24 Ekim 2020 Cumartesi

YENİ BİR DİN DİLİ KURMAK BAĞLAMINDA DEİZMİ TARTIŞMAK Mevlüt UYANIK

İslam felsefesi; insanın, dünyada refahı, huzuru, mutluluğu (tahsilu’s-sade) kazanması, ahirette ise nihai ve ebedi mutluluğu elde (saadetü’l-kusva) etmesi için Tanrı, Evren ve İnsan irtibatına dair çıkarımları yakini bilgi derecesinde elde etmesini hedefler.[1]

Burada “İslam” terimi felsefe teriminin sıfatı olup öncelikle Müslüman âlimlerin varlık, bilgi ve değer üzerine sistematik okumalarına delalet eder. Öncelikle diyorum çünkü Hz. Muhammed’e gönderilen temel ilkelerden hareketle farklı dil, kültür, gelenek ve dini yapılara mensup olan âlimlerin ürettiği de bu anlamda İslam felsefesine dâhildir.[2] İslam felsefesi, aklın zorunlu olarak doğru kabul ettiği öncüllerden hareketle yakini bilgiyi hedefleyen burhan yöntemini öncelediği için diyalektik yöntemin açmazlarına düşmeden yani felsefeyi küfür, kelamı zındıklık, tasavvufu şirk olan görme ve toplumu sürekli ben/biz ve öteki diye kamplara ayırma yanlışlığına düşmeden temel sorunlara dair çözüm önerileri üretmeyi ya da mevcut çözüm önerilerini tahlil ederek, olası sorunların giderilmesine katkı sağlamayı hedefler.

İnsanların anlayış kapasitelerine göre, belagat (hitabet/retorik) ve şiir yöntemlerini de kullanarak safsatadan kaçınmaya özen gösterir. [3]

2. Zihin Felsefesini İslam Felsefesi Bağlamında Müzakere Etmek

Bu bağlamda felsefenin en yeni alt disiplinlerinden biri olan Zihin Felsefesinin İslam felsefecileri tarafından Çalıştay konusu yapılmasını son derece önemsiyorum. Çünkü  Felsefesiz İlahiyat” söyleminin sürekli gündemde tutulduğu günümüzde, “Zihin Felsefesi” kavramlarıyla söylenecek olursa; bırakın gençleri, hepimizin, bilinçlilik, kendilik, kişilik açılarından bir takım travmalar yaşadığını düşünüyorum. Son zamanlarda “İmam Hatip Liseleri ve Deizm” tartışmaları ve bu tartışmaların toplumdaki yansımalarının ortaya çıkardığı bilinç yarılması bunun göstergesidir.

“Bilinç yarılması” terimini gençlik yıllarımızda geleneksel toplumlarda kültürel şizofreni olgusunu inceleyen Daryush Shayegan’ın “Yaralı Bilinç” adlı eserinden hareketle kullanıyorum. Yıllar önce şu tespitleri yapmıştı: “Biz periferi insanları, farklı bilgi blokları arasındaki çelişkilerin zamanında yaşıyoruz. Birbirlerini iten ve karşılıklı olarak biçimsizleştiren bağdaşmaz dünyalar arasındaki çatlağa düşmüşüz. Zihin açıklığıyla ve hınç duymadan üstlenildiğinde bu iki yanlılık bizi zenginleştirebilir, bilgi sicillerini geliştirebilir ve duyarlılık yelpazesini genişletebilir; oysa bilginin eleştirel alanından dışlandığında, aynı iki yanlılık duraklamalara neden olmakta, bakışı sakatlamakta ve tıpkı kırık bir aynada olduğu gibi, dünya gerçekliğini ve tinsel imgeleri biçimsizleştirmektedir.”  Sorunun “kültürel kimlik arzusu” olarak gözüktüğünü ama temelde “tehlikeli düşünce biçimleri tarafından kısa devreye uğratılma korkusu” yaşandığını belirten yazar: “Buna rağmen bu ürkek tavır günümüzde bile pek değişmemiştir. Kesinlikle muğlak olan bu tutum, çatlamış kişiliğimizi yansıtan ikili bir dili ve ikiyüzlülüğü barındırmaktadır” demektedir.[4] Üniversite yıllarında okuduğum bu kitaptaki yaralı bilinçle yüzleşip bu ikiyüzlülüğü bırakacağımızı sanırken “yarılmış bilinç” hakkındaki kaygılarımı paylaşmak benim açımdan oldukça zor. Çünkü zihin felsefesi açısından “bilinç kavramı”, salt bir uyanık olma durumunu ifade eder. Kişinin “kendini bilmesi” yani kendisinin farkında olmasını ve kendilik bilincine kadar giden farklı zihinsel durumları ifade etmekte kullanılır. [5]

Bu noktada zihin felsefesinin bilinç, biliş, kendilik, kişilik, kişisel özdeşlik gibi kavramlar üzerinde yapıldığını, belirli zihinsel niteliklere, zihinsel olaylara, durumlara ve durumların birbirleriyle ilişkilerine dair okumalar/üretimler olduğunu düşündüğümüz zaman sadece gençlerin değil, bunlara ilaveten İHL, İlahiyat ve DİB gibi kurumlarda görevli yetişkinlerin içinde bulunduğu durumun ayrıntılı olarak incelenmesi gerekmektedir.

Bunun için deizm bağlamında zihin sorunlarını gündeme alan bu çalıştayda gençlerin “biz yetişkinlerin dine dair teorik söylem ile yaşanılan din ve uygulamaların uzlaşmamasından kaynaklanan sorunlardan kaçma yolları aradıklarını ve “Din yorgunu” olduklarını, bu anlamda da haklı olduklarını düşünüyorum. Bu nedenle yeni bir din dili kurmak gereklidir, çünkü öyle gözüküyor ki mevcut siyasal yönetimin “Dindar Nesil” tasavvuru önemli oranda sekteye uğradı Son yıllarda birazcık geri planda kalsa da hala devam eden “Felsefesiz İlahiyat” söylemiyle bilinç yarılmasının devam edeceği görülmektedir.[6]  Kindi’nin bin sene önce söylediği üzere “riyaset ve din tacirliği” üzerinden yapılan felsefe karşıtlığının, teizm, ateizm ve deizm tartışmalarında da görüldüğü üzere, resmi/siyasi söylemlerle çözüme ulaştırılması mümkün görünmemektedir. Bu hususta öncelikle İlahiyat fakültelerinin felsefi tahlillerle çözüm önerilerine katkıda bulunması önemlidir.[7][8] İster isim ister sıfat olarak kabul edilsin Hz. Âdem’den itibaren insanlığın fikri birikimini Hz. Muhammedin öğretileri bağlamında yeniden okumayı deneyeceksek, bilinçlilik dediğimiz durumun kimlik, kişilik, kendilik, tikel-tekil-tümel irtibatı bağlamında öznellik ve nesnellik kavramlarıyla doğrudan irtibatını kurmamız gerekmektedir.

 3. Felsefe-Kelam ve Tasavvuf Disiplinlerinin Eş Güdümlü Okunması İslam Felsefesiyle Mümkün Olabilir

Bunun için bizim önerimiz, ilahiyat fakültelerinde kategorik ayrımları aşıp, “Felsefe-Kelam ve Tasavvuf Disiplinlerinin Eş Güdümlü Okunması”nı öncelemektir ki bunun çatısını İslam Felsefesi Anabilim Dalı yapabilir. Çünkü gençliğin sorunlarını ve özellikle zihin felsefesi bağlamında müzakere edeceksek, Doğu-Batı ve din-felsefe ya da akıl-vahiy ikilemlerini aşarak insanlığın birikimini incelemek gerekir. 

Öncelikle burada karşıtlık üzerinden kurulan soruna işaret etmek gerekir. Zira Doğu-Batı ifadesi farklı coğrafyaları ve farklı felsefi tutumları, din/vahiy-felsefe/akıl ise bilgi ve kaynaklarına dair farklı fikri modelleri ifade etmektedir. İster “paradigma”, ister “episteme”, isterseniz “mezhep”, “grup”, “fırka” veya “düşünce modeli” deyin her bilgi-bilim ve medeniyetin kendine özgü bir iç tutarlılığı vardır ve bunlar arasında bir eş ölçülemezlik durumu söz konusudur. Her biri kendi ölçütleri ile incelendiğinde; Mısır, Babil, Hint, Çin, Roma, Antik Yunan ve İslam medeniyetlerinin dünyanın farklı kültür birimleri olduğu görülür. Spengler’in ifadesiyle 21 ayrı dinamik kültür vardır ve bu dinamikliği veren yaratıcı-özgün kişilerin siyasi, dini, askeri, coğrafi alanda ortaya koyduğu özgün ve sistem kuran cevapları bulunur. Bunu İbn-i Haldun bağlamında söylenecek olursa, döngüsel ve organizmacı tarih tasavvuru altında incelemek oldukça tutarlı sonuçlar verir. [9] Doğu “A” ve Batı “B” diye nitelendirip sonra karşıtlık üzerinden okuma yaparak, Medeniyetler arası çatışma ve tezlerini kurgulamak ve ardından “Tarihin Sonu”ndan bahsetmek tutarlı değildir. Çünkü bir nesne/model diğerine benzeyebilir ama özdeş olamaz; dolayısıyla bir yerde yaşanılan sorunlarda ve ona üretilen çözüm önerilerinde benzerlik olması özdeş olacağı anlamına gelmez.[10] Nitekim Doğu-Batı ayrımı üzerine kurulu tasnifi inceleyen bir disiplin olarak ortaya çıkan oryantalizm/şark bilim ve sosyoloji, emperyalizmin yani Batı’nın öteki toplumlara hükmetmesi için alt yapı oluşturan disiplinler haline dönüşmektedir. Daha net ifadeyle bu ayrım, Batılıların, ötekileştirdiği Batı dışı toplumların yaşadıkları bölgelerdeki enerjiye ulaşmak, buraları salt tüketim merkezlerine dönüştürmeyi ifade etmektedir.[11]

4. Felsefe Bir Hayat Tarzıdır

Bu nedenle biz felsefeyi, Dilthey’den hareketle bir hayat tarzı olarak görüyoruz. Dünyanın seçkin zekâlarıyla yolda/ş olup, ezel-i hikmetin izdüşümlerini insanlık tarihinin önemli simgelerinin eserlerinden takip ediyoruz. Düşünme/bilme, hissetme/değer verme ve arzulamanın bir yaşam deneyimi oluşturduğunu düşünüyoruz. Eğer felsefenin bir bunalımı varsa bu da insanı anlayamama bunalımıdır diyoruz. Oysa felsefenin amacı insanı tanımak ve anlamaktır. Dolayısıyla Doğu ve Batı şeklindeki tasniften hareketle bilgiyi kategorize etmek parçalanmış bilinçler şeklinde incelemek, bu coğrafyaların bütüncül ve yeknesak fikri/ilmi modeller/kuram ürettiğini ve bir diğerinin değilleme üzerine kurulduğunu onaylamak demektir.[12]

Bu durumda bilgi ve bunların tutarlı sistematik ve uygulanabilir hale getirilmiş şekilleri olan bilimsel teoriler, içinde yetiştiği fikri ve içtimai yapıdan bağımsız olamaz, dolayısıyla bunları bir model (paradigma) olarak görüp, iç tutarlılıklarına bakmak, Doğu ve Batıyı birbirleriyle yarışan modeller olarak görüp incelemek mümkün değil mi? [13] Bizce mümkün, eğer bunu yapamazsak, düz çizgisel ve pozivist söylemin baskınlığını kabul etmiş olacağız ki, yukarıda bahsettiğimiz  Tarihin Sonu” ve/ya Batı paradigmasının bütün Batı dışı toplumlara dayatılmasını onaylamış olacağız.

Bunu yapabiliriz, çünkü Doğu ve Batı fikri birikiminin üst bir dil ile ifade edilmiş şekli olan Helenistik Felsefeyi inceleyen ilk Müslüman filozoflardan Farabi ve İbn-i Sina Doğu’da; İbn -i Bacce, İbn-i Tufeyl ve İbn-i Rüşd Batı’da (Endülüs’te) İslam Felsefesini yeni bir fikri model olarak sunmuşlardır. Bunun için öncelikle ilimler tasnifi üzerinde durmuşlar,  Tanrı-Evren-İnsan ilişkilerinin nasıl olduğunun tabii/pozitif/ideal (b)ilimlerle açıklanacağını belirtmişlerdir. Sonra bu evrenin niçin yaratıldığı sorusuyla ilgili olarak ilahiyat ve felsefe, insanın dünyada ve ahirette mutluluğu elde edebilmesi için bu bilgilerin hayata uygulanmasını ise medeni ilimler (fıkıh, kelam) ile yapılacağını belirtmişlerdir.[14] Özetle eğer zihin problemleri üzerinde duracaksak, medeniyet tasavvurumuzun kurucu kodlarını yeniden keşfetmek gerekir. Güncel soru/n/lara çözümler üretebilecek bir bilgi, bilim, felsefe tasavvuru oluşturup bunları hayata geçirmek için bu şarttır. Oysa günümüz Türkiye’sinde özellikle ilahiyat öğreniminde felsefe karşıtlığı iyice ivme kazanmaktadır.  

5. Felsefe Karşıtlığı Bir Zihniyet Sorunudur:

Felsefe karşıtlığı yaralı bilinçleri yarılmış bilinç haline dönüştüren bir zihniyet sorunudur. Eğer felsefesiz ilahiyat projesi uygulanırsa, Türkiye, Selçuklu nizamiye medreseleri ile kurduğu felsefe, kelam ve tasavvuf disiplinleriyle birlikte verilen diğer temel İslam ilimleri yani Ehl-i Sünnet eğitimi zedelenecektir. Osmanlı döneminin Tanzimat ve Islahat süreciyle elde ettiği birikimini Daru’l-fünun geleneğiyle beslediği İlahiyat eğitimini, felsefe, sosyoloji, psikoloji disiplinleriyle beslediği ve bölge ülkelerine örnek olan laik bir devletteki ilahiyat eğitim modelini kaybedecektir.

Eğer felsefesiz ilahiyat projesi başarılı olursa, Arap ülkelerindeki uygulandığı şekil üzere “Külliyetu’ş-Şeria” adı altında, her yönetimin kendi siyasal yapısına meşruiyet sağlayan öğretiler “Din” adı altında öğretilecektir. Nitekim bütün Müslüman ülkelerde Kur’an ve Sünnet temel ilkeler olarak kabul ediliyor, ama Tahran, Kahire, Riyad, Amman, Kabil, İslamabad’da birbirinden tamamen farklı okumalar yapılıyor ve mezunlar yetiştiriliyor. Buralardan yetişenler belki Arapçayı daha iyi biliyorlar, çoğunun ana dili Arapça zaten, ama uygulamaların son tahlilde İslam’ın barışçı yüzüne mi, yoksa mevcut totaliter yapılara ya da “İslamofobi” ye mi hizmet ettiğine dikkat etmek gerekiyor. [15] Ayrıca vahhabi öğretinin baskın olduğu körfez ülkelerinde bırakın felsefeyi kelamın bile haram görüldüğünü, inanç öğretilerinin selefi söylemle sadece akait adı altında okutulduğunu da unutmamalıyız. 

Felsefesiz İlahiyat söylemlerinin yanı sıra “merdiven altı ilahiyat fakülteleri” olarak çalışan ve Tevhid-i Tedrisat kanuna aykırı bir şekilde alternatif ilahiyat eğitimini “medrese” diye niteleyen yerler, “dindar nesil” yetiştirelim derken tarikat ve cemaatlerin tasavvurlarını din diye algılayan çatışmacı zihniyete sahip bir gençlik ortaya çıkarmıştır. Çünkü yaşanan sorunların pedagojik, sosyolojik,  boyutları araştırılmadan, dünyada yaşanan siyasi, dini ve ekonomik sorunlar mukayeseli olarak incelenmeden tefsir, hadis, fıkıh derslerini kronolojik/ahbari olarak okuyup, yeni bir inşa sürecine girmeden yapılan okumalar dindar nesil yerine “yaralı bilinçleri” “yarılmış bilinçlere” dönüştürecektir. İlahiyat fakültelerine alınan asistanların önce Arap ülkelerine gönderilerek orada master ve doktora yapmaları sağlanırsa sorunun çözüleceğini sananlar, tam tersine farklı bir ortamın (patrimonyal/ebevi nizam) kültürünü buraya taşımış olurlar ki, bu da neo selefi zihniyeti güçlendirmekten başka bir şeye yaramaz. Felsefesiz İlahiyat özlemini bir zihniyet sorunu olarak nitelememiz bundan dolayıdır. 

Bunun farkına varılması ise güçlü bir tarih felsefesi okumayı gerektirir. İşte bu nedenle bu yaşanan süreç, aynı zamanda bir zihniyet durumuna işaret etmektedir. Türkiye, laik sosyal bir hukuk devleti olarak Selçuklu-Osmanlı devletinin kültürel dini birikimini İlahiyat Fakültelerinde devam ettirmektedir. Oysa Felsefesiz İlahiyat projesi, Türkiye’nin  “Pozitif laiklik” anlayışıyla gerek Arap Dünyası ve Afganistan-Pakistan hattı; gerekse İç Asya’daki Türk devletlerinin halkı Müslüman ama devleti laik, yöneticilerinin ise muhafazakâr, dini ve milli değerlere hürmetli olabileceğini örneğini örselemektedir.

Arap Baharı adı altında başlayan olaylar, bana göre enerji üretim merkezleri arasında önemli bir yere sahip olan Arap dünyasını yeniden düzenleme sürecidir. Tunus’da başlayan olayların vardığı nokta da, Türkiye’nin AB sürecini hızlandırma çabalarıyla birlikte Ortadoğu‘da halkı Müslüman, modern, demokratik, laik bir devlet imajının güçlenmesi de sekteye uğradı. Ortadoğu’dan Hind-Pakistan-Afganistan’a kadar uzanan bölgeler enerji üretim ve arzının olduğu coğrafya; radikalizm, fundemantalizm adı altında Neo-selefi/vahhabi, Taliban, el-Kaide, Boko-Haram gibi siyasal örgütler tarafından ortaya konulan eylemlerle istikrarsızlaştırılmaktadır. Hizbu’t-Tahrir, Cemaat-i Tebliğ gibi örgütler ise bütün İslam dünyasında yaygınlaşmaktadır. [16]

Dış şartlar yani eko-politik olaylarla birlikte bir de içeride iyi ve adil bir Tanrı tasavvuruyla özellikle günümüzde ortaya çıkan (beşeri/fiziki) kötülükleri çelişik bir şekilde açıklamaya çalışan Tanrı tasavvurlarının gençleri tatmin etmediği ortadadır. Artık gençler din tacirliği ve dinin siyasal çabalara meşruiyet sağlama çabaları karşısında yorgun düşmüşlerdir. Çalıştay’ın müzakere konularından olan deizm, ateizm, apaetizm kavramları ve gençliğin bunlara olan yönelimleri bu bağlamda düşünülmüş olsa gerekir. Özetle aslında bütün toplum bir din yorgunluğu ile maluldür, bu noktada etkinliğin konularından birisi olan deizm iddiasını din yorgunluğu bağlamında daha ayrıntılı müzakere etmeye çalışayım:

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.