Rus hava kuvvetlerinin saldırısı sonucunda İdlip’te ilk
belirlemelere göre otuz üç askerimizi şehit etmesi milletçe hepimizi yasa
boğdu, kahrolduk.
Ankara şimdilik doğrudan Rusya’yı değil, Esad rejimini
suçlasa da bu kalleş saldırının baş sorumlusu Rusya’dır. Daha da vahim olanı,
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın “İdlip’de lehimize gelişmeler var”
açıklamasının hemen ardından bu saldırının yapılmış olmasıdır, bu açıdan
zamanlaması da manidardır.
Bu onur kırıcı saldırının telafisi mümkün müdür bilemem,
ama bildiğim bir şey var ki artık bu Rusya sevdasından vazgeçmemizin zamanı
geldi de geçiyor bile... Son saldırı da gösterdi ki Rusya’nın Suriye’deki
hedefleriyle Türkiye’nin hedefleri aynı değildir ve hiçbir zaman da olmadı
zaten... Aslında Rusya Astana ve Soçi süreçleri boyunca hedeflerini ve
niyetlerini hiç gizlemedi. Soçi mutabakatının ilk maddesi olan “Suriye’nin
siyasi birliği ve toprak bütünlüğünün muhafazasına” imza attık, işte Rusya
şimdi bunu hayata geçiriyor. Bilelim ki Putin’le yapılan dostluk anlaşmalarının
hiçbirisi Türkiye’nin çıkarlarıyla örtüşmüyor, bundan sonra da örtüşmeyecektir,
ayrıca unutmayalım Putin’in hiç acıması yok...
Türkiye’nin Rusya ile yaptığı ittifakın özünde ne anlam
ifade ettiğini ve bundan sonra yapılacak anlaşmaların nasıl sonuçlar
üreteceğini anlamak için, birazcık olsun tarihe bakmakta yarar var. Ayrıca
bugün dış politikada yaşadığımız savrulmaların nasıl bir politik parametreye
tekabül ettiğini anlayabilmek için de Türkiye’nin Batı ittifakını tercih
etmesinin temel dinamiklerini iyi anlamak gerekiyor.
Bilindiği gibi Türkiye başından itibaren siyasal, sosyal,
ekonomik, kültürel ve güvenlik kriterleri bağlamında kendisini Batı ittifakı
içinde tanımlamıştır. Esas itibariyle bu yöneliş, sadece güvenlik ve toprak
bütünlüğüne yönelik tehdidi karşılamakla sınırlı değil, aynı zamanda sürekli
bir politika tercihidir. Unutmayalım ki bu tercih, Osmanlı devletinin yıkılması
üzerine gerçekleştirilen Kurtuluş Savaşı, Batılı devletlere karşı bir hareket
olmasına rağmen temelde hiç değişmemiştir.
İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle uluslararası
sistem yapısal bir değişime uğramış ve savaşın sonunda ortaya çıkan Doğu-Batı
blokunun oluşması yeni uluslararası sistemin belirleyici özelliği olmuştur. Ve
doğal olarak uluslararası sistemdeki bu köklü değişiklik Türkiye’nin dış ilişkilerinin
yeniden düzenlenmesi zaruretini doğurmuştur.
İşte bu yeni dönemde daha savaş sona ermeden 19 Mart
1945’te Türkiye’nin Moskova Büyükelçisi Selim Sarper’i kabul eden Molotov,
Sovyet hükümetinin günün şartlarına ve İkinci Dünya Savaşı sonunda ortaya çıkan
yeni duruma uygun olmadığı için esaslı değişiklikleri geciktirdiğine inandığı
17 Aralık 1925 tarihli Türk-Sovyet Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması’nı
feshettiğini bildirmiştir.
Nitekim 7 Haziran 1945’te Molotov, Büyükelçi Sarper’e iki
ülke arasındaki yeni bir antlaşma yapılabilmesi için; Boğazların Türkiye ile
birlikte savunulması, bunu sağlamak için de Sovyetlere Boğazlarda deniz ve kara
üsleri verilmesi, Montreux Sözleşmesi’nin değiştirilmesi, Kars ve Ardahan’ın
Sovyetler Birliği’ne iade edilmesi gerektiğini ileri sürmüştür.
Türkiye kabul edilmesi mümkün olmayan bu istekleri
reddederek, Sovyet tehdidine karşı Batı savunma sistemi içinde güvenliğini
sağlamak için uzun çabalar sonucunda NATO’ya girmeyi başarmıştır. Maalesef
tarih hafızamız olmadığı için, Rusya’nın Türkiye açısından hala aynı Rusya
olduğunu okumakta zorluk çekiyoruz.
Hal böyleyken, sanki tarih hiç yaşanmamış gibi Batı ile
gemileri yakıp bütün dış politika tercihlerimizi Rusya eksenine kaydırmayı
rasyonel akılla izah etmek ne yazık ki mümkün değildir.
Biraz dramatik bir durum ama, dış politikadaki
savrulmalarımız yüzünden bölgede tek başımıza kaldık. Uzun tecrübeler sonunda
dahil olduğumuz Batı ittifakını devre dışı bıraktık, üyesi olduğumuz NATO ile
ilişkilerimizi zaafa uğrattık, Amerika Suriye’den çekilirken adeta davul-
zurnayla uğurladık. Ve şimdi NATO’dan, Amerika’dan müttefikliğin gereklerini
yerine getirmelerini bekliyoruz. Keşke yaşadığımız acı tecrübelerden ders
alarak, artık nerede yer alacağımıza bir karar verebilsek...
Adeta pusu kurarak askerlerimizi şehit eden Rusya’nın bu
acımasız tavrına rağmen, özellikle yandaş medya marifetiyle öylesine zehirli
bir algı operasyonu yapılıyor ki, Putin’e en küçük bir eleştiri yapmak bile
“emperyalistlerin adamı” olmakla eş değer görülebiliyor. Ama bu akıl fukarası
tayfaya göre askerlerimizi şehit eden Putin hala günahsız ve tertemiz!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.