“Türk sağının belirleyici olduğu iç ve dış politikalarla bazı kazanımların ötesinde ülkemiz yalnızlaşmakta”
Nasipse adayız Netflix filminde aday
adayımız Dr. Kemal bey STK’lar toplantısındaki konuşmasında davetlilere “ben de
sizin gibi topraktan, buralara, betona gelenlerdenim” diyerek seçmene ortak
aidiyet mesajını vermeye çalışıyordu.
Bin yıldan bu yana başta Orta Asya’dan,
şimdi de kasabadan şehre olmak üzere hep göçüyoruz. Otobanların refüjleri,
ormanlarımız nasılsa göçüyoruz diye pet şişeler ve çöplerimizle dolu. Göçerken
savaşıyoruz, yağmalıyoruz, asimile oluyoruz ve devletler kuruyoruz.
Kaynaklara göre Oğuz boylarının savaşta
yağma geleneğini Tuğrul bey sonlandırıyor. Bunu da kardeşi Çağrı beyi Nişabur’u
aldıklarında yağmadan vaz geçirmek için kendisiyle savaşmakla tehdit ederek
yapıyor. Artık bundan sonra devlet geleneğini tesis edeceğini artık yağmanın
olmayacağını açıklıyor. Rakiplerini bağışlıyor, bilginleri koruyup kurumları
tesis ediyor.
Selçuklu ve Osmanlının kurumlarının
oluşmasında Pers ve Bizans’ın dönüştürücü etkisi çok açıktır. Selçuklu ve
Osmanlı saray/merkezi göçer Türkmenlere hep kapalı tuttular. Burada özellikle
Osmanlı ailesinin Anadolu beyliklerinin kızları ile yaptığı evlilik-akraba acı
tecrübelerinin rolü büyüktür. Son Türk yönetici sülalesi Çandarlı ailesiydi.
Anadolu Yörükleri askerlik ve
çiftçilikle geçindiler. İlmiye sınıfında da önleri açıktı. Yörükleri İstanbul’a
pek yaklaştırmadılar. Taşra hep Türklerindi. Ticaret, zanaat , estetik ve
diplomasi Gayrimüslimlerindi.
Tanzimat reformlarıyla
eğitime-bürokrasiye önem verildi. Balkan ve Kafkas ağırlıklı gençler yeni
eğitim kurumlarında şans buldular. Avrupa’ya gittiler. Bilgi ve paradigma
odaklı değil görgülerini geliştirerek dönüş yaptılar. Taleplerde bulundular.
Bugünkü Kemalist ve Türk Sağ düşüncesinin kendi temel çelişkilerini de
barındırabilen Türk modernleşme düşüncesini başlatmış oldular.
Abdülhamit ve Cumhuriyet reformları hep
taşrayı dönüştürmeye odaklandı. İdadiler, meslek okulları ve köy enstitüleri
örneklerindeki gibi. 1950’lerden sonra siyasetçilerin oy ve rant kaygısıyla
taşranın göç kapasitesini kentler kaldıramaz oldu. 1980 ve 2000’lerden sonra
kentlerimiz kent olmaktan çıkıp taşra kimliğine büründü. İnsanlarımız hala
göçmekte veya yarın göçecekmiş gibi davranmakta.
Liberal Türk solu ODTÜ, Boğaziçi
gibi dış dünyaya daha açık kurumlarda var oldu. Sağcı bir değimle çoğunluğu
taşra gençleri buralarda “devşirildiler”. Taşranın yetenekli gençleri ise
eğitimlerini çoğunlukla karşı oldukları batı ile karşılaşma ve anlama fırsatı
bulamayacakları “yerli ve milli” öğretmen okulları, mühendislik fakülteleri vb
ile tamamlayabildiler.
N. Fazıl ve M. Akif’in şiirlerini
ezberlediler. Ancak idol kabul ettikleri Nurettin Topçu, Erol Güngör ve Cemil
Meriç gibi düşünürlerin anlam arayışları ve sorgulamalarıyla pek
ilgilenmediler.
Türk sağının taşra özelliğinden
dolayı felsefi bakış açısıyla pek ilgisi olmadı. Tarih ve siyaset
siyah-beyazdı. Renkler veya gri alanlar olamazdı. Hainler ve kahramanlar
dışında aktörler mümkün değildi. Tarihte bir özeleştiri veya yüzleşme söz
konusu olamazdı. Hele bir göçer için uzun vadeli bir plan yapmak hiç mümkün değildi.
Taşradan gelip kamu kaynaklarıyla
(sosyolojik yağma) zengin olanlardan kültür ve sanatı desteklemelerini beklemek
pek insaflı olmuyordu. Taşrada kendi emekleriyle ticaret yapan tüccar ve
zanaatkarlar ise hiçbir zaman gerçek bir burjuva olamadılar. Zira taşranın veya
merhum Durmuş Hocaoğlu’nun tabiriyle düşük şiddetli Anadolu devriminin
entelektüel önderi hiç olamayacaktı.
TAKINTILAR
Bugün muhafazakar sosyal medyada
döndüğünüzde 80’li yıllardan dahi bir geriye gidişi görebilirsiniz. Hala
mahalle kendince geneloji yaparak adeta Aryan Alman teorisyenlere nazire
yapmaktadır. Kim Ermeni’den kim Selanik’ten dönme araştırmalarıyla birkaç
tarihi şahsiyetimize de özel torpil geçilerek mahalle, tarihi ve bugünü okumaya
çalışmaktadır. İronik bir yaklaşımla “çalış senin de olur” güzellemesi
yerine bir Taşra hasedi örneği olarak, Nobel alma başarısını göstermiş Orhan
Pamuk hakkında bile mütevazi bir takdir veya başarı hikayesini anlamak yerine
yazarın aleyhine komplo teorileri üretmekten hala usanılmamaktadır.
Taşralı mahalle misal olarak Selanik
cemaatinin, ilk kurşundan ( H. Tahsin ) Cumhuriyetimizin kuruluşuna
katkılarını, diplomasi ve ticarette yük kaldırmalarını kültür ve sanattaki öncü
rollerine murdar demekten hala vaz geçememektedir.
Mahalle, teheccüd namazlarında
evrak imzalayan gizli evliya padişahlar, dış güçlerle işbirliği içinde hain
bazı sadrazamlar ve muhalif aydınların olduğu fantastik bir tarihin yanıltıcı
uykusunda uyumayı sürdürmektedir.
FIRSATLAR VE TEHDİTLER
Ne dersek diyelim, ne kadar içte ve dışta
dışlayıcı siyaset uygulasak dahi, bugün İmparatorluğun bakiyesi etnik
çeşitlilikli Ortadoğu ve Balkan halkları Türkiye’yi tarihsel merkez olarak
kabul etmektedirler. Hala Türkiye’nin Irak ve Suriye’nin bütünlüğü ısrarı,
gelecek için gerçekçi gözükmemektedir. Irak konfederal Suriye ise federal bir
yapıya doğru seyretmektedir. Türkiye burada tamamen belirleyici aktör olma
kapasitesine sahiptir.
Türk sağı bu anlamda Kürt
takıntısından daha doğrusu benim istediğim nitelikte Kürt takıntısından vaz
geçmelidir. Türk sağında rasyonel bir müzakere ve uzlaşma kültürü gelişmesi
zorunludur.
ABD yeni yönetimin Ermeni soykırımı
tanımlamasıyla ayrı bir zor sürece girmiş bulunmaktayız. Kürt ve Ermeni
konularını kör bir inkar ve ısrar ile Türkün Türk’e propagandası şeklinde devam
ettirilmesi, bu konularda haklı olan tezlerimizin de ciddiye alınmasının önünü
kapamaktadır. Türk sağı bu konulardaki hakikate karşı özgüvensizliğini ve
agresif tutumunu aşmalıdır.
HORASANİ EKOL
Özellikle, Osmanlı’nın Anadolu ve
Balkanlarda gayrimüslimler tarafından benimsenmesinde kolonizatör Türk
dervişlerinin rolü büyüktü. Orta Asya Yesevi ekolünden gelen bu dervişlerin
temel felsefesi
“ağyarımız-ötekimiz yoktur bizim” üzerineydi. (1) Osman Turan’ın
bahsettiği Türk Cihan Mefkuresi de ancak bu düstur olabilirdi. Horasani ekol
Arap ve Fars’ta pek olmayan, turan coğrafyasına ait bir tasavvufi meşrepti.
Geçenlerde hayatımda belki ciddi olarak
ilk defa sosyal medyada bloklandım. Bloklayan da sosyal medya fenomeni eski bir
imam hatibimiz. Gerekçe de Ermeni olayları üzerine attığı twitteki yorumuma
göre kullandığı nefret diline karşı verdiğim “Hocam siz Allah adamısınız bu
dil bir din adamına yakışmıyor” dememdi. Aslında belli ki o kadar üslupsuz
cevap içinde nezaketen verdiğim tepki onun vicdanını rahatsız etmişti. Bundan
da memnun olmuştum.
Mahallede din adamları ve tarikat
ehlinin bazıları bazen fanatik popülizme kayıyorlar ve Allah adamı kimliklerini
kaybediyorlar. Toplumda din adamları ve ehli tarikin ne kadar itibar
kaybettiğinin farkında olmak durumundayız. Bu dışlayıcı diller sadece ötekiler
için değil hatta kendileri gibi düşünmeyenler için de geçerli olabiliyor.
Türk sağı, Tarih ve bugünü okumada
kategorik yaklaşımı terk edip tekrar evrensel Horasani köklere dönebilmelidir.
TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN YORUMLANMASI
ITC içinde Türkçü fikirleri güçlü M. Emin
Yurdakul Osmanlı’nın külliyen yaşatılması için Ermeni, Rum ve Araplara verilen
tavizlerden yanaydı. Hatta Talat paşaya mektup yazarak 24 Nisan’da İstanbul’da
tutuklanan 236 Ermeni’den bazılarının tahliyesi için aracı olmuştu.
20. Yüzyılın ilk çeyreğinin Almanya ve
İtalya bürokrasisinin torunları şimdi gene ülkeleri için uğraş veriyorlar.
Ancak bir farkla, değişimi ve dönüşümü gerçekleştirerek. Gerek Yeşil partide
gerekse başka bir demokrasi platformunda. Hem de ülkelerini refah ve hukuk
standardında en üst seviyeye taşıyarak.
Ne yazık ki bizler Enver, Talat veya
Cemal’in torunları olarak bu troykaya bile rahmet okutacak kör bir hamasetle
değişime bir dirençle tıkanmış gözükmekteyiz. Türk sağı en azından ITC’nin
değişimi tartışmaya açıklığını yakalayabilmelidir. Türk milliyetçiliği taşranın
darlığına hapis edilmemelidir. Sultan Galiyev, Akçura’dan Topçuya kadar olan
evrensel yaklaşımı ve arayışları Türk sağı yakalayabilmelidir.
Artık Türk milliyetçileri, Kürt veya
Ermeni konuları ile açıkça yüzleşebilmelerinin, konuşmalarının veya müzakere
edebilmelerinin abdestlerini bozmayacağına kani olmalıdırlar.
MUHAFAZAKAR SERMAYE’NİN DÖNÜŞÜM
İHTİYACI
Anadolu sermayesi belirttiğimiz gibi düşük
şiddetli bir devrim olarak gelişmişti. 28 Şubat bu gelişmeyi engelleyemedi. Bu
sermaye ticaret ağırlıklı ve orta seviye imalatı (KOBİ) niteliğindeydi. Aile
şirketlerinin değerleri üzerine Ahi geleneği misali oluşmuştu. Bunu
geliştirebilmek bir antitez olabilirdi.
Ancak son 25 yıldır Belediyelerden
başlayarak kamu kaynakları ile zenginleştirilen daha çok siyasetin
finansmanında kullanılan kesimin güçlenmesi sermayenin el değiştirilmesi olarak
nitelendi. Osmanlı’nın arpalıkları ve iltizamını hatırlatan, siyasetçilere veya
tanıdıklara bir şekilde kaynak aktarımı yapıldı.
Bu sermayeye nitelikli sermaye dememiz
Anadolu kaplanları hariç mümkün gözükmüyor. Bugün ANAP veya DYP’nin
zenginlerinin bir dikili taşlarının kendi şahsi malları hariç olduğunu
göremiyoruz.
Merhum Abdullah Tivnikli bana “bak
Ekopolitik’i destekliyorum ama bunu zekatımdan düşemeyeceğimi bilerek yapıyorum
ve bundan da dünya ve ahiretim için bir kazanç beklentisinde değilim”
derdi.
Nitelikli bir muhafazakar sermayenin
oluşabilmesi için otonom bir burjuvazinin oluşması gerekiyor. İnşaat
müteahhitlerimizi konu dışında tutarsak (kurdukları üniversitelerin durumlarını
tartışmazsak), gelenekten gelen iş adamlarımız hala taşra tüccarı kafasıyla iş
tutmaktadırlar. Yapabildikleri hayır yatırımlarının çoğu öteki dünyadaki
kazanabilecekleri huri ve köşk sayısına endeksli gözükmektedir. Buralardan
hiçbir zaman bir Princeton çıkmayacağı çok açıktır.
Rönesans ve ABD aydınlanmasında zengin
burjuva ailelerin rolünü görmemiz gerekiyor. Nitelikli sermaye desteği olmadan
fikir veya sanat adamının yetişmesi imkansız gözükmekte.
Zihniyet değişimine gidemeyen, dönüşemeyen
ve özerkleşemeyen muhafazakar sermayenin siyasetçimizi olumlu yönlendirmesini
veya nitelikli fikir adamı havzası oluşturmasını beklememiz hayalden öteye
gidememekte.
SONUÇ
Kovid, ABD yeni yönetimi derken
dünyamız hızlı bir türbülansa girmekte. Türk sağının belirleyici olduğu iç ve
dış politikalarla bazı kazanımların ötesinde ülkemiz yalnızlaşmakta. Türk Sağı
gerek aydını, gerek sermayedarı ve gerek de siyasetçisiyle hakikatı bilinç dışı
süreçlerle önemsizleştirmekten, kendi fantezi dünyasında hapis etme ısrarından
vaz geçebilmelidir.
Bu anlamda görünürde iktidar ve
muhalefetin ilgili aktörleri ortak bir zihin yapısını yansıtmaktadırlar.
Ülkemizin siyasetinin acil dönüştürülmeye
gereksinimi vardır. Bunun yolu öncelikle cesurca gerçek bir tarih okumasından,
özeleştiri ve yüzleşmeden, sonra da ilgili kitle tabanını ikna ederek dönüştürmekten
geçmektedir.
Ülkemizin, iktidarın ve özellikle
muhalefetin yegane çıkış yolu bundadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.