Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarda 22. yılını doldurdu. Bu uzun iktidar sürecinde iyi kötü, doğru yanlış yaptığı birçok şey var. Bu süre içinde 6 genel seçim, referandumlar ve -sonuncusu dışında tüm- yerel seçimleri kazandı. Kasım 2015’den bu yana kazanılan seçimler haklı itiraz ve tartışmalara konu olsa da, 2002, 2007 ve 2011 seçimleri için bunu söylemek pek doğru olmaz.
AKP (mensuplarının tercih ettiği
kısaltmayla AK Parti), iktidarının ilk on yılında AB üyeliği, kültürel
çoğulculuk, ‘komşularla sıfır sorun’ sloganıyla simgelenen dış politika,
altyapı yatırımları, açılım ve çözüm süreci gibi söylem ve eylemleriyle toplumdan
destek aldı. Ekonomide, üretimden çok özelleştirmeden elde edilen kaynaklara
dayansa da ilk yıllarda toplumsal gelir dağılımında - bugün yaşananların tam
aksine- alt ve orta gelirliler lehine sınırlı iyileşmeler de yaşandı.
Ancak bütün bu süreçte hukukla ilişkisini,
bir hukuk devletinde olması gereken doğrultu ve kurumsallıkta sürdüremedi. İlk
yıllarda yerleşik hukuk organ ve kurumlarının, neredeyse iktidarın yetkisini
paylaşmaya dönük karar ve tutumları, karşı mevzilenme ve bu alanda güçlü olmak
için olmadık iş birlikleri aramak gibi sakıncalı bir zihin altının yerleşmesine
zemin hazırladı.
KAPATMA DAVASI
Sanırım bu olumsuz ve talihsiz
sürüklenişte, 2008 başında açılan ‘kapatma davası’ önemli bir tahrik ve kırılma
vesilesi oldu. 2002 ve 2007 seçimlerinde tartışmasız birinci olmuş bir partiye
açılan ciddi dayanaklardan yoksun kapatma davası, yargı erki içinde iktidara
yakın -yahut onun gücünü kullanmak isteyen- çevrelerin karşı hamlelerine yol
açtı.
İktidar kapatma davasını savuşturmakla
uğraşırken, yargıda ortaya çıkan ‘kraldan fazla kralcılar’ haklı haksız, doğru
yanlış bir ok iddiayı aynı torbaya doldurarak ‘darbe davaları’ açmaya, seçilmiş
iktidarı bu yoldan sözümona tahkim etmeye çalıştılar.
Bu torbaya Danıştay suikastı gibi menfur
cinayetler, ülkeyi yönetilemiyor görüntüsüne sokmayı amaçlayan birtakım
kışkırtıcı eylemlerin yanına tüm suçu sadece iktidarın siyasal çizgisine karşı
olmaktan ibaret olan birçok yazar, çizer, aydın, asker-sivil kanaat önderi de
doldurulunca iş çığırından çıktı.
İktidar, kapatma davasından uyarı alarak
kurtuldu ama sözde iktidar yanlısı savcı ve yargıçların, ne buldularsa aynı
torbaya doldurdukları davalar içinden çıkılmaz hal aldı.
SİYASETİN HUKUKA VERDİĞİ ZARAR
Bu talihsiz süreçte, iktidar ve muhalefet
sözcülerinin bu tür toptancı yargılamalara karşı, salt hukukun yansız ve doğru
işlemesini talep etmek yerine ‘avukatlık’ ve ‘savcılığa’ soyunmaları, işi
büsbütün siyasallaştırdı.
Savcılara verilen zırhlı arabalar, onları
görevini yapan hukukçular değil de sanki ülkeyi kurtaran kahramanlar düzeyine
çıkaran yanlı ve abartılı söylemler, iktidarı bu davaların iddiacısı, müdahili
tarafı konumuna taşıdı. Davalar sanıkları, olayları ve hukuki gereklilikleri
aşarak iktidar ve muhalefet arasında siyasi bir çekişme nedenine, bilek
güreşine dönüştü.
Devlete yapılacak en büyük kötülük hukukun
işleyişine siyasetin ayrımcı müdahalelerde bulunmasıdır.
Hukuk devletin temelidir, devlet
meşruluğunu hukuktan alır. Siyasetin müdahaleleri hukuku ve bu yoldan devleti
çürütür. Sonuçta devletin meşruiyet temeli, halkın devlete güveni, birlikte
yaşama iradesi ve adalet duygusu zedelenir. Kötülük budur.
O nedenle, yargılamaların gidişi
karşısında kaygılarımı paylaşma ihtiyacı duyarak, “bu davaların haklılığı
zorlayan boyutlara yayıldığını, 12 Mart’ın aydın düşmanlığına dönüşen
yargılamalarına benzemeye başladığından endişe duyduğumu ve ‘korkarım’ iktidara
da zarar vereceğini” söylemiştim.
(http://www.gazetevatan.com/12-mart-a-benzemesin--233926-gundem/)
Dönemin sayın Adalet Bakanı da bana
“Yargının görevini titizlikle yaptığını” söyleyerek yanıt vermişti.
(https://www.dunyabulteni.net/arsiv/bakan-sahinden-gunayin-ergenekon-sozlerine-tepki-h74100.html
)
Kaygılarım -ne yazık ki- haklı çıktı. Bu
davalar, Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarını en tartışmalı kılan, yıpratıcı
ve yaralayıcı sorunların başında yer aldı. Yargılamaların acımasızca sürdüğü,
usul kurallarının hiçe sayıldığı dönemlerde bu davaları yalın kılıç savunanlar,
kısa bir süre sonra “davaların kumpas, savcı ve yargıçların yetkilerini hukuk
adına değil, mensubu oldukları bir örgüt adına” kullandıklarını ileri sürmeye
başladılar. Sonraları, kendilerini değil, ama bu iddiaları haklı çıkaran olaylar
ve tartışmalar yaşandı.
Davalar doğruyu yanlıştan, haklıyı
haksızdan ayırmadan toptancı bir anlayışla sürdürüldüğü gibi olağanüstü olay ve
gelişmelerden sonra ardında nice acılar ve mağduriyetler bırakarak olağanüstü
koşullarda, yine toptancı kararlarla sona erdirildi.
Mehmet Akif merhum, ünlü şiirinde “Tarih
tekerrürden ibarettir diyorlar / Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?”
diyor.
Önceki dönemlerde bütün usul kurallarını
hiçe sayarak yakalama, tutuklama kararları verenler, acımasız mahkumiyet
kararlarının altını imzalayanlar artık savcı ve yargıç kürsülerinde değil. Çoğu
sanık sandalyesinde, adına kılıç salladıkları tarafından en ağır ithamlara
maruz kalarak imzalarının hesabı sorulur hale geldi.
Ancak yargıya müdahalenin verdiği
zararlardan ders çıkarılmamışçasına, yine usul değişmedi, aynı toptancı
tavırlar sürdürülmeye devam etti. Bu kez, suçu sadece iktidara siyaseten karşı
olmaktan ibaret bir dolu insan, okur yazar, aydın, siyasetçi, sanatçı, gazeteci
sanık yerinde. Sadece sanık yerinde de değil, tutukevinde, cezaevinde.
YENİ ÖÇ ALMA DALGASI
Yakın tarihimizin gördüğü en kanlı,
karanlık, hain ve oldukça da ahmak bir darbe girişiminden sonra başlayan
soruşturma ve tutuklamalar, bir süre sonra anlamsız ve gereksiz çevrelere
yayılarak bir cadı avına, yeni bir öç alma dalgasına dönüştü.
Yaşamı darbelere karşı mücadeleyle geçmiş,
darbelerin mağduru nice insan, sırf muhalif tavırları nedeniyle darbecilikle
suçlandı. Çevreciler, barışseverler, siyasetçiler, sivil toplumcular, eylemleri
yüzünden değil söz, yazı ve ifade ettikleri düşünceleri nedeniyle işlerinden,
özgürlüklerinden yoksun bırakıldı.
Olağanüstü dönemin yarattığı kaygı, korku
ve temkinlilik, birçok kişi ve çevrenin bu bir tür cadı avına dönüşen toptancı
suçlamalar karşısında suskun kalmasına, daha da vahimi bu tutumu arkalamasına
yol açtı.
Sonunda iş, darbe girişiminin odağı
olmakla suçlanan yapıya karşı yıllardır en amansız mücadeleyi verenlerin dahi,
mücadele ettikleri yapının mensubu olmakla suçlanması saçmalığına kadar vardı.
Susmanın bedeli haksızlıkların azalmasına değil, çoğalmasına ve itiraz
edenlerin de daha ağır haksızlıklara maruz kalmasına yol açtı.
2024 yılı sona erdi. Yaşananlardan ibret
almamış gibiyiz. 2009’da ifade ettiğim kaygıları taşıyorum. Gele gele yine 12
Mart benzeri günlere geldik. Darbeyle, darbe girişimiyle, terörle mücadele diye
başladık; aydınları, okur yazarları, düşünen, konuşan, itiraz eden insanları
susturmak, neredeyse tüm toplumu korkutmak hırs ve hevesiyle devam ediyoruz.
Sonuçsuz ve kabına zarar veren bir çaba. Nasihati anlamak için, bize daha kaç
musibet gerekiyor?
NOT: Bu yazı, özgün
haliyle 2018 yılı sonunda dijital medya mecralarından birinde (artıgerçek’te)
yayınlandı. Hüzün verici olan şu ki, aradan geçen 6 yıl içinde birçok alanda
olduğu gibi hukuk uygulamalarında da iyileşme olmadı. O nedenle bazı
güncellemelerle yeniden yazmak gereği duydum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.