25 Nisan 2020 Cumartesi

Müslüman Dünyada ve Türkiye’de ‘Kamu’ Hukuku Neden Zayıf? Prof.Dr. İlhami Güler


1 – İMPARATORLUKLARIN HİKAYESİ

Kur’an’da “Kamu” mülkiyeti, zekât gelirleri, menkul olan savaş ganimetlerinin (Enfal) beşte birinden oluşan “Humus” un toplandığı “Beytulmal (Hazine)”den oluşurdu. Kamusal otoritenin (devletin), herkesin güvenliği ve refahı (maslahatı) için harcayacağı mal-mülk demektir. Daha sonraları koyulan haraç, öşür ve cizye vergileri de buraya aittir. Fütuhatın gelişmesi ile elde edilen toprakların bir kısmı “Ikta” olarak, devlet başkanı tarafından işlenmek üzere bazı kişilere verilirken; büyük bir kısmı da, Hz. Ömer’in içtihadı ile devletleştirilerek sahiplerine kiraya verilmişti (Haraç).  Hz. Ömer, Irak’ı fetheden komutan Sa’d b. Ebu Vakkas’a yazdığı mektupta: ”Arazi ve nehirleri, işleyicilerine bırak ki oralar, Müslümanların bütününe gelir (atiyye) olsun. Sen, oraları savaşa katılanlara dağıtırsan; sonradan gelenlere bir şey kalmaz.” der. Hz. Ömer, fethedilen toprakları, 59 (Haşr) /6-10 ayetlerinde geçen  “Fey (Ganimet/Enfal)” grubuna sokarak “özel mülk” olarak değil; “devlet mülkü” olarak kalmasını şöyle temellendirir: “Bu fey’, ayetlerde geçen müminlerin hepsi için umumi-müşterek bir haktır. Bu toprakları, savaş gazilerine dağıtırsak, sonradan gelen müminleri nasipsiz bırakırız”. (Mustafa Fayda. Hulefa-yı Raşidin Devri. İst. 2020. S. 306).  59 (Haşr)/7. Ayeti ganimetin, toplumun zenginleri arasında temerküz etmemesini, dolayısıyla dağıtılmasını önerir; daha sonraları ortaya çıkacak olan, devlet başkanının (Halife-Sultan-Padişah) fethedilen topraklar üzerinde sınırsız tasarrufta bulunma yetkisini veya toprak elde etmek için savaşa girişmeyi değil. “Fetih” kavramı, -Kur’an’daki anlamı ile değil; bu bağlamda- ülke olarak toprak mülkiyetinin, savaş ile “el değiştirmesini” yani İslam devletine geçmesini ifade eder. Ebu Yusuf ve Ebu Ubeyde, bu toprakların, Müslümanlar arasında “özel mülk” olarak da paylaştırılabileceği kanaatindedirler. (a.g.e. s. 308) İslam’ı başka toplumlara “tebliğ” etmenin (Cihat-İ’la-i kelimetullah) yegâne yolunun ülke-toprak ele geçirmek olduğu, Arapların bir gerçeği-uygulaması olsa gerek; Kur’an’ın değil. Hz. Ömer’in içtihadı, ahlaki açıdan nispî olarak doğrudur; ancak sorunlu olan, gayri müslimlere ait olan “özel mülk”lerin, Müslümanların  “devlet mülkiyetine” geçirilmesi, tebliğin veya cihadın “fetih” olarak yorumudur. İslamiyet’e davet etmek için, “hikmet ve güzel öğüt ile (16/125)” ile Havarilerin ve Hz. Muhammedin yaptığı gibi elçi/mektup veya ulemadan oluşan “Tebliğ Heyeti” gönderme yerine; komşuların üzerine “ordular” salma, birbirinden ayrı iki ahlaki tutum ve tavırlardır. Birinci tutum, dünyayı “Daru’l-İslam-Daru’d-Da’va/Daru’l-İcabe” olarak ayırırken; ikinci tutum, “Daru’l-İslam-Daru’l-Harp” olarak ayırmıştır.

Siyasi otorite de, “Şura (istişare-oydaşma)” yani toplumun tümü ile birlikte oluşturulacak yerde; Kabile karizması ile önce Kureyş’e, sonra da Ümeyye oğullarına/klanına tapulanmıştır (Emeviler-Saltanat). Burada temel kırılma noktaları: 1-Fethedilen bölgenin tarım arazilerinin, önceki sahiplerinin “özel mülkü “olmaktan çıkarılıp, devletleştirilmesi. 2- Siyasi otoritenin “Kabile-Aile” ye geçmesidir. Bütün İslam imparatorluklarının tarihi budur. Her ikisi de Kur’an’ın ahlak-hukuka dayanan politik “Davası”na terstir. Çünkü fütuhatı gerçekleştiren “savaş”, Hz. Muhammed ve Hz. Ebubekir dönemindeki gibi, kendilerini korumak için başvurmak zorunda kaldıkları “haklı savaş” değil; başlatıcısı Müslümanların olduğu “yayılma” savaşıdır. Dolayısıyla, Hz. Ömer’in bu toprakları “Fey (ganimet-enfal)” grubuna sokması doğru değildir.

Bireysel ve toplumsal hukuk sorunlarını çözmek, -yazılı hukuk oluşturulmadığı için-  İslam toplumlarında sivil “Ulema” ya bırakıldı. Daha sonra da “Kadılık” müessesi oluşturuldu. Ancak İslam toplumları, devleti denetleyecek bir hukuki yapı (Kamu Hukuku) geliştiremediler. “İslam toplumunun yöneticiyi denetleme hakkı yoktur. Çünkü Halife, biatın (zorunlu boyun eğme) verdiği yetkiyle, halka karşı değil; Allah’a karşı sorumludur.” (M.A. el-Cabiri, Çağdaş Arap-İslam Düşüncesinde Yeniden Yapılanma. çev: A. İ. Pala-M. Ş. Çıkar. Ank. 2001.  S. 82)

Kamu Hukuku bağlamında benzer durum, Avrupa’da da vardı. Siyasi iktidar ve toprak mülkiyeti Kilisenin, Kralların ve Feodal lortların/beylerin elindeydi. Burjuva sınıfının yükselmesi ile özel mülkiyeti koruyan yasalar çıkarıldı: “Magna Carta” ile başlayan süreç. Fransız Devrimi (1789) ile de siyasal otorite Kilise ve krallardan halka geçti. Siyasi otorite, meşruiyetini halktan alıp topladığı vergileri şeffaf ve denetlenebilir bir halde kamunun hizmetinde harcayan bir merci durumuna geldi. Hukuk Devleti ve Kamu Hukuku da böyle doğdu. Devlete ait hazine ve onu kullanma yetkisine haiz hükümet, -istisnasız-“herkes”in maslahatını-hukukunu gözetme konumuna geldi. Vatandaşlar da, bunu bilerek vergi kaçakçısı olmadan sorumluluklarını yerine getirir oldu: Kamuya ait olan “hepimize” aittir. Avrupa’da “Devlet”, kamunun temsilcisi olarak kuvvetler ayrılığı, yazılı hukuk (Anayasa), İnsan Hakları, Demokrasi ve Laiklik ilkeleri üzerine kuruldu.
Siyasi Otoritenin (Halife-Sultan-Padişah) Abbasilerden itibaren kendini “Hilafet” kavramı ve “Allah” aracılığıyla dolayımlaması (Zıllullah, Kaimbiemrillah, Muizlidinillah, Adudullah…) ile devlet mülkü (memalik) ve tasarrufu, onun mutlak, denetimsiz ve kutsal (teokratik) yetkesine geçmiş oldu. Mülk/toprak elde etmenin kaynağı “Fütuhat” ile ganimet, zekât ve tarım-ticaret vergileri idi. Saltanat da bunu istediği gibi tasarruf edebiliyordu. Bundan dolayı, Ahali (Vatandaş) bu mülke, “hiç kimsenin” malı olarak veya “Allahlık” olarak bakıyordu. “Devlet malı deniz; yemeyen domuz” sözü, böyle bir psikolojinin ürünü olsa gerek.  Sultan, istediğine devlet malını “Ulufe”, “Arpalık”, “Vakıf” olarak dağıtabiliyordu. Ünlü Osmanlı şairi Şeyh Galip, kendi mesnevisi olan “Hüsn-i Aşk” da, kendine yöneltilen Mevlana’nın Mesnevisinden çalıntılar yaptığı suçlamasına “fahriye-i şahane=övünç vesilesi” olarak şöyle bir cevap verir: “Esrarımı Mesneviden aldım/

Çaldımsa, miri malı çaldım.”  “Mirî malı” devlet malı demektir. Bu olgu, Osmanlıda ahalinin “Devlet Malı (herkesin malı)”na nasıl baktığını gösteren korkunç bir örnektir.

Abbasiler’de “Beytulmal=Hazine”, fethedilen “ganimet” toprakları ile birlikte tarım ve ticaret vergilerinden oluşuyordu. Arapların, öteden beri “çapul” yapma tabiatları ile birlikte, “ticaret” yapma kabiliyetleri unutulmamalı. Dünyada ticari kapitalizmin, ilk defa Abbasiler döneminde Müslümanlar eliyle oluşturulduğu doğrudur. (Benedikt Koehler, İslam’ın Erken Döneminde Kapitalizmin Doğuşu. Çev: İsmail Kurun. Ankara. 2016.) Ancak Türklerin hegemonyası (Selçuklular-Osmanlılar) ile birlikte (asker millet) ticaret zayıflamıştır. Devletin ağırlıklı ekonomik kaynağı, artık sadece “ganimet” tir. Özel mülkiyetin ve ticaretin zayıf olduğu bir toplumsal yapıda “Devletlu” kavramı, hem siyasi-askeri bürokrasiyi imler; hem de devlet aracılığı ile “zengin” olmayı. Yıkılış dönemlerinde “hoşafın yağı (ganimet) kesildiği” için, Yeniçeriler ayaklandığı gibi; devlet de, müsrif alışkanlıklarını karşılamak için dışarıdan borçlanmaya gitmiştir (Duyun-i Umumiye).
Ekonomik kaynaklar “hesapsız (ganimet)” geldiği gibi; harcanması da “hesapsız” dır: “Haydan gelen, huya gider.” Osmanlı ahalisinde ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarında “Rüşvet” in yaygın olması ve  “norm”al kabul edilmesinin nedeni de budur: “Selam verdim; rüşvet değil diye, almadılar (Fuzulî).”, “Bal tutan, parmağını yalar.”, “Harmana koşulan öküzün önünden alaf esirgenmez.”…

2 – TÜRKİYENİN DURUMU

Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda devlet (hazine) arazileri genişti. Osmanlıdan kalan özel vakıf mülkleri de devlete devredildi. Saltanatın/sultanın yerini alan Tek Parti yönetimi (Yüce Atatürk-Milli Şef), devlet mülkü üzerinde istedikleri tasarruf yetkisine sahiptiler. İsteyen, bu dönemde yapılan tahsis ve devirleri kaynaklardan öğrenebilir; detayına girmeyeceğim. 1950 sonrası nispi demokratik dönemde devlet malı ve hazine arazileri üzerindeki tasarruflar devam etti.  1960 sonrası gerçekleşen iç göç sürecinde vatandaşın hazine arazileri üzerine “Gecekondu” yapması ve sağcı-muhafazakâr siyasi iradenin bunu onaylaması ve keyfi “sübvansiyon” politikaları, “rüşvet” ve talan/yağma (ganimet) alışkanlığının devam ettiğinin göstergesidir. 2000’ler sonrası –üretime ağırlık verme yerine- devam eden “Rant Ekonomisi (“İnşaat, ya Resulullah!”) ve siyasi iktidarın kamuya ait arazilerin (arsaların) yakınlara ve özel vakıflara istediği gibi ( “kanun” ile) tahsis veya devredilmesi; kanun değişikliği ile Köylülere ait olan “Mera” mülklerinin,  Belediyelerin (siyasi iradenin) tasarruf yetkisine devredilmesi, aynı alışkanlığın devamı olan örneklerdir.

Anadolu’da en yaygın hukuki anlaşmazlık davalarından birinin, tarla-arazi “sınır ihlali” davaları olması, vatandaşların bu konudaki kültürel genetiğini ele verir.  Özel mülkün (ki özgürlüğün temeli ve ön şartıdır) tâ baştan beri “Devlet” tarafından hakkıyla tanınmaması; bireyleri, devlete bağımlı hale getirdiği gibi; “herkese” ait olan mal ve mülke karşı da yöneticilerde ve halkta “talan/yağma/ganimet” gözü ile bakmayı doğurmuştur. Ebeveyn ile çocuk ve koca ile karı arasındaki ilişkinin, sevgi ve şefkatin arkasından saygıya dayanan bir “hukuk” ilişkisi olması yerine; bir “mülkiyet” ilişkisine dayanmasının kökeni de, buradadır. Türkiye’nin, devlet ile vatandaşı arasında ve vatandaşların kendi aralarında bir “Hukuk” yaratamamalarının, böylesine uzun/tarihî ve teolojik bir geçmişi mevcuttur.

3 – SONUÇ

Hristiyanlık (İsevilik-İnciller) –Kilise değil- sevgi, barış ve merhamet dinidir; tarihsel Yahudilik bağlamında dini bir reformdur. Ancak İslamiyet (Kur’an-Sünnet),  -Yahudilik (Tevrat)de olduğu gibi- “Adalet/Hukuk”a vurgu yapan bir dindir. Özel mülkiyeti esas kabul eden Kur’an: “Mallarınızı aranızda haksız yere yemeyin; İnsanların mallarından (Kamu veya özel mülk) bir kısmını, -bile bile- günaha girerek hâkimlere (siyasi- dini-hukuki otorite) rüşvet olarak vermeyin.” (2/188) der. Diğer hukuki konularda da: “Ey iman edenler, kendiniz ve ana-babanız aleyhinde de olsa, zengin veya fakir de olsa, Allah için şahitlik yaparak, adaleti titizlikle ayakta tutan kimseler olun. Allah, onlara (sayılan guruplara) sizden daha yakındır. Adaleti yerine getirmede arzularınıza (heva) uymayın. Eğer hakikati çarpıtırsanız veya onu yerine getirmekten çekinirseniz; bilin ki, Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (4/135) der. Müslümanlar, tarihi süreç içinde bireylerin birbirleriyle olan ilişkilerinde hukuk yapma işini “Ulema”ya devrederek, siyasi otoriteden bağımsız olarak ulemanın vicdani kapasitesi ile çözmeye çalışmışlardır. Ancak, devlet ile toplum arasındaki hukuki alanda, başta bahsettiğimiz iki kırılmadan dolayı adaleti tesis edememişlerdir. Bu durum, bugün de olanca çıplaklığı ile devam etmektedir. Çözüm, -Kur’an’ın önerdiği- ve Avrupa’da olduğu gibi, bir “Kamu Hukuku” yaratmaktan geçiyor. Bunun da ilk adımı, özel mülkiyetin ve özgürlüğün, -“Denenme” nin ön şartı olarak- ilahi bir hibe olduğunu anlamaktan ve kabul etmekten geçiyor

23 Nisan 2020 Perşembe

Dürüstlük ‘siyasi sermaye’ olabilir mi? İbrahim Kiras/23.04.2020


AK Parti’den kopmuş olan siyasetçiler tarafından kurulan yeni partilerin “siyasi sermayesi” olarak görülen değerlerden biri “dürüstlük”.
Böyle düşünenlere göre: Bu partilerin liderlerinden biri başbakanlık görevinde bulunmuş, öbürü uzun süre ekonomi yönetiminin en tepesinde görev yapmış olduğu halde akçalı konularda kendileri ve çevreleri hakkında hiçbir şaibe, söylenti, kuşku dile getirilmemiştir. Dolayısıyla iki yeni partinin AK Parti karşısındaki avantajlarından biri bu konu olabilir deniliyor…

Peki, doğru bir tespit mi bu? Yolsuzluk söylentilerinin artması, bal tutanın parmağını yaladığına inanılması veya kamu imkanlarının birilerini zenginleştirme aracı yapıldığının düşünülmesi kamuoyunu iktidardaki partinin aleyhine döndürebilir mi?

Bu sorulara cevap verebilmek için toplumun kültürel karakterini tanımak ve zihniyet kodlarını çözebilmek gerekir. Elbette hırsızlığı, yolsuzluğu, devletin parasının çalınmasını, milletin malının gasp edilmesini hiçbir toplum hoş görmez ama bir toplumun bu konulara göstereceği tepkinin öngörülebilmesi için önce bu kavramların o kültürdeki karşılıklarının belirlenmesine ihtiyaç var.

Yani devlet nedir, millet kimdir, çalmak veya gasp etmek nasıl olur?

Meselenin inceliği buradadır. Hırsızlık bütün kültürlerde kötüdür ama hırsızlık dediğinizde her toplum bundan tam olarak aynı şeyi anlamayabilir. Mesela bazı kültürlerde yalnızca kendi kabilenden veya aile üyelerinden çalmaktır hırsızlık. Hatta yabancının malını ele geçirmek kimi toplumlarda kahramanlık sayılır.

***

Bizim toplumda durum nasıl? Devletten vergi kaçırmak bizde (“fiş almazsak kaça olur”) hırsızlık olarak görülmez. Veya hazine arazisini çevirmek milletin malını gasp kabul edilmez. Hatta “devletin malı deniz yemeyen keriz” gibi atasözlerimiz vardır.

Ziya Paşa aslında bu zihniyetin tasvirini yapar: “Milyonla çalan mesned-i izzetde ser-efrâz/Birkaç kuruşu mürtekibin câyı kürekdir” (Milyonları çalanlar yüksek makamlarda oturur başları dik/Birkaç kuruşluk yolsuzluk yapana en ağır ceza verilir.) Dikkat ederseniz burada “milyonlar” zengin insanlardan çalınmıyor, devletten çalınıyor. Onun için sorun olmuyor. Buna mukabil bakkalın rafından veya manavın tezgahından aşırılacak en küçük bir nesne bile hırsızlıktır. Çünkü bizim gibi bir ferdin malıdır çalınan. Ama “devlet malı” öyle değildir. Ne de olsa toplumsal zihniyetimizde devlet “bize ait” bir kurum değildir. Bizim dışımızdaki bir yapıdır.

Hep birlikte oluşturduğumuz milli varlığın siyasi/bürokratik çatısı olarak görmeyiz devleti.  Kamu malını bu yüzden “milli servet”imiz olarak görmeyiz. Kamu malını çalan çırpan olursa “bana ne” deriz, gidenin bizim kendi cebimizden gittiğini akıl etmeyiz. Çünkü kendimize ait görmeyiz devletin malını.

***

Bu zihniyet sosyolojik anlamda millet olma aşamasına ulaşamamış topluluk zihniyetidir. Esas itibarıyla 1950’lerden itibaren yaşanan çarpık ve düzensiz şehirleşmenin (daha doğrusu yüzlerce yılda şekillenmiş “şehirli kimlikleri”nin çözülmesinin) sonucudur ama köklerinde kültürel genetiğimiz vardır.

Söz konusu zihniyet çerçevesinde aidiyetimiz geniş millet kimliğine değildir, küçük grup kimliklerinedir. Bizim aşiretimizden, bizim cemaatimizden, bizim partimizden vs. olmayanlara güvenmeyiz. Bizim gibi ülkelerde güç ve zenginliğin yegâne dağıtım merkezi olan devletin “bunlar” tarafından ele geçirilmesini istemeyiz. Zira devlet, bizim olmadığına göre, ele geçirilecek bir kaledir. Onlar ele geçireceğine bizimkiler ele geçirsin dediğimiz güç kaynağıdır. 

Binaenaleyh, ülkemizde siyasi iktidarlara yöneltilen yolsuzlukların çoğaldığı, kamu imkanlarının amaç dışı kullanıldığı veya en azından bu alandaki suistimallere göz yumulduğu gibi suçlamalar çok etkili olmuyor. ANAP iktidarı döneminde bu konuda ifade edilen “çalıyorlar ama çalışıyorlar” sözü yeterince aydınlatıcı bir örnektir.

Bu bakımdan yolsuzluklarla mücadele ve şeffaflık vaadiyle ortaya çıkan bazı partilerin sırf bu açıdan hüsnükabulle karşılanacağını düşünmek hayalcilik olur.

Türk toplumunda devleti yönetenlerden beklenen şey kişisel erdem değildir. Halka “babalık” etmeleridir. Orhun yazıtlarında “Aç milleti doyurdum, çıplak milleti giydirdim…” diyor Bilge Kağan.

“Çalmadım, çırpmadım, kimseyi haksız yere zenginleştirmedim” demiyor. Çünkü modernite öncesi toplumlarında -genel anlamda- kamu malı diye bir kavram yok; devlet diye bir güç ve imkân dağıtım santrali var. O da kralın, sultanın veya hakanın malı.

Bugün için düşünürsek, siyasi iktidar açısından ekonominin iyi yönetilmiyor olduğuna ilişkin bir algı yolsuzluk algısından çok daha tehlikelidir

22 Nisan 2020 Çarşamba

Vicdanları yaralayan yeni Ankara kriterleri Mehmet Ocaktan/22.04.2020


Küresel bir salgınla mücadele ediyoruz, hepimiz alıştığımız günlük hayat seyrimizi değiştirerek bu musibetten kurtulmanın çarelerini arıyoruz.
Bu öylesine hassas bir süreç ki, hepimiz bilerek ve isteyerek en doğal özgürlüklerimizden feragat ediyoruz. Çünkü buna mecburuz, ayrıca başka bir çaremiz de yok.
Ama talihsizlik o ki toplumun müthiş bir dayanışma örneği sergilediği bugünlerde, devletin bu dayanışma ruhuyla örtüşmeyen tavrı doğrusu vicdanları yaralıyor. Lütfen bu ülkeyi seven herkes elini vicdanına koysun ve belediyelerin korona mağdurlarına yardım götürmesinde nasıl bir kötülük olduğunu açık yüreklilikle kendine sorsun.
Kim nasıl değerlendirir bilemem, ama ben Allah’a inanıyorum. Benim inandığım Allah yarattığı hiçbir kuluna karşı ayrımcılık yapmıyor. Rızık verirken “inananlar” ya da “inanmayanlar” diye de ayrım yapmıyor. Çünkü Allah adildir ve nimetlerini insanların, hayvanların ve bütün canlıların faydalanması için musahhar kılmıştır.
Ve ben, Hz. Peygamber’e bütün kalbimle inanıyorum. O rahmet peygamberi diyor ki: “Kim Müslüman kardeşinin ihtiyacını giderirse, kim Müslüman kardeşini bir sıkıntıdan kurtarırsa Allah da onu bir sıkıntıdan kurtarır; kim bir Müslüman kardeşinin kusurunu gizlerse Allah da onun kusurunu gizler (affeder)” /Buhari-Müslim/
Düşüne biliyor musunuz İstanbul ve Ankara büyükşehir belediyelerinin salgın mağdurlarına yardım yapması engelleniyor, belediyelerin 25 yıldır ihtiyaç sahiplerine yardım eden aş evleri kapatılıyor.
En vicdan yaralayıcı olanı da Mersin Büyükşehir belediyesinin halka ücretsiz ekmek dağıtımı valilik tarafından yasaklanıyor. Bu öylesine yürek burkucu bir haber ki, insan ister istemez “Sonunda bugünleri de mi görecektik?” diye sormadan edemiyor.
Bu nasıl bir siyasi akıl tutulmasıdır ki AK Parti’nin bir genel başkan yardımcısı Allah’ın nimeti olan ekmeğin mağdurlara ulaştırılmasını “paralel ekmek dağıtım” olarak tanımlayabiliyor.
Doğrusu bu hali tarif edecek cümle bulmakta zorluk çekiyorum. Aklın ve vicdanın sustuğu bir iklim bu...
Benim bildiğim AK Parti bu değil, çünkü o 70 milyonu kucaklamak üzere yola çıktı ve yıllarca bunun mücadelesini verdi. Uzun yıllar memleketi Ankara’dan yönetmeye ve herkesi rejimin ideolojik parantezi içine almaya çalışan jakoben zihniyete karşı yerel demokrasiyi, özgürlükleri savundu ve meydanlarda ayrımcı zihniyetin bu memlekete ne büyük kötülükler ettiğini haykırdı.
Ortak akılla oluşturduğu kuruluş ilkelerini demokratik ve insani değerlerle şekillendirdi: “Toplumumuzda kısır çekişmelere yol açan, din, mezhep, cinsiyet, etnik ayırımcılık konularındaki tartışmalı uygulamaların temelinde, hak ve özgürlükler konusundaki eksiklikler yatmaktadır. Demokrasimizi evrensel düzeye taşıyacak ‘insan haklarına dayanan’ devlet anlayışının yerleşmesiyle bu kısır çekişmeler sona erecektir.”
Şimdi AK Parti ne yazık ki kendi ilkelerine meydan okuyor ve maalesef dramatik bir şekilde 80 yıl sonra her şeyi Ankara’dan kontrol eden “dokunulmaz devlet”i yeniden ihya ediyor.
Zaman zaman ‘hafızam bana oyun mu oynuyor acaba’ diye kendimi sorguluyorum. Zira benim de vekil olduğum dönemde halkın iradesi dışında hiçbir gücün olamayacağını, her şeye
Ankara’nın karar verdiği günlerin geride kaldığını, seçilmişlerin üzerinde hiçbir gücün ‘vesayet’ oluşturamayacağını, seçilmişleri itip kakan zihniyetin artık bu topraklarda bir daha hayat bulamayacağını söyledik.

Ama şimdi anlıyoruz ki yanılmışız, meğer yazı da tura da gelse hep Ankara kazanıyormuş, “yeni Ankara kriterleri”ne seçilmiş belediye başkanlarının valinin emrinde olması gerekiyormuş.

Ve galiba ‘tek bayrak’ın altında muhalefete yer yokmuş...

17 Nisan 2020 Cuma

Can pazarında particilik Taha Akyol/17.04.2020


Koronavirüs salgınına karşı ateş hattında savaşanlar, sağlık çalışanlarıdır. Hepimizin sağlığı, canı onlara emanet.
Fakat sağlık çalışanlarına karşı şiddet uygulamak gibi canavar bir damarımız da var.
Sağlık Bakanı Fahrettin Koca 10 Nisan günü şöyle bir çağrı yapmıştı:
“Şiddete maruz kalması muhtemel her sağlık çalışanı bütün partilere eşit mesafededir. Sizlerden istirhamımız bu tasarının her vekilin evet oyuyla yasalaşmasıdır. Meclisimizden personelimiz için bir kalkan istiyorum. Meclis yasayı oy birliğiyle çıkarırsa bizler meclisimizi yürekten alkışlayacağız…”
Bu gerçekleşti, kanun Meclis’te beş partinin oylarıyla kabul edildi.
Bu doğru kanun, maalesef üniversiteler hakkındaki yanlış kanunun içine sokuldu “torba yasa” yapılarak Meclis’ten geçti. Bu vahameti ayrıca eleştireceğim.
BELEDİYELERİ DIŞLAMAK
Sağlık çalışanları hakkındaki olumlu bir kanunun Meclis’te beş partinin oylarıyla yasalaşması gösteriyor ki, bazı hayati konularda birleşebilir, el ele verebiliriz.
Öyleyse, iktidar virüsle mücadelede niye belediyeleri dışlıyor?!
Kırk yıllık aşevlerini niye kapatıyor?
Bazı vatandaşlar krizle mücadeleye yardımlarını merkezi idare üzerinden yapmak istiyorlarsa yapsınlar, bu teşvik de edilmeli, ediliyor zaten.
Peki bazı vatandaşlar virüsle mücadeleye yardımlarını belediyeler üzerinden yapmak istiyorlarsa, iktidar niye buna engel oluyor? Niye hesaplarını bloke ediyor?
Aksine, particilik ayrımı yapmadan el ele çalışmak gerekmez mi?
Efendim kanun ‘belediyeler valilerden izin almalı’ diyormuş... Öyleyse verin o izni!
Maske dağıtımında bile belediyeler devre dışı bırakıldı!
Besbelli: Virüsle mücadelede seçmenler sadece “biz”i görsün! Farklı partilerin yönettiği belediyeler olabildiğince göze çarpmasın!
Ama belediyelerin potansiyelini sınırlamakla salgına karşı Türkiye’nin toplam mücadele potansiyeli sınırlanıyor!
KALIN’IN SÖZLERİ
CB Sözcüsü İbrahim Kalın partici, siyasetçi değildir. Muhafazakar bir akademisyen ve entelektüeldir. Kitaplarında ortaya koyduğu entelektüel değerler particilik hırsıyla körelmediği için, objektif gerçeği ifade etmekten geri durmuyor:
“Siyasi görüş ayrılıklarını, parti mensubiyetlerini bir kenara bırakarak hepimizin bu iş birliğine ve eş güdüme odaklanması gerekiyor. Güzel örnekleri de var. Belediye başkanlarımız çok güzel işler yaptılar, yapmaya devam ediyorlar.” (12 Nisan)
Ankara’da Mansur Yavaş’ın, İstanbul’da Ekrem İmamoğlu’nun, İzmir’de Tunç Soyer’in, diğer büyük şehir belediyelerinin hepsinin birlikte çalışmaya açık oldukları ayan beyan ortada. Ama çağrıları karşılık bulmuyor, Cumhurbaşkanı’ndan randevu bile alamıyorlar.
Yoksa “siyasi görüş ayrılıklarını, parti mensubiyetlerini bir kenara bırakarak hepimizin bu iş birliğine ve eş güdüme odaklanması” gerekmiyor mu?!
Sağlık Bakan Sayın Koca’nın doğru ifadesiyle devletin de “bütün partilere eşit mesafede” olması gerekmiyor mu?
Devlet idaresinin, devlet yetkilerini kullanmanın “bütün partilere eşit mesafede” olması halinde etkin ve güvenilir olacağı apaçık bir gerçek değil mi?
Peki ”Ekrem’e zırnık yok” diye kampanya açmaya ne dersiniz? Başkaları da ‘falancalara zırnık yok’ diye mi kampanya açsın? Biz “millet” miyiz, kabileler yığını mıyız?
‘BÜYÜK BUHRAN’
Virüsle mücadelede Türkiye vaka, hastane hizmeti, ölüm ve iyileşme sayılarında Avrupa’ya göre bugün başarılı bir noktadadır. Fakat bunda virüsün bizde geç bir tarihte, 11 Mart’ta gözükmesinin, bu “gecikme”nin payı vardır.
Sayılar zamanla büyüyor.
Virüsle mücadelede bütün sayılar itibariyle çok başarılı olan Japonya dün 6 Mayıs’a kadar bütün ülkede “acil durum” ilan etti!
Almanya da çok başarılıdır fakat 2 Nisan’da Almanya’da vaka sayısı 84.264’tü, dün bu sayı 135 bine dayandı…
Saygın iktisatçı Prof. Selva Demiralp, logaritmik olarak yaptıkları bilimsel projeksiyonun özetini YetkinReport’ta açıkladı: Türkiye kritik döneme giriyor, çok sıkı karantina uygulamaları ile yayılma süresi ve iktisadi tahribatı azaltılabilir…
Kritik iki haftaya girdiğimizi Bakan Koca da söyledi.
Virüs geçtikten sonra bütün dünya ve biz çok ağır bir ekonomik resesyonla karşılaşacağız. İktisatçılar 1930’daki “Büyük Buhran”dan ağır olacağını söylüyor.
Türkiye ekonomisi zor bir döneminde yakalandı buna. TÜİK’e göre 2019 yılında Türkiye’de işsizlik zaten rekor seviyeye çıkmıştı: Yüzde 13.7…
Şimdi buna virüsün ekonomideki tahribatı binecek!
Sıkıntılar büyüyecek. Particilik zamanı değil, samimiyetle el ele verme zamanı.

16 Nisan 2020 Perşembe

Yerli ve Milli Londra İbrahim Kahveci/16.04.2020


Küresel krize dönüşmüş bir pandemik durum ortada. Bir tarafta salgın hastalık, diğer tarafta salgın kriz. Her ikisi ile de mücadele gerekiyor.
FED, rezerv paraya sahip Merkez Bankaları ile swap yolu ile dolar takası kapısını açtı. Rezerv paraya sahip olmayan ülkeler için ise ABD tahvili karşılığı dolar kapısını açtı. Amaç nakit sıkışıklığını gidermekti.

Ne yazık ki ikinci maddeye de yetişemedik. 2018 yılında rahip krizinde ABD’ye kızıp tahvilleri satmışız meğerse...

FED bu durum karşısında adres olarak IMF’yi gösterdi. Bu şartları taşımayanlar için IMF’den nakit desteği alabilirsiniz dedi.

Ne yazık ki biz bu maddeye de uymadık.

Şöyle uymadık: Biz yıllarca meydanlarda Millete “Hain IMF” sloganı satmıştık. Şimdi krizde sıfır faizle nakit vermesine rağmen IMF’nin kaynaklarından nasıl yararlanabiliriz?

Ve hemen açıklamalar gelmeye başladı: “Biz bize yeteriz” demedik mi? IMF programı başta olmak üzere, hiçbir dayatmaya boyun eğmeyiz. IMF gündemimizde yok”

Önce şu gerçeği herkes bilsin: IMF bu parayı bir program, yani stant-by anlaşması ile vermiyor. FED ve IMF diğer ülkelere de “Siz salgın hastalıkla asıl uğraşın, para sorunu çekmeyin” diye veriyor.

Ortada bir IMF anlaşması yok. Sıfır faizli bedava para var.

Ama elbette IMF’de verdiği paranın amaca uygun kullanılmasını isteyecektir. Yani IMF’den para alıp o para Kanal İstanbul ihalesi yapamazsın. Ya da Hazine garantili -müteahhitlere yeni ihaleler veremezsin.

Amaç Millete gerçekten hizmettir. Müteahhitlere hizmet değil...

IMF’ye bu kadar sert çıkmamızın nedeni asla ve asla “Yerli ve Milli” dava değildir.

Eğer -Yerli ve Milli- isek neden ‘Şehir Hastaneleri’ başta olmak üzere Hazine garantili KÖİ projeli ile müteahhitleri koruma-kollama ihaleleri LONDRA Tahkimine bağlandı? 

Bir kişi bunu izah etsin.

Osmangazi Köprüsünün Hazine garantisi Milletin sırtında ama Tahkimi Londra’da.

Çanakkale Köprüsünün Hazine garantisi Milletin sırtında ama Tahkimi Londra’da.

Yavuz Selim Köprüsünün Hazine garantisi Milletin sırtında ama Tahkimi Londra’da.

11,2 milyar dolara yaptırılan Şehir Hastanelerinin 95 milyar dolarlık Hazine garantisinin Tahkimi de Londra’da... (Bir tanesi hariç)

Tahkimlerin Londra’ya bağlanması şudur. İktidar değişir de “Nedir bu fahiş Hazine garantileri” derlerse işte onun yargısı Türkiye’de değil Londra’da olacaktır.

Bakınız Sn Cumhurbaşkanı Erdoğan yıllar önce af konusunda “Devlet Millete karşı işlenen suçlar affedemez” diyordu. O zaman “Devlet sadece kendisine karşı işlenen suçları affedebilir” diyordu.

Bugün af geldi. Ama Devlete karşı işlenen suçlara değil, Millete karşı işlenen suçlara...

Yıllar önce ekonomiyi çay ve simit hesabı ile ifade eden yine Sayın Erdoğan’dı. Bugün ise Sayın Temel Karamollaoğlu’nun dediği gibi o çay ve simit hesabın hiç girmiyoruz.

Aslında biz benzer sorunu AB ile Suriyeli mülteciler konusunda da yaşamıştık. AB ile Haziran 2015’de vizesiz serbest dolaşım hakkını da almıştık. AB bize yılda 3 milyar euro da verecekti.

Şimdi diyoruz ki, AB anlaşmaya uymadı.

Gerçekten AB mi anlaşmaya uymadı? Bunu çok iyi analiz ediniz.

Biz değil miydik “AB parayı direkt Suriyelilere ihtiyaç karşılığı veriyor, para bizim elimize geçmiyor ki” diyen.

Burada mesele illa biz bedava parayı istiyoruz ama bu parayı da istediğimiz yerde harcamak özgürlüğüne da sahip olmak istiyoruz.

Olaya başka açıdan da işaret edelim: “Biz bize yeteriz” aslında bir başka politikanın göstergesi. Biz hesaplarımızı kimseye göstermek mi istemiyoruz? Acaba hesaplarımızda bir sakınca mı var?

O nedenle içe kapan Türkiyem..

İçe kapan ve kimse hesap bilmesin, kimse hesaplarımızı görmesin mi?

Kısaca iş çok derin.

Müteahhitlerin Hazine garantilerini Londra’ya  bağlayıp sonra da içerde Yeli Milli söylem ne ifade edebilir?

Bu işte bir terslik yok mu? Lütfen biraz düşünelim.

15 Nisan 2020 Çarşamba

Fırsat gelmişken eğitime bir el atalım! Şenol Kaluç/15.04.2020


Korona günlerinde, “dünya artık eskisi gibi olmayacak!” diye beylik laflar etmek yerine eğitimde kalıcı ve doğru adımlar atmak için önümüze bir fırsat doğdu. 
Daha önce yazdığım gibi veliler bu kadar uzun süre ve ders yükü içinde çocukları ile baş başa kaldıkları için bazı gerçeklerle ilk kez yüzleşti. Pek çok öğrenci okul alışkanlıklarını evde de devam ettirirken önemli bir kısmı da okulla ilişkilerinin sadece bedenen orada bulunmak ve sosyalleşmekten ibaret olduğunu açıkça ailelere gösterdi.

Ne acıdır ki öğrencilerimiz -özellikle de kızlar- için okul geleceğe hazırlamaktan çok ev, aile ve çevre baskısından bir kaçış ve sosyal ilişkiler kurmak için bir araç durumunda.

Okullarımızda, özellikle lise kademesinde hedefsiz çok büyük bir kitle var ve bunun suçlusu da bu çocuklar değil. Bu çocuklara temel ahlaki değerleri kazandıramayan, sorumluluk ve bedel ödeme gibi kavramları öğretemeyen sistem ve bu sistemin bu şekilde uygulanmasına rıza gösteren veli-öğretmen-okul-MEB-siyaset ve tabii ki başta devlet olmak üzere herkes suçlu.

Eğitim konusunda el ele vererek birbirimizi, kendimizi ve de en önemlisi çocuklarımızı kandırmakta bir beis görmüyoruz. Lise ve üniversite çağına gelindiğinde çocuklar da bu yalanın bir parçası haline geliyorlar.

Bugün üniversitelerde 7 milyondan fazla öğrenci var ve bunların %80’i al(ama)dıkları eğitimin kendilerine kuru bir diplomadan başka bir şey vermeyeceğinin farkında. Biliyorlar ama okumaktan -zaman kaybetmekten- başka da bir seçenekleri yok gibi davranıyor-davranıyoruz.

Devlet için resmi işsizler ordusuna ne kadar geç katılırlarsa o kadar iyi.

Bu nedenle mevcut krizi fırsata çevirip, bugün ilkokul çağında olan çocuklarımızı kurtarmak için bir yol açabiliriz. Bunun yolu da o kadar da zor değil. En azından sistemde ciddi reformlar yapamasak bile küçük bir iki dokunuşla çok şeyi değiştirebilir.

Ve bu adımları MEB’in en tepesinden en altına herkes biliyor ama kimsede bu adımları atacak cesaret yok ve üzücü olan ne devletin ne de toplumun gerçekte böyle bir talebi yok.

***

“Yapılabilir olan ama yapılmayanlar nedir?” dersek:

- Öncelikle sınıf tekrarı uygulaması en azından ortaokuldan itibaren acilen gelmeli; belli yeterliliğe sahip olmayan çocuklar kesinlikle bir üst sınıfa geç(e)memeli.

Adalet, hakkaniyet, eşitlik vb kavramların pekiştirilebilmesi için öğrencilerin her şeyden önce sorumluluklarını yerine getirmeleri gerektiğini önce okullarda öğrenmeli. Çalışan, emek harcayan ile hiçbir şey yapmayanın aynı kefeye konduğu bir sistem sadece ahlaksızlık üretir.

- Kaynaştırmalı eğitim ve akran eğitimi düşünceleri, her ne kadar güzel bir fikir olsa da uygulamada sorunludur. Bu duruma başka bir çözüm bulunmalı.

- Okulların bugün için en acil çözülmesi gereken sorunlarından biri de disiplinsizlik. Veli-öğrenci profili inanılmaz derecede saldırgan ve mütecaviz. Geçmişte öğretmen baskısından şikayet ediyorduk şimdi ise tersi bir durum var ve acilen bir orta yol bulunmalı.

- Lise eğitimi için kesinlikle baraj sınıfı olmalı ve bu baraj sınıfından itibaren öğrencilerin hangi tür okullara gidebilecekleri ile ilgili kesin sınırlar çizilmeli. Bu yapılırken de velilerin okula-öğretmene baskı yapmalarının önüne geçecek bir sistem oluşturulmalıdır.

- Liseler kendi içinde üç gruba ayrılmalı; akademik eğitim, yarı akademik yarı mesleki eğitim ve tamamen mesleki eğitime göre planlanmalıdır.

- Akademik eğitim verecek okullara girişler kesinlikle esnetilmemeli ve bu okulların öğrenci kaliteleri asla aşağı çekilmemelidir.

- Belli bir akademik yeterliliğe sahip olmayan öğrenciler kesin bir şekilde mesleki eğitime yönlendirilmeli, bu konu seçimli olmamalıdır.

- Bu konuda devlet okullarına girişler kesin çizgilerle belirlenirken özel eğitim kurumları istisna dışı tutulmalıdır. Bu kurumlar kendi öğrenci havuzlarını kendileri belirlemeli, veliler de çocukları için bu havuzu kendi şartları dahilinde kullanabilmelidir.

- Üniversite sınavları herkese açık olmakla birlikte özellikle uygulamalı alanlarda mesleki eğitim kökenli öğrenciler için ayrı sınavlar düzenlenmeli ve çekirdekten yetişme ve başarılı öğrencilerin önü açılmalıdır…

***

Söylenecek çok şey var ancak iki basit konuyu Sayın Bakanımız Ziya Selçuk’a hatırlatarak nokta koyalım:

1- Japonya’da olduğu gibi okullarımızın temizlik faaliyetlerine artık öğrencilerimiz de katılmalı. Bu, yaşadığı çevreyi içselleştirme ve farketme açısından çok önemli.

2- Çocukları sınıf içi aşırı ders yükü ve gereksiz konulardan kurtarmak için verdiğimiz sözü de tutalım.

13 Nisan 2020 Pazartesi

‘Bidon kafalılar’a bir ‘Mukaddime’ Yıldıray Oğur/13.04.2020


Geçen Cuma, gece 12’den sonra başlayacak hafta sonu sokağa çıkma yasağı, iki saat önce açıklanınca, yasak sırasında fırınların ve sucuların açık olacağıyla ilgili genelge de açıklamadan yarım saat sonra gelince 30 Büyükşehir ve Zonguldak’ta halk o saatte açık olan fırınlar ve marketlere akın etti.
Devletin stoğa gerek yok çağrılarına riayet edenler, zaten stok yapacak durumu olmayanlar, alışverişini hafta sonuna bırakmış olanlar, evinde bebeği, çocuğu, hastası olan, onların ihtiyaçları için o son iki saatte markete gitmek zorunda kalanlar, sigara, ekmek, su almak isteyenlerin oluşturduğu kalabalıklar, kuyruklar medyaya ve sosyal medyaya düşünce, paniğe neden olan hükümet tasarrufuna laf edemeyenler başladılar halkın cehaletine, sorumsuzluğuna laf etmeye...

Kucaklarında kola şişeleri, ucuz marketlerde satılan tok tutan bisküvilerle kasaların önünde bekleyen abiler, ekmek çuvalını sırtlanmış götüren amcalar, hayatın bin bir türlü ihtimalini düşünmeyen orta sınıf kibrinin hedefi oldular.

Üstelik bu kez geleneksel laik orta sınıf kibrinin değil, bu kibrin tadını iyi bilen yeni muhafazakar orta sınıf kibrinin.

Nasıl olsa iktidarın bir tasarrufunu eleştirmek yerine, suçu savunmasız halka atmak ucuz ve maliyetsizdi, cehalet, bilinçsiz, eğitimsiz, açgözlülük, lüksünden ödün vermemek gibi laflar havalarda uçuştu.

Ertesi gün hızını alamayan iktidar medyasının bazı tuzu kuru yazarları o geceki kaotik iki saatte panikle marketlere gidenlere “zeka özürlü, ayı, alt tabaka, lümpen” diye hakaret etti.

Bu kadarını demeye dilleri varmayan, hükümeti eleştirmeye de elleri gitmeyenlerin ise imdadına 600 yıl önceden İbn Haldun’un bir cümlesi yetişiverdi:

“İnsanı açlık değil, alıştığı tokluk öldürür”

O akşam yaşanan kaosun suçunu halkta bulan Kızılay Başkanı’ndan iktidar milletvekillerine, gazetecilerine kadar herkes İbn Haldun’un bir sözünü paylaşıp durdu.

Hatta dün iktidara yakın bir gazete bu sözü manşet yapmıştı.

Herhalde o gece hararetle bu hikmetli sözü paylaşanlar, İbn Haldun’un israfa, lükse, açgözlülüğe karşı, kanaatkarlığı, azla yetinmeyi tavsiye ettiğini düşündüler.

İnternette kıtlık, tokluk diye aratınca “İbn Haldun’dan harika sözler”, “hikmetli sözler” derlemelerinde karşınıza çıkan, capsleri yapılmış, popüler kültürde dolaşıma girmiş bulunması kolay bir aforizma bu.

Bu cümle için Mukaddime’yi okumuş olmaya da gerek yok.

Yine de İbn Haldun ne demek istemiş emin olmak için Mukaddime’yi açıp bir bakalım.

Bunun için Dergah yayınlarından çıkan Mukaddime’yi seçelim.

Eseri yayına hazırlayan ünlü ilahiyatçı Prof. Dr. Süleyman Uludağ.

Prof. Uludağ, kitabın girişinde uzun bir İbn Haldun biyografisi de koymuş. İslam Ansiklopedisi’nin İbn Haldun maddesini de o kaleme almış.

Maddenin girişinde yazdığı gibi İbn Haldun 14’üncü yüzyılın başlarında doğmuş, 15’inci yüzyılın başlarında vefat etmiş bir “tarihçi, sosyolog, filozof, siyaset ve devlet adamı”.

Yani müminlere ve insanlığa ahlak, fazilet tavsiye eden, hikmetli sözler söylemiş bir din adamı, ilahiyatçı değil.

Hatta tam tersine ömrü hayatı iktidar mücadelelerinin ortasında geçmiş, sultanlara karşı kumpasların, darbelerin içinde yer almış, bu yüzden hapis yatmış, sürgüne gönderilmiş, genelde iktidarlara, hükümdarlara yakın durmuş biri.

Mukaddime’nin girişinde Prof. Uludağ şöyle yazmış:

“İbn Haldun fırsatçı bir adamdı, pratik hayatında gaye her türlü vasıtayı mubah kılardı. Makam tutkusu güçlü idi. Gözü hep üst mevkilerde idi. Şahsi menfaati ve maksadı için veya zarardan korunması için kendisine iyilik yapana kötülük yapmakta, ihsana garkedenler aleyhine tertiplere karışmakta ve lütfuna nail olduklarına karşı değişmekte bir beis görmezdi.
Karşılaştığı bütün siyasi keşmekeşlerde, münasebet kurduğu bütün hükümdarlar, emirler ve devlet büyükleri karşısında ona hakim olan temayül bu olmuş ve bu temayül ölene kadar onun huyu olmuştu.”

Hatta yaşadığı dönemde Şam’ı ele geçirip, Mısır’a yürümekte olan Timur’u durdurmak için huzura çıkmış, elini öpmüş ve şöyle demişti:

“Sen alemin sultanı, dünyanın padişahısın. Hz. Adem'den günümüze kadar senin gibi bir hükümdarın çıkmış olduğu inancında değilim. Benim gibi biri bu gibi hususlarda gelişi güzel konuşmaz. Çünkü ben bir ilim adamıyım.”

Peki, bunları nereden biliyoruz. Oryantalistlerin kitaplarından mı, düşmanlarının yazdıklarından mı, İslam karşıtı çevrelerden değil bizzat kendi kaleme aldığı hatıratından.

Zaten tam da İbn Haldun’u değerli yapan bu.

Hatıratında kendisine karşı eleştirel, dürüst, acımasız olduğu gibi eserlerini de çağının oldukça ilerisinde bilimsel bir metodla ve eleştirel bir dille kaleme almıştı.

Doğanın kanunları olduğu gibi toplumların da kanunları olduğuna inanmaktaydı ve 14’üncü yüzyılın şartlarında bunları bulduğunu düşünmüştü.

Yani “İnsanı açlık değil, alıştığı tokluk öldürür” cümlesi de bir vaz-ı nasihat, ahlaki, İslami bir düstur değil, kendisine göre bir  toplumsal, biyolojik, tıbbı tespitti.

Şimdi o sözü siyaseten yararlı bulup o gece hararetle paylaşanların yapmadığını yapıp, cümlenin geçtiği Mukaddime’deki beşinci bölümü açalım.

Bu bölümün konusu: “Bolluk ve kıtlık itibariyle ümranın ahvalinde görülen farklılık ve bunun insanların beden ve ahlakı üzerinde meydana getirdiği tesirler”

İbn Haldun,  sıcak iklimlerin bedevi Sudanlılarıyla, ‘soğuk’ iklimlerin hadari Faslılarını kıyaslıyor. Soğuk iklime bulabildiği örnek Fas. Yani sınırlı bir coğrafyayı gözetleyerek, şimdi okuyanlara fazlaca iddialı gelecek totolojik sonuçlara varıyor.

Şöyle iddialı tespitler bunlar:

“Gıda maddesi bol, ekini, hububatı, süt, peynir gibi hayvanlardan elde edilen gıda maddeleri, meyve gibi yenecekleri çok olan verimli iklimlerde bolluk içinde yaşayan
ahali ekseriye zihinleri itibariyle geri zekalı, bedenleri bakımından kaba olmakla muttasıf olurlar. Hububat ve katıklık türünden yiyecek maddeler itibariyle bolluk içinde yaşayan Berberlerin, yine Berberlerden olup da maişet
bakımından sıkıntı içinde bulunan, arpa ve darı ile yetinmek zorunda kalan Masmudiler ile Gumare ve Sus halkı karşısındaki hali işte budur. Dikkat edilince görülür ki, akılları ve bedenleri itibariyle bunlar daha iyi bir haldedir.”

Hatta daha da ileri gidiyor ve şöyle diyor: 

“Geçim sıkıntısı içinde yaşayan kişiler, bolluk ve refah içinde bulunanlardan daha güzel bir dini yaşayışa sahiptirler, ibadete daha fazla düşkündürler. Hatta dindar insanların şehir ve kasabalarda az olduğunu görmekteyiz. Şehir ve kasaba halkı umumiyetle, bol bol has buğday, katıklık ve et yediklerinden derin bir gaflet içinde ve kalbi katı olurlar.”

İşte “İnsanı açlık değil, alıştığı tokluk öldürür” cümlesinin geçtiği bölüm bu tespitlerin ardından geliyor.

Okuyalım:

“Allah daha iyi bilir ama bunun sebebi şudur: Bolluk içinde yüzenlerin, çeşitli katıklık maddelere, özellikle hayvani yağlara alışık olanların, bağırsakları ve iç organları, bu yüzden aslında mizaçlarında bulunması gereken rutubetten daha çok bir rutubet
kazanır ve nihayet bu rutubet haddini aşar. İmdi gıda maddelerinin kıtlığı, katıklık şeylerin yokluğu ve alışılmamış sert ve kaba besinlerin kullanılması suretiyle, adet haline
getirilmiş olan bahis konusu yaşama tarzına muhalefet edilince, bağırsaklar çabucak kurur, buruşur ve kıvrışır, bu organlar gayet zayıf ve nazik olduğundan hastalık derhal onlara yol bulur, bu hastalığa yakalananlar aniden ölürler. Çünkü bahis konusu
husus ölüme sebep teşkil eden şeylerdendir. (Kıtlık yıllarında vukua gelen kitle halindeki ölümlerin, salgın hastalıkların sebebi budur). Şu halde, açlık ve kıtlık esnasında mahv ve helak olanları katleden, sonradan ortaya çıkan açlık değil, önceden mevcut olan ve itiyat haline getirilen tokluktur. (Kıtlık ve sıkıntı içinde telef olanları açlık değil, sadece bolluk ve refah zamanında alışageldikleri tokluk öldürmüştür).”

Yani konunun Cuma gecesi olanlarla, hatta bu yüzyılla, hatta modern tıp ve biyolojiyle de hiçbir ilgisi yok.

Ama kararı veren bakanın dahi hatasını kabul edip, bu yüzden istifaya kalkıştığı bir hükümet icraatını dahi savunmaya çıkmışlar, bu kadar ayrıntıya takılmıyorlar.

İnsan karar veremiyor hangisi daha hazin?

Senelerce bidon kafalılar edebiyatının mağduru olduklarını unutup, devletperestlikte kusurları halkta bulma aşamasına gelmeleri mi? 

İbn Haldun’un konuyla ilgisiz bir sözünü bulup kullanırken bir kişinin bile merak edip kitabı açıp bakmaması mı?

Yoksa bunun çaresiz kalmış insanları cehalet, eğitimsizlik ve bilinçsizlikle suçlarken yapılması mı daha hazin?

Ne diyelim. Mağluplar galipleri taklit eder. Geçmişler geleceğe suyun suya benzemesinden daha çok benzer ve tabii ki coğrafya kaderdir..

Öylesine bir ahlaki savrulma yaşıyoruz ki... Mehmet Ocaktan/13.04.2020


Epey bir süredir insanların inançları, kimlikleri ve parti aidiyetleri yüzünden kategorize edildiği bir savrulma hali yaşıyoruz.
Özellikle de son iki-üç yılda art arda yapılan seçimler üzerinden neredeyse toplumun tam ortasından ikiye yarıldığı travmatik durum, geleneğimize ait bütün güzel hasletlerimizi, dayanışma ruhumuzu ve ahlaki değerlerimizi aşındırmaya devam ediyor.

Şimdi bir de bunun üzerine Covid-19 musibetinin yarattığı korku yüzünden, zaten pamuk ipliğine bağlı değerlerimiz adeta tel tel dökülmeye başladı. Oysa biliyoruz ki dinin imandan sonra gerçekleştirmek istediği en önemli hedefi, ahlaki değerleri kuşanmış bireyler yetiştirmektir. Ve erdemli toplumlar faydacılığı, siyasal ve dünyasal rantı değil, değerleri önceleyen, ilkeler bütününe sahip olan toplumlardır.

Maalesef son dönemde ahlaki pusulamızı kaybettiğimiz için duyarsız, değerlere itibar etmeyen, kimliksiz ve kişiliksiz yığınlar topluluğuna dönüşmüş durumdayız. Unutmayalım ki ahlaki değerleri ıskalayan toplumlar, sıradanlaşmaktan ve savrulmaktan kurtulamazlar.

Corona kabusunun hayatımızı dört duvar arasına mahkum ettiği şu günlerde en çok ihtiyaç duyduğumuz şey, güçlü bir dayanışma ruhu ve kimseyi ötekileştirmeyen bir erdemlilik örneği sunabilmektir.

Normal zamanlarda gerek toplumsal hayatta, gerekse siyasette zaman zaman sert rüzgarların esmesini bir yere kadar tolere etmek mümkün. Ancak olağanüstü dönemlerde makuliyet, hepimiz için her zamankinden daha çok elzem hale gelmektedir.

Ama ne yazık ki devleti tek otorite merkezi olarak tanımlayıp mutlaklaştıran günümüzün siyaset ve iktidar anlayışı farklı siyasal oluşumların, sivil alanların nefes almasını zorlaştıran bir atmosfer oluşturmuş bulunmaktadır.

Bu konudaki en somut örnek, son günlerde CHP’li belediyelerin yeni tip koronavirüs salgını nedeniyle başlattığı yardım kampanyalarının engellenmelerinin ardından, yine CHP’li belediyeler tarafından uzun yıllardır aşevleri için kullanılan şartlı bağış hesaplarının da art arda kapatılıyor olmasıdır.

Son olarak Eskişehir Büyükşehir Belediyesi’nin 25 yıldır ihtiyaç sahiplerine hizmet veren aşevi hesabı bloke edilmiş bulunuyor.

Aynı şekilde Eskişehir’de Odunpazarı Belediyesi’nin, Antalya’da Muratpaşa belediyesinin aşevi hesapları da bloke edilmişti.

Resmi ya da gayrı resmi ağızlardan yapılan değerlendirmelerde deniyor ki: “Yasal prosödür bunu gerektiriyor, merkezi hükümet dışında kimsenin böyle bir yetkisi yok.” Demek ki devletimiz, belediyelerin yürüttüğü bu tür sosyal hizmetlerin yasalara aykırı olduğunu yeni keşfedebilmiş!

Eğer tepeden inmeci yaklaşımlarımıza mazeret üretmek gerekirse, yasaların ve yönetmeliklerin arkasına sığınmak her zaman mümkün. Ayrıca devletin kendi gücünü test etmeye ihtiyacı yok, zira elinde her zaman bu tür yasal argümanlar vardır ve istediği zaman da kullanabilir.

Ama açık toplumlarda aslolan, sivil alanın ve özgürlüklerin önünün açılmasıdır. Kaldı ki 21. Yüzyılda en küçük hizmet organizasyonlarının bile hala merkezi hükümetin tekelinde olması son derece geri bir yaklaşımdır. İtiraf etmek gerekiyor ki bu uygulama, Türkiye’nin çoktan unuttuğu 1930’lu, ‘40’lı yıllardaki ‘tek parti’ döneminin 21. Yüzyıla uyarlanmış kötü bir versiyonudur.

Maalesef ahlaki hasletlerimizi kaybedişimizin hikayesi bunlarla da bitmiyor. Geçtiğimiz hafta af tasarısının Meclis’te görüşülmesi sırasında yaşanan bir olay, ahlaken nasıl bir iflasın içinde olduğumuzun en net fotoğrafıdır. Yaşanan olayın özeti şöyle: “Meral Danış Beştaş (Siirt-HDP): Ben de bütün kamuoyunun gözünün önünde şunu söylüyorum. İdris Baluken cezaevinde ölsün mü? (AK Parti sıralarından “Ölsün” sesi) İşte ahlakımızın ve insani duruşumuzun son fotoğrafı...

11 Nisan 2020 Cumartesi

Diyanet hiç olmadığı kadar ötekileştirici hale geldi Mehmet Hayri Kırbaşoğlu/ İslam Özkan/11 Nisan, 2020


Son günlerde Korona virüs tartışmalarıyla gündeme gelen ve özellikle de Ali Erbaş’ın başkan olmasıyla farklı bir sürece giren DİB, eskiden sürdürdüğü göreli özerkliği bütünüyle kaybetmiş görünüyor. İktidarla bu denli bütünleşince tabii iktidarın yapmış olduğu hatalarla bütünleşmesi kaçınılmaz hale geliyor. Bu anlamda DİB’in statüsü, misyonu ve dönüşümünün ciddi bir şekilde tartışılması gerekiyor. İşte bu tür bir diyalog ve tartışmaya katkı anlamına gelebilecek bu röportajda Hayri Kırbaşoğlu hocamızla DİB’i ve teşkilata ilişkin güncel konuları ele almaya çalıştık.

AKP öncesi dönemde seküler devlet yapısı içerisinde konumlanan ve siyasetten göreli olarak uzak tutulan Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB), nadiren politik süreçlere dâhil edilirdi. O dönemde Diyanet’in, Cumhuriyet’in ilk yıllarında vatandaşın dini ihtiyaçlarına cevap veren bir teşkilat olarak belirlenen misyonuna sadık kalması beklenirdi. Ancak AKP’nin militarize olma sürecinde buna ayak uyduran DİB, muktedirden de aldığı cesaretle, bir taraftan verdiği dini fetvalarda hayata müdahil olma anlamında daha cüretkâr davranırken aslında karmaşık ve dinamik toplumsal hayatı anlamaktan ne kadar uzak olduğunu da göstermiş oldu. Bu dönemde DİB, devletin ideolojik aygıtının bir parçası ve -Gramsci’nin deyimiyle- siyasal iktidarın rıza imalatı için uygun bir aracı işlevine koşullanmış görünüyor. Son süreçte Barış Pınarı harekâtı sırasında ise tamamen militarize bir din anlayışıyla yedeğe koşulan DİB, meşruiyet krizi yaşadığı günlerde AKP’ye hayat öpücüğü oldu. Bütün bu dönüşümü ve içinden geçmiş olduğumuz günlerde DİB’in ifade ettiğini anlamı yılların ilahiyat hocası Prof. Dr. Hayri Kırbaşoğlu ile konuştuk.

İKTİDAR, CEMAAT VE TARİKATLARA ŞİRİN GÖRÜNMEYE ÇALIŞIYOR

Ali Erbaş’ın Beştepe’de İslam tarihinde benzeri görülmemiş bir şekilde verdiği fetva doğrultusunda kıldırdığı Cuma Namazıyla ilgili ne düşünüyorsunuz? DİB’in bu tutumunu sadece iktidarla ilişkisiyle açıklayabilir miyiz?

DİB’in tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar siyasete -gırtlağına kadar- battığı ve kölece boyun eğdiği kimseye gizli değildir. Cuma namazıyla ilgili tiyatral adımların ve daha önce skandal boyutlara varan adımların akıl-mantık, sağduyu ve İslami ilke ve değerlerle izahı mümkün değildir. Bunun yanında popülizmin, yani iktidarların mavi boncuk dağıtmayı pek sevdiği cemaat ve tarikatlara şirin görünme çabasının da bunda rol oynamış olma ihtimali de yok değildir. Bir de iktidara ve iktidar kurumlarına olan güvenin giderek azalması sürecinde yaşanan panik duygusunun ve bunun doğurduğu şaşkınlığın da bu akıl almaz adımlara yol açmış olabileceği düşünülebilir.

DEVLETTEN MAAŞ ALAN DİN ADAMLARI, DEVLETE AYKIRI İŞ YAPAMAZ

Çok az ulema ve ilahiyatçı hariç din adamları, DİB’in bu ve benzeri tutumuna karşı sesini yükseltmiyor. Bunun nedeni nedir?

Tarih tekerrür ediyor denebilir özetle. Tarihte de günümüzde de ‘Resmi İslam’ denen resmi dini kurumlarının çalışanlarının başka türlü davranmasını beklemek zaten gerçekçi değildir. Mollalar önderliğindeki İran İslam Devrimi’nin başarılı olmasının arkasındaki faktörlerden birisi de mollaların devletten değil halktan maaş almaları ve bunun onlara sağladığı özgürlük idi. Dolayısıyla bordro mahkumlarından iktidarların ve resmi kurumların yanlışlarına –anayasal ve yasal haklarını kullanarak dahi- ses çıkarmalarını ve tepki vermelerini beklemek için aşırı iyimser olmak gerekir.

Öte yandan zaten kültürel olarak egemen dindarlık anlayışı statükocu, konformist, sağcı, muhafazakar popüler bir çizgiyi takip ettiği için, Ali Şeriati’nin ‘DİNE KARŞI DİN’ dediği bu olgunun doğası gereği statükoya boyun eğmesi kaçınılmazdır. Tabii mevcut statükodan nemalanma boyutunu da göz ardı etmemek gerekir.

Mehmet Hayri Kırbaşoğlu: DİB üzerindeki politik baskı kaldırılmalıdır.

İSLAM TARİHİNDEKİ GERÇEK MUHALEFETİ EBU HANİFE TEMSİL EDİYOR

Çağdaş Arap-İslam düşüncesinin önemli önemli simalarından M. Abid el Cabiri, İslam tarihi boyunca sadece Ahmet İbni Hanbel ve İbni Rüşd’ün mevcut siyasal otoriteye direnebilen çok az sayıdaki düşünür ve fakihten sadece ikisi olduğunu belirtir. Sizce ulemanın, düşünürlerin İslam dünyasında otorite karşısında bu kadar zayıf olmalarının, bağımsız tavır sergileme noktasındaki zaaflarının hikmeti nedir?

Öncelikle el-Cabiri’nin bu tespitinin tashihi gerekir. Zira bilhassa Ahmed b. Hanbel gibi pekçok ulemanın iktidara olan muhalefeti aslında siyasi olmaktan çok teolojiktir. Nitekim Ahmed b. Hanbel daha sonra teolojik olarak anlaştığı iktidarın yanında yer almıştır. Ama mesela Ebu Hanife’nin iktidara karşı tavrı, kategorik olarak ‘politik muhalefet’ kapsamında rahatlıkla değerlendirilebilir. İslam ulemasının iktidarlar karşısından pasif tavır almasının hatta destek çıkmasının sebepleri çok ise de, özellikle sünni teolojinin ‘itaat kültürü’ eksenli olmasına, öte yandan iktidara yanaşmanın nimetlerine ve uzaklaşmanın risklerine bilhassa vurgu yapmak isabetli olacaktır.

DİYANET ÖZERK BİR YAPIYA KAVUŞTURULMALIDIR

Siz bir İlahiyat Profesörü olarak Diyanet İşleri Başkanlığı’na ilişkin gelinen nokta itibarıyla nasıl bir noktaya vardınız? Sizce DİB kaldırılmalı mı reforme mi edilmeli?

Bu konuda bu iki şık dışında daha pek çok model ve alternatif söz konusudur. Bu konu toplumsal uzlaşma kültürüne ve iktidar-toplum ve din-siyaset ilişkisine karşı takınılacak tavra göre değişecektir. Mevcut şartlarda ilk adım olarak DİB’in, siyasetin vesayetinden kurtarılması için anayasal özerk bir yapıya kavuşturulması, öte yandan ülkedeki bütün dini gurupları kuşatacak bir şekilde yapılandırılması düşünülebilir. Ama hepsinden önemlisi ülkemizde din acilen bir siyaset aracı olmaktan çıkarılmalı ve bundan kaynaklanan DİB üzerindeki politik baskı kaldırılmalıdır.

ŞU ANKİ DİNİ PROJELER, 28 ŞUBAT’TA BAŞLATILAN PROJELERİN KOPYASIDIR

Görmez ve şu anki Diyanet İşleri Başkan’ı Erbaş’ı gerek düşünce gerekse icraat bakımından karşılaştırmanızı istesek?

Yukarıdaki izahlar ışığında mevcut iktidar döneminde DİB başkanlarının -aralarında nüanslar olsa da- 28 Şubat sürecindekinden daha kötü bir durumda olduklarını -her iki süreci de yaşayan biri olarak- söyleyebilirim. Zira bu dönemde DİB’in hayata -başarısız bir biçimde- geçirdiği birtakım projeler aslında 28 Şubat sürecinde adımları atılan -mesela tefsir ve hadis projeleri gibi- projelerin kopyasından başka bir şey değildir. Öte yandan mezkurların DİB’de egemen olan dini zihniyette gerekli değişimi gerçekleştirme gibi bir niyetlerinin pek olmadığını mevcut icraatlarına bakarak kestirmek de zor değildir. Dahası DİB ve TDV, yayınladığı pek çok kaliteli bilimsel İslami araştırmanın sonuçlarını başkanlık faaliyetlerine yansıtmayı bile başaramamış durumdadır.

DİYANET, HİÇ OLMADIĞI KADAR ÖTEKİLEŞTİRİCİ BİR DİL BENİMSEDİ

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bugün AKP iktidarında hiç olmadığı kadar devletçi bir çizgiye geldiği, dinin devlet tarafından kontrol edilmesinde kritik bir rol oynadığını düşünenler var. Örneğin 2014 yılında yayınlanan bir hutbede muhalif olan herkes, geminin dibini delmeye çalışan kimseler olarak nitelendi. Biraz su için geminin altını delenlerin ‘geminin üst katındakiler’ tarafından engellenmesi gerektiği anlatılan hutbede, sosyal medya ve internet ‘tahribat merkezi’ olarak nitelendirildi. Diyanetin konumu ve dinin hutbelerde ve hutbelerin dışında iktidar tarafından istismar edilmesine dair ne söylemek istersiniz?

DİB, tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar siyasallaştığı gibi ilk defa bu dönemde kutuplaştırıcı, dışlayıcı, ötekileştirici, hatta militarist bir söylem sath-ı mailine girmiş durumdadır, Allah hepimizi bunun akıbetinden korusun. Öte yandan ben DİB’in iktidar tarafından istismar edildiği değil, DİB’in buna gönüllü olarak teşne olduğu kanaatindeyim. Bu durumu gören iktidarların da ayaklarının dibine gelen bu nimeti tepmesini beklemek saflık olsa gerektir.

Mehmet Hayri Kırbaşoğlu: Tıpkı DİB gibi ilahiyat fakülteleri de tarihinin en kötü dönemlerini yaşamaktadır.

İmam Maturidi, Tevilatu’l Kuran adlı eserinde; aynı şekilde Fahredduni Razi Esasu’t Takdis adlı kitabında akılla vahiy (Kuran) çeliştiğinde vahiy tevil edilir (bir başka anlama gelecek ve çelişki giderilecek şekilde yorumlanır) der. Bu düşünceyi olduğu gibi kabul ettiğimizde bunun ne gibi sonuçları olacaktır?

Muhtemel sonuçları görmek için uzağa gitmeye gerek yoktur, bu yaklaşımın tarihteki sonuçları ile aksi yöndeki nakilci/dogmatik yaklaşımların sonuçlarını ve her iki yaklaşımın günümüzdeki uzantılarına bakmak yeterlidir: Bir yanda akıl ile nakli bir arada götürmeyi savunan eleştirel sorgulayıcı içtihat ve tecdid yanlısı Ehl-i Re’y (Yenilikçi Çağdaş İslam Düşüncesi) diğer yanda aklı dışlayan taklitçi nakilci Ehl-i Hadis (Muhafazakar Geleneksel Ulema) . İslam dünyası şu anda resmi-sivil düzlemde ikincinin egemenliğindedir ve sonuçlar ortadadır. Daha vahimi ise, sadece IŞİD ve el-KAİDE için söz konusu edilen tekfirci zihniyetin, artık ülkemizde DİB, ilahiyat, cemaat ve tarikat çevrelerine de sirayet etmiş olması ve “yerli ve milli tekfirci zihniyet”in hayal iken gerçek olmasıdır ki, bunun olacağını başta bu satırların yazarı olmak üzere pek çok sağduyu sahibi yıllar öncesinde açıkça iktidar çevrelerine duyurmuşlardı.

HERMÖNÖTİK VE TARİHSELLİK, KÖKENLERİ İSLAM GELENEĞİNDE BULUNAN YAKLAŞIMLARDIR

Hermonötik ve tarihselci okuma biçimlerinin Kuran ve dini metinlerin anlaşılmasını kolaylaştıracağını düşünüyor musunuz?

Kesinlikle! Kur’an’ı anlama konusunda bilhassa Usul-i Fıkıh ve Ulumu’l-Kur’an literatüründeki birikimi de dışlamaksızın bu gibi yeni yaklaşımlar fevkalade ufuk açıcı olmaktadır. Mesela ‘Semantik’ yaklaşımının ne kadar muhteşem sonuçlara yol açabildiğini görmek için Toshihiko İzutsu’nun kitaplarına bakmak yeterli olacaktır. Tarihsellik de bilhassa ‘hermenötik tarihsellik’ olarak Kur’an’ın güncellenmesi için olmazsa olmaz bir yaklaşımdır. Bu yaklaşımın yeni bir şey olmayıp kökenlerinin İslam geleneğinde de mevcut olduğunu ‘Müslüman Kalarak Yenilenmek’ kitabında kaynaklara dayalı olarak göstermeye çalıştım.

FELSEFE DERSLERİ KALDIRILARAK İLAHİYATLAR, MEDRESELERE DÖNÜŞTÜRÜLÜYOR

Bir ilahiyat hocası olarak İlahiyat fakültelerindeki eğitim hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizce ilahiyat fakültelerinde eğitim, modern dünyada Müslümanlara zengin ve derinlikli bir perspektif kazandıracak niteliklere sahip mi?

Tıpkı DİB gibi ilahiyat fakülteleri de tarihinin en kötü dönemlerini yaşamaktadır. Bunun da sebebi popülist politikalarla mantar gibi alt yapısı olmadan ilahiyat fakülteleri açılması, bununla da kalmayıp başta FETÖ’cüler olmak üzere olabilecek en dogmatik ve fanatik cemaat ve tarikat elemanlarının bilinçli ve planlı olarak bu fakültelere yerleştirilmesi, dahası bu fakültelerden felsefe gurubu derslerini kaldırmaya çalışarak resmen ve alenen medreselere çevrilmek istenmesi, buraların militan devşirme yerleri olarak görülmesi, bununla da kalmayarak tarikat ve cemaatlerce içeriden fethedilmesi gereken düşman kaleleri gibi görülmesi –nitekim medyaya yansıyan bazı örnekler de vardır- ve daha pek çok olumsuzluklar, buraların bırakın perspektif sunmayı geleceğimiz için fevkalade tehlikeli birer odak olmaya namzet olduğu anlamına gelmektedir.

GEVİŞ GETİREN KÖHNEMİŞ DİNİ AKIL, YENİ NESİLLERE HİTAP EDEMİYOR

Deist ve ateist sayısının dindar ailelerinin çocukları arasında bile yaygınlaştığına dair araştırmalar var. Nedenleri üzerine neler söylemek istersiniz?

Ülkemiz ve diğer İslam ülkeleri, Ortaçağ’da üretilen İslami bilgi ile yola devam edebileceğini zanneden tarih dışı ve tarihte yaşayan bir dini zihniyetin zebunu durumundadır. Bireysel ve toplumsal değişim gerçeğini göz ardı eden bu hasılı tahsil, malumu ilam edici ‘GEVİŞ GETİREN AKIL’ (el-Cabiri) yeni nesillere hitap edememekte, çağın meydan okumalarına cevap verememekte, sürekli kendisini tekrarlayıp patinaj yapmakta, bu da İslam’ın bu çağda ifade ettiği anlama dair ikna edici bir bakış açısı sunamamakta ve dine olan saygı, sevgi ve güveni ortadan kaldırmaktadır.

Öte yandan İslam dünyası inandığını söylediği İslam’ın bütün değerlerini teker teker ayaklar altına alarak söylemle eylem arasındaki makası açtıkça yeni nesillerin dindarlardan soğumasının önüne geçilememektedir. Bu gidişata son verilmediği takdirde deizme bile razı olup, ateizm tehdidiyle karşı karşıya gelebileceğimiz günler pek uzak sayılmaz.