TAHA AKYOL İLE EĞRİSİ DOĞRUSU
İmanın şartı altı, İslam’ın şartı beş... Bin senedir fıkıh ve akaid kitaplarımız ulemanın oluşturduğu bu şemaya göre yazıldı. Ama bu on bir maddenin hiçbirinde ahlak yok. Halbuki Kur’an’da ahlâkî ödev ve erdemlerin Müslümanlığın olmazsa olmazları olduğuna ilişkin yüzlerce ayet var.
İlim geleneğimizde fıkıh dondurulmuştur...
Asırlar gösterdi ki, eski akılla yeni dünyayı yönetmek imkânsızdır. Öyleyse
hayatı düzenleyen, toplumu yöneten kurallar da canlı olmalıdır. Kurallar
geçmişte donup kalırsa, er veya geç işlevini kaybeder. Nitekim öyle de oldu.
En büyük sorumlu, eski ve yeni din
âlimlerimizdir. Ana kaynaklardaki fikriyata hiçbir yenilik katmadılar. Bugün
bile İslam şeriatına göre köleliğin meşru sayılması gerektiğini düşünenler,
keza “insan hakları” kavramının önemine aklı yatmayanlar çoğunluktadır.
1. Kitabınız ‘Din ve Değişim’ adını
taşıyor. Dinî konuları ele aldığınız kitabınızda ‘değişim’i neden
önemsiyorsunuz?
Çünkü Rabbimiz “halleri değiştiren”dir;
değişim “âdetullah”tır; O’nun sürekli yaratıcılığının tezahürüdür. İslam
düşüncesinde Allah için “kendisi hareket etmeyen hareket ettirici” denir
ki, “kendisi değişmeden her şeyi sürekli değiştiren” demektir. Buna göre
dünya da biz de değişiyoruz. Önemli olan değişimi yönetmek, değişimin nesnesi
değil öznesi olmaktır. Peygamberimiz ve ilk Müslüman nesiller özne oldular; hem
kendilerini hem dünyayı değiştirdiler.
Allah ve O’nun ilkeleri değişmez;
ilkelerin değişen zamana, tarihe, insana, topluma bakan tarafı ise sürekli
değişir ve bizi değiştirir. Bunun bilincinde olursak, değişimin öznesi biz
olacağımız için sorunlara hem ilâhî ilkeye hem de kendi talep ve ihtiyacımıza
uygun çözümler üretiriz. Değişimi reddedersek yine değişiriz ama bu kez
değişimin nesnesi olacağımız için değişimi yönetenlerin iradesine göre
değiştiriliriz.
220 yıl önce Fransızlar Mısır’ı işgal
ettiğinde Napolyon’un Mısır için açıkladığı değişim ile bugün Macron’un “Fransız
İslam’ı” derken kastettiği değişim mahiyetçe aynıdır ve bunun nedeni o
günkü Osmanlı Mısır’ının da bugünkü Müslüman dünyanın da kendi değişimini ve
yenileşmesini kendisinin yapmamış olmasıdır.
‘FIKIH MERKEZLİ’ İSLAM
2. Kitabınızda “ahlâkî özü boşalmış
fıkıh merkezli Müslümanlık” kavramı var. Ne demek bu?
Çocukluğumuzdan beri hepimize “İmanın
şartı altı, İslam’ın şartı beş” diye öğretildi. Aşağı yukarı bin senedir
fıkıh ve akaid kitaplarımız da ulemanın oluşturduğu bu şemaya göre yazıldı. Ama
bu on bir maddenin hiçbirinde ahlak yok. Halbuki Kur’an’da ahlâkî ödevlerin ve
erdemlerin Müslümanlığın olmazsa olmazları olduğuna ilişkin yüzlerce ayet var.
Peygamberimiz birçok hadisinde mümin,
Müslüman ve dindar tanımlarının içine ahlakı da almıştır. Mesela “Sizin en
iyilerininiz ahlakı en güzel olanlarınızdır”; “İnsanların en hayırlısı
insanlara yararlı olandır” der; üç defa yemin ederek “Komşusuna güven
vermeyen insan mümin değildir” buyurur.
Demek ki, Kur’an ve hadislerdeki
Müslümanlık ahlak merkezli, toplumların zihinlerini inşa eden ulemanın yazdığı
kitaplarındaki Müslümanlık ise fıkıh merkezlidir.
ŞER’Î HİLE VE FAİZ
3. Fıkıhtaki “hiyel” (hileler)
anlayışını, bunun yarattığı toplumsal kültürü bize anlatır mısınız?
TDVİslâm Ansiklopedisi’nin “HİYEL”
maddesinde Prof. Dr. Saffet Köse bu kavramı şöyle tanımlamış: “Şekil
bakımından hukuka uygun bir işlemi vasıta kılarak yasaklanmış bir sonucu elde
etmek amacıyla yapılan muamele anlamında fıkıh terimi.” Bu açıkça “kanuna
karşı hile” ya da “kanunu arkadan dolanma”dır.
Ancak hiyel kültürü bir sıkışmanın
sonucudur. Çünkü ilim geleneğimizde fıkıh dondurulmuştur; hayat ve toplum ise
canlıdır, sürekli değişir. Asırlar gösterdi ki, eski akılla yeni dünyayı
yönetmek imkânsızdır. Öyleyse hayatı düzenleyen, toplumu yöneten kurallar da
canlı olmalıdır. Yoksa hayat değişirken kurallar geçmişte donup kalır, er veya
geç işlevini kaybeder. Nitekim öyle de oldu.
Hiyel konusunda asıl problem şurada:
Fıkıhta –Mecelle’nin “Ezmânın tegayyürü ile ahkâm tegayyür eder” şeklinde
formüle ettiği gerçekçi bir ilke benimsenmiştir. Fakat diğer taraftan “Mevrid-i
nasta içtihada mesağ yoktur” şartının son derece katı uygulanışıyla bu ilke
büyük ölçüde işlevsiz kılınmıştır. Fıkıhtaki bu kapanmışlık hem hukuki çözüme
ihtiyacı olanları hem de onların sorunlarını çözme konumunda olanları, çoğu
ahlâkî olmayan hileler aramaya mecbur bırakmıştır.
Günümüzde de aynı durum sürmektedir. Söz
gelimi “faizsiz” finans kurumlarında uygulanan sistem, –Kur’an’daki “riba”
yasağının hikmeti, maksadı, gerekçesi, hangi şartlarda ne tür uygulamalar için
konulduğu, modern ekonomiyle ilişkisi değerlendirilmeden- benimsenmiş olan
mutlak faiz yasağını delmek için üretilmiş zorunlu bir hiledir.
‘AHLAKÎ DİNDARLIK’
4. Kitabınızda “ahlâkî dindarlık”
kavramını savunuyorsunuz. Nasıl tanımlarsınız?
Din, nihayetinde insan içindir. İnsanlar
arası ilişkiler ancak adalet, dürüstlük, nezaket, hoşgörü, saygı-sevgi,
dayanışma gibi pek çok ahlâkî ilke ve kuralların işlerliği ile sağlıklı ve
huzurlu yürütülür. O nedenle Kur’an Allah’a iman ve ibadet ile ahlak arasında
ayırım yapmaz.
Mesela İsrâ suresi 22-39. ayetlerde
sıralanan ödevlerden ikisi iman ve ibadetle, on ikisi ahlakla ilgilidir.
Peygamberimiz, “Ben ahlak güzelliklerini tamamlamak için gönderildim”; “Kendiniz
için istediğinizi kardeşiniz için de istemedikçe Müslüman olamazsınız”
buyurur. Bunlar ahlaksız dindarlığın olamayacağının açık kanıtlarındandır.
‘FORMEL DİNDARLIK’
5. Müslümanlık anlayışının “kılık
kıyafete, formel ibadetlere, bazen de siyasi aidiyetlere indirgeyen zihniyeti”
eleştiriyorsunuz. Açar mısınız?
Öncelikle belirteyim ki, başka din ve
kültürlere mensup insanlar gibi Müslüman erkek ve kadınların da dış kimlikleriyle
kendilerini özgürce ifade etmeleri hem dinî hem insanî haklarıdır. Onlara bu
hakları tanımamak Kur’an’ın açık beyanlarına, Müslümanların tarihî
uygulamalarına ve insanlık değerlerine aykırıdır.
Benim eleştirdiğim tutum, dini, kılık
kıyafete, formel ibadetlere, siyasi aidiyetlere indirgeyip bunlarla
sınırlamaktır. Bu yanlış geçmişte yapıldı, bugün de sıklıkla yapılmaktadır.
Oysa asıl dindarlık özde, kalpte, ruhtadır. Şekil ve görünüşteki dindarlık özle
ve kalple uyuştuğu ölçüde anlamlı olur.
Kur’an’da kılık kıyafete ilişkin birkaç
ayet var. Haccın dışındaki ibadetlerin şekline dair ayetler de azdır. Buna
karşılık özümüzün, ruhumuzun imarına, ahlakımızın zenginleştirilmesine dair
yüzlerce ayet var. Buna rağmen geçmişten günümüze genel eğitimiz de din
eğitimimiz de ahlakı ihmal ettiği için ciddi derecede kusurlu ve sorun
kanağıdır.
İNSAN HAKLARI?
6. Peygamberimizin Veda Hutbesi’ni
bir insan hakları bildirisi olarak niteliyorsunuz. Tarihteki Müslümanlar niye
bir “insan hakları” düşüncesi geliştirmediler? Kölelik karşıtı bir İslâmî akım
bile olmadı tarihte.
Elbette ki bugün anladığımız içeriğiyle “insan
hakları” modern bir kavramdır. Bu anlamdaki insan haklarına ilişkin
belgelerin tarihi dünyada da üç asırdan daha geriye gitmez. Diğer önemli bir
husus da şudur: İslam tarihinin hiçbir döneminde, Batı kapitalizminin yüzlerce
yıllık tarihinde olduğu gibi kölelik ekonomik bir kurum, köleler de ekonomik
birer meta olmamıştır.
İslam’ın ana kaynaklarında modern bir
insan hakları belgesine kaynak ve referans oluşturacak yeterlilikte ilkelerin
bulunduğu muhakkaktır. Bu kavramların başlıcalarını içeren sistematik ilk
İslâmî belgenin Peygamberimizin “Veda Hutbesi” olduğu söylenebilir.
Kitabımda hutbenin içeriğinin kısa bir
analizi bulunmaktadır. Şu kadarını belirteyim ki, çağdaş insan hakları
belgelerinde olduğu gibi Veda Hutbesinde de en güçlü vurgu insanların ontolojik
eşitliği ve doğal hakları üzerinedir.
BAŞ SORUMLU ULEMA
Aslında Kur’an’ın ilk gelen surelerine ve
Hz. Peygamber’in ilk faaliyetlerine bakarsak İslâm’ın –o dönem şartlarında- bir
insan hakları hareketi olduğunu söyleyebiliriz. Fakat İslam toplumlarının,
böyle bir düşünce ve hareketten bir insan hakları düşüncesi geliştirmek şöyle
dursun, insan haklarının en çok değersizleştiği şimdiki anlayışa gelmelerinin
en büyük sorumlusu, toplumları aydınlatmakla görevli olan eski ve yeni din
âlimlerimizdir.
Ulema, realiteye kapalı zihniyetleri
nedeniyle ana kaynaklardaki fikriyata hiçbir yenilik katmadılar. Bugün bile
İslam şeriatına göre köleliğin meşru sayılması gerektiğini düşünenler, keza
“insan hakları” kavramının önemine aklı yatmayanlar çoğunluktadır. İslam
ülkelerindeki şiddet, iç savaşlar, sığınmacı dramları, kadın cinayetleri,
despotik yönetimler vb. sorunların ana nedeni, kendilerini “peygamberlerin
vârisleri” sayan âlimlerimizin Peygamber’in yolundan ve fikriyatından
sapmalarıdır.
MEDRESE NOSTALJİSİ
7. Çağımızda “medrese nostaljisini”
eleştiriyorsunuz. Medrese nasıldı?
Medrese denilince daha çok, 11. yüzyılda
Abbasiler döneminde vezir Nizâmülmülk’ün açtığı Nizâmiye medreseleri
hatırlanır. Bu medreseler, katılığıyla bildiğimiz Şâfiîlik ve Eş‘arîlik
anlayışını güçlendirmek için kurulmuş, yenilik karşıtı geleneksel zihniyetin
öncüsü olmuştur.
Aynı katılık, yenilik karşıtlığı, ilmî ve
fikrî gerilik, Osmanlı medreseleriyle İslam dünyasındaki benzerlerinin hâkim
karakteri olarak günümüze kadar devam etmiştir. Halen birçok İslam ülkesinde
yaşanan geri kalmışlık, hoşgörüsüzlük ve sair kronik sorunların başta gelen
yapısal nedeni, sözünü ettiğim ulema zihniyetince medreselerde verilen
geleneksel din eğitimi ve öğretimidir.
TÜRKİYE’NİN YENİ SINIFI
8. “Türkiye’nin yeni sınıfı”
diyorsunuz? Nedir bu?
Son 10-15 senedir bazı “İslâmî”
kesimlerce İslâm, Müslüman, dindarlık gibi kutsalla ilişkili kavramların
giderek “ötekiler” karşısında “Müslümanlar”a dünyevi fırsatlar
sağlamanın aracı haline getirildiğini gösteren gelişmeler var; toplumda bu
yönde oluşan ve giderek yaygınlaşan bir kanaat var.
İslâm’ın böyle sınıfçı ve ideolojik bir
anlayışla temsili, Yüce Allah’ın bütün kullarını kucaklayan dinimizin özündeki
ahlâkî ruhu öldürür. Kendilerini dindar bilen çevrelerin bu hususta nefis
muhasebesi yapmalarını, böyle bir olumsuz gelişme varsa bundan en büyük zararı
yüce dinimizin göreceğini ve bunun vebalinin çok ağır olduğunu derin derin
düşünmelerini dilerim.
DİN VE BİLİM
9. Kitabınızın bir bölüm “Akıl ve
bilim çağında din” başlığını taşıyor.
Bunu nasıl anlayalım?
Modern Batıdan gördük ki, dini hesaba
katmayan bilim belki insanlığın bir bölümüne konforlu bir hayat getirdi ama
hayal kırıklıkları da yaşattı ve yaşatıyor. Şu korona salgını sürecinde bilimde
ileri zengin ülkelerin aşı konusunda ne kadar bencil davrandıklarını dehşetle
izliyoruz.
DSÖ Genel Direktörü bu ilkelliği, “Aşı
milliyetçiliği hepimizi incitiyor ve kendi kendimizi mahvediyor” sözleriyle
kınamış. Şu günlerde İspanya’daki olaylarda görüldüğü gibi, kendi içlerindeki
en küçük bir haksızlık karşısında kıyameti koparan Batılı toplumların, konu
yüzyıllarca sömürdükleri yoksul toplumlar olunca tepkisiz kalmaları insanlık
için utanç vericidir.
Fakat bu bir bilim sorunu değil, kültür
sorunudur. Müslümanların yapması gereken, şimdiye kadar bilim konusunda
sergiledikleri, büyük zararlara mal olan akıl ve bilime mesafeli duruşu
bırakıp, Batının başaramadığı bilim ile din ve ahlak arasındaki o mutlu
ilişkiyi kurmalarıdır. “Âlemlere rahmet” olarak gönderilen Peygamber’in
yolunda olmanın gereği budur.
DİNAMİK DİNDARLIK?
10. “Dinamik dindarlık” diyorsunuz.
Nasıl bir dindarlıktır bu?
“Dinamik dindarlık”tan kastım, “İki
günü birbirine eşit olan ziyandadır” buyuran Peygamberimizin anladığı ve
yaşadığı dindarlıktır. Yani imkânlarımız elverdiği ölçüde kendimizi, çevremizi,
toplumumuzu, mümkünse insanlığı ve tabiatı geliştirici, dönüştürücü; ahlakta,
ruhta ve maddede zenginleştirici dindarlıktır, dinamik dindarlık.
Vaktiyle Müslümanların kurdukları büyük
medeniyetin arkasında böyle bir dinamik dindarlık ruhu vardı. Medreselerin
henüz oluşmadığı dönemde ve sonraki asırlarda Peygamberimizin “Hikmet
müminin yitik malıdır” anlamındaki vecizesini kendilerine rehber edinerek
aklın ve dinin irşadıyla kendi felsefe ve bilimlerini oluşturan Müslümanlar,
daha çok Müslüman Endülüs’te (İspanya’da) Arapçadan Latinceye yapılan
çevirilerle Batıda bilim ve felsefenin gelişmesine öncülük etmişlerdir. İşte bu
süreci başlatan, kaybettiğimiz ruhtur, “dinamik dindarlık”tan kastım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.