‘Dindarca Öldürmek’ kitabının yazarı Muhsin Altun “Toplumlar, sömürü ve adaletsizliği kutsallık peçesiyle örten bir sistemin yetkinliğinden kuşku duymaz olduklarında çöküşe yazgılı hale gelirler” değerlendirmesinde bulunuyor.
Kendine zulmederek bahçesine girdi ve
dedi: “Bunun ebediyen yok olacağını hiç sanmam” (Kehf-35).
Kibirli bahçe sahibinin hikâyesi üzerinden
verilen ilahi mesajı nasıl okumalıyız?
Yüksek bir siyasal karmaşıklık düzeyine
ulaşmış, etkileyici bir sanat ve mimari yaratmış toplumların arkeolojinin
konusu haline gelmesi, literatürde “çöküş” (collapse) terimiyle
karşılanan özel bir durumdur. Kur’an, bu toplumların çöküşü nasıl
deneyimlediklerini, nasıl böyle bir sona yazgılı hale geldiklerini araştırmaya
davet ederken çöküşün asli failleri konusunda da önemli bir ipucu verir
gibidir: Yeryüzünde gezip de kendilerinden öncekilerin akıbetinin nasıl olduğuna
bakmazlar mı? Onlar kendilerinden çok daha kudretliydiler; yeryüzünü işleyerek
bunların imar ettiğinden daha çok imar etmişlerdi. Onlara da peygamberleri açık
kanıtlar getirmişti. Şu halde Allah onlara zulmediyor değildi; ancak onlar
kendilerine zulmediyorlardı (Rum-9).
Bu daveti nasıl anlamalıyız?
Modern siyasal liderler, kurdukları
sistemlerin “ilelebet payidar” kalacağını söylemekten hep gurur
duymuşlardır. Oysa antik çağın kudretli hükümdarlarının, örneğin Mısır
firavunlarının ya da Maya krallarının diktirdiği kitabelerde de “devlet-i
ebed müddet” söylemini çağrıştıran ifadelere rastlamak mümkündür.
Geçmişle bugün arasındaki bu paralelliğin
ifşasını, toprağı usulünce kazarak ya da yazılı metinleri çözümleyerek antik
toplumların hikâyesini ortaya çıkaran, teknik deyimle “reconstruction” yapan
arkeolog ve antropologlara borçluyuz. Çöküş, bu iki disiplinin zorlu ve heyecan
verici alanlarından biridir.
SOSYAL KİBİR
Çoğumuz, yaşamın son elli yılda olduğu
gibi sürüp gideceğine inanma eğilimindedir: Görece iyileştirilmiş bir yaşam
kalitesi ve hızla gelişen teknolojinin damgaladığı bilgi ve iletişim çağı. Oysa
yaşam tarzımızın hâlihazırda yolunda gidiyor olması onun mükemmel olduğu
anlamına gelmez. Baş gösteren sistemik sorunlarla yüzleşmeyi reddetmek, yeni
gelişen koşullara uyarlanmanın önündeki en büyük engeldir. Antik toplumlarda da
liderler ve yönetici elit, bir noktada, yaklaşan çöküşün farkına varmış
olabilirler. Ancak yaşam tarzlarını yeniden düzenlemek için artık çok geçti.
Belki de onlar, kurdukları sistemin başarısının değil bu başarıdan beslenen
kibrin kurbanı olmuşlardı.
İklim değişikliğinin olası dramatik
sonuçlarını kadim uygarlıkların çöküş hikâyeleri ile birleştiren Jared Diamond
gibi popüler yazarlar, çöküş olgusunu trajedi ve ibretlerle dolu hikâyeler
dinleme arzumuza hitap eder biçimde tasarlamaktadır. Eski uygarlıkların
kuraklık, kıtlık gibi iklimsel felaketlerle yıkılmış olabileceği düşüncesi,
modern insanın başlıca korkusunu temsil etse de bu uygarlıkların neden
çöktüğüne dair fikir vermekten uzaktır.
Farklı bir yol izleyen antik Maya uzmanı
antropolog Scott Johnson, toplumların değişen koşullara yanıt vermedeki
başarısızlığının, kurulu nizama aşırı güven duymaktan kaynaklandığını öne
sürmektedir. Johnson’un “Antik Uygarlıklar Neden Başarısız Oldu?”
başlıklı kitabında ortaya attığı “sosyal kibir” (hubris) tezi,
sistemdeki yapısal zaafları görmezden gelmenin çöküşümüzün garantisi olduğunu
öne sürer: Sadece son birkaç nesildir var diye her şeyin aynı kalacağını ya da
daha iyiye doğru gelişeceğini söylemek kibirdir. Sosyal kibir, insanların
çöküşün habercisi olan kanıtları görmezden gelmesine neden olur ve önleyici
eylemleri engeller.
Keza, toplumlar, hayatımızın belirli bir
yolda olduğuna ve yeni uygulamaları kabul etmenin akıbeti değiştirmeyeceğine
dair “kaderci” bir bakış açısına sahip olabilir. “Allah’ın takdiri”,
kötü gelişmeleri açıklamak için kullanılan yaygın bir klişedir ve sosyal kibrin
dindarca ifadesidir.
Kuşkusuz kibir tek başına bir siyasal
sistemin çöküşüne yol açmaz. Doğal afetler, uzun süreli kuraklık ve kıtlıklar,
salgın hastalıklar vb. için de aynı şey geçerlidir. Çöküş, tüm bu etkenlerin
birlikte dinamik etkileşiminden gelir. Bu etkileşimin merkezinde ise liderler
ve yönetici elitin başını çektiği insan unsuru yer alır. Ana akım tarihçilerin
çoğunun, arka plandaki sınıfsal gerilimi gizlemek uğruna çöküşün insani
boyutunu ihmal etmesi anlamlıdır.
ÇÖKÜŞ ÖNCESİ
Siyasal sistemlerin çöküşünün gerçeğe
yakın bir hikâyesini elde etmek için, çöküş anına değil ondan hemen önceki on
yıllara odaklanmak gerekir. M.Ö. 1200 civarında çöken Argolid merkezli Miken
uygarlığının hikâyesi böyledir. M.Ö. 17. Yüzyılda, Yunan yarımadasında ve Ege
adalarında Avrupa’nın ilk yerleşik uygarlığını kuran Miken halkları, kentleri
ve yakın çevresindeki kırsalı kontrol eden monarşik siyasal yapılar halinde
örgütlenmişlerdi.
Miken krallıkları M.Ö. 13. Yüzyıl
sonundaki güçlü depremlerle sarsılmış görünse de arkeolojik bulgular, kentlerin
doğal felaketler sonucu terk edildiği iddiasını destekler nitelikte değildir.
Keza, çöküşü Dor istilasına bağlayan tezler de tanınmış Antik Yunan arkeoloğu
Anthony Snodgrass tarafından çürütülmüştür.
Çöküşten hemen önceki Miken siyasal
sistemini büyük çaplı inşaat programları damgalar. Özellikle M.Ö. 13. yüzyıl
ortasında, Alman arkeolog Hans Lauter’in “Miken’in Versayı” olarak
nitelediği, literatürde “Megaron” tabir edilen bir dizi saray kompleksi
göze çarpar. Heidelberg Üniversitesinden arkeolog Joseph Maran’a göre, yaygın
inşaat programları kamusal yarardan çok siyasal elitin güç ve statüsünü
ilerletmeyi amaçlamaktaydı. Yüksek maliyetli inşaat programları, köylüler,
işçiler ve ordu üzerinde iç karışıklık ve isyanları tetikleyen bir gerilim
yarattı. Gerilimin tepe noktasında, düzenin çözülerek sistemi ayakta tutan
merkezi ekonominin çöktüğünü görüyoruz.
Saray rejimlerinin istikrarı üzerinde
birikimli bir baskı oluşturan dahili karışıklıklar, 13. Yüzyıl sonunda yaşanan
yerel düzeydeki ciddi kuraklık, kıtlık ve depremlerle birleştiğinde saraylar ve
onunla bağlantılı idari ve ekonomik yapılar, onları simgeleyen elit sanat
ürünleri ortadan kayboldu; “Linear B” yazı sistemi kullanımdan kalktı.
Miken krallarına mahsus Wanax (Yüce Yönetici) unvanı da zamanla mitolojinin
konusu haline gelecekti.
Achaia bölgesi nerdeyse tamamen boşalırken
Lefkandi ve Perati kentleri terk edildi. Boeotia, Tesalya ve Messenia nüfusunun
çoğu iç çatışmalar sırasında öldü. Kurtulabilenlerin kitleler halinde
Kefalonya, Eğriboz, Sakız ve Kıbrıs adalarına, hatta Tarsus’a göç ettiğini
buralardaki mezar taşlarından öğreniyoruz. Miken’in çöküşünden klasik Helen
uygarlığının başlangıcına (M.Ö. 800) kadar olan yaklaşık dört yüz yıllık dönem,
literatürde “Yunan Karanlık Çağı” olarak adlandırılır.
Emeği ve doğal kaynakları büyük ölçekli
inşaat programları için sınırsızca kullanan, sürekli savaşlar için ordular
besleyen Geç Bronz Çağının saray elitleri, temel tarımsal sistemleri ve
iktidarlarının bağımlı olduğu kırsaldaki köylü nüfusun mali takatini yıldan
yıla zayıflatmıştı. Bu da onları beklenmedik ilave baskılara ve yaşamsal
önemdeki su kaynaklarını azaltan kuraklık koşullarına açık hale getirecekti.
Arkeolojik bulgular, M.Ö. 1250 civarında sarayların çevresinin surlarla
çevrildiğini, suya erişimi güvenceye alacak büyük sarnıçlar inşa edildiğini
göstermektedir.
Yine de çöküş öncesinde siyasal elitin bir
krizin yaklaşmakta olduğunu fark etmiş olması zayıf bir olasılıktır. Ne de olsa
denizaşırı ticaretten kâr sağlamışlar, etkileyici ve vizyoner inşaat
programları yürütmüşler, kendilerinden siyasal-ideolojik anlamda bekleneni ifa
ederek “parlak bir gelecek” için planlar yapmışlardı.
Bu geleceğin asla gelmemiş olmasının
nedeni, savaşların ve maliyetli inşaat programlarının işgücünü üretken
faaliyetlerden çektiği gerçeğini göz ardı etmiş olmalarıydı. Nüfusun üretken
kesiminin Wanax ve tanrılar için savaşçı ve işçi olarak seferber edilmesi,
özellikle köylü sınıfı üzerinde gittikçe artan bir toplumsal stres yarattı.
Merkeze akan vergi ve mallar aniden kesilirken kırsal kesim fırsatçı hiziplerin
çatışma alanına döndü. Siyasal düzenin çözülmesi, Argolid’ten çevre krallıklara
doğru hızla yayılarak Ege ve Doğu Akdeniz kıyılarını etkileyen silahlı çatışmaları
tetikledi.
Miken kralları, kesinlikle kendi dünya
görüşleri temelinde doğru olduğunu varsaydıkları şeyleri yaptılar. Onların,
seleflerini ve çağdaşlarını geçmeyi ve düşmanlarla savaşarak, görkemli bina ve
tapınaklar yükselterek tanrıların rızasını kazanmayı amaçladıklarından kuşku
duymamız için bir neden yok. Ancak bütün bunlar, çözümün değil sorunun bir
parçası olmakla; Johnson’un geçmiş toplumların çöküşünde kibrin etkisine dair
tezini doğrulamaktadır.
Muhtemeldir ki Miken elitlerinin gözünde,
saray merkezli sistem bir kriz ya da çöküş sürecinde değildi. Onların
yıkılışına yol açan şeyin işte bu “güvenlik duygusu” olduğunu söyleyebiliriz.
Kararlarının etkisini fark etmekten ve uyarlamacı yanıtlar vermekten uzak
duruşları, sistemin ani çöküşünü açıklar.
SONUÇ
Toplumlar, keskin siyasal ya da
etnik aidiyetler üzerinde yükselen, sömürü ve adaletsizliği kutsallık peçesiyle
örten bir sistemin yetkinliğinden kuşku duymaz olduklarında çöküşe yazgılı hale
gelirler.
Miken uygarlığının hikâyesi bu anlamda cesaret verici bir mesaj taşımaktadır:
Eğer geçmiş ümmetlerin çöküşünü kibirli liderlerin yanlış kararları tetiklemiş
ise aynı akıbete uğramamak için doğru kararlar vermek bizim elimizdedir.
Sosyal kibir kaynaklı çöküşlerin asli
faili, sıradan halk değil liderler ve yönetici elitin başını çektiği egemen
sınıflardır. Çöküş elit bir olgudur: Bir sisteme arız olan sorunlar, egemen
sınıfların refahı üzerinde kısa vadede tahammül edilemez olumsuz etkilere sahip
olduğunda çöküş başlar. Onların muhtemelen bir gün bile tahammül edemeyeceği
koşullarda yaşayan sınıflar için ise çöküş -stratejik olarak uygun yanıt
verildiğinde- ancak bir “fırsat” olabilir.
Kur’an, çöküşün bir tür “deus ex
machina” (tanrının eli) olarak takdim edilip tersten bir kutsamaya tabi
tutulmasını reddetmektedir. “Helak” olan kavimlerin salt dini emir ve
yasaklara uymadıkları için böyle bir akıbeti hak ettiğini düşünmek, -Niçe’nin
işaret ettiği- yıkım seviciliğini de içeren şehvetimizin dindarca ifadesidir
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.