Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi İlhami Güler “İlim-hikmet ile iman arasında diyalektik bir ilişki söz konusudur. “İman”, asla kör, kesin, dogma, taklit, ezber, inanç değildir” diyor.
1-İKİ GENETİK
İnsanların, ilk-el olarak ve ilk etapta
din-tanrı icat etmelerinin temel saiki, özü itibari ile zayıf ve fani olmanın
doğurduğu korkaklık ve çıkardır. Paganizmin temeli, çaresizlik, güçsüzlük, acı,
sıkıntı ve ihtiyaçlar karşısında sığınılacak ve kendine yardım edeceğine
inanılan bir tanrı/put oluşturmak ve ona tapmaktır.
Böylece insan kendi özüne, potansiyel
kabiliyetlerine yabancılaşır. Kendi kabiliyet ve kapasitelerini yarattığı
put/tanrı imgesine atfederek kendinden onları soyar, soyutlar/uzaklaştırır.
Oluşturulan tanrı tahtadan-taştan olabileceği gibi; kendi dışındaki devlet,
millet, parti, lider, altın, para, heva ve başarı… da putlaştırılabilir.
Kur’an, put edinmenin saiklerini güç
(19/81), yardım (36/74), dünya hayatına mahsus sevgi-çıkar (29/25) elde etmek
ve kendilerini Allah’a yaklaştırmak (46/28) olarak tadat eder.
Hz. Nuh ile başlayan ve Hz. İbrahim ile
onun soyundan devam eden peygamberlerin öğretisi ise insanın varlığı aşkın bir
tek Tanrıyı keşfetmesi ve ona ibadet etmesi/tapınması, insanın ve içinde olduğu
güneş sistemi ve eko sistemin manidar verilmişliği karşısında ahlaki bir
hayrete düşme ve hayranlık ile sorduğu “Bu değirmenin suyu nereden geliyor?”
ahlaki sorusuna, sorumluluk bilinci ile vermiş olduğu ahlaki cevaptan
kaynaklanır: “Varlığımızın delillerini dış dünyada ve kendi içlerinde onlara
göstereceğiz.” (41/53) ve “Allah’ın insanların fıtratına koymuş olduğu ve asla
değişme olmayan doğru dine yönelme” (30/30) kapasitesidir bu. Hz. Muhammed ve
Kur’an (İslam), bu geleneğin son halkasıdır.
Biz bu yazımızda İslam’ın tarihi,
teolojik, yorumsal yürüyüşünde ortaya çıkan bu iki Tanrı tasavvuru yaratma ve
keşfetme ve buna bağlı olarak gelişen dindarlık tarzlarını tasvir etmeye
çalışacağız.
2- TOTALİTER TASAVVUR VE EDİLGEN
DİNDARLIK
Birinci yorum Tanrı’yı “Hikmetinden sual
olunmayan” kadir-i mutlak, mürid-i mutlak, âlim-i mutlak, karanlık ve “mutlak”
yani kayıtsız bir güç odağı/yumağı olarak görür. O, ontolojik olarak hiçbir
şeye benzemediği gibi; ahlaki olarak da insanlara benzemez. Buna negatif
teoloji, mutlak tenzih, fideizm (yani gerekçesiz iman; belki, akla aykırı/saçma
olduğu için iman) gibi isimler verilir.
Ahlaki-İnsani iyi ve kötü, Tanrı’ya
karakter olarak atfedilemez. Ahlaki iyi ve kötü, onun emri ve buyruğudur.
Tanrıdır; ne yaparsa yeridir. Dindarlık, ibadet, tapınma ise, bu Tanrının
buyruklarına koşulsuz, sorgusuz-sualsiz, gerekçesiz boyun eğmek, teslimiyet ve
itaat etmektir. Soru sormak, itiraz etmek, buyruklarını vicdani açıdan
anlaşılır, izah edilebilir kılmaya çalışmak, samimiyetsizlik, imansızlık,
keyfine uydurma ve itaatsizlik alametidir.
Böylesi bir yorum taklidi, dogmatizmi,
tekrarı, ezberi, kapalı mezhebi intaç ettiği gibi; bireysel düzlemde de
kasveti, kini, şiddeti, hıncı, zorbalığı, bağnazlığı, yobazlığı, sofuluğu,
kibri, insanları aşağılamayı, tekfiri… üretir.
Bugün Müslümanlık, ortak bir beyin ve ruh
(teoloji-kültür) oluşturamadığı için, iktisadi ve politik olarak param parça.
Oysa Müslümanların vahdeti ve gayri Müslimleri de içinde barındıran adil bir
sosyal/siyasal yapı- ümmet oluşturmak, Kur’an’ın Müslümanlara koyduğu hedefti
(3/110).
Böyle bir dindarlık tarzı, Tanrıyı memnun
etmeyi (Allah rızası), O’na ibadeti-ritüeli; insanı memnun etme, ona karşı
insaf, merhamet, adalet ve hoş görüye tercih eder. Çünkü Tanrının gözüne girmek
ebedi hayatı, oranın nimetlerini (köşk-huri…) hak etmek anlamına gelir.
Spinoza’nın dediği gibi: “Kitleler, Tanrı’yı kandırma peşindedir.”
Tanrı’nın rızasının, aynı zamanda insana
karşı adil ve merhametli olduğundan da geçtiğini –pek çok durumda işine
gelmediği için- görmek istemez. Beş vakit namazını aksatmaz, orucunu tutar,
hacca gider, başını açmaz…; ancak kamu malına karşı zerre duyarlılığı
olmayabilir, malını yoksullarla paylaşmaz, mazlumu umursamaz, yetimi doyurmaz,
hayvanlara ve doğaya karşı olabildiğine hoyratlık yapar.
İslam Tarihinde adına “Ehlü’l-Eser/Ehlü’l-Hadis/Ehlu’s-Sunnet”
veya “Selefiyye” dediğimiz ve itikadi olarak Eş’ârîlik, fıkhi olarak Şâfiîlik
ve Hanbelîlikten oluşan yorum ve mezhepler, bu tarz bir dindarlığa oldukça
yakın düşer. Selefiyye, geçmişin izinden gitme, onların geleneğini taklit etmek
demektir. “Eser”, iz demektir. Peygamberin izinden gitmek, o izden çıkmamak
anlamına gelir.
“Sünnet” ise yürünmüş yol, gelenek, örf,
adet yani peygamberin uygulamalarını kıyamete kadar sürdürmek demektir. “Hadis
Ehli” ise, peygamberin sözünden çıkmamak demektir. Dört kavramın dördü de
Kur’an ve Sünneti-Hadisi literal olarak yorumlamayı; bunların dışında ahlak ve
din konularına insan düşüncesini/vicdanını karıştırmamayı; verili olan öğütleri
olduğu gibi kıyamete kadar tekrar etmeyi, taklidi yegâne dindarlık yolu ve
yorumu olarak kabul etmektir.
3- ÖZGÜRLÜKÇÜ TASAVVUR VE AKTİF
DİNDARLIK
Buna karşılık İslam tarihinde ortaya çıkan
“Rey Ehli” yani Mu’tezile, Matürîdîlik ve Hanefîlikten oluşan teolojik-yorumsal
perspektifin Allah tasavvuru ve dindarlık tarzı, yukardaki tasavvurdan oldukça
farklıdır. Bu yorumda Allah, insanların bildiği ve anladığı anlamda adil
(mu’tezile) ve hikmetinden sual olunur (matürîdi) bir tabiatı vardır.
“Allah, hükmedenlerin en hikmetlisi”
(95/8) olduğu gibi; onun ahlaki emirleri de “hikmetin daniskası/en
anlaşılır-uygun-adil olanıdır” (54/5, 6/149). O, rahmetle yoğrulmuş adalettir.
Allah, “sünnetullah” denen ve insanlar tarafından anlaşılır, değişmez ahlaki
kurallar ile kendini sınırlamıştır. Mutlak (kayıtsız) ve mahiyeti anlaşılmaz,
karanlık bir güç odağı/yumağı değildir.
İnsanların Allah’a teslim olması, boyun
eğmesi ve itaat etmesi, ne yapacağı belli olmayan bir karanlık, mutlak güç
odağına/yumağına kapaklanması değildir.
Tam tersine, bazılarının, Allah’ın ve
emirlerinin adil, merhametli ve hikmet sahibi olduğunu “yakinen bildikleri
halde, salt zalim ve kibirli olmalarından dolayı onun emirlerine karşı
çıkanları” (27/14) hakka/hakikate teslim olmaya çağrıdır.
Allah, kendini Kur’an’da “Esmau’l-Hüsna:
En güzel isim-sıfatlar” ile insanlara tanıtmıştır. Ontolojik/Varlık olarak
Allah’ın mahiyeti/zatiyyeti/ne-idüğü (ne olduğu) asla bilinemez: “Hiçbir şey
ona denk değildir.” (112/4), “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur.” (42/11). Ancak
ahlaki karakteri, “teşbih” yolu ile (3/7) insana benzetilmiştir: “Subutî
Sıfatlar”. Allah’ın “99 İsmi-sıfatı”, büyük ölçüde Kur’an’dan ve bazıları da
hadislerden çıkarılmış ve onu insanlara tanıtan niteliklerdir: Merhamet ile yoğrulmuş
adalet.
Cennette verilecek nimetler, dünyada
verilenlere benzer (müteşabih-2/25) olduğu gibi; Subuti sıfatlar
(esmau’l-hüsna/99-isim) da insana benzerdir: “Antropomorfizm/İnsan biçimcilik”.
Bu, yadsınacak bir husus değildir. Zira Allah, insanı –Tevrat’da dendiği gibi-
kendi suretinde yaratmıştır. Sıfatlar, Allah’ta sonsuz; insanlarda sınırlı bir
kapasitede yaratılmıştır: Her ikimiz de Âlim, Kadir, Mürit, Rezzak, Adil,
Rahim… iz.
Bu tip dindarlık yorumuna göre, ideal
dindarlık yani muttakîlik; yan gelip yatmak, ezberleri, alışkanlıkları tekrar
etmek, taklit etmek değil; sürekli teyakkuz halinde, tetikte olmaktır.
Kur’an’da baştan sona kadar sürekli tekrar edildiği gibi düşünmenin (tefekkür,
taakkul, tedebbür, tafakkuh, tezekkür, ibret, nazar…) canlı tutulması ve
vicdanın dumura uğramasının, yani kalbin katılaşmasının, taşlaşmasının,
kararmasının, paslanmasının, hastalanmasının önüne geçmek asıldır.
Bütün peygamberlerin vahiy yolu ile tekrar
ettikleri iman, ibadet ve ahlak ilkelerini/tümelleri/yasayı/dini korumak-ayakta
tutmak (42/13) kadar; bu ilkelerin pratikte (Praxis) tekil/biricik
tekabuliyetlerini (hakikat) bulmak da eşit derecede ehemmiyetlidir.
İmanın düşünce ve bilgi ile desteklenmesi
gereken bir istikamet sorunu vardır. Yahudilere yöneltilmiş: “Eğer iman
ediyorsanız, imanınız siz ne kötü şeyi emrediyor.” (2/93) eleştirisi, bu
gerçeği ortaya koyar. Dinler tarihi hurafelerin, batıl itikatların, boş
inançların tarihidir. İmanın kesin, katı, güçlü… olması, tek başına bir anlam
ifade etmez.
İlim-hikmet ile iman arasında
diyalektik bir ilişki söz konusudur. “İman”, asla kör, kesin, dogma, taklit,
ezber, inanç değildir. Daima bir basiret, hikmet, ilim, tefekkür, huşu, haşyet,
muhabbet, itminan tarafından öncelenir. –Hesabî değil-, hasbî ve muhasibi
(eleştirel-critical) olmadan doğru iman teşekkül etmez. Hasbi ve muhasibi
olanlara da Allah yardım eder, doğru yola/hidayete sevk eder (29/69).
“Rey Ehli (Düşünme/görme Ekolü)”,
başlangıcında bu saydığımız niteliklere sahipti. Fakat tarihte fazla aktif
olamadı. “Ehl-i Sünnet”, Abbasilerin orta zamanlarından itibaren Mütevekkil’in
ihtilalinden (854) sonra kültürel hegemonyayı ele geçirdi.
Böylece Logos (Düşünce), Pathos (Duygu) ve
Ethos (Davranış)’tan oluşan dini muhayyile, logosun sönümlenmesiyle, pathos ve
mithosun hegemonyasında kaldı. Sünnî Ortodoksi, kendini yenileyemediği (tecdit)
için, tekrar, taklit, ezber, dogmatizm içinde yönsüz ve yolsuz bir şekilde
sürüklenmektedir.
İLHAMİ GÜLER KİMDİR?
Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi’nden mezun oldu. Aynı Üniversite’de İlahiyat Fakültesi Kelam Anabilim
Dalı öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. Kelam-İslam düşüncesi konularında
yazdığı makaleleri İslami Araştırmalar, Türkiye Günlüğü, Doğu-Batı, Tezkire,
İslamiyet gibi pek çok dergide yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.