Politik bir kategori olarak İslam ile
yaşıt, teolojik bir kategori olarak da neredeyse bin iki yüz yaşında olan
Sünnilik; yaşlı bir çınar olarak bünyesinde özellikle demografik gövdesinde
bugün bir takım ciddi/yaşamsal sorunlar taşımaktadır. Aslında olup biteni
aşağıdaki ayet açıkça özetlemektedir: “İman edenlerin Allah’ı hatırlamak ve
kendilerine inen hakikate karşı kalplerinin ürpermesi/saygı duyması gerekmez
mi? Siz, sizden önce kendilerine kitap verdiğimiz halklar (Yahudi-Hristiyan)
gibi olmayın. Onların üzerinden uzun zaman geçince kalpleri katılaştı ve çoğu
ahlaksızdırlar.” (57/16). Sünniliğin başına gelen de budur: Vicdana, izana,
idrake, iknaya, itkana dayalı “iman ve ahlak” yok olmuş; taklide, alışkanlığa, geleneğe,
dogmatizme/kör-inanca dayalı bir “Amentü” ve “İslam’ın Beş Şartı
(İbadet/ritüel)”na dönüşmüştür. “İlmî (idrâk) hal” olmaktan çıkmış; “İnanç
(dogma) hal/durum”una evrilmiştir.
Sünniliğin oluşum/doğuş süreci içindeki
politik ve teolojik sorunlara “Sünniliğin Eleştirisine Giriş” adlı kitabımda
değişik veçhelerden değinmiştim. Bu yazıda bugün Sünniliğin Türkiye’de içinde
bulunduğu aktüel değeri üzerinde duracağım. Açıkça söylemek gerekirse, yukarıda
iktibas ettiğim ayette ortaya konduğu üzere aradan geçen uzun zamandan dolayı
İslam’ın iman ve ahlak değerleri hayli aşınmış ve dinsel ilişki, Amentü (inanç)
ve ibadete/ritüele (İslam’ın Beş Şartı=Namaz-Oruç-Hac-Zekât-Kelime-i Şehadet)
indirgenmiştir. Kalplerin katılaşması ile “İman” Allah ile canlı, sıcak, existansiyel/varoluşsal,
idrake dayalı -ve zorunlu olarak amel/ahlak doğuran- duygusal değerlilik
yaşantıları (saygı-korku, şükür, umut-güven-sevgi…) barındıran bir halden
çıkmış; ölü, katı, kesin, kuru, dogmatik/ezber bir kanaate/kabule (inanç)
dönüşmüştür. Allah’a iman, dünyada
müminlerin vicdanlarını etkileyen, onlar ile ilişki halinde olan bir “fail
(Rahman)” olmaktan çıkmış; Ahirette etkin olacak olan bir faile (Rahîm)
dönüşmüştür. Tanrı, ölmemiş olsa bile; unutulmuş veya tutulmuştur.
Sünniliğin “Tasavvuf” dolayımı ile haiz
olduğu “yanlış iman içeriği”, müminleri “din adamları (Mehdi-Kutup, Gavs,
Veli…)” yolu ile kendilerine yabancılaştırarak “FETÖ” denen bir yapıyı
doğurmuştur. Kur’an’da Yahudilere yöneltilen “Eğer iman ediyorsanız; imanınız
size ne kötü şeyi emrediyor?” (2/93) sorusu, Sünniliğin bugün Türkiye’de
yaşayan bu grubu –ve diğer birçok cemaat ve tarikat- için de geçerlidir. İmanın
canlı olması yetmez; istikamet/doğru iman etmek de önemlidir. Mistik bilincin
kendine yabancılaşmış yanlış iman içeriği ve yanlış politik bilinci, Türkiye’yi
göz göre göre tehlikeye atabilmiştir. Gelecekte de atmayacağının garantisi
yoktur.
Kur’an’da varit olduğu şekli ile düşünce,
vicdan, hüküm/karar verme (irade) yerine bugün salt inanç, itaat, teslimiyet ve
boyun eğmeden oluşan bir dindarlık egemen oldu. Bu dindarlık tarzı
(taklit/dogmatizm) insanı/mümini küçültür, zayıflatır ve çürütür. İslam
dünyasına baktığımızda, bunun tezahürünü her yerde görüyoruz.
Siyaset olarak aktüelleşen Sünnilik ise,
zayıf bir ekonomik yapıya sahip olan Türkiye’de son yirmi yıl boyunca nimetleri
çoğaltıp (üretim-teknoloji) hakkaniyetle paylaşmanın/bölüşmenin mücadelesini
vereceği yerde; “Amentü” ve “ibadet (alnı secdeye gitmek)” kriterlerinden
oluşan “Biz (parti)” kriteri ile devletten memuriyet ve rant devşirme peşine
düştü. Yaratıkların en iyisi olmanın kriterleri olan”İman ve salih amel”
(98/7), “Amentü ve İbadet”e dönüştürüldü. Oysa iman ve ahlak kriteri “Biz”
sınırlarını daha derinlere kazımıştır: “Ey iman edenler! Adaleti ayakta tutmak
için öncülük edin. Kendiniz, anne-babanız, akrabalarınız aleyhine dahi olsa,
zengin-fakir demeden şahitlik yapın. Adaleti yerine getirmede nefsiniz size
engel olmasın. Eğer eğip-bükülür ve hakkı söylemekten-ihkaktan kaçınırsanız,
bilin ki, Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (4/135). Binaenaleyh siyaset,
“devlet” gücünü; ekonomi “para” gücünü ele geçirmeyi hedefler. Devlet ve para
güç odakları/kaynaklarıdır fakat bunları kullanmanın kurala bağlanması (hukuk),
tanrının yeryüzüne yansıması iken; bunların kuralsızlıkları ise tağutluk ve
şeytanlıktır (2/256;4/60,37/17).
Türkiye’de Sünnilik, Şeriat (Hukuk) ve
Hilafet (Siyaset) olarak ilga edildikten sonra, Tarikat-Cemaat ve son olarak da
siyaset olarak arkaik formları ile geri gelmiştir. Teolojik bünyesinde bir
tecdit yapılamadığı gibi; ahlaki bünyesinde de herhangi bir tebdil/tağyir
yapılamamıştır. Merhum M. Akif’in “Safahat” adlı manzum eseri, Osmanlı
çöktüğünde Türkiye’de Sünniliğin teolojik ve ahlaki sefaletini gözler önüne
serer. Dini bilincin ve kalbin esaslı bir bakımı yapılamadığı için, son yirmi
yılda özellikle siyaset alanında/iktidarda ortaya konan performans, Sünniliğe
(dine) olan güveni hayal kırıklığına uğratmıştır. Dinin amentü ve ibadet
boyutlarına, görünür kısmına (başörtüsü-sakal-sarık-cübbe…) önem verilirken;
iman ve ahlak boyutu yani adalet-zulüm, helal-haram boyutu siyaset, iktisat ve
hukuk alanlarında ciddi düzeyde ihmal edilmiştir. Son dönemlerde dillendirilen
“Deizm”in artışı, bu hayal kırıklığının bir semptomu olsa gerektir.
Türkiye’de politik İslamcılığın aktörleri,
iki binlerden itibaren politik-ideolojik ajandalarını (dava) İmam-Hatip
müfredatından aldıkları eğitime göre şekillendiriyorlar. Herhangi bir
entelektüel-teolojik, yorumsal ekole göre değil. İmam-Hatiplerde eğitim yolu ile genç
kuşaklara verilen, dini eğitim, tarikat ve cemaatlerde tedavülde olan dini
teoloji ve pratik üzerine, sayıları yüzün üzerinde olan İlahiyat fakülteleri
ciddi analiz yapamamaktadırlar. Sayının “100”e varması, bilimsel tutku ve
düşünsel meraktan dolayı değil; politik iradenin yine politik kaygısından
(seçmen-istihdam) dolayıdır. Bunun sebebi, dinsel-kültürel
hastalıkların-çürümenin (dekadans) uzun zamanları ve geniş kitleleri kapsaması
halinde, hastalıkların teşhis ve tedavisinin, zor olmasıdır. Devrimin dini
aşağılamasına (irtica) reaksiyon olarak ortaya çıkan İmam-Hatip kuşağı, bu
münafereti ortadan kaldıracak yeterli bir feraset-hikmet-tolerans, performans
gösteremediği gibi; aksine bir kin-hınç-nefret dili üretmiştir.
Fıkıh tarafından belirlenen helal ve
haramlar (faiz-domuz-şarap-zina…) dilden düşürülmezken; “Kitabına uydurarak” ve
“Hile-i Şeriyye”ler ile nice büyük “Haram”lar işlenmektedir. Bireysel (küçük)
günahlar dilden düşürülmezken; büyük (kamusal) günahlar, dindarların umurunda
olmamıştır. Örneğin “Faiz”in haramlığı dillerden düşürülmezken; “Emlak Rantı”
hakkında herhangi bir “Fıkıh” geliştirilemediği için, Kitabına uydurarak
faizden bin kat daha “beleş” olan kârlar elde etmede müminlerin vicdanı asla
ürpermemektedir.
Son iki seçimde Tunceli’de “Komünist” bir
şahsın önce bir kasabada sonra da şehir merkezinde Belediye Başkanı seçilerek
“fenomen” haline gelmesi; İslam’ın metafizik (imani) değerlerine itibar
etmeyip, onun ahlaki değerlerini (hakkaniyet-dürüstlük-paylaşım, üretim…) yerine
getirmesinden dolayı halkın teveccühünü kazanmasıdır. Halk arasında “Hal,
sâridir” diye bir söz vardır. Demek ki, İnsanların vicdani kapasitesi, iman
olmadan da aktüel olabildiği gibi; diğer vicdanlar tarafından da takdir
edilebiliyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.