Türkiye İslam’la İlişkisini Yeniden Tesis Etmeden Yol Alamaz
İslamcılık Türkiye’nin siyasi ve toplumsal
yapısının merkezinde yer alan düşünsel-politik bir akım. Tanımı, içeriği,
kapsamı üzerine yaşanan görüş farklılıklarına ve umut ile günah keçisi arasında
salınan yargılara konu olmasına karşın konjonktürel gelişmelerle paranteze
alınamayacak bir öneme sahip.
İsmail Kara, İslamcılık düşüncesi
denildiğinde akla ilk gelen isimlerden biri. Soğukkanlı, titiz, eleştirel ve
hakkaniyetli bir tutumla gerçekleştirdiği akademik çalışmalarla İslamcılık
düşüncesi, din-devlet ve din-toplum ilişkileri üzerine hacimli bir külliyata
imza attı.
İsmail Hoca ile geniş yelpazeye yayılan
bir sohbet gerçekleştirdik. İslamcılık tanımından Türkiye İslamcılığının
özgünlüğüne, İslamcılığın sorunlarından düşünce hayatına yaptığı katkılara, tarihsel
ve akademik meselelerden güncel ve politik konu başlıklarına pek çok önemli
meseleyi konuştuk.
İSLAMCILIĞI SİYASETE İNDİRGEMEK CİDDİ BİR USUL HATASI
Çağdaş İslâm düşüncesi veya daha
spesifik olarak Çağdaş Türk düşüncesi ve Türkiye’de İslâmcılık düşüncesi
üzerine çalışıyorsunuz. Öyle ki; Türkiye’de İslâmcılık denince akademide,
eğitimli kesimlerde ilk akla gelen isimsiniz. Kitaplarınızda çok tafsilatlı
cevaplarınız var ama okuyucularımız için ana hatlarıyla cevaplamanızı istediğim
bir soru ile başlamak istiyorum: İslâmcılık nedir? Osmanlı-Türkiye
coğrafyasındaki oluşum ve gelişim dinamikleri neydi? Temel derdi, uğraşı alanı
neydi? İslâmcılık düşüncesi siyasete, topluma ve iktisada neler önerebilirdi?
İslâmcılık konusu tarifler düzeyinde bile
uzun bir bahis, yine de birkaç hususun altını çizerek başlayabiliriz: Birincisi
İslâmcılık zaman olarak en erken 18. Yüzyılın son çeyreğine
uzatabileceğimiz bir tarihe sahip ve yeni, bütünlüğü olan bir İslâm yorumu ve
yeni bir İslâmi hayat arayışı olarak karşımıza çıkıyor. Buradaki tarihlendirme,
yeni kavramı ve bütünlüğü olan yeni bir İslâm yorumu vurguları önemli.
İslâmcılığı aynı zamanda modern bir düşünce ve hareket olmaya doğru çeken de bu
özellikleridir. Yeni Selefilikle, Kaynaklara Dönüş hareketiyle yakınlaşması,
bazan aynileşmesi de bu çizgi üzerinde olacaktır. İtikattan başörtüsüne,
çarşafa yahut aktivist ahlâk anlayışına, ana kaynakların yeniden
konumlandırılmasına, kanunla şeriat arasında gidip gelen hukuk fikrine, faizsiz
finans kurumlarına, İslâm demokrasisine veya İslâm radikalizmine, bilimle dini
uzlaştırma çabalarına, ev ve cami mimarisine, yeni eğitim ve kurumlaşmalara
vesaireye uzanan geniş bir sahadan bahsediyoruz. Yeni şartlarda İslâm diniyle
alakalı her şey…
Bu yüzden İslâmcılığı siyasete indirgemek,
değerlendirmeleri sadece onun üzerinden yapmak bir kasıt taşımıyorsa eğer
birçok şeyin anlaşılmasını zorlaştıran, bakış açılarını daraltan ciddi bir usul
hatası olmalıdır. Kasıt taşıyorsa -ki onu da var saymak lazım bence- ayrı bir
mesele olarak ona da eğilmek gerekecek.
İkincisi İslâmcılık hem bilgi ve
anlayış, ilim ve felsefe düzeyinde hem de yaşama alanında yeni bir birlik
aramaktadır. Ara cümle olarak söyleyelim, İslâm dünyası 10-12. Asırlar arasında
da bir birlik arayışına kuvvetle ihtiyaç duymuştu. Tevhid kavramı ile
kuvvetlendirilen hatta bayraklaştırılan birlik fikrini biraz daha derinden ve
problem alanlarıyla birlikte kavramak istersek tektipleşme diyebiliriz. Din
anlayışının, dinî yorumların, Müslümanca yaşama üsluplarının tektipleşmesi…
İSLAMCILIK TASFİYE VE YOK SAYMA
AĞIRLIKLI BİR DÜŞÜNME BİÇİMİDİR
Niçin birlik yahut sizin ek
yorumunuzla tektipleşme bu kadar güçlü bir fikir haline gelebiliyor?
Din zaten tektip değil mi diye de
sorulabilir… Bu sorunuzun peşine düştüğümüzde kurtuluş ve ilerleme fikirleriyle,
bunların karşısında Müslümanların mevcut durumunu anlatan idbar, inhitat,
atalet, mağlubiyet yani gerileme, çöküş, durağanlık, vurdumduymazlık
edebiyatıyla yahut tesbitleriyle karşılaşacağız. Yani yetersizlik, kendinden
şüphe, pasif ahlâk…
Üçüncüsü, yeni İslâm
yorumları biraz da tabiatı icabı kendisinden önceki İslâm yorumlarını eski ve
geçersiz hale getirir ve eski olan adeta bir tenkit, red ve tasfiye alanına
dönüşür. Bir tür ancien régime… Tenkit, red ve tasfiye konusu olan bütün bir
İslâm tarih tecrübesidir, İslâmi ilimler, kültür ve sanat mirası ve yaşama
üsluplarıdır; tek kelime ile eskidir, eskimiş olandır, tortulardır ve hantal,
işe yaramaz yapılar olarak tasvir edilenlerdir. Bidattır, hurafedir, bâtıl
inançtır, İsrailiyattır, Hint’ten, Çin’den gelmedir…
Bir başka şekilde söylersek İslâmcılık
yeni İslâm yorumları çerçevesinde savundukları kadar kurup kurguladığı eski
İslâm yorumlarına karşı tanımlarıyla, red ve tenkitleriyle, olumsuzlamalarıyla
öne çıkar, bunlar üzerinden de tanımlanabilir.
Tam da burada yeni ve parçalı bir tarih ve
İslâm tarihi anlayışıyla karşılaşıyoruz. Benim önem atfettiğim ve hakkında
yazdığım önemli bir problem alanı bu; tarih üzerinden zihnin ve anlayışın
bölünmesi, ilimlerin, fikirlerin parçalı hale gelmesi, önceki bütünlüğün
kaybolması. “Gerçek” İslâm tarihi İsrailiyat kavramının yeni ve modern
yorumlarıyla İslâm öncesinden koparıldığı gibi asr-ı saadet vurgusu ile de
Emeviler sonrasından da koparılmaktadır.
Başka bir deyişle İslâm öncesi ve Emeviler
sonrası, Osmanlılar dahil hakiki ve olması gereken İslâm’ın ve İslâm tarihinin
dışında bırakılmakta, en azından ondan uzaklaştırılmakta, asırların içinden
birikerek, denenerek gelen ve var olan değeri düşürülmektedir. “Emevi İslâmı”
kavramsallaştırması bu sürecin ürünüdür ve dikkatle bakılırsa uzun İslâm
tarihini, bu uzun tarih içinde oluşmuş her şeyi tasfiye etmekte,
zayıflatmaktadır.
Bana sorarsanız bu bir yeniden ele alma ve
yeniden değerlendirme, tenkit tarafı ağır basan bir düşünce ve hareket değil,
böyle olsaydı bu kıymetli bir şey olabilirdi, aksine tasfiye ve yok sayma
ağırlıklı bir düşünme ve eyleme biçimidir.
Tasfiye ve zayıflatma dışında
kuvvetlendirdiği unsurlar da var değil mi?
Elbette var, hem fiilen hem de psikolojik
olarak… Ana kaynaklara, Kur’an ve sünnete, asr-ı saadete dönüşü talep etmesi ve
bunu süreç içinde bir şekilde gerçekleştirmesi, yeni okuma iddiaları
önemsenmesi gereken hususlar. Bunun önünde veya arkasında şu iddia ve arayış da
var; eğer kaynaklara ve asr-ı saadete dönülebilirse, “gerçek” İslâm hâkim
kılınabilirse İslâm dünyası kurtulacak, ilerleyecek, modern dünyaya da eksiği
gediği olmayan bir cevap, bir alternatif sunacaktır. Bu ise eski-geçmiş İslâm
anlayışıyla olmaz. Fikri ve felsefi dayanakları çok güçlü olmasa da
Müslümanların, İslâm dünyasının kendine güveni açısından bu önemli bir şey.
İSLAMCILIĞI DAR BİR DAMARLA
SINIRLAMAK DOĞRU DEĞİL
Türkiye’de birbiriyle ilişkili ama
ayrı birden çok İslâmi yapı var. Radikal veya modernist İslâmi hareketlerin
yanısıra siyasi parti veya mücadeleyi önceleyen İslâmi oluşumlar ve daha
geleneksel tasavvufi yapılar var. Bütün bunlara ek olarak da bu yapıların
hiçbiriyle organik bağı olmadığı halde kendi halinde inancı doğrultusunda
yaşamaya önem veren geniş kitleler var. Bütün bu haritayı İslâmcılık tartışmaları
bağlamında nereye yerleştirebiliriz? Bütün bunları İslâmcılık nehrine akan
ırmaklar olarak mı görüyorsunuz, İslâmcılığı daha spesifik bir alanla mı
sınırlandırıyorsunuz?
İçiçe birkaç husus var burada.
İslâmcılığın merkezinde esas itibariyle bütün başlıklara sirayet eden Yeni
Selefi bir İslâm yorumu var. Aynı zamanda entelektüalist ve aktivist bir
düşünce ve hareket. “Doğru” dini bilgi peşinde, otoritelere, ulemaya, muteber
kaynaklara karşı çıkıyor, daha doğru bir tabirle otoriteyi Kur’an’la, hakimiyeti
Yüce Allah’la sınırlandırıyor, bu mânada taklidi reddediyor, yeni bir otorite
inşası için ictihad yetkisi talep ediyor ve hem içeriye hem dışarıya meydan
okuyan, muhalefet eden bir sese sahip. Bu yorum bir tarafıyla asr-ı saadeti
esas alıyor, aynı zamanda paradoksal bir şekilde modern dünyayı güçlü bir unsur
olarak alenen veya zımnen hesaba katıyor, önceliyor, onu adeta İslâmlaştırıyor.
İlki muhalif damarını, ikincisini uyum ve esasta karşı çıktığı başka bir taklit
damarını besliyor.
Ama unutmamak lazım, bu İslâmcılığın bugün
de müşahede edebileceğimiz dar merkezine işaret eder. Bana sorarsanız bunu
görmekle beraber anlama ve tahlil ameliyesini bununla sınırlandırmamak lazım.
Cemaat ve tarikat yapıları fikren ve özellikle de kaynak ve otorite
anlayışları, muhalefet biçimleri itibariyle merkezdeki İslâmcılıkla mesafeli
gözükmekle beraber fiili durum her zaman böyle olmuyor. I. Dünya Savaşı ve
Millî Mücadele sırasında medrese ve tarikat çevrelerinin aktif ve yapıcı,
kurucu siyasi katılımını görmek lazım. Sünüsîlik, Mehdi Hareketi, İran’da,
Afganistan’da mollalar da böyledir. Şeyh Şamil var, Rusya Müslümanlarının
istiklâl öncülerinden. Bunlar istisna değil. Ömer Muhtar biliyorsunuz, filmde
öğretmen olarak gösteriliyor, halbuki o bir tarikat mensubu ve şeyhtir,
sömürgeci İtalyanlara karşı mücadelenin sembolü o. Onun için kademe gözeten,
farklı değişkenlerle meseleye yaklaşan bir metodoloji kurmak lazım.
Daha aktüel örnekler üzerinde de
durabiliriz; camileri yapan, minareleri adeta bir muhalefet ve ses verme biçimi
olarak yükselten, Cuma cemaatini tahkim eden, Cuma protestolarına katılan
kimler? Ayasofya’nın açılışına katılanlar yahut Tahrir meydanını dolduranlar?
Sadece İslâmcılığın merkezindeki kişiler ve gruplar mı? Devletin kurduğu “laik”
din eğitimi kurumları olmakla beraber kendisine çizilen sınırlarda kalmamakta
ısrarlı olan İmam Hatip Okullarını, Yüksek İslâm Enstitülerini, İlahiyat
Fakültelerini İslâmcılık, Yeni Selefilik açısından nereye yerleştireceksiniz?
Türkiye’de Yeni Selefi düşünceyi ilmi ve fikri planda besleyen ana kişi ve
gruplar İmam Hatip Okulları ve İlahiyat çevrelerinden yetişmedir. Halbuki
bunlar bir başka zaviyeden radikallikten uzaktır ve muhafazakâr bir karakter
taşırlar.
Dolayısıyla en azından merkezi çevreleyen,
onu koruyan, oraya güçlü girdiler veren yapılar, insanlar ve fikirler var.
Çekirdek İslâmcılığın bunlara şu veya bu düzeyde karşı olmasıyla veya
geleneksel yapıların çoğu zaman İslâmcılığın İslâm yorumuna mesafeli duruşuyla
bu yakınlık ve ilişkileri birlikte ele almak, buradan daha kaliteli ve imkânlı
bilgilere, yorumlara doğru hareket etmek lazım.
İSLÂMCILIK DÜŞÜNCESİ BÜTÜNLÜK
FİKRİNDEN YOKSUNDUR, EKLEKTİKTİR
Çağdaş İslâm Düşüncesi üzerine
çalışma yapmanıza, çalışma konunuz Çağdaş İslâm Düşüncesi olmasına rağmen, bu
hareketlere veya yaklaşım biçimlerine eleştirel yaklaştığınız da söylenebilir.
Siz artık 2-3 asrı bulan Çağdaş İslâm Düşüncesini bugün nasıl
değerlendirirsiniz? İslâm Dünyasına katkıları ne oldu, zararları ne oldu? Neyi
başardı, neyi başaramadı, hangi konuda hemfikirsiniz, hangi konuda
ayrışıyorsunuz? Bir genel muhasebe ve değerlendirme yapmanız mümkün mü?
Çağdaş İslâm düşüncesinin, İslâmcılığın
modern dönemin zor şartları altında her halükârda Müslüman kalmak hatta biraz
daha “fazla” Müslüman olmak ve İslâm bayrağını yükseltmek uğruna gösterdiği
dirençleri, gayretleri, fikri ve fiili savunmaları, Avrupa hegemonyasına,
sömürgeciliğe, içerdeki müstebit ve zalim yönetimlere karşı mücadeleleri,
ısrarlı arayışları başarı hanesine yazabiliriz. İç dinamikleri canlandırmadaki
başarıları da yabana atılacak cinsten değil.
İçinde çeşitlilikler taşıması da bir
avantaj. Tektiplilik aramakla beraber İslâmcılığın kendisi fikren de fiilen de
tektip değil, geniş bir yelpazesi var. Bugün Türkiye dahil İslâm dünyasının her
tarafında eğitim süreçlerinden -hangi tür eğitim olursa olsun bence fark etmez-
geçmiş herkes farkında olsun olmasın, isterse karşı çıksın İslâmcılık dediğimiz
hadisenin ana tezlerinin güçlü etkisi altındadır desek yanlış olmaz. Yeni
nesillerin din tasavvurları büyük ölçüde bu kaynaktan beslenmiştir. Dikkatli
bir göz bunun sadece İslâmcılarla sınırlı olmadığını da görecektir. Batıcısı,
milliyetçisi, solcusu da Türkiye’de Kemalizm de Cumhuriyet ideolojisi de bir
şekilde bu etkinin altındadır… Ara cümle olarak söyleyelim; geleneksel
yapıların uzun müddet yeni ve resmi eğitim kurumlarına ve tarzlarına mesafeli
duruşlarının arkasında bu rüzgâra kapılmama düşüncesi ve siyaseti vardır.
Bu yaygınlığı ve etkinliği sebebiyle bizim
için İslâmcılığı tanımak, anlamak, tenkit etmek büyük ölçüde kendimizle, yakın
geçmişimizle ciddi olarak uğraşmak, derinliğine ilgilenmek, hesaplaşmak
mânasına gelecektir kanaatindeyim. Fakat İslâmcılık İslâm’ı bütünüyle temsil
etmez, bu hataya düşmemek lazım. Bir başka şekilde söylersek İslâmcılık da
İslâm dairesinin içindedir, onun bir parçasıdır ama İslâm hem kronolojik olarak
hem de muhtevası, mezhepleri, meşrepleri, yorumları ve çeşitliliği itibariyle
çok çok daha geniş bir daireye ve köklü bir gerçeğe ve geleneğe işaret eder.
Tam da bu noktada hem metodolojik olarak
hem anlama ve yorumlama düzeyinde hem de pratikte, yaşama ve davranış
biçimlerinde, tutum takınma tarzlarında İslâmcılığın yetersiz kaldığı bölgeleri
tesbit etmek ve bunlar üzerinde kafa yormak, yola nasıl devam edileceğine
eğilen Müslüman âlimlerin, aydınların, siyaset aktörlerinin vazifesidir. Bunun
yeteri kadar ve derinliğine yapıldığını söyleyemeyiz zannederim.
Benim konumumun biraz istisnai gibi
gözükmesi belki tenkit ve yeni değerlendirme alanlarına da ısrarla eğilmiş
olmam ve iki üç asırlık tarihe yeni bir usulle bir bütün olarak bakmayı denemem
dolayısıyladır.
Siz yetersizlikler, zayıflıklar,
tenkit alanları konusunda neleri öne çıkarırsınız?
Metodolojik yetersizliklerden başlayalım
isterseniz. İslâmcılığın bütünlüğü olan yeni bir İslâm yorumu olduğunu
söyledim, özellikle siyasete indirgenmesinin yanıltıcılığını vurgulamak için.
Fakat İslâmcılık düşüncesi bütün tarihi boyunca bütünlük fikrinden yoksundur,
parçalı ve eklektiktir. Bunun bir uzantısı olarak İslâmi ilimlere, İslâm
kültürüne, tarihine, sanat ve estetiğine, hilafet ve medrese, tekke başta olmak
üzere ana kurumlara bakışı bir bütünlük göstermediği için yorumları ve
tenkitleri de zayıftır, eksiktir, bazan da ciddi usul hataları taşır. Buna
İslâmı bir bütün olarak değerlendirmedeki zaafiyeti de diyebiliriz. Bu ciddi
bir meseledir.
Kaynaklara Dönüş fikri, gerçek İslâm
vurguları veya daha dar çerçevede Kur’an İslâmı söyleminin ne kadar kaynakları,
Kur’an’ı, Hz. Peygamber’in hayatını “olduğu gibi” anlama peşinde hareket ettiği
de çok su kaldırır. Hatta bu başlıkların aslında İslâm tarih tecrübesini ve
büyük birikimini tasfiye etmek ve zayıflatmaktan ötede ne kadar imkânlı ve
derin fonksiyon icra ettiği tekrar müzakere edilmelidir. Kaynakları yeniden ve
doğru olarak mı anlıyoruz yoksa kendi dönemsel fikirlerimizi kaynaklara mı
söyletiyoruz?
İdeolojik denebilecek kadar kademe
gözetmeyen bir karakterde olması da zikredilmeli. Yeni Selefiliğin
sade-sınırlı-dar ve metnin zahiri anlamına bağlı-bağımlı literal din ve metin anlayışı
bu çizgi üzerinde çok etkili olmuştur. Bu sebeple anlayış ve yaşama üslubundan
ziyade “doğru”, sade, kesin-katı ve düz bilgi öne çıkmıştır. Dar ve katı olan
bilginin daraltıcı ve genişlemeyi engelleyici bir tarafının olduğunu söylemek
lazım. Bakın burada dini bilginin hissiyat ve malumat düzeyi, düzenli bilgi ve
yorumlama düzeyi, felsefe ve hikmet düzeyi yoktur. Bütün Müslümanlar da tektip
ve tek kademeli bilgiyle muhatap kılınmaya, böyle bir din anlayışına sahip
olmaya sürüklenmektedir. İslâmcılığın, hususen radikal kanadının yüksek ve
canlı dili bu ciddi problemlerin görülmesini ve kavranmasını büyük ölçüde
engellemiş, örtmüştür, bugün de örtmektedir.
İslâmcılığın ana kaynakları, İslâm tarih
tecrübesini kuşatmadaki zaafiyetleri modern dünyayı anlama konusunda belki daha
fazlasıyla vardır. İster kısmen benimsesin isterse söylem itibariyle sert bir
şekilde karşı çıksın veya müstağni kalınsın netice pek değişmiyor. Modern
düşünce, bilim-teknoloji, aydınlanma felsefesi, pozitivizm ve laiklik, medeniyet-İslâm
medeniyeti, oryantalizm, yeni Avrupa fikri, demokrasi, kapitalizm, özgürlük,
insan hakları gibi konularda vulger bir malumatın ve yavan bir bakış açısının
hâkim olduğunu söylemek hatalı olmaz sanırım. Bunun istisnaları çok azdır ve
onların da sesi pek duyulmamıştır.
TÜRKİYE KENDİ ÜZERİNE EĞİLMEDEN
ÜMMETÇİLİKLE, YERLİLİKLE, MİLLİLİK EDEBİYATIYLA İDARE EDİYOR
Batılı literatür Çağdaş İslâm
Düşüncesi külliyatında Mısır, İran, Pakistan’a yer verirken Osmanlı ve
Türkiye’yi dışlıyor diyorsunuz. Sizin Osmanlı-Türk İslâm Düşüncesini merkeze
alan çalışmalarınız bu açığı kapatmaya yönelik önemli bir işlev görüyor. Bu
çabanız Türkiye akademisinde veya batılı düşünce üretiminde yansımasını buluyor
mu? Bu konudaki muhasebeniz, gözlemleriniz nedir?
Türkiye’nin yeri meselesi benim üzerinde
çok durduğum ama Türkiye’de bile yeterince karşılık bulmayan bir meseledir.
Elbette psikolojik yahut fikri sebeplerini biliyor ve derinden hissediyorum.
Merkezi Mısır ve Hindistan’a kaydırmak oryantalizmle, sömürgecilikle paralel giden
batılı bir proje olduğu için onların tashihe yaklaşmaması daha anlaşılır bir
şey, daha fazla zaman alacak. Türkiye’de çelimsiz, yersiz yurtsuz akademinin,
İlahiyat Fakültelerinin, siyasi merkezin ve İslâmcıların bunu niçin anlamaya
çalışmadıkları, en azından sorgulamaya teşebbüs etmedikleri daha fazla üzerinde
durulmayı hak ediyor bence. Kendi üzerine ciddiyetle eğilmeyen, buna karşılık
evrensellik, ümmetçilik yahut yerlilik, millilik, medeniyet edebiyatıyla idare
eden bir memleket…
Şunları söylüyorum; 1923, 1924 yılına
kadar çağdaş İslâm düşüncesinin, İslâmcılığın merkezi normal ve tabii olarak
İstanbul’dur, Türkiye’dir, hilafet merkezi olarak İslâm dünyasının hâlâ en
kuvvetli siyasi, dini temsilcisidir. Arap hilafet hareketleri yahut
milliyetçilikler sebebiyle İstanbul’a karşı mesafeli yahut muhalif olanların
bile baktıkları ve esas aldıkları yer de İstanbul’dur. Osmanlı Devleti’nin,
Türkiye’nin tasfiyesi aynı zamanda onun çağdaş İslâm düşüncesinin merkezi
olmaktan çıkarılması olarak işleyecektir. Bunu görmek lazım. Cumhuriyet
ideolojisi İslâmı paranteze almakla zaten bu fikre yaklaşmıştır.
Peki 60 sonrası İslâmcıları niçin bu
konuda batılılara ve Cumhuriyet ideolojisine bu kadar yaklaşabiliyorlar? Bu
ciddi bir soru ama ortalıkta yok. Niçin? Problemin anlaşılması için bir hususu
daha eklemek lazım, Türkiye’de çağdaş Türk düşüncesinin bir bütün olarak hiçbir
akademik disiplinde, fikir hayatında canlı ve derin bir alan olamayışının
sebebi de doğrudan bu problemle alakalıdır. Bakın son senelerde fikren hazırlıksız
olarak fakat doğru bir kararla İlahiyat Fakülteleri ve Felsefe bölümleri
programlarına Çağdaş İslâm Düşüncesi ve Çağdaş Türk Düşüncesi derslerini dahil
ettiler. Aldığım intiba şu; umumiyetle boş geçiyor bu dersler, mesuliyetli
hocalar da daha rahat okutabilecekleri başka veya yakın bahisler etrafında
dersi dolduruyorlar.
Bana sorarsanız hem İslâmcılar hem
de Cumhuriyet ideolojisine yakın olanlar çağdaş İslâm düşüncesi ile çağdaş Türk
düşüncesi arasındaki kuvvetli bağları fark edemedikleri veya bu bağları yeniden
inşa edemedikleri müddetçe kulak kabartılacak düşünceler geliştiremeyecek,
büyük metinler yazamayacaklar.
Bir örnek verir misiniz?
Mesela Seyyid Bey hilafetle yahut yeni
İslâm Devleti fikri, yeni İslâm siyasi düşüncesi konularında yani İslâmcılık
düşüncesinin yeni fikirlerinde Mısırlı Ali Abdurrazık yahut Suriyeli-Mısırlı
Reşid Rıza’dan çok daha ileri ve gelişkin fikirlere sahip bir fıkıhçı, hukukçu
ve fikir adamıdır. Ama 60 sonrasında Türkler ve İslâmcılar dahil Seyyid Bey’i
okuyup anlayan, anlayabilen kaç kişi vardır ve niçin böyledir sorularına cevap
aramak lazım. Yeni Selefiliğe mütemayil İlahiyatçılar usul-ı fıkıh ağırlıklı
olarak biraz okumuştur ama o okumaların da zemini ve irtibatları yoktur. Ben
Seyyid Bey’in fikirlerini paylaşan biri değilim, o ayrı mesele ama zikrettiğim
iki yazarı, Ali Abdurrazık’ı ve Reşid Rıza’yı Paris’te yahut Londra’da değil,
burada, Türkiye’de okuyanlar niçin Seyyid Bey’e alıcı gözle bakmıyor,
bakamıyorlar sorusu bütün ciddiyetiyle önümüzdedir. Bakın Seyyid Bey’in
hilafetle alakalı bir risâlesi önemseniyor ve 1924 yılında isimsiz olarak
Fransızcaya çevrilip basılıyor. Yakın senelerde ben tesbit edinceye kadar bu
metnin aidiyeti bile belli değildi. Seyyid bey’e modernist, uzlaşmacı falan
denecekse öbürleri, Reşid Rıza meselâ değil mi diye birileri sorar.
Belli ki burada fikir ve muhtevadan ziyade
uyarılmış başka unsurlar devreye giriyor ve bir yeri görünmez kılarken diğer
bölgeleri daha fazla görünür ve vurgulu hale getiriyor. Muhammed Abduh,
Kevakibi yahut Seyyid Emir Ali, Şibli Numani, İsmail Gaspıralı, Musa Carullah
için de aynı şeyler rahatlıkla söylenebilir diye düşünüyorum.
Bakın İsmail Hakkı İzmirli’nin Yeni İlm-i
Kelâm’a ve yeni İslâm düşüncesine dair yazdıkları Muhammed Abduh’un yazdıkları
dahil birçoğundan daha vasıflıdır, en azından eşit ayardadır. Aynı siyasi veya
psikolojik sebeplerle bu sade gerçeği anlatmak için bile ders açmak lazım
neredeyse. Bu örnekleri çoğaltabiliriz.
Bültenimize Üye Olabilirsiniz
Peki Türkiye’deki İslâmcılığın
uluslararası etkileri oldu mu? Türkiye dışı İslâmcılığın tercümeler ve sair
yollarla buradaki İslâmcılığa etkisinden çok söz ediyoruz ama sizin de üzerinde
durduğunuz “Türkiye merkezli İslâmcılık” dışarıya, başka yerlerdeki İslâmi
söylem ve hareketlere bir etki, katkı, zenginleştirici bir tesir yaptı mı?
Özgün yönleriyle öğretici oldu mu?
Elbette. Gözden kaçan yahut kaçırılan
hususlardan biri de budur. İttihad-ı İslâm fikri yahut modern hilafet
düşünceleri, yeni tevhid ve birlik fikirleri etrafında mezheplerin ve
meşreplerin yakınlaştırılması -takrib-i mezâhib, telfik-i mezâhib-,
meşrutiyet-meşveret programları nerede inşa edildi? Yeni İslâm yorumları
paralel din dersi ve ahlâk kitapları nerede yazıldı? Medrese ıslahatı nerede
yapıldı? 1923 yılına kadar Mısır, Kuzey Afrika, Suriye, Irak, İran, Kırım,
şimdi Türki Cumhuriyetler dediğimiz bölgeler, hususen Kazan, Balkanların tamamı
çağdaş İslâm düşüncesini, meşrutiyeti, tanzimatı, anayasa fikirlerini, meclisi,
mektep-medrese arası çözümleri, kanunlaştırma hareketlerini, kanun-şeriat
müzakerelerini çok büyük ölçüde İstanbul’dan, Osmanlılardan öğrendiler. Doğru
dürüst Türkçeleri bile olmayan Tunuslu Hayreddin Paşa, Said Halim Paşa
payitahtta nasıl sadrazam olabiliyor? Abdülaziz Çaviş, Cemaleddin Efgani ve
onlarca benzeri niçin İstanbul’u mekân tutuyor? Reşid Rıza 1910’lu yıllarda
bile bütün İslâm dünyasına hitap edecek medrese-mektep karışımı bir eğitim
müessesesi kurmaya niyetlendiği zaman bunun merkezinin İstanbul olmasını
düşünüyor ve gelip görüşmeler yapıyor. Halbuki Suriyeli ve Osmanlı vatandaşı
olan Reşid Rıza çoktan Osmanlılarla, İstanbul’la mesafeli hale gelmiş biri idi.
Örneklerin bu şekilde cereyan etmesinden
daha normal ne olabilir? Sadece 1908-1925 yılları arasında yayınlanan Sırat-ı
Müstakim-Sebilürreşad sayılarının nerelere ulaştığı, hangi bölgelerden mektup,
yazı aldığı, nerelere muhabirler gönderdiği gözden geçirilse bu
görülebilecektir. Bu yayın organının bir muhabiri, Seyyid Muhammed Tevfik,
Birinci Cihan Harbi yıllarında İstanbul’dan çıkıyor, Irak, İran üzerinden
Hindistan’a gidiyor ve yarım yıl süren gidiş gelişi sırasında uğradığı her
yerden, görüştüğü resmi kişilerden, kurumlardan ve ilmiye, tarikat
mensuplarından haberler veren, röportajlar aktaran mektuplar yazıyor. Bir
talebemle yayına hazırladığımız ama henüz yayınlanmayan bu mektuplar -ki büyük
boy 500 sayfalık bir kitap hacmindedir- uğranılan bölgelerdeki halkın,
entelektüellerin Osmanlının, İstanbul’daki fikri hayatın ne kadar ciddi
takipçisi olduklarını ve etkilendiklerini gösteriyor. Bu sadece bir örnektir.
19. Asrın sonu ile 20. Asrın başında hac
yolları ve bunların İstanbul’la, Osmanlı toprakları ile ilişkileri ve bu
yollardaki her kademede alışverişler bugün biraz daha çalışılmış vaziyettedir.
Mekke ve Medine’ye gelen dünyanın dört bir tarafından âlimlerin, şeyhlerin
münasebetleri, müzakereleri, ders ve el vermeleri de böyle. O devirde bir
mucize sayılabilecek Hicaz Demiryolu herhalde sadece demir ve yoldan ibaret
değil. İngilizlerin bedevi Arapları bu demiryollarını tahrip etmeye tahrik etmeleri
kendileri açısından çok stratejik ve doğru bir karardır.
Bunlara bakıldığında bu güçlü ve yaygın
etki açıkça görülecektir. İstanbul’da, Mısır’da, Suriye’de, Irak’ta,
Balkanlar’da iki dilli çokça süreli yayın var. 1924 yılına kadar Avrupa’da
oryantalistlerin yahut basın dünyasının çıkardığı İslâm dünyasıyla ilgili yayın
organlarında da merkezi yer İstanbul’dur, Osmanlı Devleti’dir. Bütün bu birikim
bugün için büyük ölçüde görünmez haldedir.
TÜRKİYE’DE İLİM VE FİKİR HAYATI DIŞ
RÜZGARLARA ÇOK AÇIK
Türkiye’de İslâmi yapılar tercüme
faaliyetlerine önemli bir ağırlık verdiler. Telif oranının tercümeye oranla
minimum bir ağırlığa sahip olduğu söylenebilir. Siz akademik ve düşünsel
mesainizi Osmanlı-Türk İslâm düşüncesinin ortaya çıkarılmasına, kamuoyuyla buluşmasına
ayırdınız. Bu çerçevede, telif çalışmalar kadar antoloji-derleme gibi
çalışmalar da yaptınız. Bu meseleyle ilgili iki soru sormak istiyorum; Biri,
çevirinin görece çok daha fazla sayıda olmasını neye bağlıyorsunuz? Bunun
Türkiye’deki İslâmi anlayışa ne gibi yarar ve zararları oldu?
Birkaç husus var burada. Ağırlıklı olarak
Müslüman Kardeşler ve Cemaat-i İslâmi mensuplarından yapılan, aktivist ve Yeni
Selefi yönleri baskın tercümelerin açık etkisi hususen yeni eğitim
süreçlerinden geçmiş dindar insanlar üzerindedir ve zaman olarak da 1965
sonrası itibariyledir. Unutmamak gerekir ki bu ses itibariyle güçlü
tercümelerin etkisi sadece İslâmcılıkla alakalı de değil; solda, Marksist
literatürde de aynı dönemde büyük ve etkili bir tercüme furyası var. Milliyetçi
cenahta da o kadar kuvvetli olmamakla beraber benzer yönelişler var. Yani 60
darbesinin ve 68 kuşağının da tesir ettiği dönemsel olanı ve belki aynı zamanda
uluslararası etkiyi, yönlendirmeleri atlamamak lazım.
İkincisi etkili olan dini tercümelerin
hepsi aktivist ve radikal karakterli değildir. Meselâ hemen aynı dönemlerde
rahmetli Muhammed Hamidullah’tan yapılan, bir kütüphane rafını dolduracak
tercümeler yahut 1978 sonrası için tradisyonalist ekolün eserleri var. Nihayet
klasik metinlerden yapılan tercümeler de ciddi bir sayıda ve hacimdedir.
Bir başka husus, tek etki alanı olarak
tercümeleri düşünmenin yeterli olmayacağıdır. Bakınız, Türkiye’ye 1960’larda
gelen eserlerin ve görüşlerin, radikal İslâmcılığın Mısır ve Hindistan-Pakistan
başta olmak üzere İslâm ülkelerinde ortaya çıkışı zaman olarak II. Dünya Savaşı
sonrasına tekabül etmektedir. Hiç şüphesiz burada İsrail meselesi, Soğuk Savaş
politikaları ve birçok İslâm beldesinin sömürgecilikten kurtulması gibi bazı
mühim hadiselerin etkisi var. Yine de Türkiye’ye gelişlerinin niçin neredeyse
çeyrek yüzyıl gecikme ile olduğu çok yönlü olarak sorgulanmalıdır.
Üçüncüsü aynı dönemde çokça okunan yerli
dini ve fikri eserler de var. Meselâ Ömer Nasuhi Bilmen’in, Ahmet Hamdi
Akseki’nin bazı dinî eserleri onbinlerce basılıp satılıyor, o yıllar için çok
büyük rakamlar bunlar, hakeza bazı meâl ve tefsirler, siyer ve ilmihal
kitapları, namaz hocaları, dua mecmuaları… Nurettin Topçu, Necip Fazıl ve Sezai
Karakoç gibi düşünce adamlarının eserlerinin o yıllardaki satışları da bunlar
kadar olmasa da kendi şartlarında iyi seviyededir.
Bazı arayış ve ihtiyaçlarla, bazan
uyarılmışlıklarla birleşen tercüme hareketleri tarihin her döneminde etkili,
dönüştürücü ve ara sıra da kurucu bir fonksiyon icra etmiştir. Müslüman
Kardeşlerden ve 1979’dan sonra modern Şiî İran düşüncesinden yapılan
tercümelerin de diğer tercümeler gibi canlandırıcı, bilgi ve yorum itibariyle
besleyici, güven artırıcı tarafları olmuştur.
Bu bilinen ve vurgulanan bir şey.
Kayıpları ve zayıflattığı bölgeler, ortaya çıkardığı biçimsizlikler bu ölçüde
ele alınıp işlenmedi. Ben bunlara da işaret ediyor ve Türkiye’de dinî bilginin,
dinî düşüncenin seyri, dinî davranış biçimlerinin, ahlâk anlayışlarının
değişmesi zaviyelerinden tartışıyorum. Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bir Mesele
Olarak İslâm kitabının ikinci cildinde uzun bir “Dini Yayıncılık ve Dini
Fikriyat” bölümü var, orada bu meseleler üzerinde de uzunca duruyorum. Bu
bölümün kısım başlıklarından biri de “Müslüman Kardeşler Türkçeye Tercüme
Edildi mi?”…
Bununla irtibatlı ikinci sorum,
sizin “yerli” düşünceyi/düşünürleri/tartışmaları önceleyen çalışmalarınızın
Türkiye’deki İslâmi yapıların perspektifine, yaklaşımlarına nasıl bir katkısı
olduğudur? Bu konudaki gözlemlerinizi alabilir miyiz?
Ben başından itibaren tercümelerle
birlikte gelen dini düşüncenin, buna paralel olarak tarih, gelenek ve
ilmi-fikri-estetik miras tenkitlerinin aynı zamanda ciddi bir problem alanı
ortaya çıkardığına, bir mutabakatsızlık, örtüşme yetersizlikleri ve ciddi
boşluklar doğurduğuna işaret etmeye çalıştım. Tercümeler nasıl bir ortama düştü
ve nasıl bir etki yahut bozulma ortaya çıkardı, bunların muhasebesini yapmaya
koyuldum. Bunlar okundu da. Fakat entelektüel mânada tam tedavüle girdiklerini
zannetmiyorum. Türkiye’deki zayıf ilim ve fikir ortamlarında bu işler bu kadar
oluyor. İdeolojik dirençler ve sansürler de var tabii, onları daha kolay
anlayabiliriz.
Bir de çok ihmale uğrayan çağdaş İslâm
düşüncesinin, İslâmcılık hareketinin yerli kaynaklarına, bize ait olanlarına,
dolayısıyla bizim tecrübemizi daha fazla yansıtanlarına dikkat çektim,
insanların önüne hiç bilmedikleri, dahası yok saydıkları kişileri ve yüzlerce
sayfalık metinleri çıkardım. Övünme olarak almazsınız sanırım, Türkiye’de
sadece İslâmcılık düşüncesinin vasıflı bir antolojisi var. Üç büyük cilt… Bu
kitaplar da Türkiye şartlarında çok satıldı ve okundu. Türkiye’de İslâmcılık
Düşüncesi bugüne kadar 8 baskı yaptı, ilk baskısı 1986-1987 şartlarında beş bin
adet yapılmış ve bir seneye varmadan tükenmiştir. Ama gerçek mânasıyla tedavüle
girdi ve tartışmaların seviyesini yükseltti mi sorularının önünde yine soru
işaretleri var.
Ben uzun yıllar yayıncılık da yaptığım ve
kitap dünyasını, fikir hareketlerini yakından takip ettiğim için bunları
sıhhatli bir şekilde sebepleriyle, artısıyla eksisiyle ölçebilecek durumdayım.
En önemli problem zemin problemi ve ilim, fikir ortamlarının, kurumların
zayıflığı, devamlılığın olmayışı… Ve bunun kadar önemli olan yerli bir
düşüncenin güçlü olarak ortaya çıkmayışı, ilim ve fikir hayatının dış
rüzgârlara ve belirleyici etkilere çok açık olması…
Türkiye’de İslâmcılar dahil bütün
çevrelerin unuttuğu bir şey var; tercümeler yerli düşüncenin güçlenmesi, yeni
ihtiyaç ve şartlara uyarlanması için yapılan bir şeydir aslında. Yoksa
tercümelerin yapıldığı dünyanın mahkumu, mukallidi olmak için değil.
Buradan devam edelim isterseniz.
İslâmcılık ile ilgili çalışmalarınızda “Türkiyelilik”, “yerlilik” önemli bir
yer tutuyor. Burada ikili bir sarkaçtan bahsedilebilir. Türkiye’deki radikal
İslâmcı yapılar tercüme faaliyetleri veya batılı kavramlar üzerinden Türkiye
ile temaslarını, Türkiye meselelerinin özgünlüğünü ihmal ettiler diyorsunuz.
Öte taraftan Türkiyelilik vurgusunun İslâm’ı milliyetçiliğe, Türkiye bağlamında
coğrafi bir alana hapsetme endişeleri de dillendiriliyor. İslâmi anlayışın
milliyetçilik-muhafazakârlık potasında erime riski dillendiriliyor.
Evrensellik-yerlilik gerilimi de diyebileceğimiz bu meseleyi nasıl ele almak
gerekir?
Şimdi tekrar moda olan ama pek derinlik
kazanamayan “yerli ve milli” ifadelerini, ideolojik yükleri olan kavramlar
oldukları için birlikte pek kullanmam. Tüketime elverişli slogan halleri zaten
benim çok da konum olmaz. Fakat Türkiye’nin tecrübesini, ilmi ve fikri mirasını
önemsiyor ve kesintisiz olarak hesaba katılması üzerinde duruyorum. Elbette iç
tenkidi elden bırakmadan…
Tercümelerden ziyadesiyle etkilenen 60
sonrası İslâmcılığında müzakere ve tenkit ettiğim problematiklerden biri budur.
Bir başka şekilde söylersek Türkiye ve bir Türk aydını, âlimi, sanatkârı
-İslâmcı, solcu, milliyetçi, Kemalist olması bu düzeyde çok fark etmez-
kendisini merkeze almadığı zaman İslâm dünyası veya dünya tasavvurları nasıl
teşekkül edecek gibi ciddi bir soru var. Hangi dili konuşacak ve nereden yola
çıkacaksınız?
Bir şeyi daha tekrarlıyorum; sol için
evrensellik, milliyetçiler için Turancılık, İslâmcılar için ümmetçilik,
Kemalistler için muasır medeniyetçilik Türkiye’nin ve Türk entelektüellerinin
kendilerinden kopmaları yahut uzaklaşmalarıyla neticelenmiştir,
neticelenmektedir. Türkiye’de ilim, fikir ve sanat faaliyetlerinin güdüklüğünün
derinde yatan köklü sebeplerinden biri de muhtemelen budur. Ayrıca sadece
Turancılık ve ümmetçilik değil medeniyetçilik ve evrensellik de bir tür
milliyetçiliktir; milliyetçiliği aşmak isteyen tarafları olmakla beraber…
Hatırlamakta fayda var, Türkçede belki ilk modern evrensellik ifadesi olan
“milletim nev-i beşerdir, vatanım ruy-i zemin” ifadesi bir milliyetçilik
anlayışına kuvvetle işaret eder.
Türkiye’yi ve kendini merkeze almak
milliyetçilik, egosantriklik, kapanmak, içine hapsolmak olarak da okunabilir.
Fakat bu dar ve daraltıcı anlamıdır. Benim uğraştığım şey bu değil. Şunu
söylüyorum, Türkiye ancak kendisini merkeze aldığı ölçüde ve seviyede İslâm
dünyasına ve dünyaya, hadi, insanlığa, evrenselliğe, batıya da diyelim,
uzanabilecektir. İdeolojik söylemler hariç tersinin doğru olduğu bir şey
bilmiyorum. Her milli olan evrensel değil, bu malum ama milli olmayan evrensel
var mı, mesele burada. Yunus Emre, Dante, Tolstoy milli mi evrensel mi ve önce
hangisi? Yahut Selimiye, Musa heykeli, İznik çinisi, Dede Efendi, Mozart?
İnsan bir yerden, bir yere doğru konuşur,
hareket eder. Mevlâna’nın pergel istiaresi de hatırlanabilir. Bir ayağı sabit
olmayan her tarafı dolaşabilir mi? Herhalde rüzgârın önünde uçmak ve
savrulmakla dolaşmayı karıştırmamak lazım. Ayrıca Türkiye tecrübeleri,
birikimi, coğrafyası, insan unsuru itibariyle de çok önemli bir yer. İslâm
tarihi için de Avrupa için de. Bu özelliklerini herhalde en az Türkiye’de
yaşayanlar biliyor. Gözleri komşunun tavuğunda…
TÜRK MİLLETİ İSLÂM İLK SIRAYA
ÇIKARILMADAN TARİF EDİLEMEZ
İslâmcılık veya spesifik olarak
Türkiye İslâmcılığı İslâm ve Müslümanlar dışında bir gündeme sahip değil
şeklinde gözlem ve eleştiriler var. İnsanlığı ilgilendiren evrensel başlıklar
hakkında, küresel ısınma, çevre kirliliği, yaşanabilir şehirleşme, çocuk
istihdamı, kadın hakları vs. tartışmalarıyla ilgilenmediği vurgulanıyor. Bu
gözlem veya eleştiriye ne dersiniz? “Türkiyelileşememe” diye
eleştirdiğiniz şey, bundan biraz farklı ama pekâlâ bu unsurla da
ilişkilendirilemez mi? Türkiye’deki İslâmi yapıların veya İslâmi düşüncenin
sadece kendi “İslâmi” gündemine hapsolması, Türkiye’nin veya insanlığın
sorunlarına eğilmemesini sorun olarak görüyor musunuz? Bunun dinamiklerini
nasıl açıklamak gerekir?
Bu tespitlere bugün için büyük ölçüde
doğru diyebiliriz ama dün için doğru değil. Biraz geriye doğru giderseniz hiç
doğru değil. Burada biraz farklı düşünüyorum, Türkiye ve Türk aydını kendisi
üzerine yoğunlaşmadığı için kendi insanlarına ve başkalarına söyleyecek
sözlerini azaltıyor, zayıflatıyor veya söyledikleri başkalarının
söylediklerinin şöyle böyle bir tercümesi oluyor. Türkiye kendi gündemine
hapsolmuyor, bu doğru değil, kendi gündemi diye önüne boca edilenlerle
boğuşuyor, onları gündemi sanıyor. Bugün Türkiye’nin her seviyede konuştuğu,
tartıştığı meselelere bakın, bütün ideolojik çevreler itibariyle bakın, hangi
mesele Türkiye’nin kendi iradesiyle, kendi hayati bir problemi olarak önüne
aldığı ve üzerine kafa patlattığı, günlerce, aylarca, yıllarca müzakere ettiği
bir mesele?
Türkiye’de İslâm meselesi felsefi olarak
da pratik olarak da hiçbir meseleden ayrılamaz. Diyelim ki tarım meselesinden,
ülkenin tatlı su bahislerinden, gayrimüslimlerin haklarından, arkeolojik
kazılardan, çiçek ve böceklerinden… Bunu İslâmcılara da bir ders gibi anlatmak
lazım; düzelteyim onlarla da ciddi olarak müzakere etmek lazım diyeyim. Onlar
büyük okumalarla muğlak bir sistemden bahsetmekle beraber daha ziyade İslâmı
ayrık bir mesele zannediyorlar.
Birçok kitabınızda ve konuşmanızda altını
çizdiğiniz önemli bir yargı var: “Türkiye’de dini merkeze almadan veya dini
atlayarak hiçbir konuyu konuşamayız” diyorsunuz. Şimdi de ona benzer şeyler
söylediniz. Bir, bundan tam olarak neyi kastediyorsunuz? İki Türkiye’nin siyasi
ve düşünsel gelişimine baktığınız zaman bu iddianızın gereği yapılıyor mu?
Çok dolaşarak iyi bir yere geldik. Aynı
zamanda zor ve uzun… Çok sade şeyleri kafa karışıklığının, karmaşıklığın hâkim
olduğu dönemlerde ifade etmek de anlatmak da zor oluyor. Türk milleti İslâm ilk
sıraya çıkarılmadan tarif edilemez. Ne dille, ne vatanla, ne kültürle… Çünkü
bunların kurucu ve sürdürücüsü de İslâm. Irkla hiç değil… Anadolu topraklarında
bizim İslâm dışında bir tarihimiz, bir varoluş biçimimiz yok. Her memleket, her
İslâm ülkesi böyle değil. Cumhuriyet idaresi ve ideolojisi İslâmı paranteze
aldığı ve baskıladığı, biçimsizleştirdiği için, isterseniz biraz yumuşatalım,
paranteze almak zorunda kaldığı, bırakıldığı için diyelim, yeni yetişen
Türklere malumu ilam etmek gerekiyor, 60 sonrasının radikal damarları olan
İslâmcılarına da…
Bakın Türkiye’de sosyal bilimler, hadi o
ifadeleri de kullanalım, ne milli ne de evrensel düzeyde mesafe kat edemiyor,
Türk üniversitesi denebilecek bir yapı kuramıyoruz, Türkçenin etimolojik
sözlüğünü Ruslar kadar bile yazamıyoruz, alan araştırmaları derinlik ve
kuşatıcılık kazanamıyor, şehirleşme tarzımız, ev, bahçe, park nizamımız, cami,
okul mimarimiz yok, olanı kaosa işaret ediyor ve biçimsiz, Türkiye’yi taşıma
kapasitesi zayıf bir şekilde kurulan Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu son
yıllarda da zayıflamış, meselesiz, projesiz kalmış halde. Niçin? Kimimiz batı
hayranlığı ile kimimiz de kadim medeniyetimiz, büyük ecdadımız edebiyatıyla
idare ediyoruz. Esasa, sadede gelemiyoruz. Türkiye İslâm’la olan varoluşsal
ilişkisini yeniden, elbette bugünkü şartlarda güçlü bir şekilde tesis etmedikçe
hiçbir sahada yol alamayacak. Alamadığını uzun yıllardır gördük geçirdik.
Osmanlıların son dönemi dahil bütün Cumhuriyet tarihi boyunca, bugüne kadar
dinin bir gerilim ve kutuplaşma yahut dışlama alanı olarak tutulması,
kullanılması ve Türkiye’nin bu vadide iyileştirme yapmayı başaramaması da
tersten bence bunu gösteriyor.
İlk bölümünü dün yayınladığımız mülakatın
ikinci bölümünde Prof. Dr. İsmail Kara ile Türkiye’de İslamcılık ve siyaset,
din-devlet ilişkileri, dini cemaat ve tarikatlar, sekülerleşme ve selefilik
gibi önemli tartışma konuları hakkında konuştuk.
Zaman zaman “İslâmcılık öldü, bitti,
yenildi” başlıklı tartışmalar gündeme geliyor. Bu tartışmanın Türkiye’yi aşan
uzantıları olmakla birlikte Türkiye’de genellikle AK Parti tecrübesi ve bu
tecrübenin “başaramadıkları” üzerinden, genellikle AK Parti’ye muhalefet
etmenin bir parçası olarak gündeme geliyor. Bu tartışmaları nasıl
değerlendiriyorsunuz? Siyasi-görünür amaçlarının yanısıra hakikat payı
taşıdıklarını da düşünüyor musunuz?
“Siyasal İslâmın İflası” edebiyatı bir
Soğuk Savaş sonrası kurgusudur ve uluslararası merkezlerde inşa edilmiştir;
aynen Siyasal İslâm gibi. Yabancı akademisyenler arasında kurucu aktörlerini de
bilen biliyor. Önce bunları görmek lazım. Fakat benim açımdan buradaki en
önemli problem İslâmcılığı siyasal olana indirgemek ve onunla sınırlı olarak
iniş ve çıkışlarını, büzülme ve genişlemelerini, ölümünü dirimini konuşmak. Bu
parlak ve yaygın gibi gözükmekle beraber çok yanıltıcı ve daraltıcı ayrıca
zorlama bir perspektif.
Türkiye’de AK Parti üzerinden İslâmcılığın
ölümünü gündeme getirenlerin AK Parti ittifakı ve mübalağalı desteği ile
başlayıp yolları ayrıldıktan sonra bunu dillendirmiş olmaları da elbette kayda
değer bir hadisedir. Kendi ölümlerinden mi bahsediyorlardı yoksa? Bu konuşmada
da birkaç defa altını çizerek söyledik; İslâmcılık iki üç asırlık tarihinde
hiçbir zaman siyasalla sınırlı bir düşünce ve hareket olmadı, yeni bir İslâm
yorumu peşinde yol aldı. Siyaset onun sadece bir yönüne, hadi önemli bir yönüne
diyelim, işaret eder.
Doğru olan bir şey de var; bütün tarihi
boyunca İslâmcı gruplar iktidara yaklaştıkça yahut iktidar oldukça fikri yönü
ve muhalif damarı zayıflar, uyum ve entegrasyon yönü kuvvetlenir, kendi
ülkesinin siyasi merkezine ve uluslararası odaklara, aktüel politikalara
yaklaşır. Bu doğru ve bir bakıma normal. Bu problemi mercek altına almak ve
tenkit konusu yapmak lüzumlu bir faaliyet. Yanlış olan bunu İslâmcılığın
bütününe teşmil etmek.
Meselenin olabildiğince doğru bir yerde
müzakeresi ve farklı seviyelerde anlaşılması için bazı sorular soruyorum;
Türkiye’de ve İslâm dünyasında Yeni Selefilik geriliyor mu? Din eğitimi yahut
başörtüsü talepleri, dindar kızların okuma ve hayatın her kademesine katılma
arzuları azalıyor mu? Cami yapımları, Cuma cemaati düşüyor mu? Dindarlaşarak
ilerleme, kalkınma ve zenginleşme arayışları, İslâm devleti, İslâm demokrasisi,
İslâm ekonomisi fikirleri gerileyişte mi? Değilse eğer İslâmcılık nasıl ölmüş
bitmiş oluyor? Burada daha soğukkanlı, dikkatli ve derinlikli tahlillere,
tenkitlere ihtiyaç var. Değişmek ve dönüşmekle bitmek, ölmek aynı şey değil.
TARİH AK PARTİ’Yİ MİLLÎ GÖRÜŞ VE
REFAH HAREKETLERİ GİBİ İSLÂMCILIK İÇİNDE DEĞERLENDİRECEKTİR
AK Parti’yi İslâmcılık tartışmaları
bağlamında nereye yerleştiriyorsunuz?
Benzer bir mesele de bu. Biliyorsunuz AK
Parti İslâmcılıktan vaz geçtiğini beyan ederek kuruldu ve küreselleşme
politikalarına, liberalizme uygun bir siyasi dil kurarak, bir program
geliştirerek iktidara geldi. Uygulamaları da hususen 2013’lere kadar bu
istikamette gitti. Sonra konjonktürün de etkisiyle milliyetçi damarlarını,
statükoyu daha fazla hatırladı.
Fakat tarih onu Millî Görüş ve Refah
hareketleri gibi İslâmcılık içinde değerlendirecektir sanırım. Muhtemelen de
uyum hattı kuvvetli bir İslâmcılık çizgisi içinde ve İslâmcılığın birçok yanını
ve kanadını sisteme taşıyan, bürokrasiye, iktisadi alanlara, güce yaklaştıran,
bu arada sistemi de taşıyan ve dönüştürmeye çalışan bir hat üzerinde… Bunun
fikri zayıflamalar ve geri çekilişler getireceği açıktır. Ben İslâmcılıktan ilk
vazgeçişin Refah Partisi’yle ve Adil Düzen projesiyle başladığını
düşünenlerdenim, onun için düşünce planında “Millî Görüş gömleğini ilk çıkaran
Erbakan’dır” demiştim.
Yalnız bir şeyi görmek lazım, Erdoğan din
eğitimi-İmam Hatip Okulları, başörtüsü, Ayasofya, Filistin-Kudüs, dünyaya
meydan okuma gibi Türkiye’de muhafazakâr ve İslâmcı söylemin güçlü ve aktif
unsurlarını devreye almakta ve çözümler üretmekte cesur, atak ve başarılı olmuş
bir liderdir. Bu da ona devamlı ve canlı bir destek olarak dönmüş, sisteme uyum
ve entegrasyon sebebiyle ortaya çıkan birçok iç problemi ve gerilemeyi
örtmüştür.
AK Parti iktidarıyla normalleşme ve dinle,
tarihle ve toplumla barışma süreci yaşandı. Ancak son zamanlarda hem genel
olarak toplumda hem de İslâmi-dindar kesimde İslâm’a ve İslâmcılığa yönelik bir
hoşnutsuzluk, bir hayal kırıklığı var. Bu gözleme katılır mısınız? Sizce neden
böyle oldu? Nerede yanlış yapıldı?
Böyle bir vakıa ve problem var. Fakat ben
bunun aktüel olanla, mevcut iktidar ile sınırlı olarak tam anlaşılıp
kavranamayacağını düşünüyorum. Nöbet gibi gelip giden bu açılma-kapanma, ümit
ve karamsarlık Türkiye’nin baş edemediği yapısal bir problem gibi duruyor.
Türkiye siyaset alanı dahil müdahaleye uğramaktan, tahripkâr yaralar almaktan
kendini korumakta başarılı olamıyor ve netice itibariyle maküs talihini
yenemiyor.
Biraz yakın tarihi tahlil unsuru olarak
kullanırsak benzer genişleme ve daralmaların DP ve Menderes ile, Demirel ve AP
ile, Özal ve ANAP ile hatta çok kısa ömürlü olmakla beraber Erbakan ve MSP,
sonra RP ile yaşandığını görebilir ve buralardan başlayarak, benzerlikleri ve
farklılıkları hesaba katarak bugünkü problemi daha sıhhatli masaya
yatırabiliriz kanaatindeyim. İsterseniz Ecevit ve CHP’yi de dahil edelim. Aynı
takip ve değerlendirmeyi diyelim ki üniversite, basın, fikir ortamları, fikir
grupları, vakıflar, sivil toplum kuruluşları -ben başından beri Türkiye’de
sivil toplum kuruluşu olmadığını söyleyenlerdenim- üzerinden de yapabiliriz.
Nerede yanlış yapıldı, yapılıyor sorusunun
cevabı elbette kısa olmayacak, olamaz. Ama yine de kısa bir cevap verebiliriz;
herhangi bir gücü eline geçiren başkalarının; başka kurumların, başka
kişilerin, başka fikirlerin ve tercihlerin varlarını, güçlerini, imkânlarını
ortadan kaldırarak, iyice zayıflatarak kendi varlığını sürdürebileceğini
düşünüyor. Herkes güvensiz bir konumda veya kendini öyle hissediyor. Belki de
böyle bir his enjekte ediliyor.
Halbuki bugünün şartlarında bir memleketin
kurumları, insanları, fikirleri, onların öncelikleri diğerleri için bir tehdit
değil bir ayna, bir iç tenkit, sınama-sağlama aracı ve güç devşirme
mekanizması, farklı şartlarda bir alternatif olmalıdır, öyle mütalaa
edilmelidir. Bunu beceremiyoruz, entelektüel ve fiili kapasitemiz, belki
vatanperverliğimiz, kendimizi konumlandırma biçimimiz, yetişme ve düşünme
tarzımız buna yetmiyor. Milletimizin her bir ferdinin, her bir kurumunun
mütevazi bile olsa başarısını kendi başarımız kabul etmiyoruz, edemiyoruz,
kendimiz için de devreye sokamıyoruz. Bunun karşı tarafı da böyle,
yanımızdakinin başarısızlığına, ezilmesine, hak ve hukukunun ayaklar altına
alınmasına âdeta seviniyoruz.
TÜRKİYE’DE AHLÂK VURGUSU GÜÇLÜ
OLMADIĞI İÇİN HUKUK FİKRİ DE GELİŞMEDİ
Son dönemde İslâm dünyasının farklı
bölgelerinde ve ülkemizde “ahlak temelli” bir tartışma ve kriz yaşanıyor?
Benzer şekilde, özellikle gençler bağlamında deizme yöneliş ile ilgili popüler
bir anlatı var? Siz de bunu gözlemliyor musunuz? Spesifik olarak gençlerin ama
genel olarak toplumun birçok kesiminin dini sorgulama, dinden soğuma,
sekülerleşme eğilimlerini besleyen dinamikler neler? Bunların popüler ve
maksatlı anlatılar olduğunu mu düşünüyorsunuz, Müslümanların yanlış
temsillerinden veya yanlış ve eksik dini bilgi üretimlerinden kaynaklanan sahici
sorunlar mı olduğunu düşünüyorsunuz?
Büyük ahlâk krizi bizde de dünyada da yeni
değil ama derinleştiği, azmanlaştığı kesin. Zulümleri, kan göllerini, açlıktan
ölümleri, orman yangınlarını, denizlerin çöplük haline gelişini, tatlı suların
kaybını, asırlık zeytin bahçelerinin tahribini, gelir dağılımı uçurumlarını,
açıktan yağmaları ve büyük yolsuzlukları hiçbir ürperti duymadan seyredebilir
hale geldi insanlık. Biz de geldik. Sadece seyirci miyiz yoksa aynı zamanda
fail mi, tasvip eden mi, iştahla bakan mı? Yalnız batı ile bizim aramızdaki bir
farklılığa dikkat çekmek lazım; batıda aydınlanma felsefesinden itibaren laik
ahlâk alanı gittikçe kuvvetlenen bir saha. Bizde ve İslâm dünyasında laiklik ve
sekülerlik alanlarının genişlemesine rağmen ahlâk biraz da yapısal olarak
dinden, gelenekten bütünüyle ayrışmış sayılmaz. Onun için de dindarların ahlâki
zafiyetleri daha fazla dikkat çekiyor. Bu haklı ve müspet bir şey bir
tarafıyla, kendine bakmadan buradan tenkit geliştirmek isteyen karşıtlar için
ise züğürt tesellisi olmalı. Tencere dibin kara misâli… Ama umumi
değerlendirmede bunlarla sınırlı kalmamak lazım.
Müslümanlığın, Müslümanların yanlış
temsilinin etkisi geçiştirilecek cinsten bir tespit değil. Fakat başka şeyler
var. Her şeyden önce Cumhuriyet devri Türkiyesi’nde ahlâk çalışmaları ve
vurguları hiçbir zaman canlı ve diri olmadı. Üniversite ve entelektüel hayat
ahlâk çalışmalarına bigânedir. Güçlü ve derin bir hukuk fikrinin gelişmemesi de
muhtemelen bununla alakalı. Nurettin Topçu dışında ahlâk meselesini birinci
sıraya çıkaran başka bir aydınımız yok. Aklı kesmeye başlayanlar kendisiyle
değil de rejimle, devrim yapmakla işe başlıyor.
İkinci olarak sanayileşme, yeni şehirleşme
ve göçlerle, modern eğitim süreçlerinin yaygınlaşmasıyla geleneksel sosyal ve
kültürel yapılar altüst oldu yani ahlâk da farkında olarak olmayarak değişti.
“Gösterişçi dindarlık” biçimleri ortaya çıktı ve bir mücadele ve muhalefet
biçimi olarak tezahür etti, benimsendi. Ölçü tanımayan yüksek minareler,
tesettür defileleri, büyüklük ve debdebe arayışları, israf, Türkçe
olimpiyatları, kaba şeddadi binalardan oluşan mahaller… Bu altüst oluşların
yerine bir şeyler de geldi -iftar çadırları ve yeşil pop eşliğinde gelişigüzel
yerlerde semazen çıkarmak aklıma geliyor şimdi- veya eski unsurlar değişime
uğrayarak devam etti ama bunların çoğu iyi ve hayır niyeti taşımakla beraber
oturmamış yahut şekilsiz ve biçimsiz şeyler. Ahlâk güzellik, zevk ve estetikle
doğrudan alakalıdır.
Her türlü güç temerküzünün,
zenginleşmenin, iktidarların bütün insanlık tarihi boyunca ahlâk zaviyesinden
zaten bozucu bir etkisi var. Karşılaştığımız ciddi ve problemli manzara
hepsinin neticesi muhtemelen, birinin değil. Bugünkü şartlarda kapitalist
ahlâka mahkûm olmadan zenginleşmenin, Makyavelist ahlâka teslim olmadan iktidar
olmanın imkânı var mı sorusu İslâm dünyasında ve Türkiye’de ciddiyeti ölçüsünde
gündeme gelmiş sayılmaz.
Müslümanlar devlete, iktidara ve bilime,
teknolojiye kolaylıkla kendi istikametlerinde kullanabilecekleri araçsal
düzeyde baktılar. Onların kendilerini daha fazla değiştirip dönüştüreceğini,
tabir caizse kullanacağını yeterince düşünmediler ve kabul etmediler. Hakkı ve
hakikati kuvvetle eşitleyen, “hak kuvvettir” sloganları üreten Müslüman
dimağların ortaya çıkışı bir iki asır geriye gidiyor.
Yanlış ve eksik dini bilgi meselesi…
Bunun etkisi tartışma dışı. Yanlış ve
eksik dini bilgiye yenilenmemiş, bugünün diline aktarılamamış, hitap etme
kabiliyeti zayıflamış geleneksel dini bilgiyi de eklememiz lazım. Benim bunun
kadar önemsediğim bir husus daha var; modern dönemde ve bugün bir de
azmanlaşmış, bazı vurguları anormal derecede artmış fakat katı ve sınırlı, aynı
zamanda sesi yüksek çıkan dini bilginin tahakkümü var. O kadar ki dindarları
bile dışlıyor bu bilgi ve din anlayışı. Hüküm, hikmet tanımıyor, ahkâm kesiyor
veya aforizmalara, hesabı verilmemiş parlak cümlelere, sloganlara yöneliyor.
DEİZM Mİ, FARKLI BİR DİNDARLIK ARAYIŞI MI,
DİNE İLGİSİZLİK Mİ?
Sekülerlik ve deizm vurgularına ne
diyorsunuz?
Bunlar hiç şaşırtıcı ve beklenmedik şeyler
değil. Çünkü bu konuşmada da bir miktar üzerinde durduk, İslâm dünyası batıdan
epeyce farklı olarak modernleşme ile dindarlaşmayı birlikte yaşadı, yaşıyor.
Çünkü biz kültürel olarak birbirinden ayrı düşünülemeyen devleti, dini, milleti
birlikte kurtarmak için modernleşme ve ıslahat süreçlerine katıldık. Bu bir
kültürel farklılık ve iddia aynı zamanda. Bugün de böyle.
Modern bir dindarlığın hem fikri olarak
hem de fiilen seküler, bazan pozitivisit yönleri ve çıktıları olacaktır,
oluyor. İslâmcılık düşüncesi içinde hatta şeriatçı ve Yeni Selefici
versiyonlarında da ciddi bir seküler damar hep olmuştur. “Anayasamız
Kur’an’dır” bayrağı şeriatçı bir ifade mi seküler bir beyan mı acaba diye
sorabiliriz, soruyoruz. Muhtemelen her ikisi. “İslâm akıl ve mantık dinidir”,
“İslâm demokratik ve insan haklarına bağlı bir siyasi yapı öngörür”, “İslâm tek
kadınla evliliği emreder”, “bizde din-bilim çatışması yoktur” cümlelerinde daha
fazlası var. İmam Hatip Liseleri dini eğitim mi veriyor yoksa laik din eğitimi
mi sorusu da benzer bir soru. Çalışmalarımda bu paradoksal ilişkileri ve sarmal
giden hareketleri ele alıyorum. Hacimli kitaplarımdan birinin adı Din ile
Modernleşme Arasında…
Deizm meselesi biraz daha karmaşık, o
sebeple daha bir dikkat istiyor bence. Fakat Arap baharından itibaren İslâm
dünyasında ve Türkiye’de olup biten şeyler, sosyal medyanın akıl almaz
taşıyıcılığı ve yayıcılığı, bizde ayrıca Gülen probleminin ciddi ve derin
yaraları, dindarların hak hukuk meselelerindeki vurdumduymazlıkları, güç
kullanma biçimleri gençleri dinden uzaklaştırmış, soğutmuş olabilir. Bu
şaşırtıcı olmaz.
Fakat bu durum telaffuz edildiği gibi
deizm midir yoksa yeni tarz bir sorgulama mıdır? Veya mütedeyyin, İslâmcı aile
çocuklarının daha fazla modern eğitim süreçlerine, modern hayata dahil
olmalarıyla mı alakalıdır? Ben şimdilik tam emin olmamakla beraber yeni bir
dini sorgulama, farklı bir dindarlık arayışı veya dine ilgisizlik, istiğna
taraflarının daha güçlü olduğunu düşünüyorum. Ayrıca bunların hepsi gençlere de
yakışır…
Ama çok taraflı olarak dikkatle takip
edilmesi gereken bir temayül ve vakıa olduğu kesin. Sizin sorunuzda yok ama
korona virüs süreçlerinin de bu alanda, dindarlık anlayış ve biçimlerinde yeni
etkiler ve yönelişler doğuracağını kuvvetle var sayabiliriz.
CEMAATLER İÇİN KIRILGAN NOKTA
FİİLEN VAR OLUP HUKUKEN GAYRİMEŞRU OLMALARIDIR
Türkiye’de Gülen cemaati-AK Parti
ilişkisi, Gülen yapılanmasının devlet içindeki örgütlenmesi ve son olarak 15
Temmuz darbe teşebbüsüne varan olaylar din ile devlet, dini cemaatler ile
siyaset arasındaki ilişkileri yeniden güçlü bir şekilde gündeme getirdi.
Normalde bu gelişmelerin din-devlet ilişkileri ile ilgili önemli-canlı
tartışmaları, kırılmaları sağlaması beklenirdi ama sizin 15 Temmuz’dan çok önce
tartışmaya açtığınız ama herhalde çok karşılık bulmayan bu meseleler şimdi
Diyanet’in bir iki özel teşebbüsü dışında derinliğine gündeme yansımıyor.
Bununla ilgili iki soru sormak istiyorum.
İlk olarak, Gülen cemaati ile sınırlandırmadan Türkiye’de cemaatler, tarikatlar
meselesini sormak istiyorum, ardından spesifik olarak Gülen meselesini ve
yansımalarını soracağım. Türkiye’deki dini cemaatlerle ve bu cemaatlerin
devletle, toplumla, dinle ilişkileriyle ilgili ne söylemek istersiniz? Bunların
toplum-din ve devlet ile ilişkileri nasıl olmalı? İşlevleri ve etkileri neler,
bu konu ile ilgili görüşünüzü almak istiyorum.
Burada da birçok şey içiçe ve mühim.
Birincisi, bugün cemaat ve tarikat yapıları dediğimiz oluşumlar 1924, 1925
sonrası Cumhuriyet idaresinin ve İslâmı paranteze alma ve baskı altında tutma
politikalarının bir uzantısı, bir neticesi. Tarikatların tarihi köklerinin
olduğunu biliyoruz ama bugünkü halleri büyük ölçüde Osmanlı modernleşmesinin ve
Cumhuriyetin bir ürünü ve resmi. Yani başından beri ve bugün şikâyet ve mahkûm
etme mercilerinin, siyasi merkezin ve güç odaklarının aynı zamanda problemin
esas sorumlularından biri olduklarının altını çizmek lazım.
İkincisi siyasi merkezle, onun bir
temsilcisi olarak Diyanet İşleri Başkanlığı ile cemaat ve tarikat yapıları
arasında paradoksal ve çok taraflı bir münasebet, belki birbirini besleyen
karmaşık bir ilişki var. Siyasi merkez cemaat ve tarikat yapılarının din
anlayışlarını benimsemez, irtica, yobaz, din istismarı gibi ifadelerle tezyif
ve mahkûm eder, yasaklar, buna karşılık toplumu sıkılaştırmak ve yönetilebilir
kılmak için bir tür Müslümanlığı ayakta tutmak veya radikalliğe kayan bazı
dindarlık biçimlerini zayıflatmak adına bu yapıları doğrudan ve dolaylı
yollarla destekler, Diyanet ve bürokrasi üzerinden kendi içine çeker.
Tekpartili yılların bütün meclislerinde, askeriye dahil -bütün tekpartili
yılların genelkurmay başkanı Nakşi ve mütedeyyin Fevzi Çakmak’ı hatırlayalım en
azından-, üst bürokraside birçok şeyh ve tarikat mensubu, hocaefendi vardır. Bu
bence gözden kaçmış yahut sızma yoluyla olmuş bir şey değil. Elbette çokpartili
hayatta daha fazlası olacak.
Diğer tarafta da durum böyledir. Yani
cemaat ve tarikatlar da siyasi merkezin, Diyanet’in din anlayışını benimsemez,
kendilerine nasıl baktığını iyi bilmesine rağmen devletin içinde, Diyanet’te
yer almak ister, bunun için can atar. Tabii kültürel olarak balığın baştan
koktuğunu, düzelmenin yukarıdan aşağıya olacağını da bilir. Bizi bugünlerin
eşiğine getiren bu paradoksal ve karmaşık ilişkiler, anlayışlar ve icraat bence
birinci derecede ülkemizdeki din-devlet anlayışıyla alakalıdır.
Kısaca tekrar söylemek gerekirse bizde
kültürel olarak din-devlet ayrılığı gayrılığı yoktur, birinin yokluğunda
diğerinin varlığını sürdürmesi imkânsızdır. Herkes devleti esas itibariyle
kendine ait, kendisiyle bitişik, onsuz büyük işler yapamayacak, ıslahı
sağlayamayacak bir yapı ama olsa olsa bir miktar bozulmuş, başkalarının eline
geçmiş kabul eder. Kendi eline geçtiği zaman işler düzelecektir. Ara cümleler
olarak iki şey söyleyelim; bir, bu fikir solda da, milliyetçi cenahta da çok
kuvvetli bir fikirdir. İki, cemaat ve tarikat yapıları birçok badireden
geçtikleri için kendilerini koruma teknikleri ve yeni durumlara uyarlanma
kapasiteleri iyi olmakla beraber entelektüel donanımları, sistem ve devlete
dair fikirleri, dünyanın gidişine dair kanaatleri, değerlendirmeleri umumiyetle
çok zayıftır fakat bu zayıflığı fark etmez ve kabul etmezler.
Cemaat ve tarikatlar için kırılgan nokta
fiilen var olmalarına rağmen hukuken ve kurumsal olarak gayrımeşru, hukuk ve devlet
tarafından tanınmaz oluşlarıdır. Esas hüviyetleri hep gizlidir, başka şekilde
görünmek zorundadırlar. Bu onları çift kişilikli olmaya doğru icbar eder. Eh,
kendi ülkelerinde bir başka türde tarikat yapılanması olan masonluk ve
misyonerlik kadar rahat imkânlara sahip olmadıklarını görmeleri, sezmeleri de
onları derinden etkilemektedir. “Müslüman kolej” fikrinin bile bununla alakası
var.
Yaptığım bu kısa tasvirler aslında bütün
unsurlarıyla bugün de devam eden çok taraflı ciddi problemlerin kaynaklarına işaret
etmek içindir. Bu sebeplerle Soğuk Savaş sonrasında bu yapıların sivil toplum
kuruluşu olarak gösterilmelerini -bir de Türkçe açısından da yanlış bulduğum
kanaat önderi yakıştırması var- ve onların da buna hevesle yaklaşmalarını acı
tebessümlerle karşılamış ve yazmıştım. Türk usulü sivil toplum denseydi daha
uygun olurdu…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.