İslam felsefesi; insanın, dünyada refahı, huzuru, mutluluğu (tahsilu’s-sade) kazanması, ahirette ise nihai ve ebedi mutluluğu elde (saadetü’l-kusva) etmesi için Tanrı, Evren ve İnsan irtibatına dair çıkarımları yakini bilgi derecesinde elde etmesini hedefler.[1]
Burada “İslam” terimi felsefe teriminin
sıfatı olup öncelikle Müslüman âlimlerin varlık, bilgi ve değer üzerine
sistematik okumalarına delalet eder. Öncelikle diyorum çünkü Hz. Muhammed’e
gönderilen temel ilkelerden hareketle farklı dil, kültür, gelenek ve dini
yapılara mensup olan âlimlerin ürettiği de bu anlamda İslam felsefesine
dâhildir.[2] İslam felsefesi, aklın zorunlu olarak doğru kabul ettiği
öncüllerden hareketle yakini bilgiyi hedefleyen burhan yöntemini öncelediği
için diyalektik yöntemin açmazlarına düşmeden yani felsefeyi küfür, kelamı
zındıklık, tasavvufu şirk olan görme ve toplumu sürekli ben/biz ve öteki diye
kamplara ayırma yanlışlığına düşmeden temel sorunlara dair çözüm önerileri
üretmeyi ya da mevcut çözüm önerilerini tahlil ederek, olası sorunların
giderilmesine katkı sağlamayı hedefler.
İnsanların anlayış kapasitelerine göre,
belagat (hitabet/retorik) ve şiir yöntemlerini de kullanarak safsatadan
kaçınmaya özen gösterir. [3]
2. Zihin Felsefesini İslam Felsefesi
Bağlamında Müzakere Etmek
Bu bağlamda felsefenin en yeni alt
disiplinlerinden biri olan Zihin Felsefesinin İslam felsefecileri tarafından
Çalıştay konusu yapılmasını son derece önemsiyorum. Çünkü “Felsefesiz İlahiyat” söyleminin sürekli gündemde
tutulduğu günümüzde, “Zihin Felsefesi” kavramlarıyla söylenecek olursa; bırakın
gençleri, hepimizin, bilinçlilik, kendilik, kişilik açılarından bir takım
travmalar yaşadığını düşünüyorum. Son
zamanlarda “İmam Hatip Liseleri ve Deizm” tartışmaları ve bu tartışmaların
toplumdaki yansımalarının ortaya çıkardığı bilinç yarılması bunun
göstergesidir.
“Bilinç yarılması” terimini gençlik
yıllarımızda geleneksel toplumlarda kültürel şizofreni olgusunu inceleyen
Daryush Shayegan’ın “Yaralı Bilinç” adlı eserinden hareketle kullanıyorum.
Yıllar önce şu tespitleri yapmıştı: “Biz periferi insanları, farklı bilgi
blokları arasındaki çelişkilerin zamanında yaşıyoruz. Birbirlerini iten ve
karşılıklı olarak biçimsizleştiren bağdaşmaz dünyalar arasındaki çatlağa
düşmüşüz. Zihin açıklığıyla ve hınç duymadan üstlenildiğinde bu iki yanlılık
bizi zenginleştirebilir, bilgi sicillerini geliştirebilir ve duyarlılık
yelpazesini genişletebilir; oysa bilginin eleştirel alanından dışlandığında,
aynı iki yanlılık duraklamalara neden olmakta, bakışı sakatlamakta ve tıpkı
kırık bir aynada olduğu gibi, dünya gerçekliğini ve tinsel imgeleri
biçimsizleştirmektedir.” Sorunun
“kültürel kimlik arzusu” olarak gözüktüğünü ama temelde “tehlikeli düşünce biçimleri
tarafından kısa devreye uğratılma korkusu” yaşandığını belirten yazar: “Buna
rağmen bu ürkek tavır günümüzde bile pek değişmemiştir. Kesinlikle muğlak olan
bu tutum, çatlamış kişiliğimizi yansıtan ikili bir dili ve ikiyüzlülüğü
barındırmaktadır” demektedir.[4] Üniversite yıllarında okuduğum bu kitaptaki
yaralı bilinçle yüzleşip bu ikiyüzlülüğü bırakacağımızı sanırken “yarılmış
bilinç” hakkındaki kaygılarımı paylaşmak benim açımdan oldukça zor. Çünkü zihin
felsefesi açısından “bilinç kavramı”, salt bir uyanık olma durumunu ifade eder.
Kişinin “kendini bilmesi” yani kendisinin farkında olmasını ve kendilik
bilincine kadar giden farklı zihinsel durumları ifade etmekte kullanılır. [5]
Bu noktada zihin felsefesinin bilinç,
biliş, kendilik, kişilik, kişisel özdeşlik gibi kavramlar üzerinde yapıldığını,
belirli zihinsel niteliklere, zihinsel olaylara, durumlara ve durumların
birbirleriyle ilişkilerine dair okumalar/üretimler olduğunu düşündüğümüz zaman
sadece gençlerin değil, bunlara ilaveten İHL, İlahiyat ve DİB gibi kurumlarda
görevli yetişkinlerin içinde bulunduğu durumun ayrıntılı olarak incelenmesi
gerekmektedir.
Bunun için deizm bağlamında zihin
sorunlarını gündeme alan bu çalıştayda gençlerin “biz yetişkinlerin dine dair
teorik söylem ile yaşanılan din ve uygulamaların uzlaşmamasından kaynaklanan
sorunlardan kaçma yolları aradıklarını ve “Din yorgunu” olduklarını, bu anlamda
da haklı olduklarını düşünüyorum. Bu nedenle yeni bir din dili kurmak
gereklidir, çünkü öyle gözüküyor ki mevcut siyasal yönetimin “Dindar Nesil”
tasavvuru önemli oranda sekteye uğradı Son yıllarda birazcık geri planda kalsa
da hala devam eden “Felsefesiz İlahiyat” söylemiyle bilinç yarılmasının devam
edeceği görülmektedir.[6] Kindi’nin bin
sene önce söylediği üzere “riyaset ve din tacirliği” üzerinden yapılan felsefe
karşıtlığının, teizm, ateizm ve deizm tartışmalarında da görüldüğü üzere,
resmi/siyasi söylemlerle çözüme ulaştırılması mümkün görünmemektedir. Bu
hususta öncelikle İlahiyat fakültelerinin felsefi tahlillerle çözüm önerilerine
katkıda bulunması önemlidir.[7][8] İster isim ister sıfat olarak kabul edilsin
Hz. Âdem’den itibaren insanlığın fikri birikimini Hz. Muhammedin öğretileri
bağlamında yeniden okumayı deneyeceksek, bilinçlilik dediğimiz durumun kimlik,
kişilik, kendilik, tikel-tekil-tümel irtibatı bağlamında öznellik ve nesnellik
kavramlarıyla doğrudan irtibatını kurmamız gerekmektedir.
3.
Felsefe-Kelam ve Tasavvuf Disiplinlerinin Eş Güdümlü Okunması İslam
Felsefesiyle Mümkün Olabilir
Bunun için bizim önerimiz, ilahiyat
fakültelerinde kategorik ayrımları aşıp, “Felsefe-Kelam ve Tasavvuf
Disiplinlerinin Eş Güdümlü Okunması”nı öncelemektir ki bunun çatısını İslam
Felsefesi Anabilim Dalı yapabilir. Çünkü gençliğin sorunlarını ve özellikle
zihin felsefesi bağlamında müzakere edeceksek, Doğu-Batı ve din-felsefe ya da
akıl-vahiy ikilemlerini aşarak insanlığın birikimini incelemek gerekir.
Öncelikle burada karşıtlık üzerinden
kurulan soruna işaret etmek gerekir. Zira Doğu-Batı ifadesi farklı coğrafyaları
ve farklı felsefi tutumları, din/vahiy-felsefe/akıl ise bilgi ve kaynaklarına
dair farklı fikri modelleri ifade etmektedir. İster “paradigma”, ister
“episteme”, isterseniz “mezhep”, “grup”, “fırka” veya “düşünce modeli” deyin
her bilgi-bilim ve medeniyetin kendine özgü bir iç tutarlılığı vardır ve bunlar
arasında bir eş ölçülemezlik durumu söz konusudur. Her biri kendi ölçütleri ile
incelendiğinde; Mısır, Babil, Hint, Çin, Roma, Antik Yunan ve İslam
medeniyetlerinin dünyanın farklı kültür birimleri olduğu görülür. Spengler’in
ifadesiyle 21 ayrı dinamik kültür vardır ve bu dinamikliği veren yaratıcı-özgün
kişilerin siyasi, dini, askeri, coğrafi alanda ortaya koyduğu özgün ve sistem
kuran cevapları bulunur. Bunu İbn-i Haldun bağlamında söylenecek olursa,
döngüsel ve organizmacı tarih tasavvuru altında incelemek oldukça tutarlı
sonuçlar verir. [9] Doğu “A” ve Batı “B” diye nitelendirip sonra karşıtlık
üzerinden okuma yaparak, Medeniyetler arası çatışma ve tezlerini kurgulamak ve
ardından “Tarihin Sonu”ndan bahsetmek tutarlı değildir. Çünkü bir nesne/model
diğerine benzeyebilir ama özdeş olamaz; dolayısıyla bir yerde yaşanılan
sorunlarda ve ona üretilen çözüm önerilerinde benzerlik olması özdeş olacağı
anlamına gelmez.[10] Nitekim Doğu-Batı ayrımı üzerine kurulu tasnifi inceleyen
bir disiplin olarak ortaya çıkan oryantalizm/şark bilim ve sosyoloji,
emperyalizmin yani Batı’nın öteki toplumlara hükmetmesi için alt yapı oluşturan
disiplinler haline dönüşmektedir. Daha net ifadeyle bu ayrım, Batılıların,
ötekileştirdiği Batı dışı toplumların yaşadıkları bölgelerdeki enerjiye
ulaşmak, buraları salt tüketim merkezlerine dönüştürmeyi ifade etmektedir.[11]
4. Felsefe Bir Hayat Tarzıdır
Bu nedenle biz felsefeyi, Dilthey’den
hareketle bir hayat tarzı olarak görüyoruz. Dünyanın seçkin zekâlarıyla yolda/ş
olup, ezel-i hikmetin izdüşümlerini insanlık tarihinin önemli simgelerinin
eserlerinden takip ediyoruz. Düşünme/bilme, hissetme/değer verme ve arzulamanın
bir yaşam deneyimi oluşturduğunu düşünüyoruz. Eğer felsefenin bir bunalımı
varsa bu da insanı anlayamama bunalımıdır diyoruz. Oysa felsefenin amacı insanı
tanımak ve anlamaktır. Dolayısıyla Doğu ve Batı şeklindeki tasniften hareketle
bilgiyi kategorize etmek parçalanmış bilinçler şeklinde incelemek, bu
coğrafyaların bütüncül ve yeknesak fikri/ilmi modeller/kuram ürettiğini ve bir
diğerinin değilleme üzerine kurulduğunu onaylamak demektir.[12]
Bu durumda bilgi ve bunların tutarlı
sistematik ve uygulanabilir hale getirilmiş şekilleri olan bilimsel teoriler,
içinde yetiştiği fikri ve içtimai yapıdan bağımsız olamaz, dolayısıyla bunları
bir model (paradigma) olarak görüp, iç tutarlılıklarına bakmak, Doğu ve Batıyı
birbirleriyle yarışan modeller olarak görüp incelemek mümkün değil mi? [13]
Bizce mümkün, eğer bunu yapamazsak, düz çizgisel ve pozivist söylemin
baskınlığını kabul etmiş olacağız ki, yukarıda bahsettiğimiz “Tarihin Sonu” ve/ya Batı paradigmasının
bütün Batı dışı toplumlara dayatılmasını onaylamış olacağız.
Bunu yapabiliriz, çünkü Doğu ve Batı fikri
birikiminin üst bir dil ile ifade edilmiş şekli olan Helenistik Felsefeyi
inceleyen ilk Müslüman filozoflardan Farabi ve İbn-i Sina Doğu’da; İbn -i
Bacce, İbn-i Tufeyl ve İbn-i Rüşd Batı’da (Endülüs’te) İslam Felsefesini yeni
bir fikri model olarak sunmuşlardır. Bunun için öncelikle ilimler tasnifi
üzerinde durmuşlar, Tanrı-Evren-İnsan
ilişkilerinin nasıl olduğunun tabii/pozitif/ideal (b)ilimlerle açıklanacağını belirtmişlerdir.
Sonra bu evrenin niçin yaratıldığı sorusuyla ilgili olarak ilahiyat ve felsefe,
insanın dünyada ve ahirette mutluluğu elde edebilmesi için bu bilgilerin hayata
uygulanmasını ise medeni ilimler (fıkıh, kelam) ile yapılacağını belirtmişlerdir.[14]
Özetle eğer zihin problemleri üzerinde duracaksak, medeniyet tasavvurumuzun
kurucu kodlarını yeniden keşfetmek gerekir. Güncel soru/n/lara çözümler
üretebilecek bir bilgi, bilim, felsefe tasavvuru oluşturup bunları hayata
geçirmek için bu şarttır. Oysa günümüz Türkiye’sinde özellikle ilahiyat
öğreniminde felsefe karşıtlığı iyice ivme kazanmaktadır.
5. Felsefe Karşıtlığı Bir Zihniyet
Sorunudur:
Felsefe karşıtlığı yaralı bilinçleri
yarılmış bilinç haline dönüştüren bir zihniyet sorunudur. Eğer felsefesiz
ilahiyat projesi uygulanırsa, Türkiye,
Selçuklu nizamiye medreseleri ile kurduğu felsefe, kelam ve tasavvuf
disiplinleriyle birlikte verilen diğer temel İslam ilimleri yani Ehl-i Sünnet
eğitimi zedelenecektir. Osmanlı döneminin Tanzimat ve Islahat süreciyle elde
ettiği birikimini Daru’l-fünun geleneğiyle beslediği İlahiyat eğitimini,
felsefe, sosyoloji, psikoloji disiplinleriyle beslediği ve bölge ülkelerine
örnek olan laik bir devletteki ilahiyat eğitim modelini kaybedecektir.
Eğer felsefesiz ilahiyat projesi başarılı
olursa, Arap ülkelerindeki uygulandığı şekil üzere “Külliyetu’ş-Şeria” adı
altında, her yönetimin kendi siyasal yapısına meşruiyet sağlayan öğretiler
“Din” adı altında öğretilecektir. Nitekim bütün Müslüman ülkelerde Kur’an ve
Sünnet temel ilkeler olarak kabul ediliyor, ama Tahran, Kahire, Riyad, Amman,
Kabil, İslamabad’da birbirinden tamamen farklı okumalar yapılıyor ve mezunlar
yetiştiriliyor. Buralardan yetişenler belki Arapçayı daha iyi biliyorlar,
çoğunun ana dili Arapça zaten, ama uygulamaların son tahlilde İslam’ın barışçı
yüzüne mi, yoksa mevcut totaliter yapılara ya da “İslamofobi” ye mi hizmet
ettiğine dikkat etmek gerekiyor. [15] Ayrıca vahhabi öğretinin baskın olduğu
körfez ülkelerinde bırakın felsefeyi kelamın bile haram görüldüğünü, inanç
öğretilerinin selefi söylemle sadece akait adı altında okutulduğunu da
unutmamalıyız.
Felsefesiz İlahiyat söylemlerinin yanı
sıra “merdiven altı ilahiyat fakülteleri” olarak çalışan ve Tevhid-i Tedrisat
kanuna aykırı bir şekilde alternatif ilahiyat eğitimini “medrese” diye
niteleyen yerler, “dindar nesil” yetiştirelim derken tarikat ve cemaatlerin
tasavvurlarını din diye algılayan çatışmacı zihniyete sahip bir gençlik ortaya
çıkarmıştır. Çünkü yaşanan sorunların
pedagojik, sosyolojik, boyutları
araştırılmadan, dünyada yaşanan siyasi, dini ve ekonomik sorunlar mukayeseli
olarak incelenmeden tefsir, hadis, fıkıh derslerini kronolojik/ahbari olarak
okuyup, yeni bir inşa sürecine girmeden yapılan okumalar dindar nesil yerine
“yaralı bilinçleri” “yarılmış bilinçlere” dönüştürecektir. İlahiyat
fakültelerine alınan asistanların önce Arap ülkelerine gönderilerek orada
master ve doktora yapmaları sağlanırsa sorunun çözüleceğini sananlar, tam
tersine farklı bir ortamın (patrimonyal/ebevi nizam) kültürünü buraya taşımış
olurlar ki, bu da neo selefi zihniyeti güçlendirmekten başka bir şeye yaramaz.
Felsefesiz İlahiyat özlemini bir zihniyet sorunu olarak nitelememiz bundan
dolayıdır.
Bunun farkına varılması ise güçlü bir
tarih felsefesi okumayı gerektirir. İşte bu nedenle bu yaşanan süreç, aynı
zamanda bir zihniyet durumuna işaret etmektedir. Türkiye, laik sosyal bir hukuk
devleti olarak Selçuklu-Osmanlı devletinin kültürel dini birikimini İlahiyat
Fakültelerinde devam ettirmektedir. Oysa Felsefesiz İlahiyat projesi,
Türkiye’nin “Pozitif laiklik”
anlayışıyla gerek Arap Dünyası ve Afganistan-Pakistan hattı; gerekse İç
Asya’daki Türk devletlerinin halkı Müslüman ama devleti laik, yöneticilerinin
ise muhafazakâr, dini ve milli değerlere hürmetli olabileceğini örneğini
örselemektedir.
Arap Baharı adı altında başlayan olaylar,
bana göre enerji üretim merkezleri arasında önemli bir yere sahip olan Arap
dünyasını yeniden düzenleme sürecidir. Tunus’da başlayan olayların vardığı
nokta da, Türkiye’nin AB sürecini hızlandırma çabalarıyla birlikte Ortadoğu‘da
halkı Müslüman, modern, demokratik, laik bir devlet imajının güçlenmesi de
sekteye uğradı. Ortadoğu’dan Hind-Pakistan-Afganistan’a kadar uzanan bölgeler
enerji üretim ve arzının olduğu coğrafya; radikalizm, fundemantalizm adı
altında Neo-selefi/vahhabi, Taliban, el-Kaide, Boko-Haram gibi siyasal örgütler
tarafından ortaya konulan eylemlerle istikrarsızlaştırılmaktadır.
Hizbu’t-Tahrir, Cemaat-i Tebliğ gibi örgütler ise bütün İslam dünyasında
yaygınlaşmaktadır. [16]
Dış şartlar yani eko-politik olaylarla
birlikte bir de içeride iyi ve adil bir Tanrı tasavvuruyla özellikle günümüzde
ortaya çıkan (beşeri/fiziki) kötülükleri çelişik bir şekilde açıklamaya çalışan
Tanrı tasavvurlarının gençleri tatmin etmediği ortadadır. Artık gençler din
tacirliği ve dinin siyasal çabalara meşruiyet sağlama çabaları karşısında
yorgun düşmüşlerdir. Çalıştay’ın müzakere konularından olan deizm, ateizm,
apaetizm kavramları ve gençliğin bunlara olan yönelimleri bu bağlamda
düşünülmüş olsa gerekir. Özetle aslında bütün toplum bir din yorgunluğu ile
maluldür, bu noktada etkinliğin konularından birisi olan deizm iddiasını din
yorgunluğu bağlamında daha ayrıntılı müzakere etmeye çalışayım:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.