Son dönemlerde kiralarda, gıda ve emtia fiyatlarında enflasyonla orantılı olmayan bir artış yaşandı. Bunu, ev sahiplerinin ve esnafın “Fırsatçı”lığı olarak niteleyip ahlaksızlık olarak eleştirdik. Fırsatçılık özü itibari ile hakkaniyete uygun olmayan, fahiş fiyat artışı, kurnazlık, ne pahasına olursa olsun başarı, acımasızlık, “Acırsan, acınacak duruma düşersin” anlayışıdır. Fakat kimse, bu davranışın, bu kadar yaygınlaşmasının kaynağını sorgulamadı. Ben, bunun, Türkiye’de yirmi küsur yıldır yapılan siyaset tarzının, halka sirayeti olarak görüyorum. Gel ki halkımızın genetiğinde fırsatçılık biraz vardır: “Salla başını, al maaşını”, “Nerde beleş, orda yerleş.”, Bedava pekmez, baldan tatlıdır.” gibi deyimler, bu gerçeği ortaya koyar. Trafikte sürekli şerit değiştirmeyi itiyat haline getiren; mevsimlik fiyat indirimlerini “Vurgun” diye reklam yapan bir zihniyet, fırsatçıdır.
Kartalkaya otel yangınından sonra 400 TL
olan yangın tüplerinin birden 700TL ye fırlaması, fırsatı “ganimet” e çevirme
becerisidir. İcat çıkarma(S. Bayraktar örneğinde olduğu gibi), üretim, emek ve
ticaret yerine; yağma-talan-ganimet kültüründen/itiyadından geliyor oluşumuzdan
dolayı Belediyeciliği, imar ve inşaatı, şehirciliği, madenciliği “köşe
dönme/ganimet” vesilesi yapmamızı doğuruyor.
Olayın doğru anlaşılması için, el an
yapılan siyasetin genetiğini çözümlemek gerekir. Bunun için de yakın tarihe
bakmamız gerekir Kültür Devrimi, tarihte çok az sayıda siyasetçinin ve ülkenin
teşebbüs ettiği “skandal” düzeyinde bir eylemdir. Fransız Devrimi (Jakobenler),
Çin(Mao)in kültür devrimi ve Rusya’nın (Lenin-Stalin) kültür devrimi. Bir de
bizimki. Türk kültür devrimi, işlevi bitmiş bir çok kurumu tasfiye etme
girişimi olduğu gibi; aynı zamanda halkın kurucu kimliğini oluşturan bazı
dinsel değerlere (zülfiyare) dokunmuştur. Diğer devrimler neyse de; kimliğin
kor unsurlarına ikna yolu ile değil de, zorla dokunmak, halkta doğal olarak bir
içerleme-uçuklama doğurmuştur. Şapka giymediği gerekçesiyle bir âlimi asmak,
aklın alacağı bir şey değildir. Devrimciler, başlangıçta kurdukları “İstiklal
Mahkemeleri”, daha sonraki “Yassıada Yargılamaları” ve yaptıkları “Darbeler”
ile muhaliflere “iç-düşman” muamelesi yapmışlardır.
Türkiye’nin tarihinde “Hukuk”, büyük
ölçüde hakkaniyetin tezahürü değil; devrimcilerin ve onlardan rövanş almak
isteyenlerin siyaset yapmak için aracı/aparatı/sopası/iti olmuştur:
“Kanun/Kararname Devleti”. Oysa “Hukuk”, maşeri vicdanın kahir ekseriyetinin
ikna olduğu, itminan bulduğu sığınaktır.
N. Fazıl Kısakürek, yazılarında ve
şiirlerinde Devrimcilerin yaptıklarını “Müstevli”lerden daha beter olarak görüp
onlara karşı “kin”ini canlı tutmayı önerir. Devrimcileri “Kubur fareleri” ne ve
“Maymun”lara benzetir. Hasılı o da devrimcileri, muhafazakâr halk yığınlarına
“iç-düşman” olarak lansa eder.
Türkiye’de Devrimin böylesine bir travmaya
dönüşmesinin nedeni, yapılan değişikliklerin, devrimcilerin gözünde tümünün
doğru, çağdaş, işlevsel ve ileri adımlar olduğu inancı; muhafazakârların
nezdinde ise, devrimden önce var olan kavram, kurum ve geleneklerin (şeriat,
tarikat, hilafet) tümünün doğru, iyi, olması gereken ve kutsal olduğu
inancıydı. Her iki tarafın entelektüel ve aydınları, içinde bulundukları
dogmatik kuyudan çıkıp veya kaleden inip; birbirleri ile müzakere ederek, ortak
bir bileşen/sağduyu yaratamadılar.
Sayın Erdoğan, Necip Fazıl’ın sadık bir
takipçisidir. Siyasi ideolojisini büyük ölçüde Necip Fazıl’ın fikir ve hamaseti
oluşturur. Siyaset ise, Sünni gelenekte savaş, hile, (Harp, hiledir; siyaset,
savaştır) kurnazlık, kumpas, pusu, takiyye, yalan… olarak görülür. “İlm-i
siyaset”in anlamı “Hile”dir. Doğruyu doğrudan söylememe ve yapmamadır.
Sünniliğin siyasal babası Muaviye, Makyavelli’nin önde gidenidir. Siyaset, uzun
süredir böyle bir anlayış ve psikoloji ile yapılınca; bu durum, kendiliğinden
vatandaşa sirayet eder. Zira ”Hal, sâridir.” Araplar, İranlılar veTürkiye
toplumu, tarihsel-kültürel olarak öndere, hakana-kağana, padişaha, sultana
büyüğe, imama bakar ve ona bağlıdır: “En-Nas, ala din-i mülukihim=İnsanlar,
yöneticilerin dinine bağlıdır.” “Balık, baştan kokar”, “Başın sağolsun”, “Baş,
başa bağlıdır; baş da Allah’a”, “İmam, bilmem ne yaparsa; cemaat da, bilmem ne
yapar.” Siyaseti “fırsatçılık” olarak yapanlar, ekonomik alanda vatandaşın
kendilerini yansılamasını eleştirme hakları yoktur.
İslami açıdan meseleye bakacak olursak,
dış siyaset, toplumun güvenliğini sağlamak ve “Biz”im için kurulan tuzakları
boşa çıkarmaktır. Başkalarını tuzağa düşürmek, saldırganlık, gasp, işgal ve
sömürü haramdır. İç siyaset ise, toplumun refahını ve adaleti temin etmektir.
Siyaset, “din dili” üzerinden değil; adalet, maslahat üzerine kurulur. Devletin
dini adalettir. İçerde ve dışarda “Biz ve Öteki” ayrımı, iman-küfür üzerinden
değil; adalet ve zulüm üzerinden kurulur. Rahmani siyaset, Rahman olan Allah’ın
inanan ve inanmayan kullarına adaletle muamele ettiği gibi muamele eder. Hukuk
ile siyaset arasında şöyle bir ayrım yapılabilir. Hukuk, Rahmaniliğin
yeryüzünde tecellisidir. Siyasete gelince, elbette siyaset, zorunlu bir
faaliyettir. Ancak dikkat edilmediği takdir de Şeytanlık ve Tağutluğa kolayca
kayabilir. Hatta şeytan, bu işi “Allah” ile aldatarak yapar (31/33, 35/5,
57/14).
Demokrasilerde siyaset, “rekabet ve yarış”
olarak icra edilirken; etnik, dinsel ve ideolojik toplumlarda “dost-düşman” ve
“hain-vatansever” jargonları ile yürütülür. Türkiye, ikinciden birinciye henüz
evirilemedi.
Vatandaşlık düzeyinde “Narin Cinayeti”,
Sağlık sektöründe “Yeni Doğanlar Çetesi”, Turizm sektöründe “Kartalkaya Otel
Yangını”, Siyasette “Sinan Ateş Cinayeti”… örnekleri Türkiye’de “fırsatçılık”
olarak siyaset ve ekonominin geldiği yeri gösterir: İhmal, inkâr, inat,
insafsızlık.
Sonuç olarak, -yeri geldiğinde- kendimiz
ve biz aleyhine de olabilecek, hakkaniyete/hukuka/adalete dayalı yeni bir
“Kendi” ve “Biz” oluşturamadığımız sürece, burnumuz pislikten çıkamayacak.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.