25 Nisan 2020 Cumartesi
Müslüman Dünyada ve Türkiye’de ‘Kamu’ Hukuku Neden Zayıf? Prof.Dr. İlhami Güler
1 – İMPARATORLUKLARIN HİKAYESİ
Kur’an’da “Kamu” mülkiyeti, zekât gelirleri, menkul olan savaş ganimetlerinin (Enfal) beşte birinden oluşan “Humus” un toplandığı “Beytulmal (Hazine)”den oluşurdu. Kamusal otoritenin (devletin), herkesin güvenliği ve refahı (maslahatı) için harcayacağı mal-mülk demektir. Daha sonraları koyulan haraç, öşür ve cizye vergileri de buraya aittir. Fütuhatın gelişmesi ile elde edilen toprakların bir kısmı “Ikta” olarak, devlet başkanı tarafından işlenmek üzere bazı kişilere verilirken; büyük bir kısmı da, Hz. Ömer’in içtihadı ile devletleştirilerek sahiplerine kiraya verilmişti (Haraç). Hz. Ömer, Irak’ı fetheden komutan Sa’d b. Ebu Vakkas’a yazdığı mektupta: ”Arazi ve nehirleri, işleyicilerine bırak ki oralar, Müslümanların bütününe gelir (atiyye) olsun. Sen, oraları savaşa katılanlara dağıtırsan; sonradan gelenlere bir şey kalmaz.” der. Hz. Ömer, fethedilen toprakları, 59 (Haşr) /6-10 ayetlerinde geçen “Fey (Ganimet/Enfal)” grubuna sokarak “özel mülk” olarak değil; “devlet mülkü” olarak kalmasını şöyle temellendirir: “Bu fey’, ayetlerde geçen müminlerin hepsi için umumi-müşterek bir haktır. Bu toprakları, savaş gazilerine dağıtırsak, sonradan gelen müminleri nasipsiz bırakırız”. (Mustafa Fayda. Hulefa-yı Raşidin Devri. İst. 2020. S. 306). 59 (Haşr)/7. Ayeti ganimetin, toplumun zenginleri arasında temerküz etmemesini, dolayısıyla dağıtılmasını önerir; daha sonraları ortaya çıkacak olan, devlet başkanının (Halife-Sultan-Padişah) fethedilen topraklar üzerinde sınırsız tasarrufta bulunma yetkisini veya toprak elde etmek için savaşa girişmeyi değil. “Fetih” kavramı, -Kur’an’daki anlamı ile değil; bu bağlamda- ülke olarak toprak mülkiyetinin, savaş ile “el değiştirmesini” yani İslam devletine geçmesini ifade eder. Ebu Yusuf ve Ebu Ubeyde, bu toprakların, Müslümanlar arasında “özel mülk” olarak da paylaştırılabileceği kanaatindedirler. (a.g.e. s. 308) İslam’ı başka toplumlara “tebliğ” etmenin (Cihat-İ’la-i kelimetullah) yegâne yolunun ülke-toprak ele geçirmek olduğu, Arapların bir gerçeği-uygulaması olsa gerek; Kur’an’ın değil. Hz. Ömer’in içtihadı, ahlaki açıdan nispî olarak doğrudur; ancak sorunlu olan, gayri müslimlere ait olan “özel mülk”lerin, Müslümanların “devlet mülkiyetine” geçirilmesi, tebliğin veya cihadın “fetih” olarak yorumudur. İslamiyet’e davet etmek için, “hikmet ve güzel öğüt ile (16/125)” ile Havarilerin ve Hz. Muhammedin yaptığı gibi elçi/mektup veya ulemadan oluşan “Tebliğ Heyeti” gönderme yerine; komşuların üzerine “ordular” salma, birbirinden ayrı iki ahlaki tutum ve tavırlardır. Birinci tutum, dünyayı “Daru’l-İslam-Daru’d-Da’va/Daru’l-İcabe” olarak ayırırken; ikinci tutum, “Daru’l-İslam-Daru’l-Harp” olarak ayırmıştır.
Siyasi otorite de, “Şura (istişare-oydaşma)” yani toplumun tümü ile birlikte oluşturulacak yerde; Kabile karizması ile önce Kureyş’e, sonra da Ümeyye oğullarına/klanına tapulanmıştır (Emeviler-Saltanat). Burada temel kırılma noktaları: 1-Fethedilen bölgenin tarım arazilerinin, önceki sahiplerinin “özel mülkü “olmaktan çıkarılıp, devletleştirilmesi. 2- Siyasi otoritenin “Kabile-Aile” ye geçmesidir. Bütün İslam imparatorluklarının tarihi budur. Her ikisi de Kur’an’ın ahlak-hukuka dayanan politik “Davası”na terstir. Çünkü fütuhatı gerçekleştiren “savaş”, Hz. Muhammed ve Hz. Ebubekir dönemindeki gibi, kendilerini korumak için başvurmak zorunda kaldıkları “haklı savaş” değil; başlatıcısı Müslümanların olduğu “yayılma” savaşıdır. Dolayısıyla, Hz. Ömer’in bu toprakları “Fey (ganimet-enfal)” grubuna sokması doğru değildir.
Bireysel ve toplumsal hukuk sorunlarını çözmek, -yazılı hukuk oluşturulmadığı için- İslam toplumlarında sivil “Ulema” ya bırakıldı. Daha sonra da “Kadılık” müessesi oluşturuldu. Ancak İslam toplumları, devleti denetleyecek bir hukuki yapı (Kamu Hukuku) geliştiremediler. “İslam toplumunun yöneticiyi denetleme hakkı yoktur. Çünkü Halife, biatın (zorunlu boyun eğme) verdiği yetkiyle, halka karşı değil; Allah’a karşı sorumludur.” (M.A. el-Cabiri, Çağdaş Arap-İslam Düşüncesinde Yeniden Yapılanma. çev: A. İ. Pala-M. Ş. Çıkar. Ank. 2001. S. 82)
Kamu Hukuku bağlamında benzer durum, Avrupa’da da vardı. Siyasi iktidar ve toprak mülkiyeti Kilisenin, Kralların ve Feodal lortların/beylerin elindeydi. Burjuva sınıfının yükselmesi ile özel mülkiyeti koruyan yasalar çıkarıldı: “Magna Carta” ile başlayan süreç. Fransız Devrimi (1789) ile de siyasal otorite Kilise ve krallardan halka geçti. Siyasi otorite, meşruiyetini halktan alıp topladığı vergileri şeffaf ve denetlenebilir bir halde kamunun hizmetinde harcayan bir merci durumuna geldi. Hukuk Devleti ve Kamu Hukuku da böyle doğdu. Devlete ait hazine ve onu kullanma yetkisine haiz hükümet, -istisnasız-“herkes”in maslahatını-hukukunu gözetme konumuna geldi. Vatandaşlar da, bunu bilerek vergi kaçakçısı olmadan sorumluluklarını yerine getirir oldu: Kamuya ait olan “hepimize” aittir. Avrupa’da “Devlet”, kamunun temsilcisi olarak kuvvetler ayrılığı, yazılı hukuk (Anayasa), İnsan Hakları, Demokrasi ve Laiklik ilkeleri üzerine kuruldu.
Siyasi Otoritenin (Halife-Sultan-Padişah) Abbasilerden itibaren kendini “Hilafet” kavramı ve “Allah” aracılığıyla dolayımlaması (Zıllullah, Kaimbiemrillah, Muizlidinillah, Adudullah…) ile devlet mülkü (memalik) ve tasarrufu, onun mutlak, denetimsiz ve kutsal (teokratik) yetkesine geçmiş oldu. Mülk/toprak elde etmenin kaynağı “Fütuhat” ile ganimet, zekât ve tarım-ticaret vergileri idi. Saltanat da bunu istediği gibi tasarruf edebiliyordu. Bundan dolayı, Ahali (Vatandaş) bu mülke, “hiç kimsenin” malı olarak veya “Allahlık” olarak bakıyordu. “Devlet malı deniz; yemeyen domuz” sözü, böyle bir psikolojinin ürünü olsa gerek. Sultan, istediğine devlet malını “Ulufe”, “Arpalık”, “Vakıf” olarak dağıtabiliyordu. Ünlü Osmanlı şairi Şeyh Galip, kendi mesnevisi olan “Hüsn-i Aşk” da, kendine yöneltilen Mevlana’nın Mesnevisinden çalıntılar yaptığı suçlamasına “fahriye-i şahane=övünç vesilesi” olarak şöyle bir cevap verir: “Esrarımı Mesneviden aldım/
Çaldımsa, miri malı çaldım.” “Mirî malı” devlet malı demektir. Bu olgu, Osmanlıda ahalinin “Devlet Malı (herkesin malı)”na nasıl baktığını gösteren korkunç bir örnektir.
Abbasiler’de “Beytulmal=Hazine”, fethedilen “ganimet” toprakları ile birlikte tarım ve ticaret vergilerinden oluşuyordu. Arapların, öteden beri “çapul” yapma tabiatları ile birlikte, “ticaret” yapma kabiliyetleri unutulmamalı. Dünyada ticari kapitalizmin, ilk defa Abbasiler döneminde Müslümanlar eliyle oluşturulduğu doğrudur. (Benedikt Koehler, İslam’ın Erken Döneminde Kapitalizmin Doğuşu. Çev: İsmail Kurun. Ankara. 2016.) Ancak Türklerin hegemonyası (Selçuklular-Osmanlılar) ile birlikte (asker millet) ticaret zayıflamıştır. Devletin ağırlıklı ekonomik kaynağı, artık sadece “ganimet” tir. Özel mülkiyetin ve ticaretin zayıf olduğu bir toplumsal yapıda “Devletlu” kavramı, hem siyasi-askeri bürokrasiyi imler; hem de devlet aracılığı ile “zengin” olmayı. Yıkılış dönemlerinde “hoşafın yağı (ganimet) kesildiği” için, Yeniçeriler ayaklandığı gibi; devlet de, müsrif alışkanlıklarını karşılamak için dışarıdan borçlanmaya gitmiştir (Duyun-i Umumiye).
Ekonomik kaynaklar “hesapsız (ganimet)” geldiği gibi; harcanması da “hesapsız” dır: “Haydan gelen, huya gider.” Osmanlı ahalisinde ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarında “Rüşvet” in yaygın olması ve “norm”al kabul edilmesinin nedeni de budur: “Selam verdim; rüşvet değil diye, almadılar (Fuzulî).”, “Bal tutan, parmağını yalar.”, “Harmana koşulan öküzün önünden alaf esirgenmez.”…
2 – TÜRKİYENİN DURUMU
Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda devlet (hazine) arazileri genişti. Osmanlıdan kalan özel vakıf mülkleri de devlete devredildi. Saltanatın/sultanın yerini alan Tek Parti yönetimi (Yüce Atatürk-Milli Şef), devlet mülkü üzerinde istedikleri tasarruf yetkisine sahiptiler. İsteyen, bu dönemde yapılan tahsis ve devirleri kaynaklardan öğrenebilir; detayına girmeyeceğim. 1950 sonrası nispi demokratik dönemde devlet malı ve hazine arazileri üzerindeki tasarruflar devam etti. 1960 sonrası gerçekleşen iç göç sürecinde vatandaşın hazine arazileri üzerine “Gecekondu” yapması ve sağcı-muhafazakâr siyasi iradenin bunu onaylaması ve keyfi “sübvansiyon” politikaları, “rüşvet” ve talan/yağma (ganimet) alışkanlığının devam ettiğinin göstergesidir. 2000’ler sonrası –üretime ağırlık verme yerine- devam eden “Rant Ekonomisi (“İnşaat, ya Resulullah!”) ve siyasi iktidarın kamuya ait arazilerin (arsaların) yakınlara ve özel vakıflara istediği gibi ( “kanun” ile) tahsis veya devredilmesi; kanun değişikliği ile Köylülere ait olan “Mera” mülklerinin, Belediyelerin (siyasi iradenin) tasarruf yetkisine devredilmesi, aynı alışkanlığın devamı olan örneklerdir.
Anadolu’da en yaygın hukuki anlaşmazlık davalarından birinin, tarla-arazi “sınır ihlali” davaları olması, vatandaşların bu konudaki kültürel genetiğini ele verir. Özel mülkün (ki özgürlüğün temeli ve ön şartıdır) tâ baştan beri “Devlet” tarafından hakkıyla tanınmaması; bireyleri, devlete bağımlı hale getirdiği gibi; “herkese” ait olan mal ve mülke karşı da yöneticilerde ve halkta “talan/yağma/ganimet” gözü ile bakmayı doğurmuştur. Ebeveyn ile çocuk ve koca ile karı arasındaki ilişkinin, sevgi ve şefkatin arkasından saygıya dayanan bir “hukuk” ilişkisi olması yerine; bir “mülkiyet” ilişkisine dayanmasının kökeni de, buradadır. Türkiye’nin, devlet ile vatandaşı arasında ve vatandaşların kendi aralarında bir “Hukuk” yaratamamalarının, böylesine uzun/tarihî ve teolojik bir geçmişi mevcuttur.
3 – SONUÇ
Hristiyanlık (İsevilik-İnciller) –Kilise değil- sevgi, barış ve merhamet dinidir; tarihsel Yahudilik bağlamında dini bir reformdur. Ancak İslamiyet (Kur’an-Sünnet), -Yahudilik (Tevrat)de olduğu gibi- “Adalet/Hukuk”a vurgu yapan bir dindir. Özel mülkiyeti esas kabul eden Kur’an: “Mallarınızı aranızda haksız yere yemeyin; İnsanların mallarından (Kamu veya özel mülk) bir kısmını, -bile bile- günaha girerek hâkimlere (siyasi- dini-hukuki otorite) rüşvet olarak vermeyin.” (2/188) der. Diğer hukuki konularda da: “Ey iman edenler, kendiniz ve ana-babanız aleyhinde de olsa, zengin veya fakir de olsa, Allah için şahitlik yaparak, adaleti titizlikle ayakta tutan kimseler olun. Allah, onlara (sayılan guruplara) sizden daha yakındır. Adaleti yerine getirmede arzularınıza (heva) uymayın. Eğer hakikati çarpıtırsanız veya onu yerine getirmekten çekinirseniz; bilin ki, Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (4/135) der. Müslümanlar, tarihi süreç içinde bireylerin birbirleriyle olan ilişkilerinde hukuk yapma işini “Ulema”ya devrederek, siyasi otoriteden bağımsız olarak ulemanın vicdani kapasitesi ile çözmeye çalışmışlardır. Ancak, devlet ile toplum arasındaki hukuki alanda, başta bahsettiğimiz iki kırılmadan dolayı adaleti tesis edememişlerdir. Bu durum, bugün de olanca çıplaklığı ile devam etmektedir. Çözüm, -Kur’an’ın önerdiği- ve Avrupa’da olduğu gibi, bir “Kamu Hukuku” yaratmaktan geçiyor. Bunun da ilk adımı, özel mülkiyetin ve özgürlüğün, -“Denenme” nin ön şartı olarak- ilahi bir hibe olduğunu anlamaktan ve kabul etmekten geçiyor
23 Nisan 2020 Perşembe
Dürüstlük ‘siyasi sermaye’ olabilir mi? İbrahim Kiras/23.04.2020
AK Parti’den kopmuş olan siyasetçiler
tarafından kurulan yeni partilerin “siyasi sermayesi” olarak görülen
değerlerden biri “dürüstlük”.
Böyle düşünenlere göre: Bu partilerin
liderlerinden biri başbakanlık görevinde bulunmuş, öbürü uzun süre ekonomi
yönetiminin en tepesinde görev yapmış olduğu halde akçalı konularda kendileri
ve çevreleri hakkında hiçbir şaibe, söylenti, kuşku dile getirilmemiştir.
Dolayısıyla iki yeni partinin AK Parti karşısındaki avantajlarından biri bu
konu olabilir deniliyor…
Peki, doğru bir tespit mi bu? Yolsuzluk
söylentilerinin artması, bal tutanın parmağını yaladığına inanılması veya kamu
imkanlarının birilerini zenginleştirme aracı yapıldığının düşünülmesi kamuoyunu
iktidardaki partinin aleyhine döndürebilir mi?
Bu sorulara cevap verebilmek için toplumun
kültürel karakterini tanımak ve zihniyet kodlarını çözebilmek gerekir. Elbette
hırsızlığı, yolsuzluğu, devletin parasının çalınmasını, milletin malının gasp
edilmesini hiçbir toplum hoş görmez ama bir toplumun bu konulara göstereceği
tepkinin öngörülebilmesi için önce bu kavramların o kültürdeki karşılıklarının
belirlenmesine ihtiyaç var.
Yani devlet nedir, millet kimdir, çalmak
veya gasp etmek nasıl olur?
Meselenin inceliği buradadır. Hırsızlık
bütün kültürlerde kötüdür ama hırsızlık dediğinizde her toplum bundan tam
olarak aynı şeyi anlamayabilir. Mesela bazı kültürlerde yalnızca kendi kabilenden
veya aile üyelerinden çalmaktır hırsızlık. Hatta yabancının malını ele geçirmek
kimi toplumlarda kahramanlık sayılır.
***
Bizim toplumda durum nasıl? Devletten
vergi kaçırmak bizde (“fiş almazsak kaça olur”) hırsızlık olarak görülmez. Veya
hazine arazisini çevirmek milletin malını gasp kabul edilmez. Hatta “devletin
malı deniz yemeyen keriz” gibi atasözlerimiz vardır.
Ziya Paşa aslında bu zihniyetin tasvirini
yapar: “Milyonla çalan mesned-i izzetde ser-efrâz/Birkaç kuruşu mürtekibin câyı
kürekdir” (Milyonları çalanlar yüksek makamlarda oturur başları dik/Birkaç
kuruşluk yolsuzluk yapana en ağır ceza verilir.) Dikkat ederseniz burada
“milyonlar” zengin insanlardan çalınmıyor, devletten çalınıyor. Onun için sorun
olmuyor. Buna mukabil bakkalın rafından veya manavın tezgahından aşırılacak en
küçük bir nesne bile hırsızlıktır. Çünkü bizim gibi bir ferdin malıdır çalınan.
Ama “devlet malı” öyle değildir. Ne de olsa toplumsal zihniyetimizde devlet
“bize ait” bir kurum değildir. Bizim dışımızdaki bir yapıdır.
Hep birlikte oluşturduğumuz milli varlığın
siyasi/bürokratik çatısı olarak görmeyiz devleti. Kamu malını bu yüzden “milli servet”imiz
olarak görmeyiz. Kamu malını çalan çırpan olursa “bana ne” deriz, gidenin bizim
kendi cebimizden gittiğini akıl etmeyiz. Çünkü kendimize ait görmeyiz devletin
malını.
***
Bu zihniyet sosyolojik anlamda millet olma
aşamasına ulaşamamış topluluk zihniyetidir. Esas itibarıyla 1950’lerden
itibaren yaşanan çarpık ve düzensiz şehirleşmenin (daha doğrusu yüzlerce yılda
şekillenmiş “şehirli kimlikleri”nin çözülmesinin) sonucudur ama köklerinde
kültürel genetiğimiz vardır.
Söz konusu zihniyet çerçevesinde
aidiyetimiz geniş millet kimliğine değildir, küçük grup kimliklerinedir. Bizim
aşiretimizden, bizim cemaatimizden, bizim partimizden vs. olmayanlara
güvenmeyiz. Bizim gibi ülkelerde güç ve zenginliğin yegâne dağıtım merkezi olan
devletin “bunlar” tarafından ele geçirilmesini istemeyiz. Zira devlet, bizim
olmadığına göre, ele geçirilecek bir kaledir. Onlar ele geçireceğine bizimkiler
ele geçirsin dediğimiz güç kaynağıdır.
Binaenaleyh, ülkemizde siyasi iktidarlara
yöneltilen yolsuzlukların çoğaldığı, kamu imkanlarının amaç dışı kullanıldığı
veya en azından bu alandaki suistimallere göz yumulduğu gibi suçlamalar çok
etkili olmuyor. ANAP iktidarı döneminde bu konuda ifade edilen “çalıyorlar ama
çalışıyorlar” sözü yeterince aydınlatıcı bir örnektir.
Bu bakımdan yolsuzluklarla mücadele ve
şeffaflık vaadiyle ortaya çıkan bazı partilerin sırf bu açıdan hüsnükabulle
karşılanacağını düşünmek hayalcilik olur.
Türk toplumunda devleti yönetenlerden
beklenen şey kişisel erdem değildir. Halka “babalık” etmeleridir. Orhun
yazıtlarında “Aç milleti doyurdum, çıplak milleti giydirdim…” diyor Bilge
Kağan.
“Çalmadım, çırpmadım, kimseyi haksız yere
zenginleştirmedim” demiyor. Çünkü modernite öncesi toplumlarında -genel
anlamda- kamu malı diye bir kavram yok; devlet diye bir güç ve imkân dağıtım
santrali var. O da kralın, sultanın veya hakanın malı.
Bugün için düşünürsek, siyasi iktidar açısından
ekonominin iyi yönetilmiyor olduğuna ilişkin bir algı yolsuzluk algısından çok
daha tehlikelidir
22 Nisan 2020 Çarşamba
Vicdanları yaralayan yeni Ankara kriterleri Mehmet Ocaktan/22.04.2020
Küresel bir
salgınla mücadele ediyoruz, hepimiz alıştığımız günlük hayat seyrimizi
değiştirerek bu musibetten kurtulmanın çarelerini arıyoruz.
Bu öylesine hassas
bir süreç ki, hepimiz bilerek ve isteyerek en doğal özgürlüklerimizden feragat
ediyoruz. Çünkü buna mecburuz, ayrıca başka bir çaremiz de yok.
Ama talihsizlik o
ki toplumun müthiş bir dayanışma örneği sergilediği bugünlerde, devletin bu
dayanışma ruhuyla örtüşmeyen tavrı doğrusu vicdanları yaralıyor. Lütfen bu
ülkeyi seven herkes elini vicdanına koysun ve belediyelerin korona mağdurlarına
yardım götürmesinde nasıl bir kötülük olduğunu açık yüreklilikle kendine
sorsun.
Kim nasıl
değerlendirir bilemem, ama ben Allah’a inanıyorum. Benim inandığım Allah
yarattığı hiçbir kuluna karşı ayrımcılık yapmıyor. Rızık verirken “inananlar”
ya da “inanmayanlar” diye de ayrım yapmıyor. Çünkü Allah adildir ve nimetlerini
insanların, hayvanların ve bütün canlıların faydalanması için musahhar
kılmıştır.
Ve ben, Hz.
Peygamber’e bütün kalbimle inanıyorum. O rahmet peygamberi diyor ki: “Kim
Müslüman kardeşinin ihtiyacını giderirse, kim Müslüman kardeşini bir sıkıntıdan
kurtarırsa Allah da onu bir sıkıntıdan kurtarır; kim bir Müslüman kardeşinin
kusurunu gizlerse Allah da onun kusurunu gizler (affeder)” /Buhari-Müslim/
Düşüne biliyor
musunuz İstanbul ve Ankara büyükşehir belediyelerinin salgın mağdurlarına
yardım yapması engelleniyor, belediyelerin 25 yıldır ihtiyaç sahiplerine yardım
eden aş evleri kapatılıyor.
En vicdan
yaralayıcı olanı da Mersin Büyükşehir belediyesinin halka ücretsiz ekmek
dağıtımı valilik tarafından yasaklanıyor. Bu öylesine yürek burkucu bir haber
ki, insan ister istemez “Sonunda bugünleri de mi görecektik?” diye sormadan
edemiyor.
Bu nasıl bir
siyasi akıl tutulmasıdır ki AK Parti’nin bir genel başkan yardımcısı Allah’ın
nimeti olan ekmeğin mağdurlara ulaştırılmasını “paralel ekmek dağıtım” olarak
tanımlayabiliyor.
Doğrusu bu hali
tarif edecek cümle bulmakta zorluk çekiyorum. Aklın ve vicdanın sustuğu bir
iklim bu...
Benim bildiğim AK
Parti bu değil, çünkü o 70 milyonu kucaklamak üzere yola çıktı ve yıllarca
bunun mücadelesini verdi. Uzun yıllar memleketi Ankara’dan yönetmeye ve herkesi
rejimin ideolojik parantezi içine almaya çalışan jakoben zihniyete karşı yerel
demokrasiyi, özgürlükleri savundu ve meydanlarda ayrımcı zihniyetin bu
memlekete ne büyük kötülükler ettiğini haykırdı.
Ortak akılla
oluşturduğu kuruluş ilkelerini demokratik ve insani değerlerle şekillendirdi:
“Toplumumuzda kısır çekişmelere yol açan, din, mezhep, cinsiyet, etnik
ayırımcılık konularındaki tartışmalı uygulamaların temelinde, hak ve
özgürlükler konusundaki eksiklikler yatmaktadır. Demokrasimizi evrensel düzeye
taşıyacak ‘insan haklarına dayanan’ devlet anlayışının yerleşmesiyle bu kısır
çekişmeler sona erecektir.”
Şimdi AK Parti ne
yazık ki kendi ilkelerine meydan okuyor ve maalesef dramatik bir şekilde 80 yıl
sonra her şeyi Ankara’dan kontrol eden “dokunulmaz devlet”i yeniden ihya
ediyor.
Zaman zaman
‘hafızam bana oyun mu oynuyor acaba’ diye kendimi sorguluyorum. Zira benim de
vekil olduğum dönemde halkın iradesi dışında hiçbir gücün olamayacağını, her
şeye
Ankara’nın karar
verdiği günlerin geride kaldığını, seçilmişlerin üzerinde hiçbir gücün
‘vesayet’ oluşturamayacağını, seçilmişleri itip kakan zihniyetin artık bu
topraklarda bir daha hayat bulamayacağını söyledik.
Ama şimdi
anlıyoruz ki yanılmışız, meğer yazı da tura da gelse hep Ankara kazanıyormuş,
“yeni Ankara kriterleri”ne seçilmiş belediye başkanlarının valinin emrinde
olması gerekiyormuş.
Ve galiba ‘tek
bayrak’ın altında muhalefete yer yokmuş...
17 Nisan 2020 Cuma
Can pazarında particilik Taha Akyol/17.04.2020
Koronavirüs salgınına karşı ateş hattında
savaşanlar, sağlık çalışanlarıdır. Hepimizin sağlığı, canı onlara emanet.
Fakat sağlık çalışanlarına karşı şiddet
uygulamak gibi canavar bir damarımız da var.
Sağlık Bakanı Fahrettin Koca 10 Nisan günü
şöyle bir çağrı yapmıştı:
“Şiddete maruz kalması muhtemel her sağlık
çalışanı bütün partilere eşit mesafededir. Sizlerden istirhamımız bu tasarının
her vekilin evet oyuyla yasalaşmasıdır. Meclisimizden personelimiz için bir
kalkan istiyorum. Meclis yasayı oy birliğiyle çıkarırsa bizler meclisimizi
yürekten alkışlayacağız…”
Bu gerçekleşti, kanun Meclis’te beş
partinin oylarıyla kabul edildi.
Bu doğru kanun, maalesef üniversiteler
hakkındaki yanlış kanunun içine sokuldu “torba yasa” yapılarak Meclis’ten
geçti. Bu vahameti ayrıca eleştireceğim.
BELEDİYELERİ DIŞLAMAK
Sağlık çalışanları hakkındaki olumlu bir
kanunun Meclis’te beş partinin oylarıyla yasalaşması gösteriyor ki, bazı hayati
konularda birleşebilir, el ele verebiliriz.
Öyleyse, iktidar virüsle mücadelede niye
belediyeleri dışlıyor?!
Kırk yıllık aşevlerini niye kapatıyor?
Bazı vatandaşlar krizle mücadeleye
yardımlarını merkezi idare üzerinden yapmak istiyorlarsa yapsınlar, bu teşvik
de edilmeli, ediliyor zaten.
Peki bazı vatandaşlar virüsle mücadeleye
yardımlarını belediyeler üzerinden yapmak istiyorlarsa, iktidar niye buna engel
oluyor? Niye hesaplarını bloke ediyor?
Aksine, particilik ayrımı yapmadan el ele
çalışmak gerekmez mi?
Efendim kanun ‘belediyeler valilerden izin
almalı’ diyormuş... Öyleyse verin o izni!
Maske dağıtımında bile belediyeler devre
dışı bırakıldı!
Besbelli: Virüsle mücadelede seçmenler
sadece “biz”i görsün! Farklı partilerin yönettiği belediyeler olabildiğince
göze çarpmasın!
Ama belediyelerin potansiyelini
sınırlamakla salgına karşı Türkiye’nin toplam mücadele potansiyeli
sınırlanıyor!
KALIN’IN SÖZLERİ
CB Sözcüsü İbrahim Kalın partici,
siyasetçi değildir. Muhafazakar bir akademisyen ve entelektüeldir. Kitaplarında
ortaya koyduğu entelektüel değerler particilik hırsıyla körelmediği için,
objektif gerçeği ifade etmekten geri durmuyor:
“Siyasi görüş ayrılıklarını, parti
mensubiyetlerini bir kenara bırakarak hepimizin bu iş birliğine ve eş güdüme
odaklanması gerekiyor. Güzel örnekleri de var. Belediye başkanlarımız çok güzel
işler yaptılar, yapmaya devam ediyorlar.” (12 Nisan)
Ankara’da Mansur Yavaş’ın, İstanbul’da
Ekrem İmamoğlu’nun, İzmir’de Tunç Soyer’in, diğer büyük şehir belediyelerinin
hepsinin birlikte çalışmaya açık oldukları ayan beyan ortada. Ama çağrıları
karşılık bulmuyor, Cumhurbaşkanı’ndan randevu bile alamıyorlar.
Yoksa “siyasi görüş ayrılıklarını, parti
mensubiyetlerini bir kenara bırakarak hepimizin bu iş birliğine ve eş güdüme
odaklanması” gerekmiyor mu?!
Sağlık Bakan Sayın Koca’nın doğru
ifadesiyle devletin de “bütün partilere eşit mesafede” olması gerekmiyor mu?
Devlet idaresinin, devlet yetkilerini
kullanmanın “bütün partilere eşit mesafede” olması halinde etkin ve güvenilir
olacağı apaçık bir gerçek değil mi?
Peki ”Ekrem’e zırnık yok” diye kampanya
açmaya ne dersiniz? Başkaları da ‘falancalara zırnık yok’ diye mi kampanya
açsın? Biz “millet” miyiz, kabileler yığını mıyız?
‘BÜYÜK BUHRAN’
Virüsle mücadelede Türkiye vaka, hastane
hizmeti, ölüm ve iyileşme sayılarında Avrupa’ya göre bugün başarılı bir
noktadadır. Fakat bunda virüsün bizde geç bir tarihte, 11 Mart’ta gözükmesinin,
bu “gecikme”nin payı vardır.
Sayılar zamanla büyüyor.
Virüsle mücadelede bütün sayılar
itibariyle çok başarılı olan Japonya dün 6 Mayıs’a kadar bütün ülkede “acil
durum” ilan etti!
Almanya da çok başarılıdır fakat 2
Nisan’da Almanya’da vaka sayısı 84.264’tü, dün bu sayı 135 bine dayandı…
Saygın iktisatçı Prof. Selva Demiralp,
logaritmik olarak yaptıkları bilimsel projeksiyonun özetini YetkinReport’ta
açıkladı: Türkiye kritik döneme giriyor, çok sıkı karantina uygulamaları ile
yayılma süresi ve iktisadi tahribatı azaltılabilir…
Kritik iki haftaya girdiğimizi Bakan Koca
da söyledi.
Virüs geçtikten sonra bütün dünya ve biz
çok ağır bir ekonomik resesyonla karşılaşacağız. İktisatçılar 1930’daki “Büyük
Buhran”dan ağır olacağını söylüyor.
Türkiye ekonomisi zor bir döneminde
yakalandı buna. TÜİK’e göre 2019 yılında Türkiye’de işsizlik zaten rekor
seviyeye çıkmıştı: Yüzde 13.7…
Şimdi buna virüsün ekonomideki tahribatı
binecek!
Sıkıntılar büyüyecek. Particilik zamanı
değil, samimiyetle el ele verme zamanı.
16 Nisan 2020 Perşembe
Yerli ve Milli Londra İbrahim Kahveci/16.04.2020
Küresel krize dönüşmüş bir pandemik durum
ortada. Bir tarafta salgın hastalık, diğer tarafta salgın kriz. Her ikisi ile
de mücadele gerekiyor.
FED, rezerv paraya sahip Merkez Bankaları
ile swap yolu ile dolar takası kapısını açtı. Rezerv paraya sahip olmayan
ülkeler için ise ABD tahvili karşılığı dolar kapısını açtı. Amaç nakit
sıkışıklığını gidermekti.
Ne yazık ki ikinci maddeye de yetişemedik.
2018 yılında rahip krizinde ABD’ye kızıp tahvilleri satmışız meğerse...
FED bu durum karşısında adres olarak
IMF’yi gösterdi. Bu şartları taşımayanlar için IMF’den nakit desteği
alabilirsiniz dedi.
Ne yazık ki biz bu maddeye de uymadık.
Şöyle uymadık: Biz yıllarca meydanlarda
Millete “Hain IMF” sloganı satmıştık. Şimdi krizde sıfır faizle nakit vermesine
rağmen IMF’nin kaynaklarından nasıl yararlanabiliriz?
Ve hemen açıklamalar gelmeye başladı: “Biz
bize yeteriz” demedik mi? IMF programı başta olmak üzere, hiçbir dayatmaya
boyun eğmeyiz. IMF gündemimizde yok”
Önce şu gerçeği herkes bilsin: IMF bu
parayı bir program, yani stant-by anlaşması ile vermiyor. FED ve IMF diğer
ülkelere de “Siz salgın hastalıkla asıl uğraşın, para sorunu çekmeyin” diye
veriyor.
Ortada bir IMF anlaşması yok. Sıfır faizli
bedava para var.
Ama elbette IMF’de verdiği paranın amaca
uygun kullanılmasını isteyecektir. Yani IMF’den para alıp o para Kanal İstanbul
ihalesi yapamazsın. Ya da Hazine garantili -müteahhitlere yeni ihaleler
veremezsin.
Amaç Millete gerçekten hizmettir.
Müteahhitlere hizmet değil...
IMF’ye bu kadar sert çıkmamızın nedeni
asla ve asla “Yerli ve Milli” dava değildir.
Eğer -Yerli ve Milli- isek neden ‘Şehir
Hastaneleri’ başta olmak üzere Hazine garantili KÖİ projeli ile müteahhitleri
koruma-kollama ihaleleri LONDRA Tahkimine bağlandı?
Bir kişi bunu izah etsin.
Osmangazi Köprüsünün Hazine garantisi
Milletin sırtında ama Tahkimi Londra’da.
Çanakkale Köprüsünün Hazine garantisi
Milletin sırtında ama Tahkimi Londra’da.
Yavuz Selim Köprüsünün Hazine garantisi
Milletin sırtında ama Tahkimi Londra’da.
11,2 milyar dolara yaptırılan Şehir
Hastanelerinin 95 milyar dolarlık Hazine garantisinin Tahkimi de Londra’da...
(Bir tanesi hariç)
Tahkimlerin Londra’ya bağlanması şudur.
İktidar değişir de “Nedir bu fahiş Hazine garantileri” derlerse işte onun
yargısı Türkiye’de değil Londra’da olacaktır.
Bakınız Sn Cumhurbaşkanı Erdoğan yıllar
önce af konusunda “Devlet Millete karşı işlenen suçlar affedemez” diyordu. O
zaman “Devlet sadece kendisine karşı işlenen suçları affedebilir” diyordu.
Bugün af geldi. Ama Devlete karşı işlenen
suçlara değil, Millete karşı işlenen suçlara...
Yıllar önce ekonomiyi çay ve simit hesabı
ile ifade eden yine Sayın Erdoğan’dı. Bugün ise Sayın Temel Karamollaoğlu’nun
dediği gibi o çay ve simit hesabın hiç girmiyoruz.
Aslında biz benzer sorunu AB ile Suriyeli
mülteciler konusunda da yaşamıştık. AB ile Haziran 2015’de vizesiz serbest
dolaşım hakkını da almıştık. AB bize yılda 3 milyar euro da verecekti.
Şimdi diyoruz ki, AB anlaşmaya uymadı.
Gerçekten AB mi anlaşmaya uymadı? Bunu çok
iyi analiz ediniz.
Biz değil miydik “AB parayı direkt
Suriyelilere ihtiyaç karşılığı veriyor, para bizim elimize geçmiyor ki” diyen.
Burada mesele illa biz bedava parayı
istiyoruz ama bu parayı da istediğimiz yerde harcamak özgürlüğüne da sahip olmak
istiyoruz.
Olaya başka açıdan da işaret edelim: “Biz
bize yeteriz” aslında bir başka politikanın göstergesi. Biz hesaplarımızı
kimseye göstermek mi istemiyoruz? Acaba hesaplarımızda bir sakınca mı var?
O nedenle içe kapan Türkiyem..
İçe kapan ve kimse hesap bilmesin, kimse
hesaplarımızı görmesin mi?
Kısaca iş çok derin.
Müteahhitlerin Hazine garantilerini
Londra’ya bağlayıp sonra da içerde Yeli
Milli söylem ne ifade edebilir?
Bu işte bir terslik yok mu? Lütfen biraz
düşünelim.
15 Nisan 2020 Çarşamba
Fırsat gelmişken eğitime bir el atalım! Şenol Kaluç/15.04.2020
Korona günlerinde, “dünya artık eskisi
gibi olmayacak!” diye beylik laflar etmek yerine eğitimde kalıcı ve doğru
adımlar atmak için önümüze bir fırsat doğdu.
Daha önce yazdığım gibi veliler bu kadar
uzun süre ve ders yükü içinde çocukları ile baş başa kaldıkları için bazı
gerçeklerle ilk kez yüzleşti. Pek çok öğrenci okul alışkanlıklarını evde de
devam ettirirken önemli bir kısmı da okulla ilişkilerinin sadece bedenen orada
bulunmak ve sosyalleşmekten ibaret olduğunu açıkça ailelere gösterdi.
Ne acıdır ki öğrencilerimiz -özellikle de
kızlar- için okul geleceğe hazırlamaktan çok ev, aile ve çevre baskısından bir
kaçış ve sosyal ilişkiler kurmak için bir araç durumunda.
Okullarımızda, özellikle lise kademesinde
hedefsiz çok büyük bir kitle var ve bunun suçlusu da bu çocuklar değil. Bu
çocuklara temel ahlaki değerleri kazandıramayan, sorumluluk ve bedel ödeme gibi
kavramları öğretemeyen sistem ve bu sistemin bu şekilde uygulanmasına rıza
gösteren veli-öğretmen-okul-MEB-siyaset ve tabii ki başta devlet olmak üzere
herkes suçlu.
Eğitim konusunda el ele vererek
birbirimizi, kendimizi ve de en önemlisi çocuklarımızı kandırmakta bir beis
görmüyoruz. Lise ve üniversite çağına gelindiğinde çocuklar da bu yalanın bir
parçası haline geliyorlar.
Bugün üniversitelerde 7 milyondan fazla
öğrenci var ve bunların %80’i al(ama)dıkları eğitimin kendilerine kuru bir
diplomadan başka bir şey vermeyeceğinin farkında. Biliyorlar ama okumaktan
-zaman kaybetmekten- başka da bir seçenekleri yok gibi davranıyor-davranıyoruz.
Devlet için resmi işsizler ordusuna ne
kadar geç katılırlarsa o kadar iyi.
Bu nedenle mevcut krizi fırsata çevirip,
bugün ilkokul çağında olan çocuklarımızı kurtarmak için bir yol açabiliriz.
Bunun yolu da o kadar da zor değil. En azından sistemde ciddi reformlar
yapamasak bile küçük bir iki dokunuşla çok şeyi değiştirebilir.
Ve bu adımları MEB’in en tepesinden en
altına herkes biliyor ama kimsede bu adımları atacak cesaret yok ve üzücü olan
ne devletin ne de toplumun gerçekte böyle bir talebi yok.
***
“Yapılabilir olan ama yapılmayanlar
nedir?” dersek:
- Öncelikle sınıf tekrarı uygulaması en
azından ortaokuldan itibaren acilen gelmeli; belli yeterliliğe sahip olmayan
çocuklar kesinlikle bir üst sınıfa geç(e)memeli.
Adalet, hakkaniyet, eşitlik vb kavramların
pekiştirilebilmesi için öğrencilerin her şeyden önce sorumluluklarını yerine
getirmeleri gerektiğini önce okullarda öğrenmeli. Çalışan, emek harcayan ile
hiçbir şey yapmayanın aynı kefeye konduğu bir sistem sadece ahlaksızlık üretir.
- Kaynaştırmalı eğitim ve akran eğitimi
düşünceleri, her ne kadar güzel bir fikir olsa da uygulamada sorunludur. Bu
duruma başka bir çözüm bulunmalı.
- Okulların bugün için en acil çözülmesi
gereken sorunlarından biri de disiplinsizlik. Veli-öğrenci profili inanılmaz
derecede saldırgan ve mütecaviz. Geçmişte öğretmen baskısından şikayet ediyorduk
şimdi ise tersi bir durum var ve acilen bir orta yol bulunmalı.
- Lise eğitimi için kesinlikle baraj
sınıfı olmalı ve bu baraj sınıfından itibaren öğrencilerin hangi tür okullara
gidebilecekleri ile ilgili kesin sınırlar çizilmeli. Bu yapılırken de velilerin
okula-öğretmene baskı yapmalarının önüne geçecek bir sistem oluşturulmalıdır.
- Liseler kendi içinde üç gruba ayrılmalı;
akademik eğitim, yarı akademik yarı mesleki eğitim ve tamamen mesleki eğitime
göre planlanmalıdır.
- Akademik eğitim verecek okullara
girişler kesinlikle esnetilmemeli ve bu okulların öğrenci kaliteleri asla aşağı
çekilmemelidir.
- Belli bir akademik yeterliliğe sahip
olmayan öğrenciler kesin bir şekilde mesleki eğitime yönlendirilmeli, bu konu
seçimli olmamalıdır.
- Bu konuda devlet okullarına girişler
kesin çizgilerle belirlenirken özel eğitim kurumları istisna dışı tutulmalıdır.
Bu kurumlar kendi öğrenci havuzlarını kendileri belirlemeli, veliler de
çocukları için bu havuzu kendi şartları dahilinde kullanabilmelidir.
- Üniversite sınavları herkese açık
olmakla birlikte özellikle uygulamalı alanlarda mesleki eğitim kökenli
öğrenciler için ayrı sınavlar düzenlenmeli ve çekirdekten yetişme ve başarılı
öğrencilerin önü açılmalıdır…
***
Söylenecek çok şey var ancak iki basit
konuyu Sayın Bakanımız Ziya Selçuk’a hatırlatarak nokta koyalım:
1- Japonya’da olduğu gibi okullarımızın
temizlik faaliyetlerine artık öğrencilerimiz de katılmalı. Bu, yaşadığı çevreyi
içselleştirme ve farketme açısından çok önemli.
2- Çocukları sınıf içi aşırı ders yükü ve
gereksiz konulardan kurtarmak için verdiğimiz sözü de tutalım.
13 Nisan 2020 Pazartesi
‘Bidon kafalılar’a bir ‘Mukaddime’ Yıldıray Oğur/13.04.2020
Geçen Cuma, gece 12’den sonra başlayacak
hafta sonu sokağa çıkma yasağı, iki saat önce açıklanınca, yasak sırasında
fırınların ve sucuların açık olacağıyla ilgili genelge de açıklamadan yarım
saat sonra gelince 30 Büyükşehir ve Zonguldak’ta halk o saatte açık olan
fırınlar ve marketlere akın etti.
Devletin stoğa gerek yok çağrılarına
riayet edenler, zaten stok yapacak durumu olmayanlar, alışverişini hafta sonuna
bırakmış olanlar, evinde bebeği, çocuğu, hastası olan, onların ihtiyaçları için
o son iki saatte markete gitmek zorunda kalanlar, sigara, ekmek, su almak
isteyenlerin oluşturduğu kalabalıklar, kuyruklar medyaya ve sosyal medyaya
düşünce, paniğe neden olan hükümet tasarrufuna laf edemeyenler başladılar
halkın cehaletine, sorumsuzluğuna laf etmeye...
Kucaklarında kola şişeleri, ucuz
marketlerde satılan tok tutan bisküvilerle kasaların önünde bekleyen abiler,
ekmek çuvalını sırtlanmış götüren amcalar, hayatın bin bir türlü ihtimalini
düşünmeyen orta sınıf kibrinin hedefi oldular.
Üstelik bu kez geleneksel laik orta sınıf
kibrinin değil, bu kibrin tadını iyi bilen yeni muhafazakar orta sınıf
kibrinin.
Nasıl olsa iktidarın bir tasarrufunu
eleştirmek yerine, suçu savunmasız halka atmak ucuz ve maliyetsizdi, cehalet,
bilinçsiz, eğitimsiz, açgözlülük, lüksünden ödün vermemek gibi laflar havalarda
uçuştu.
Ertesi gün hızını alamayan iktidar
medyasının bazı tuzu kuru yazarları o geceki kaotik iki saatte panikle
marketlere gidenlere “zeka özürlü, ayı, alt tabaka, lümpen” diye hakaret etti.
Bu kadarını demeye dilleri varmayan,
hükümeti eleştirmeye de elleri gitmeyenlerin ise imdadına 600 yıl önceden İbn
Haldun’un bir cümlesi yetişiverdi:
“İnsanı açlık değil, alıştığı tokluk
öldürür”
O akşam yaşanan kaosun suçunu halkta bulan
Kızılay Başkanı’ndan iktidar milletvekillerine, gazetecilerine kadar herkes İbn
Haldun’un bir sözünü paylaşıp durdu.
Hatta dün iktidara yakın bir gazete bu
sözü manşet yapmıştı.
Herhalde o gece hararetle bu hikmetli sözü
paylaşanlar, İbn Haldun’un israfa, lükse, açgözlülüğe karşı, kanaatkarlığı,
azla yetinmeyi tavsiye ettiğini düşündüler.
İnternette kıtlık, tokluk diye aratınca
“İbn Haldun’dan harika sözler”, “hikmetli sözler” derlemelerinde karşınıza
çıkan, capsleri yapılmış, popüler kültürde dolaşıma girmiş bulunması kolay bir
aforizma bu.
Bu cümle için Mukaddime’yi okumuş olmaya
da gerek yok.
Yine de İbn Haldun ne demek istemiş emin
olmak için Mukaddime’yi açıp bir bakalım.
Bunun için Dergah yayınlarından çıkan
Mukaddime’yi seçelim.
Eseri yayına hazırlayan ünlü ilahiyatçı
Prof. Dr. Süleyman Uludağ.
Prof. Uludağ, kitabın girişinde uzun bir
İbn Haldun biyografisi de koymuş. İslam Ansiklopedisi’nin İbn Haldun maddesini
de o kaleme almış.
Maddenin girişinde yazdığı gibi İbn Haldun
14’üncü yüzyılın başlarında doğmuş, 15’inci yüzyılın başlarında vefat etmiş bir
“tarihçi, sosyolog, filozof, siyaset ve devlet adamı”.
Yani müminlere ve insanlığa ahlak, fazilet
tavsiye eden, hikmetli sözler söylemiş bir din adamı, ilahiyatçı değil.
Hatta tam tersine ömrü hayatı iktidar
mücadelelerinin ortasında geçmiş, sultanlara karşı kumpasların, darbelerin
içinde yer almış, bu yüzden hapis yatmış, sürgüne gönderilmiş, genelde
iktidarlara, hükümdarlara yakın durmuş biri.
Mukaddime’nin girişinde Prof. Uludağ şöyle
yazmış:
“İbn Haldun fırsatçı bir adamdı, pratik
hayatında gaye her türlü vasıtayı mubah kılardı. Makam tutkusu güçlü idi.
Gözü hep üst mevkilerde idi. Şahsi menfaati ve maksadı için veya zarardan
korunması için kendisine iyilik yapana kötülük yapmakta, ihsana garkedenler
aleyhine tertiplere karışmakta ve lütfuna nail olduklarına karşı değişmekte bir
beis görmezdi.
Karşılaştığı bütün siyasi keşmekeşlerde,
münasebet kurduğu bütün hükümdarlar, emirler ve devlet büyükleri
karşısında ona hakim olan temayül bu olmuş ve bu temayül ölene kadar onun
huyu olmuştu.”
Hatta yaşadığı dönemde Şam’ı ele geçirip,
Mısır’a yürümekte olan Timur’u durdurmak için huzura çıkmış, elini öpmüş ve
şöyle demişti:
“Sen alemin sultanı, dünyanın
padişahısın. Hz. Adem'den günümüze kadar senin gibi bir hükümdarın çıkmış
olduğu inancında değilim. Benim gibi biri bu gibi hususlarda gelişi güzel
konuşmaz. Çünkü ben bir ilim adamıyım.”
Peki, bunları nereden biliyoruz.
Oryantalistlerin kitaplarından mı, düşmanlarının yazdıklarından mı, İslam
karşıtı çevrelerden değil bizzat kendi kaleme aldığı hatıratından.
Zaten tam da İbn Haldun’u değerli yapan
bu.
Hatıratında kendisine karşı eleştirel,
dürüst, acımasız olduğu gibi eserlerini de çağının oldukça ilerisinde bilimsel
bir metodla ve eleştirel bir dille kaleme almıştı.
Doğanın kanunları olduğu gibi toplumların
da kanunları olduğuna inanmaktaydı ve 14’üncü yüzyılın şartlarında bunları bulduğunu
düşünmüştü.
Yani “İnsanı açlık değil, alıştığı tokluk
öldürür” cümlesi de bir vaz-ı nasihat, ahlaki, İslami bir düstur değil,
kendisine göre bir toplumsal, biyolojik,
tıbbı tespitti.
Şimdi o sözü siyaseten yararlı bulup o
gece hararetle paylaşanların yapmadığını yapıp, cümlenin geçtiği Mukaddime’deki
beşinci bölümü açalım.
Bu bölümün konusu: “Bolluk ve kıtlık
itibariyle ümranın ahvalinde görülen farklılık ve bunun insanların beden ve
ahlakı üzerinde meydana getirdiği tesirler”
İbn Haldun, sıcak iklimlerin bedevi Sudanlılarıyla,
‘soğuk’ iklimlerin hadari Faslılarını kıyaslıyor. Soğuk iklime bulabildiği
örnek Fas. Yani sınırlı bir coğrafyayı gözetleyerek, şimdi okuyanlara fazlaca
iddialı gelecek totolojik sonuçlara varıyor.
Şöyle iddialı tespitler bunlar:
“Gıda maddesi bol, ekini, hububatı, süt,
peynir gibi hayvanlardan elde edilen gıda maddeleri, meyve gibi yenecekleri çok
olan verimli iklimlerde bolluk içinde yaşayan
ahali ekseriye zihinleri itibariyle geri
zekalı, bedenleri bakımından kaba olmakla muttasıf olurlar. Hububat ve katıklık
türünden yiyecek maddeler itibariyle bolluk içinde yaşayan Berberlerin, yine
Berberlerden olup da maişet
bakımından sıkıntı içinde bulunan, arpa ve
darı ile yetinmek zorunda kalan Masmudiler ile Gumare ve Sus halkı karşısındaki
hali işte budur. Dikkat edilince görülür ki, akılları ve bedenleri itibariyle
bunlar daha iyi bir haldedir.”
Hatta daha da ileri gidiyor ve şöyle
diyor:
“Geçim sıkıntısı içinde yaşayan kişiler,
bolluk ve refah içinde bulunanlardan daha güzel bir dini yaşayışa sahiptirler,
ibadete daha fazla düşkündürler. Hatta dindar insanların şehir ve
kasabalarda az olduğunu görmekteyiz. Şehir ve kasaba halkı umumiyetle, bol bol
has buğday, katıklık ve et yediklerinden derin bir gaflet içinde ve kalbi katı
olurlar.”
İşte “İnsanı açlık değil, alıştığı tokluk
öldürür” cümlesinin geçtiği bölüm bu tespitlerin ardından geliyor.
Okuyalım:
“Allah daha iyi bilir ama bunun sebebi
şudur: Bolluk içinde yüzenlerin, çeşitli katıklık maddelere, özellikle hayvani
yağlara alışık olanların, bağırsakları ve iç organları, bu yüzden aslında
mizaçlarında bulunması gereken rutubetten daha çok bir rutubet
kazanır ve nihayet bu rutubet haddini
aşar. İmdi gıda maddelerinin kıtlığı, katıklık şeylerin yokluğu ve alışılmamış
sert ve kaba besinlerin kullanılması suretiyle, adet haline
getirilmiş olan bahis konusu yaşama
tarzına muhalefet edilince, bağırsaklar çabucak kurur, buruşur ve kıvrışır, bu
organlar gayet zayıf ve nazik olduğundan hastalık derhal onlara yol bulur, bu
hastalığa yakalananlar aniden ölürler. Çünkü bahis konusu
husus ölüme sebep teşkil eden
şeylerdendir. (Kıtlık yıllarında vukua gelen kitle halindeki ölümlerin, salgın
hastalıkların sebebi budur). Şu halde, açlık ve kıtlık esnasında mahv ve helak
olanları katleden, sonradan ortaya çıkan açlık değil, önceden mevcut olan ve
itiyat haline getirilen tokluktur. (Kıtlık ve sıkıntı içinde telef olanları
açlık değil, sadece bolluk ve refah zamanında alışageldikleri tokluk
öldürmüştür).”
Yani konunun Cuma gecesi olanlarla, hatta
bu yüzyılla, hatta modern tıp ve biyolojiyle de hiçbir ilgisi yok.
Ama kararı veren bakanın dahi hatasını
kabul edip, bu yüzden istifaya kalkıştığı bir hükümet icraatını dahi savunmaya
çıkmışlar, bu kadar ayrıntıya takılmıyorlar.
İnsan karar veremiyor hangisi daha hazin?
Senelerce bidon kafalılar edebiyatının
mağduru olduklarını unutup, devletperestlikte kusurları halkta bulma aşamasına
gelmeleri mi?
İbn Haldun’un konuyla ilgisiz bir sözünü
bulup kullanırken bir kişinin bile merak edip kitabı açıp bakmaması mı?
Yoksa bunun çaresiz kalmış insanları
cehalet, eğitimsizlik ve bilinçsizlikle suçlarken yapılması mı daha hazin?
Ne diyelim. Mağluplar galipleri taklit
eder. Geçmişler geleceğe suyun suya benzemesinden daha çok benzer ve tabii ki
coğrafya kaderdir..
Öylesine bir ahlaki savrulma yaşıyoruz ki... Mehmet Ocaktan/13.04.2020
Epey bir süredir insanların inançları,
kimlikleri ve parti aidiyetleri yüzünden kategorize edildiği bir savrulma hali
yaşıyoruz.
Özellikle de son iki-üç yılda art arda
yapılan seçimler üzerinden neredeyse toplumun tam ortasından ikiye yarıldığı
travmatik durum, geleneğimize ait bütün güzel hasletlerimizi, dayanışma
ruhumuzu ve ahlaki değerlerimizi aşındırmaya devam ediyor.
Şimdi bir de bunun üzerine Covid-19
musibetinin yarattığı korku yüzünden, zaten pamuk ipliğine bağlı değerlerimiz
adeta tel tel dökülmeye başladı. Oysa biliyoruz ki dinin imandan sonra
gerçekleştirmek istediği en önemli hedefi, ahlaki değerleri kuşanmış bireyler
yetiştirmektir. Ve erdemli toplumlar faydacılığı, siyasal ve dünyasal rantı
değil, değerleri önceleyen, ilkeler bütününe sahip olan toplumlardır.
Maalesef son dönemde ahlaki pusulamızı
kaybettiğimiz için duyarsız, değerlere itibar etmeyen, kimliksiz ve kişiliksiz
yığınlar topluluğuna dönüşmüş durumdayız. Unutmayalım ki ahlaki değerleri
ıskalayan toplumlar, sıradanlaşmaktan ve savrulmaktan kurtulamazlar.
Corona kabusunun hayatımızı dört duvar
arasına mahkum ettiği şu günlerde en çok ihtiyaç duyduğumuz şey, güçlü bir
dayanışma ruhu ve kimseyi ötekileştirmeyen bir erdemlilik örneği sunabilmektir.
Normal zamanlarda gerek toplumsal hayatta,
gerekse siyasette zaman zaman sert rüzgarların esmesini bir yere kadar tolere
etmek mümkün. Ancak olağanüstü dönemlerde makuliyet, hepimiz için her
zamankinden daha çok elzem hale gelmektedir.
Ama ne yazık ki devleti tek otorite
merkezi olarak tanımlayıp mutlaklaştıran günümüzün siyaset ve iktidar anlayışı
farklı siyasal oluşumların, sivil alanların nefes almasını zorlaştıran bir
atmosfer oluşturmuş bulunmaktadır.
Bu konudaki en somut örnek, son günlerde
CHP’li belediyelerin yeni tip koronavirüs salgını nedeniyle başlattığı yardım
kampanyalarının engellenmelerinin ardından, yine CHP’li belediyeler tarafından
uzun yıllardır aşevleri için kullanılan şartlı bağış hesaplarının da art arda
kapatılıyor olmasıdır.
Son olarak Eskişehir Büyükşehir
Belediyesi’nin 25 yıldır ihtiyaç sahiplerine hizmet veren aşevi hesabı bloke
edilmiş bulunuyor.
Aynı şekilde Eskişehir’de Odunpazarı
Belediyesi’nin, Antalya’da Muratpaşa belediyesinin aşevi hesapları da bloke
edilmişti.
Resmi ya da gayrı resmi ağızlardan yapılan
değerlendirmelerde deniyor ki: “Yasal prosödür bunu gerektiriyor, merkezi
hükümet dışında kimsenin böyle bir yetkisi yok.” Demek ki devletimiz,
belediyelerin yürüttüğü bu tür sosyal hizmetlerin yasalara aykırı olduğunu yeni
keşfedebilmiş!
Eğer tepeden inmeci yaklaşımlarımıza
mazeret üretmek gerekirse, yasaların ve yönetmeliklerin arkasına sığınmak her
zaman mümkün. Ayrıca devletin kendi gücünü test etmeye ihtiyacı yok, zira
elinde her zaman bu tür yasal argümanlar vardır ve istediği zaman da
kullanabilir.
Ama açık toplumlarda aslolan, sivil alanın
ve özgürlüklerin önünün açılmasıdır. Kaldı ki 21. Yüzyılda en küçük hizmet
organizasyonlarının bile hala merkezi hükümetin tekelinde olması son derece
geri bir yaklaşımdır. İtiraf etmek gerekiyor ki bu uygulama, Türkiye’nin çoktan
unuttuğu 1930’lu, ‘40’lı yıllardaki ‘tek parti’ döneminin 21. Yüzyıla
uyarlanmış kötü bir versiyonudur.
Maalesef ahlaki hasletlerimizi
kaybedişimizin hikayesi bunlarla da bitmiyor. Geçtiğimiz hafta af tasarısının
Meclis’te görüşülmesi sırasında yaşanan bir olay, ahlaken nasıl bir iflasın
içinde olduğumuzun en net fotoğrafıdır. Yaşanan olayın özeti şöyle: “Meral
Danış Beştaş (Siirt-HDP): Ben de bütün kamuoyunun gözünün önünde şunu
söylüyorum. İdris Baluken cezaevinde ölsün mü? (AK Parti sıralarından “Ölsün”
sesi) İşte ahlakımızın ve insani duruşumuzun son fotoğrafı...
11 Nisan 2020 Cumartesi
Diyanet hiç olmadığı kadar ötekileştirici hale geldi Mehmet Hayri Kırbaşoğlu/ İslam Özkan/11 Nisan, 2020
Son günlerde Korona virüs tartışmalarıyla
gündeme gelen ve özellikle de Ali Erbaş’ın başkan olmasıyla farklı bir sürece
giren DİB, eskiden sürdürdüğü göreli özerkliği bütünüyle kaybetmiş görünüyor.
İktidarla bu denli bütünleşince tabii iktidarın yapmış olduğu hatalarla
bütünleşmesi kaçınılmaz hale geliyor. Bu anlamda DİB’in statüsü, misyonu ve dönüşümünün
ciddi bir şekilde tartışılması gerekiyor. İşte bu tür bir diyalog ve tartışmaya
katkı anlamına gelebilecek bu röportajda Hayri Kırbaşoğlu hocamızla DİB’i ve
teşkilata ilişkin güncel konuları ele almaya çalıştık.
AKP öncesi dönemde seküler devlet yapısı
içerisinde konumlanan ve siyasetten göreli olarak uzak tutulan Diyanet İşleri
Başkanlığı (DİB), nadiren politik süreçlere dâhil edilirdi. O dönemde
Diyanet’in, Cumhuriyet’in ilk yıllarında vatandaşın dini ihtiyaçlarına cevap
veren bir teşkilat olarak belirlenen misyonuna sadık kalması beklenirdi. Ancak
AKP’nin militarize olma sürecinde buna ayak uyduran DİB, muktedirden de aldığı
cesaretle, bir taraftan verdiği dini fetvalarda hayata müdahil olma anlamında
daha cüretkâr davranırken aslında karmaşık ve dinamik toplumsal hayatı
anlamaktan ne kadar uzak olduğunu da göstermiş oldu. Bu dönemde DİB, devletin
ideolojik aygıtının bir parçası ve -Gramsci’nin deyimiyle- siyasal iktidarın
rıza imalatı için uygun bir aracı işlevine koşullanmış görünüyor. Son süreçte
Barış Pınarı harekâtı sırasında ise tamamen militarize bir din anlayışıyla
yedeğe koşulan DİB, meşruiyet krizi yaşadığı günlerde AKP’ye hayat öpücüğü
oldu. Bütün bu dönüşümü ve içinden geçmiş olduğumuz günlerde DİB’in ifade
ettiğini anlamı yılların ilahiyat hocası Prof. Dr. Hayri Kırbaşoğlu ile
konuştuk.
İKTİDAR, CEMAAT VE TARİKATLARA
ŞİRİN GÖRÜNMEYE ÇALIŞIYOR
Ali Erbaş’ın Beştepe’de İslam
tarihinde benzeri görülmemiş bir şekilde verdiği fetva doğrultusunda kıldırdığı
Cuma Namazıyla ilgili ne düşünüyorsunuz? DİB’in bu tutumunu sadece iktidarla
ilişkisiyle açıklayabilir miyiz?
DİB’in tarihinin hiçbir döneminde olmadığı
kadar siyasete -gırtlağına kadar- battığı ve kölece boyun eğdiği kimseye gizli
değildir. Cuma namazıyla ilgili tiyatral adımların ve daha önce skandal
boyutlara varan adımların akıl-mantık, sağduyu ve İslami ilke ve değerlerle
izahı mümkün değildir. Bunun yanında popülizmin, yani iktidarların mavi boncuk
dağıtmayı pek sevdiği cemaat ve tarikatlara şirin görünme çabasının da bunda
rol oynamış olma ihtimali de yok değildir. Bir de iktidara ve iktidar
kurumlarına olan güvenin giderek azalması sürecinde yaşanan panik duygusunun ve
bunun doğurduğu şaşkınlığın da bu akıl almaz adımlara yol açmış olabileceği
düşünülebilir.
DEVLETTEN MAAŞ ALAN DİN ADAMLARI,
DEVLETE AYKIRI İŞ YAPAMAZ
Çok az ulema ve ilahiyatçı hariç
din adamları, DİB’in bu ve benzeri tutumuna karşı sesini yükseltmiyor. Bunun
nedeni nedir?
Tarih tekerrür ediyor denebilir özetle.
Tarihte de günümüzde de ‘Resmi İslam’ denen resmi dini kurumlarının
çalışanlarının başka türlü davranmasını beklemek zaten gerçekçi değildir.
Mollalar önderliğindeki İran İslam Devrimi’nin başarılı olmasının arkasındaki
faktörlerden birisi de mollaların devletten değil halktan maaş almaları ve
bunun onlara sağladığı özgürlük idi. Dolayısıyla bordro mahkumlarından
iktidarların ve resmi kurumların yanlışlarına –anayasal ve yasal haklarını
kullanarak dahi- ses çıkarmalarını ve tepki vermelerini beklemek için aşırı
iyimser olmak gerekir.
Öte yandan zaten kültürel olarak egemen
dindarlık anlayışı statükocu, konformist, sağcı, muhafazakar popüler bir
çizgiyi takip ettiği için, Ali Şeriati’nin ‘DİNE KARŞI DİN’ dediği bu olgunun
doğası gereği statükoya boyun eğmesi kaçınılmazdır. Tabii mevcut statükodan
nemalanma boyutunu da göz ardı etmemek gerekir.
Mehmet Hayri Kırbaşoğlu: DİB
üzerindeki politik baskı kaldırılmalıdır.
İSLAM TARİHİNDEKİ GERÇEK MUHALEFETİ
EBU HANİFE TEMSİL EDİYOR
Çağdaş Arap-İslam düşüncesinin
önemli önemli simalarından M. Abid el Cabiri, İslam tarihi boyunca sadece Ahmet
İbni Hanbel ve İbni Rüşd’ün mevcut siyasal otoriteye direnebilen çok az
sayıdaki düşünür ve fakihten sadece ikisi olduğunu belirtir. Sizce ulemanın,
düşünürlerin İslam dünyasında otorite karşısında bu kadar zayıf olmalarının,
bağımsız tavır sergileme noktasındaki zaaflarının hikmeti nedir?
Öncelikle el-Cabiri’nin bu tespitinin
tashihi gerekir. Zira bilhassa Ahmed b. Hanbel gibi pekçok ulemanın iktidara
olan muhalefeti aslında siyasi olmaktan çok teolojiktir. Nitekim Ahmed b.
Hanbel daha sonra teolojik olarak anlaştığı iktidarın yanında yer almıştır. Ama
mesela Ebu Hanife’nin iktidara karşı tavrı, kategorik olarak ‘politik
muhalefet’ kapsamında rahatlıkla değerlendirilebilir. İslam ulemasının
iktidarlar karşısından pasif tavır almasının hatta destek çıkmasının sebepleri
çok ise de, özellikle sünni teolojinin ‘itaat kültürü’ eksenli olmasına, öte
yandan iktidara yanaşmanın nimetlerine ve uzaklaşmanın risklerine bilhassa
vurgu yapmak isabetli olacaktır.
DİYANET ÖZERK BİR YAPIYA
KAVUŞTURULMALIDIR
Siz bir İlahiyat Profesörü olarak
Diyanet İşleri Başkanlığı’na ilişkin gelinen nokta itibarıyla nasıl bir noktaya
vardınız? Sizce DİB kaldırılmalı mı reforme mi edilmeli?
Bu konuda bu iki şık dışında daha pek çok
model ve alternatif söz konusudur. Bu konu toplumsal uzlaşma kültürüne ve
iktidar-toplum ve din-siyaset ilişkisine karşı takınılacak tavra göre
değişecektir. Mevcut şartlarda ilk adım olarak DİB’in, siyasetin vesayetinden
kurtarılması için anayasal özerk bir yapıya kavuşturulması, öte yandan ülkedeki
bütün dini gurupları kuşatacak bir şekilde yapılandırılması düşünülebilir. Ama
hepsinden önemlisi ülkemizde din acilen bir siyaset aracı olmaktan çıkarılmalı
ve bundan kaynaklanan DİB üzerindeki politik baskı kaldırılmalıdır.
ŞU ANKİ DİNİ PROJELER, 28 ŞUBAT’TA
BAŞLATILAN PROJELERİN KOPYASIDIR
Görmez ve şu anki Diyanet İşleri
Başkan’ı Erbaş’ı gerek düşünce gerekse icraat bakımından karşılaştırmanızı
istesek?
Yukarıdaki izahlar ışığında mevcut iktidar
döneminde DİB başkanlarının -aralarında nüanslar olsa da- 28 Şubat
sürecindekinden daha kötü bir durumda olduklarını -her iki süreci de yaşayan
biri olarak- söyleyebilirim. Zira bu dönemde DİB’in hayata -başarısız bir
biçimde- geçirdiği birtakım projeler aslında 28 Şubat sürecinde adımları atılan
-mesela tefsir ve hadis projeleri gibi- projelerin kopyasından başka bir şey
değildir. Öte yandan mezkurların DİB’de egemen olan dini zihniyette gerekli
değişimi gerçekleştirme gibi bir niyetlerinin pek olmadığını mevcut
icraatlarına bakarak kestirmek de zor değildir. Dahası DİB ve TDV, yayınladığı
pek çok kaliteli bilimsel İslami araştırmanın sonuçlarını başkanlık
faaliyetlerine yansıtmayı bile başaramamış durumdadır.
DİYANET, HİÇ OLMADIĞI KADAR
ÖTEKİLEŞTİRİCİ BİR DİL BENİMSEDİ
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bugün
AKP iktidarında hiç olmadığı kadar devletçi bir çizgiye geldiği, dinin devlet
tarafından kontrol edilmesinde kritik bir rol oynadığını düşünenler var.
Örneğin 2014 yılında yayınlanan bir hutbede muhalif olan herkes, geminin dibini
delmeye çalışan kimseler olarak nitelendi. Biraz su için geminin altını
delenlerin ‘geminin üst katındakiler’ tarafından engellenmesi gerektiği
anlatılan hutbede, sosyal medya ve internet ‘tahribat merkezi’ olarak
nitelendirildi. Diyanetin konumu ve dinin hutbelerde ve hutbelerin dışında
iktidar tarafından istismar edilmesine dair ne söylemek istersiniz?
DİB, tarihinin hiçbir döneminde olmadığı
kadar siyasallaştığı gibi ilk defa bu dönemde kutuplaştırıcı, dışlayıcı,
ötekileştirici, hatta militarist bir söylem sath-ı mailine girmiş durumdadır,
Allah hepimizi bunun akıbetinden korusun. Öte yandan ben DİB’in iktidar
tarafından istismar edildiği değil, DİB’in buna gönüllü olarak teşne olduğu
kanaatindeyim. Bu durumu gören iktidarların da ayaklarının dibine gelen bu
nimeti tepmesini beklemek saflık olsa gerektir.
Mehmet Hayri Kırbaşoğlu: Tıpkı DİB
gibi ilahiyat fakülteleri de tarihinin en kötü dönemlerini yaşamaktadır.
İmam Maturidi, Tevilatu’l Kuran
adlı eserinde; aynı şekilde Fahredduni Razi Esasu’t Takdis adlı kitabında
akılla vahiy (Kuran) çeliştiğinde vahiy tevil edilir (bir başka anlama gelecek
ve çelişki giderilecek şekilde yorumlanır) der. Bu düşünceyi olduğu gibi kabul
ettiğimizde bunun ne gibi sonuçları olacaktır?
Muhtemel sonuçları görmek için uzağa
gitmeye gerek yoktur, bu yaklaşımın tarihteki sonuçları ile aksi yöndeki
nakilci/dogmatik yaklaşımların sonuçlarını ve her iki yaklaşımın günümüzdeki
uzantılarına bakmak yeterlidir: Bir yanda akıl ile nakli bir arada götürmeyi
savunan eleştirel sorgulayıcı içtihat ve tecdid yanlısı Ehl-i Re’y (Yenilikçi
Çağdaş İslam Düşüncesi) diğer yanda aklı dışlayan taklitçi nakilci Ehl-i Hadis
(Muhafazakar Geleneksel Ulema) . İslam dünyası şu anda resmi-sivil düzlemde
ikincinin egemenliğindedir ve sonuçlar ortadadır. Daha vahimi ise, sadece IŞİD
ve el-KAİDE için söz konusu edilen tekfirci zihniyetin, artık ülkemizde DİB,
ilahiyat, cemaat ve tarikat çevrelerine de sirayet etmiş olması ve “yerli ve milli
tekfirci zihniyet”in hayal iken gerçek olmasıdır ki, bunun olacağını başta bu
satırların yazarı olmak üzere pek çok sağduyu sahibi yıllar öncesinde açıkça
iktidar çevrelerine duyurmuşlardı.
HERMÖNÖTİK VE TARİHSELLİK,
KÖKENLERİ İSLAM GELENEĞİNDE BULUNAN YAKLAŞIMLARDIR
Hermonötik ve tarihselci okuma
biçimlerinin Kuran ve dini metinlerin anlaşılmasını kolaylaştıracağını
düşünüyor musunuz?
Kesinlikle! Kur’an’ı anlama konusunda
bilhassa Usul-i Fıkıh ve Ulumu’l-Kur’an literatüründeki birikimi de dışlamaksızın
bu gibi yeni yaklaşımlar fevkalade ufuk açıcı olmaktadır. Mesela ‘Semantik’
yaklaşımının ne kadar muhteşem sonuçlara yol açabildiğini görmek için Toshihiko
İzutsu’nun kitaplarına bakmak yeterli olacaktır. Tarihsellik de bilhassa
‘hermenötik tarihsellik’ olarak Kur’an’ın güncellenmesi için olmazsa olmaz bir
yaklaşımdır. Bu yaklaşımın yeni bir şey olmayıp kökenlerinin İslam geleneğinde
de mevcut olduğunu ‘Müslüman Kalarak Yenilenmek’ kitabında kaynaklara dayalı
olarak göstermeye çalıştım.
FELSEFE DERSLERİ KALDIRILARAK
İLAHİYATLAR, MEDRESELERE DÖNÜŞTÜRÜLÜYOR
Bir ilahiyat hocası olarak İlahiyat
fakültelerindeki eğitim hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizce ilahiyat
fakültelerinde eğitim, modern dünyada Müslümanlara zengin ve derinlikli bir
perspektif kazandıracak niteliklere sahip mi?
Tıpkı DİB gibi ilahiyat fakülteleri de
tarihinin en kötü dönemlerini yaşamaktadır. Bunun da sebebi popülist
politikalarla mantar gibi alt yapısı olmadan ilahiyat fakülteleri açılması,
bununla da kalmayıp başta FETÖ’cüler olmak üzere olabilecek en dogmatik ve
fanatik cemaat ve tarikat elemanlarının bilinçli ve planlı olarak bu
fakültelere yerleştirilmesi, dahası bu fakültelerden felsefe gurubu derslerini
kaldırmaya çalışarak resmen ve alenen medreselere çevrilmek istenmesi, buraların
militan devşirme yerleri olarak görülmesi, bununla da kalmayarak tarikat ve
cemaatlerce içeriden fethedilmesi gereken düşman kaleleri gibi görülmesi
–nitekim medyaya yansıyan bazı örnekler de vardır- ve daha pek çok
olumsuzluklar, buraların bırakın perspektif sunmayı geleceğimiz için fevkalade
tehlikeli birer odak olmaya namzet olduğu anlamına gelmektedir.
GEVİŞ GETİREN KÖHNEMİŞ DİNİ AKIL,
YENİ NESİLLERE HİTAP EDEMİYOR
Deist ve ateist sayısının dindar
ailelerinin çocukları arasında bile yaygınlaştığına dair araştırmalar var.
Nedenleri üzerine neler söylemek istersiniz?
Ülkemiz ve diğer İslam ülkeleri,
Ortaçağ’da üretilen İslami bilgi ile yola devam edebileceğini zanneden tarih
dışı ve tarihte yaşayan bir dini zihniyetin zebunu durumundadır. Bireysel ve
toplumsal değişim gerçeğini göz ardı eden bu hasılı tahsil, malumu ilam edici
‘GEVİŞ GETİREN AKIL’ (el-Cabiri) yeni nesillere hitap edememekte, çağın meydan
okumalarına cevap verememekte, sürekli kendisini tekrarlayıp patinaj yapmakta,
bu da İslam’ın bu çağda ifade ettiği anlama dair ikna edici bir bakış açısı
sunamamakta ve dine olan saygı, sevgi ve güveni ortadan kaldırmaktadır.
Öte yandan İslam dünyası inandığını söylediği
İslam’ın bütün değerlerini teker teker ayaklar altına alarak söylemle eylem
arasındaki makası açtıkça yeni nesillerin dindarlardan soğumasının önüne
geçilememektedir. Bu gidişata son verilmediği takdirde deizme bile razı olup,
ateizm tehdidiyle karşı karşıya gelebileceğimiz günler pek uzak sayılmaz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)