En başından şunu belirtelim ki bu yazıda ele alacağımız konu bizatihi İslam’ın değil, tıpkı İmam el-Eş’arî’nin “Makâlâtü’l-İslâmiyyîn” adlı eserindeki “İslâmiyyîn” nitelemesi gibi kendilerini İslam’a nispet edenlerin Nazizmidir. Ayrıca burada bahis konusu olan “Nazizm” 1930’lardan itibaren on küsur yıl boyunca Almanya’nın resmi ideolojisi olarak uygulanan “Nasyonal Sosyalizm”in (Hitlercilik) ruhundaki iflah olmaz faşizanlığa işaret etmektedir. Aslında hiçbir kurumsal dinî gelenek faşizanlıkla özdeş “Nazizm”den masun değildir. Tersinden söylersek, her kurumsal dinî gelenek kendine özgü naziler ve faşistler üretmiştir. Nitekim İslam geleneği de on beş asır boyunca kendi nazilerini üretmiştir. İlim, fikir, sanat, edebiyat gibi alanlarda farklılıkların tehdit ve tehlike değil, renklilik, çeşitlilik ve zenginlik olarak algılandığı, dinî alanda görüş ve yorum farklılıklarının rahmet sayıldığı, Beytü’l-Hikme örneğinde olduğu gibi özellikle bilim ve felsefenin büyük teveccühle karşılandığı dönemlerde nazi ruhu adeta kabzolmuş; buna mukabil otoriter, totaliter, tekçi, tekelci, tek hakikatçi söylemlerin hüküm sürdüğü devirlerde Nazizm ruhu hortlamıştır ki on beş asırlık süreçte bu ruhun Havâric, Ashâb-ı Hadis (Selefiyye), Haşviyye, Hanâbile ve Gulât-ı Şia gibi muhtelif çevrelerde sık sık dolaştığı malumdur.
“İslâmî Nazizm” ruhu maalesef bugün
de hortlamış durumdadır. Başka bir ifadeyle, Nazi ruhlu “İslâmiyyîn”lerin
sayısı her geçen gün artmaktadır. Bunlardaki ruh bir müslümanın ölmesinden
büyük sevinç ve mutluluk duyabilecek ve bu aşağılık duygu halini sosyal medya
üzerinden cümle âleme ilan etmeyi marifet bilecek kadar süfli bir ruhtur. Nitekim bu ruh,
bir hafta kadar önce koronavirüs tedavisi gördüğü hastanede vefat eden Prof.
Dr. Hasan Onat hocayla -Cenâb-ı Hak engin rahmet, merhamet ve mağfiretiyle
muamele etsin- ilgili olarak Şirin Payzın’ın bir twitter mesajıyla üzüntüsünü
dile getirmesi üzerine “görüş ve düşünceleri İslam’ı bozma adına işinize
yarıyordu. Üzülürsünüz tabii…” şeklinde çok çirkin bir mesajla karşılık verme
derekesine kadar alçalabilmiştir. Bu derekeye düşen biriyle ilgili olarak
söylenecek tek söz kanımca şudur: Ortalama bir insan olmanın iktiza ettiği
vasıfları dahi taşımadıktan sonra, sözüm ona seçme müslüman havasında olsan ne
olur, kendini değme Sünnî gibi tanımlasan ne olur?
Bu bağlamda tüm Nazi ruhlularımıza
söylenmesi gereken şey herhalde şudur: İslam sizin babanızın malı mı ki diliniz
bu konuda tek tasarruf sahibi gibi konuşabiliyor? Dinî hakikatler sizin doğru
bildiklerinize göre mi belirleniyor? Din alanındaki doğrularınız bizzat Cenâb-ı
Hak’tan ve/veya Rasûlullah’tan alınmış onaya mı dayanıyor yoksa tarihsel süreçte
ortaya çıkmış ve tarihin/talihin cilvesiyle kendisine fazlaca taraftar bulmuş
bir beşeri görüş ve anlayışın sizin nezdinizde tek doğru olarak kabul
edilmesine mi dayanıyor? Bir mezhebin doğrularını “Hakiki İslam sadece budur;
bundan başka İslam yoktur” şeklinde dayatma hakkını size kim veriyor? Siz hangi
yetkiye istinaden insanların İslam’ı bozup bozmadıklarına karar
verebiliyorsunuz? Siz Allah’ın yeryüzü temsilcileri misiniz? Yoksa siz Mehdi,
Mesih misiniz? Doğru bildiğiniz İslam’ın da şu veya bu şekilde bozulmuş İslam
olabileceği ihtimalini neden hiç düşünmezsiniz?
Bütün bunlar bir yana, ey nazi ruhlular,
ilmî ve akademik hayatını her insan gibi kusuruyla küsuruyla İslam dinini
anlatma ve dinî alanda aklın imkânlarını kullanma yolunda harcamış bir hocamızın
Rabbü’l-Âlemîn’e rücu etmesinden keyif alacak kadar alçalmak ve dinî konularda
sizin gibi düşünmeyen insanlara hemen her gün çamur atıp durmak yerine, genç
kuşaklarımızın, özellikle de dindar çevrede yetişmiş genç insanlarımızın
İslam’la ilgili olarak beyin yakan sorularına cevap bulmaya mesai harcasanız
acaba günaha mı girersiniz? Mesela, birkaç gün önce mailime gelen mesajdaki şu
feryatlar hakkında ne dersiniz?
“Mustafa Hocam, çevremdeki ateist
arkadaşların, ‘Allah’ın muradı insanların ve cinlerin çoğunu cehenneme doldurup
yakmak mıdır? (Bu soru galip ihtimalle A’râf 7/179. ayetin problemli çevirisine
dayanıyor). Bizler ateşte yanınca Allah’ın bundan ne kârı olur? Miras ve
şahitlik konusunda ‘Kadın erkek eşittir’ buyursaydı, ulûhiyetinden ne
eksilirdi?’ şeklindeki sorularına cevap bulamıyorum. Öte yandan, Allah,
Peygamberimizin Hz. Âişe evliliğine mani olsaydı hiç kimse bu konuda -haşa-
pedofili isnadında bulunamazdı. Yine Peygamberimiz evlatlığının boşadığı
kadınla evlenmeseydi, kadınlar hususunda kendisine ayrıcalık tanımış gibi bir
iddia söz konusu olmazdı. Ve bunlar gibi daha pek çok şey… Hocam, ben bu
sorular ve sorunların altından kalkamıyorum; lütfen bana yardımcı olun…”
Adım gibi eminim ki sizin derdiniz, genç
kuşakların bu tür yakıcı soruları/sorunları ile alakadar olmak değil, son
yıllarda maddi zenginlikten makam, mansıp, kariyer sahibi olmaya değin hemen
her alanda iş gören din sermayesinden en büyük payı kapmak ve/veya din
pazarında azami oranda parsa toplamaktır. Bu bağlamda habire vurgulanan “Ehl-i
Sünnet” ve “Ehl-i Sünnetçilik”, başkalarının bu sembolik sermayeye uzanacak
ellerini kırmaya yarayan bir sopadır. Bu sopanın Sünnîliği ise bugünkü siyasi otoriteyi
en üst seviyede temsil eden iradenin teveccühüne mazhar olan birkaç hatırlı
kişinin “Ehl-i Sünnet” hassasiyetiyle maruf olmasıyla yakından alakalıdır. Ama
unutmayın ki “Buna dünya derler, hepisi geçer; hangi günü gördün akşam
olmamış…” (Kul Hüseyin) dizesinde de çok güzel ifadesini bulduğu üzere elbet bu
günler de geçecek ve elbet bir gün sizin Nazi ruhlu faşizanlığınızın da sonu
gelecektir. Yine unutmayın ki mahkeme kadıya mülk olmadığı gibi bu âlemde ilâ
nihâye dem-i devran sürmek de hiç kimsenin kârı ve harcı değildir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.