde kendisi de benzer bir anlaşmayı Mısır’la imzaladı. Fransa, Libya politikası üzerinden aktif olarak sahada bulunuyor. (Askeri tatbikatlara katılmasıyla) Birleşik Arap Emirlikleri’nin, hatta (Kıbrıs Cumhuriyetine tam destekle) Suudi Arabistan’ın çıkışları, suların ne denli ısındığı ve nasıl ciddi bir çatışma alanı olduğunu gösteriyor.

Özetle Doğu Akdeniz’de denizlerde egemenlik alanları ilan ediliyor, bu istikamette ittifaklar kuruluyor, eski ittifaklar burada pozisyon alıyor ve karşılıklı fiili adımlar atılıyor.

Oyun kuruculuk ya da bozuculuk bu anlamda, kural dayatmak, eski kuralları yok saymak veya statükoyu her anlamda tartışmaya, uzlaşmaya kapatarak mutlaklaştırmak anlamına geliyor.

Bu çerçevede, Türkiye, itiraz eden, kurulan oyunu bozmak isteyen, hakkını güç zoruyla arayan ve yalnız olan taraf. Libya hükümetiyle ilişkisi, AB’de sınırlı (Fransa önderliğinindeki karşı kamp hükümranlığına karşı duran) Alman, bir ölçüde İspanyol desteği başka dostu yok.

Ülkelerin hak iddia ettikleri egemenlik alanları tarih boyunca sıcak çatışmaların, savaşların en büyük nedenleri arasında yer almıştır.

Erdoğan, dün, “yaparız diyorsak yaparız ve bedelini de öderiz. Varsa bedel ödeme pahasına karşımıza çıkmak isteyen buyursun gelsin...” sözlerini bu çerçevede okumak gerekir.

Ancak bilmek gerekir ki, bu bir meydan okuma, güç tehdidi oyunun değildir.

Unutmamak gerekir ki, Türkiye için egemenlik neyse, başka bir ülke için de odur.

 

Haklı olmak başkadır, sonuca ulaşma kullanılan yöntem başka.

 

Türkiye, muhalefetinden, hakkını savunan, ancak diyalog, anlaşma ve uzlaşma merkezli olan bir çıkış bekliyor.

 

Bu Türk iç siyasetindeki dengeler bakımından da kaçınılmaz.

Bir ihtiyat akçesi daha tükendi tükeniyor Mustafa Karaalioğlu/27.08.2020

Şimdi unutulmuş olsa da bir zamanlar bilindiği gibi fikir özgürlüğü şaşırtıcı ve sıradışı olmayı ve hakim ideolojinin zorladığı istikametin zıddına tavır almayı garanti eder.

Fikir bir sınırlama olmadan, korku, endişe, başa bir iş gelir kaygısı taşımadan rahatlıkla ifade edilebilen, söyleyenin kalabalığa karışmayı da kalabalıktan ayrılmayı da ayrı rahatlıkla yapabildiği şeydir. Söyleyene sahici ve tutarlı olmak, dinleyene de tahammül mesuliyeti yükler.

Sahicilik korkudan, tahammül ise tabiatı gereği Türkiye’de yoktur. Dolayısıyla fikir özgürlüğü teknik olarak kısmen vardır, uygulamada ise; yani ülkenin fikir özgürlüğünden yararlanma fonksiyonu açısından yoktur. Bugünün Türkiye’sinde fikirler değil, fikir sahiplerinin arkasındaki tahkimat, yani güç konuşmaktadır. Böyle olduğu için de herhangi bir olaya sevinmek ya da sevinmemek veya bunun üzerinden tartışmak manasızdır. İktidarın kurduğu cümleyi tümden ve çoğu kez üzerine biraz daha coşku katmadan kabul etmeyene şüphe ile bakılan bir zeminde mevzubahis olan fikir ya da düşünce değil slogandır. Slogan atmak da bir haktır ama fikir değildir, en nihayet gösteri ve yürüyüş hakkı kapsamındadır. 

Fısıltıyla konuşmanın, ima yoluyla mesaj vermenin hayati bir ihtiyat haline geldiği, korkunun fikir ve tecrübeyi kuşattığı; dolayısıyla da cümlelerin sıradanlaştığı bir ülke haline geldik. Bırakın ahlaki ve demokratik tavır koymayı, hakim siyasetin canını sıkmayacak basit cümleleri -ki, iktidar dili dayatmaya başladığında tabiatı gereği basit olur- sembollerle anlatabilmek cesaret istiyor. Ya o sembol, donuk bir zihinde başka kapıya çıkarsa? Ya o ifade bir iktidar kalemşörünün kurşununa hedef olursa? Dolayısıyla, iki kere iki dört eder, dört kere dört de on altı. Aksi söylenmedikçe böyle bilinmeli, böyle ifade edilmeli. Edebiyatın veya matematiğin imkanlarını zorlayan; söylenmesi gerekeni kendi lisanınca ifadeye teşebbüs eden olursa da şüpheli şahıs damgasına ses çıkarmasın. Bugün basit ifadelere renk katanın, yarın kendi fikrini ifade cesareti bulamayacağı ne malumdur?

İktidar tek tek bütün konularda fikir hürriyetini tartışmak yerine kaynağından fikretme eylemini korkulur hale getirerek kendi işini kolaylaştırdı, kuş gibi hafifledi. Bırakın fikir serdetmeyi, iktidarın bir icraatına memnuniyet göstererek dahil olup olmamak da izne tabidir. Sevinmek, memnun olmak, hakkı teslim ederek hakkaniyetli ve makul görünmek de esasında sinsi bir muhalefet yöntemi olduğu için yasaklıdır. Sevinsen de sevinmesen de alkışlasan da yuhlasan da safın bellidir. Ya hain, ya kripto, ya işbirlikçi ya karanlık güç ya da çoğunlukla hapsi birden...

Herhangi bir duygunun, herhangi bir milli meselenin parçası olmak evvela iktidar blokunun parçası olmakla mümkündür. İktidar parantezi dışında kalana hiçbir noktalama işareti derman olamıyor. Önce ve mutlaka o parantez…

Şu kadar sene Cumhuriyet, şu kadar çok partili hayat, bir o kadar askeri darbeyi bertaraf tecrübesinden sonra aldığımız mesafe, geldiğimiz yer burasıdır. Hala, fikir ve düşünce alfabesini bir yerlere saklamaya çalışıyoruz ki yarınlar için elde kaynak kalsın.

Gelenekten süzülen, acıdan, umuttan, hayalkırıklığından, daha iyi bir ülke hayalinden arta kalan; dişimizden tırnağımızdan artırdığımız ihtiyat akçesi de tükendi, tükeniyor.

Kenara çekilme duygusu Ahmet Taşgetiren/27.08.2020

Bir ara benim yansıttığım duygu: '12 Mart’ta yazdım, 12 Eylül’de yazdım, 28 Şubat’ta yazdım, kendimi bugünkü kadar kısıtlanmış hissetmedim.'

Ne tepkiler gelmişti. 28 Şubat’ı mı özlüyordum, bunları nasıl söylerdim?

Yooo, sadece bugün yaşadığım kısıtlanmışlığı yansıtıyordum.

Birisi sormaz mıydı, “Neden böyle duygular yaşıyorsun ki?” diye…

Yakın zamanda Abdurrahman Dilipak’ın yaşadığı duyguları anlıyorum. 50 yıllık “Camianın kalemi”, yılların Dilipak’ı boy hedefi seçilivermişti trol güruhu tarafından.

Bir süre önce Fehmi Koru ara vermişti yazılarına. Bu camianın insanı idi ama zaman zaman farklı şeyler yazıyor ve belli ki bunun tepkisel yansımalarına maruz kalıyordu.

Bunlar “içerden” farklı seslerin maruz kaldığı şeylerdi.

Fatih Portakal’ın işi gücü bırakıp Ege’de toprakla haşır neşir olmaya dönmesi gündem olmaya değer bir olay mı? 

Bir kesimin “oh oldu” tepkisi vereceğini tahmin etmek zor değil. Medyada “Sesi ne zaman kısılacak?” soruları farklı sütunlara çoktandır yansıyordu. “Amerikan portakalı” idi onun iktidar medyasındaki nam-ı diğeri. İktidara aşkla bağlı toplum kesimlerinden de, onun eleştirel tavrına yönelik tepki sebebiyle “İyi oldu, bir aykırı ses daha kesildi” tepkisi beklenebilir. İşte “medeni ölü” haline geldi Fatih Portakal.

Ama acaba iyi mi oldu?

Biliyorum hala yazanların bir kısmı, iktidarın hışmından çekinmese bile, aynı zemini paylaştığı kamuoyunun dışlayıcı tavrı sebebiyle boğuluyor. Biliyorum, insanların bir kısmı, falanca tv kanalına çıkmaya çekiniyor, falanca gazetede manşet olmaya, falanca yazar tarafından takdir edilmeye korkuyor. Biliyorum kimi gazetelere reklam vermek kimi işadamlarının ürküntü alanı. 

Bunlar iyi şeyler mi?

Medyanın tepeden tırnağa hizaya getirilmesi iktidar için iyi bir gelişme mi?

“Dikensiz gül bahçesi” haline dönüşürse memleket iyi mi olur?

Aykırı ses çıkmasın. Herkes yeknesak olsun.

İyi midir bunlar memleketi yönetenler açısından?

İşin demokrasi, düşünce hürriyeti, memleketin sergilediği imaj boyutu bir yana, sırf iktidarın selameti açısından baktığınızda iyi midir farklı ses çıkarılmaz hale gelmesi memleketin?

Şöyle sorayım:

-Tayyip Erdoğan’ın etrafında yolun sonunda uçurum varsa bile “Reis’in gidişine mani olur” düşüncesiyle onu söylememek Erdoğan’a iyilik midir?

Aklıma şu soru geliyor:

-Acaba FETÖ’nün devletin kılcal damarlarına nüfuz ettiği günlerde, Tayyip Bey’e “Efendim bunlara bu kadar alan açılması sağlıklı değildir. Bunlarla fazla görüşmeseniz. Bunlar bulundukları alanda yanlış şeyler yapıyorlar. Sizin yanınıza rahat girip çıktıkları için bunu sahada kullanıyorlar” türünden bir ikaz geldi mi? Böyle ikazlar karşısında ne dendi? Acaba dikkate alınsa, 15 Temmuz gibi bir facia gerçekleşir miydi? Sonradan “Safmışız, Allah affetsin” demek zorunda kalınmasa daha iyi olmaz mıydı?

Bazen bugün hoşunuza gitmeyen bir uyarı, yarın sizi hayati risklere düşmekten korur.

Bir ülkede muhalefetin varlığı, düşünce çeşitliliği, farklı siyasi yapılar halinde örgütlenebilme imkanı, ülkenin felakete düşmesi için değildir. Muhalefet karşısında yıprandığınızı düşünmek yerine muhalefetin size yenilenme imkanı sağladığını düşünseniz sizin için de sağlıklı olur, memleket için de. Farklı düşünce “sistem körlüğü”ne karşı bir supapdır. Yöneticiler için sağlıklı olan, her gün bütün kamuoyunda dolaşan farklı düşünce ve itirazları derleyip, onların aynasında kendi kendisine bakmaktır.

Gazetelerin yazı işleri masasında her gün “Başkalarında ne var, neyi atlamışız, neyi başkaları farklı görmüş?” ona bakılır. Biz başka yazarları okuruz, kendi durduğumuz noktayı irdeleriz.

Memleket yönetimi de böyle bir interaktifliği gerektirir. Öylesi sağlıklı olur.

İnsanların bunalıp kenara çekilme duygusuna itilmesi, medyada kendi sesimizin yankısını dinler hale gelmemiz, sağlık alameti değildir. Farklı düşünceyi boğmak, iktidara yönelik sevginin alameti de değildir. Yıllarca içinizde yaşayıp bugün farklı bir düşünceyi seslendiren insanı boğmak da, sizin erdeminiz olamaz.

Tayyip Erdoğan’ın Fatih Portakal’a da ihtiyacı var, Dilipak’a da… Hem de hınk deyicilerden daha fazla. Bilmem buradaki nüansı anlatabiliyor muyum?

23 Ağustos 2020 Pazar

Büyük müjde Taha Akyol/23.08.2020

Karadeniz’de TPAO tarafından 320 milyar metreküp doğal gaz bulunması, elbette büyük müjdedir. Elbette sevinmeliyiz, emeği geçen herkesi kutlamalıyız.

1954’te TPAO’yu kuran merhum Adnan Menderes’ten itibaren Türkiye’nin tek başına bu keşfi yapabilecek güce gelmesinde katkısı olan bütün hükümetleri ve bugün hükümeti de kutlamalıyız.

Bu sevinci yaşarken, bu kutlamayı yaparken mutlaka “ama” demeyi de ihmal etmemeliyiz.

Türkiye’nin geleceği hakkında doğru düşünebilmemiz için bu “ama” rezervini koymamız gerekir.

Zira bu doğal gaz keşfi Türkiye’nin “görülmedik zenginlikte” ve “Türkiye’nin ligini değiştirecek” değildir.

Hele de “eksen değişmesi” söz konusu olamaz.

Türkiye’nin özlediğimiz zenginliğe ulaşması bilime, teknolojiye ve hukuka bağlıdır.

KEŞİF NE KADAR BÜYÜK

Bütün politikacıların konuşmasında propaganda faktörü vardır. Biz propaganda unsurlarını ayıklayıp gerçeği görmek için teknik uzmanlığa sahip Enerji Bakanı Fatih Sönmez’in şu sözlerine bakalım:

“Yeni kaynak bulamazsak bile bu gaz 7- 8 yıllık ihtiyacı karşılar. Gaz ve petrol fiyatlarını bilmeden geleceğe dönük bir tahmin zor olacaktır. Geriye dönük hesaplandığında gazın değeri 65 milyar dolar.”

55-56 milyar olarak hesaplayanlar da var.

Kabaca yılda 8-9 milyar dolar. Büyük para, lakin Türkiye’nin çapına göre ‘yetmez ama evet’ seviyesinde.

Sayın Bakan ‘cari açık sorunumuz kalmayacak’ gibi büyük laflar etmiyor, mühendis rasyonelliğiyle şöyle diyor:

“Doğal gaz ve petrole (yılda) 40 milyar dolar seviyesinde ücret ödüyoruz. Bunları azaltacağız ve cari açıkta pozitif katkı sağlayacağız.”

Çözüm demiyor, pozitif katkı diyor; doğrusu bu!

TÜRKİYE’YE LİG ATLATIR MI?

TPAO’nun açıklaması şöyle:

“Şu an itibarı ile yapılan keşfin yaklaşık 320 milyar metreküp civarında rezerve sahip olduğu hesaplanmaktadır…. Modelin benzer komşu yapılarda da test edilmesiyle bahse konu rezervin daha da yüksek seviyelere ulaşması beklenmektedir.”

Buna da yürekten inşallah diyelim, ama…

Yeterli olmadığı açık. Bu yüzdendir ki, abartılı propaganda söylemlerinin etkisiyle düşen dolar, 320 milyar metreküp olduğu açıklanınca tekrar yükseldi.

Rusya’nın rezervi 50 trilyon, İran’ınki 33, Katar’ın 24 trilyon metre küp!

Bizimki öyle “lig atlacacak” yahut “eksen değiştirecek” bir rezerv değil.

İnşallah yenilerini buluruz. Ege ve Doğu Akdeniz’deki kaynaklar Türkiye için hayati derecede önemli; oralarda da inşallah çok iyi sonuçlar alırız ama yetmez…

Türkiye’yi “muasır medeniyet” yani gelişmiş ülkeler seviyesine ulaştıracak “eksen” bilim, teknoloji, dışa açık kurallı piyasa ekonomisi, hukukun üstünlüğü, özgürlükçü demokrasi değerlerinden oluşan “eksen”dir.

EKSEN DEĞİŞMESİ NE DEMEK?

Doğal gaz keşfi üzerine Bakan Albayrak’ın ekonomik üslupla yetinmeyerek “ne doğu, ne batı, yeni eksen Türkiye” diye konuşması son derecede önemlidir.

Sayın Albayrak siyasi aidiyet ve sadakat eksenimizin Türkiye olmasını kastediyorsa elbette böyledir. Fakat gaz bulunana kadar iktidar 18 yıldır böyle değil miydi?!

18 yıldır Ak Parti iktidarının “eksen”i neydi? “AB projesi Cumhuriyet’ten sonra en büyük modernleşme projesidir” diye konuşurken eksen neydi?

Batı’dan 220 milyar dolar yatırım sermayesi alırken iktidarın ekseni neydi?

Bu “ne doğu, ne batı” söylemi, Nasır’dan, İran Devrimi’ne (lâ şarkiye, lâ garbiye), hatta Tito ve bir ölçüde Nehru’ya kadar, Üçüncü Dünyacı bir slogandır.

Sayın Bakan’ın bu fevkalade önemli meseleyi açıklığa kavuşturmasına ihtiyaç var.

PETROL-GAZ VE OTOKRASİ

Gaz ve petrol bir ülkeyi çok uzun yıllar besleyecek kadar büyükse kapalı rejimler devam edebiliyor. Ucuz vergi, bol sübvansiyon, kontrollü işletmeler, iyi beslenen bürokrasi, kitlelerin bu gelire bağımlılığı gibi faktörlerle otokrasiler ayakta kalmaktadır.

Michael Ross, Viola Lucas ve Thomas Richter gibi bilim insanları bu gerçeği akademik araştırmalarla da ortaya koydular.

Venezuela, Rusya, İran, Körfez şeyhlikleri ve Suud rejimleri gaz-petrol rantı sayesinde ayaktalar.

Rantsız ekonomi olmaz ama sağlıklı gelişme yolu eğitim, teknoloji, dışa açık kurallı piyasa ekonomisi, hukukun üstünlüğü yoluyla sağlanan ve ihraç edilen sanayi, tarım ve hizmet üretimidir.

Daha çok gaz bulalım ama Türkiye için bundan başka yol ve başka eksen yoktur.

Daha alınacak çok yol var SAYGI ÖZTÜRK/23 Ağustos 2020

Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO) Genel Müdür Yardımcısı Mehmet Ozan Sungurlu, ameliyat olmuştu. Karadeniz'de doğalgaz olup olmadığıyla ilgili 10 kişilik yabancı uzman grubuyla toplantı yapılacaktı. Sungurlu, doktorlardan erken taburcu edilmesini rica etti. Doktorlar, istemeye istemeye Sungurlu'nun isteğini yerine getirdi.

Toplantıda, Mehmet Ozan Sungurlu, yabancı uzmanların aksine, sondaj yapıldığında Karadeniz'de doğalgaz bulunacağını, yabancı uzmanlar ise gaz bulunmadığını öne sürüyordu. Ağrılar içinde toplantı tamamlandığında, Karadeniz'de doğalgaz aramaları yeniden gündeme geldi. TPAO yetkilileri, bir trafik kazasında hayatını kaybeden Mehmet Ozan Sungurlu'yu unutmadı ve salona onun adını verdi. Unutmayan yabancılar da vardı. ABD ve Kanada tarafından Sungurlu'nun adına her yıl ödül veriliyor. Bugün, doğalgaz bulunduysa, Mehmet Ozan Sungurlu'nun ölümüne direnmesi etkili olmuştu. Ağabeyi eski Adalet Bakanı Oltan Sungurlu da, uluslararası üne sahip kardeşinin olmasından hep gurur duyuyor.

YENİ DEĞİL 

TPAO'nun, 2013 yılında Karadeniz'de Tuna Bloğu'nun Sismik araştırmasını yapan ve sonrasında prosesini yapan ve o tarihte Tuna bloğunda gaz keşfini  gerçekleştiren teknik ve idari personelin ise ya görevlerinden alındığını ya da emekli edildiğini öğreniyorum. Geçen yıl kurulan OTC adlı şirket aracılığıyla her türlü iş ihalesiz veriliyor.

Karadeniz'de “320 milyar metreküp gaz bulduk” açıklamasının dışında hiçbir teknik veri paylaşılmadı. Bu tür keşiflerin her şeyden önce çıkartılabilir ve yeterli ekonomik büyüklükte ve maliyeti karşılayıp karşılayamayacağı testlerle ölçülür ondan sonra yatırım kararları alınır. Ayrıca bu tür keşifler bugünden yarına halkın refahını düzletmez.

Derin denizde bulunan doğalgazı çıkaracak ve nakledecek teknoloji olmadığından bunların dizayn ve mühendislik hizmetlerinde de dışa bağımlıyız. O nedenle üretime geçene ve ilk yatırımı karşılayana kadar çok para harcanacak demektir. Bu işi yapmak için hem yabancı teknolojiye hem de finans için yabancı bir ortağa ihtiyacınız olacaktır. Açıklandığı gibi gaz  320 milyar metreküp olsa da, bundan ülkemize ancak 1/5 i kalır. Yani ülkenin gerçek anlamda refah düzeyini yükselmesi için bunun gibi en az 10 adet daha keşif yapmaya ve 15 yıla ihtiyacımız var.

BAZI UZMANLARA GÖRE

Gaz bulunmasıyla bugünden yarına refah düzeyimiz artmayacak. Açıklanan 320 milyar metreküp bilgisi dışında hiçbir teknik veri ve görselle paylaşılmayan bir keşif için halka bu kadar umut pompalamamalı. Gemi uzakta olduğu için kimse gidip kontrol edemeyeceğine göre, bu konu hep gündemde olmaya devam edecektir. Aslında geminin kimliği ve uydudan izlenmesini sağlayan IMO'su kapatılmazsa anlık takibinin de mümkün olduğunu hatırlatalım.

Gaz bulunduğunda geminin kulesinden alevler yükselmesi petrolcülüğün şanındandır. Gaz bulunduğunda, gazın ortamda birikmemesi için doğalgaz flare denen bir sistemle yakılır ki parlama ve patlama olmasın. Basın toplantısı yapılırken geminin ana makineleri ve jeneratörleri kule hariç harıl harıl çalışıyordu. Anlaşılan gazın içine değil, gazı barındıran yapıya girildiği anlaşılıyor.

TPAO, 3 boyutlu sismik gemi alındıktan sonra Karadeniz'in Tuna bloğunda ilk araştırmayı yaptı. Tuna bloğu gaz ve petrol barındırıyor. Örneğin Romanya bu bölgeden gaz ve petrol çıkarıyor. Ayrıca 6 bölgede daha üretim yapıyor. TPAO Doğu Karadeniz'de BP, Orta Karadeniz'de Petronras ve Exxon, Batı Karadeniz'de Shell ile 5 kuyu derin deniz sondajı yaptı. Petrol işinde umutlar sönmez. 2013 yılında Tuna bloğu 2 boyutlu olarak tarandı. Amerikan İon gx ile bilgiler incelendi. Sonuçta Tuna bloğu için çok ümit doğdu. Şu an delinen kuyu Tuna bloğudur. Gazla ilgili tam bir hesap yapabilmek için yapıyı biraz daha delip testler yapmak ve belki birkaç kuyu daha delmek gerekecek.

DIŞA BAĞIMLI

Bulunduğu açıklanan gazın çıkartılması için gerekli teknoloji ülkemizde yok. Dışa bağımlı olduğumuz bir alanda “Bunu 2023 yılında kullanırım” demek de çok iyimserlik olur. O nedenle ulusal şirketleri ve yerli insan kaynaklarını yaratmak zorundayız. Sondaj gemilerinde bile yabancı uzmanlar çalıştırılıyor. Türk armatörlere ve Türk şirketlere en küçük ve basit işlerde bile fırsat tanınmıyor. İşler yabancılara ihalesiz veriliyor.

Çalışmaları yakından bilen bir uzman, Türkiye'nin “320 milyar metreküp doğalgaz keşfetti” demesinin erken olduğunu belirtiyor, “Sondajın ilerlemesi, testlerin yapılması, birkaç kuyu daha açılması ve ilave sismik ve rezervuar hesaplamasına ihtiyaç var. Eldeki ve açıklanan verilerle bu rakamı telaffuz etmek şu aşamada mümkün değil. Umarız açıklananlar gibidir. Ama olayı bilenlerle konuştuğumuzda bunun sadece bir temenni olduğunu anlıyoruz. Daha alınacak yol var.

22 Ağustos 2020 Cumartesi

Doğal gaz rezervi ve iki yön Ali Bayramoğlu/22.08.2020

Müjde açıklandı. Türkiye Karadeniz’de önemli bir gaz kaynağına ulaştı.

Yeni kaynakların rasyonel kullanımı ve bu istikamette enerjide dış bağımlılığın kırılması, siyasi ve ekonomik sonuçlarıyla ülkenin kaderini son derece olumlu etkiler.

Dün yapılan açıklamalarda asıl dikkat çekici husus, bulunan rezerv ve bunun ulaşılabilir derinliği kadar, alt katmanlarda daha büyük rezerv alanlarının tespit edildiğinin söylenmesiydi.

Türkiye’nin yıllık  gaz kullanımı mevcut durumda 40 milyar metre küp. Bulunan rezerv 320 milyar metre küp olduğuna göre, Türkiye, en 8 yıllık gaz ihtiyacını karşılamış demektir. Bu rakamlar Erdoğan’ın iddia ettiği gibi bize çağ atlatmaz. Rusya’nın 42, Katar’ın 25 trilyon rezervi olduğu hatırlamak gerekir.

O zaman, ülkenin ekonomisi ve geleceği bakımından önemli olan, bulunan gaz alanından çok, yeni alanlara dair bir ışığın görülmüş olmasıdır.

Meselenin ulusal yönü her koşulda sevindiricidir.

Ya siyasal yön?

“Bu gelişme iç siyasi dengeleri nasıl etkiler” sorusuna verilecek yanıt ne olabilir?

Erdoğan’ın konuşmasında öne çıkan iki vurgu bu konuda bir fikir veriyor.

Cumhurbaşkanı, önce, bu başarının “yerli ve milli” politikaların bir sonucu olduğu vurguladı. Bunu, daha önce Türkiye adına arama yapan yabancı şirketler için “belki bulamadırlar, belki buldular üstünü örttüler” diyecek kadar kuvvetli bir dille ve kendi siyasi anlayışına yontarak ifade etti.

İkinci vurgusu, gaz rezervinin bulunması vesilesiyle beka, gelecek, güç siyasetine yaptığı göndermeyle ilgiliydi.

Nitekim, Doğu Akdeniz meselesini hatırlatarak, orada yoğunlaşacak aramaları, bulunacak muhtemel kaynakları, bu istikamette verilecek siyasi mücadeleyi ulusal hedef gösterdi.

Bu iki husus, Erdoğan’ın Türkiye anlattığı, dün vurguladığımız yeni öyküyle tümüyle iç içedir.

Bu öykünün en önemli taşıyıcısı faydacı bir başarı kriteridir. Erdoğan’ın tanımladığı hedef ve politikalara oranla başarı olup olmadığı meselesidir. “Başarı ve başaran irade”, ortalama muhafazakar ve milliyetçi seçmen nezdinde ikna edici bir rol oynar.

Peki, Erdoğan’ın kendi tanımladığı hedeflerle oranla başarılı mı?

Bu, bir algı ve tanım sorunu.

Bana göre hiç bir şekilde değil.

Koyduğu hedefler ve onları tutturmak için izlediği politika, “sürdürülemez, irrasyonel ve otoriterliği çağıran” bir stratejiye dayalı.

Ne var ki, izlediği yol, kendi koyduğu hedeflerle doğru orantılı.

Türkiye’nin Kuzey Suriye’de iki  cep açması, bir güvenli bölge oluşturması, Kürt kantonları arasındaki bağları askeri zorla kesmesi, İHA’larla Irak’ta sağladığı üstünlük, Libya’daki askeri varlığı, bu varlık üzerinden ve meydan okuyan politikalarla Doğu Akdeniz’de sahnede alması, ülkedeki milliyetçi beklentiler dahilinde başarı kriterini tatmin eden gelişmeler.

O zaman, yukarıdaki sorunun yanıtı şöyle verilebilir: Doğal rezervinin bulunması da iktidarın yeni söylemini ve bu konudaki yerleşik algıyı besleyen bir işlev görecektir.

Muhalefetin,  bu yeni ve derinleşen  bu siyasi “alan”a yönelik nasıl tavır alacağı son derece önemli bir hale gelmiştir.

Fayda siyasetiyle, güç alanında ilkelerle yarışmak zordur. Ancak kaçınılmazdır..