20 Şubat 2025 Perşembe

CHP demokratlaşabilir mi? Bahadır Kurbanoğlu-20/02/2025

Geçmişte İslamcı-muhafazakâr kitleler dayak yerken, içeriden ve dışarıdan sorgulamalar irite edici olurdu. “Hem dayak yiyoruz hem de atanlar değil de biz mi sorgulanıyoruz” minvalinde.

Haklı bir tepkiydi bu. Şimdi benzer sorular ana muhalefet için sorulduğunda eminim olabildiğince irite edici geliyordur. İktidar, tepelerinde sopa sallarken, sistem lime lime dökülürken kendilerinin demokratlığının sorgulanması oldukça öfke uyandırıcı olabilir ama gerçeklerle yüzleşmenin “mış gibi” siyasetinden daha efdal olduğu da bir hakikattir.

Soruya dönersek. Elbette değişebilir; değişti de. Tek partili, kuvvetler birliğine dayalı otoriter yıllardan çeşitli sorgulamalar eşliğinde bugünlere ulaştı. Az buz bir gelişim göstermedi. Bunu çok mu isteyerek yaptı? Hiçbir güç/iktidar, değişimi gönüllü saiklerle kabullenmez; o imkânları “normlar” diye görülen argümanlar lehine kaybetmek istemez. Her değişim, iç-dış etkenlere, zorlamalara dayalıdır. Dış şartlar dayattığında, iç zaaflar da ortaya dökülmek durumunda kalır. Normal şartlarda haza ağza alınmayan, akla bile getirilmesi “hainlik” ile eşdeğer olan hususlar bir bir sökün eder. Bunlara sınır çizmek isteyen radikaller ile geleceğe endişe ile bakan “dönüşümcüler” arasında sert tartışmalar yaşanır.

1970’lerde Ecevit, Atatürk ve Devrimcilik kitabında Cumhuriyet’in ilk dönemlerinin sistemik eleştirisini yapmıştı. “İnançlara saygılı laiklik” tartışmaları o dönemlerin cesur ve anlamlı atılımları arasındaydı. “Ortanın Solu” hareketine tohum atan bu ilk sorgulamaları da 1960 darbesi sonrası Turan Güneş’in Yön dergisindeki “CHP halktan nasıl uzaklaştı?” başlıklı yazı dizilerine kadar götürmek mümkün.

DEĞİŞİMİN ORGANİKLİĞİ VE İNORGANİKLİĞİ

Peki sonra ne oldu? Bu atılımların olduğu dönemde halen hayatta olan aktörler -Erdal İnönü’lü yılları kısmen paranteze alırsak- çok kötü bir 28 Şubat sınavı verdiler. En başta da Ecevit. Siyaseten “olmak” ile organik değişimin arasındaki farkı bu tür kırılma dönemlerinde gözlemlemek mümkündür. Nitekim 2000’li yılların Deniz Baykal’lı, Cumhuriyet Miting’li, “Hayırcı” dönemleri de değişimin organikliği ile inorganikliği arasındaki farkı ortaya koymaktaydı. Bu açıdan “değişim” dediğimizde yegâne turnusolün, “çok partililik” ve “kuvvetler ayrılığı”na dayalı sistemik yapıdan ziyade toplumsal kültür ile olan ilişki olduğu göz ardı edilmemeli. CHP, her ne kadar seküler demokrasinin süslü literatürüne aşinalığını geliştirmiş olsa da, o seküler habitatın -Batı’da olduğu gibi- belli bir kültür üzerinden meşruiyet kazanmış olduğunu hep ıskaladı.

Dolayısıyla Türkiye gibi geçmişi ve sosyolojisi malum olan ülkelerde demokratlığımızı belirleyen husus, teorik evrensel demokratik postulatlardan ziyade kendi kültürel kodlarınızla kurduğunuz ilişki biçimi olmakta. Bu sosyo-kültürel yapıya dönük empati kabiliyetinizi de bir toplum/demos projenizin olup olmadığı; varsa, bunu süreklileştirip süreklileştiremeyeceğiniz belirlemekte. Hele ki tarihiniz bu konuda yeter derecede sabıkaya sahipse, bu konuda çok daha proaktif olmanız gerekmekte.

Yani organikliği ve demokratlık karnenizi belirleyen hususlar kültür ile bağ, destekçilerinizi ve kitlelerinizi empati yolculuğuna katmak, sahicilik ve süreklilik olmakta. Toplum sizden bir nevi “öngörülebilirlik” beklemekte; tıpkı hukukta olduğu gibi.

Kılıçdaroğlu ile birlikte, ulusalcı kadroların kızağa çekildiği, ideolojik anlamda da en radikal değişim emarelerinin gösterildiği yıllarda bile, bu değişim çabalarının “siyaseten” getirilerine odaklanıldığı ama öze ilişkin bir gelişim sağlanamadığı görüldü. Organikliğin patinaj yapmasının en bariz göstergeleri de başta İstanbul ve Ankara büyükşehir adaylarındaki kimliksel (ama vitrinsel) tercihler oldu.

Oysa gerçek turnusol, muhafazakâr kültür ile pragmatik ilişkinin siyasal getiriler sağlaması değil; -faraza- matematiksel olarak rakibi yenmeyi başardığınızda toplumla kuracağınız ilişkinin, çok öncesinden ispat edilmiş olmasıdır. Tepki oylarına değil; rakibinizin ahlaki meşruiyeti yitirmesi üzerinden gerçekleşen cezalandırıcı yönelimlere değil; inandırıcılığı yüksek, riskleri ortadan kaldırılmış bir dönüşüme yaslanmış olmanız gerekir.

O yüzden, -yakın tarihten örnek verirsek- 28 Şubat dejavularını yaşamış olan toplumsal kesimlere sahici-organik bir dönüşüm örnekliğini göstermek, seçimler sonrasının değil, çok öncesinin işidir. Daha yakına gelirsek, CHP’nin 2000’lerdeki askerî vesayetle olan ilişkisinin toplumsal kültürü ve siyasal tercihlerini cendere altına alması girişimlerinin tersine dönük ispatlar da sadece “helalleşme” gibi siyasi retoriklerle başarılamayacak kadar ciddi bir iştir. (Hele ki liderinin ürettiği o slogan, medyasında “hesaplaşma” diye karşılık bulup boşa düşürülüyorsa!)

Nitekim, kendi içlerinden olanların ekonomik sahada oluşturdukları yozlaşma ve yoksullaştırma iklimine rağmen aynı sosyolojik yapı sizi dış politikada da (beka olarak gördüğü alanlarda da) ciddiyetle takip eder.

“DÜŞMANLIK ÇAĞRIŞIMI”

Mesela Suriye meselesinde CHP ve kitlelerinin hiç anlamadıkları husus, Suriye’nin sadece “yanlış” politik tutumların coğrafyası değil, iktidara karşı müzmin muhalifliği de aşar tarzda İslamofobik ve ırkçı söylemlerin toplumu öfkelendirici bir hal almasına, yani tarihi dejavuların resmî geçit törenine dönüşmüş olmasıdır. İktidarı popülist tarzda dövme sporunu yerine getirirken, sadece sığınmacıların aşağılanmasının değil, İslam ile bağlantılı bir kültüre dönük düşmanlık içeren retoriklerin, algı operasyonları ve dezenformasyonlarla daha da çirkin hale gelmesiyle ilgilidir. Dahası, Türkiye’de “diktatör” keşfeden retoriklerin, aynı teraziyi Suriye rejimine dönük kuramamasıyla da ilgilidir ki bunun da sebeplerinin ideolojik olduğunu toplum çok kolay kavramaktadır. Sebepler ister “Anti-emperyalizm”, ister “mezhepçilik”, ister “İslamofobik bir rejimle içine girilen seküler dayanışma” olsun; bunların tümü Türkiye’nin geniş sosyolojik kültürel kodları açısından yeterince “düşmanlık çağrışımı” barındırmaktadır.

O yüzden, “İslamcıların ne olacağı/neler yapacakları çok önceden belliydi” gibi sözde analizlere yaslananların; Mursi’li Mısır’ın, K. Afrika’nın demokratikleştirilmesi deneyimini hiç merak etmeyenlerin; Gannuşi’li Tunus’un başına gelenlerle hiç ilgilenmeyenlerin; hatta Sisi darbesi sonrası -adeta- içlerinin soğuduğunu fark ettirenlerin iktidar eleştirilerinin dozunu Suriyeli sığınmacıların tahkir edilmesine, ülkeden irrasyonel biçimde defedilmesine odaklananların; Hamas terörü (!) ile İsrail’in zulümlerini eşitleyerek liberal ya da sosyal demokrat dogmaların tatmin edildiğini düşünenlerin; “İslamcılar…” diye başlayan analiz kasmalarının, tüm ‘demokrasi, hukuk’ diye devam eden boş retoriklerinin bu iklimde hiçbir karşılığının olamadığını da gözlemlemek durumundalar.

Türkiye’nin Libya’da, tüm dünyayı arkasına almış darbeci Hafter’in engellenmesi noktasındaki becerilerine rağmen “Libya’daki kaosun sorumlusu Erdoğan’dır” diye ünleyenlerin ya da Avrupa Parlamentosu’nda konuşma yapıp Türkiye’yi şikâyet ederken “Suriye bataklığını Erdoğan üretti” diyerek mevcut sosyolojiyle aralarındaki bağı olabildiğince koparanların, tepelerindeki Demokles kılıcının getirilerine güvenmekten ziyade aynaya bakmaları gerekir.

Bugün uğranılan -kör göze parmak- onca haksızlığa rağmen kendi sınırlı mahalli unsurları dışında (iktidarın sorumlu olduğu istisnai konjonktürel yönelimler dışında) toplumdan gerçek bir destek alamamalarının sebeplerini de hem tarihin sorgulanmasının ötelenmesinde hem belediyelerde sahih ve sağlıklı bir örneklik serdetmekten ziyade “tencere dibin kara” misali, Türkiye siyasetinin alışkın olduğu sistemik yapıyı sürdürmelerinde (yani gerçek bir alternatif adresi olarak görülmemelerinde) hem kendi içlerindeki egemenlik yarışını her şeyin üzerine koymalarında hem de -hepsiyle birlikte- toplumla iletişimde alışkın oldukları literatürü gözden geçirememeleri, tashih ve ıslah edememelerinde aramaları gerekli.

TÜM MUHALEFETİN SORUNU

Güven veremediğinde, güven veremediği kitleleri “cehalet” ve “dogmatiklik”le suçlamak, elbette ki Türkiye siyasetinin milli sporudur. Lakin “ahlaki meşruiyeti yitiren bir iktidar nasıl hâlâ bu derece destek görebilir?” sorusunun cevabı da, değiştirmeye cesaret edilemeyen kendi sosyolojik tabanının, demokrasinin ve insan haklarının baskılandığı her türlü vesayet ortamında bile yüzde 25’lik o dilime halel getirmeyecek tarzda kemikleşmiş yöneliminin sorgulanamadığı yerde, mütedeyyin-muhafazakâr kitlelerin tercih sorgulamasının yapılmasının yanlışlığı, aslında sadece CHP’nin değil, tüm muhalefetin sorunudur.

Ortadoğu’nun tüm krizlerini ensesinde hisseden, terör gibi bir sorunla sadece bu iktidar döneminde yüzleşmeyen, jeopolitik problemlerin “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” gibi arkaik sloganlarla betimlenmesinin altından çok suların aktığı Türkiye gibi ülkelerde, Norveç tarzı, seküler yaşam biçimlerinin üzerinde şekillenen seküler demokratlığın iş yapacağını umanların, tutarlılık adına önce kendilerinin bir Norveçli kadar demokrasi ve hukuk standartlarına uyumu beklenir. Bunun da nirengi noktası, yazının başından bu yana altını çizdiğimiz geniş toplumsal kesimlerle duygu, güven ve eminlik bağı kurmaktır.

Eğer bir ülke, içinde bulunduğu geniş kültürel jeopolitik habitatla birlikte bir hukuk devleti ve demokrasi diyarı olmayı ötelerse, sağdan soldan fark etmeksizin otoriterleşme eğilimleri sistemin doğası gereği, kimlik fark etmeksizin o ülkenin kaderi haline gelir.

Ama şu gerçek asla değişmez: Bu coğrafyada, kendi kültürel kodlarına dayalı demokratlığı ve hukuk devleti formunu üretme kabiliyetini ortaya koymaktan başka çare/çözüm yolu yoktur.

Netice olarak topluma, yozlaşmış bir iktidarın yozlaşma alanlarında bile alternatif olabilecekleri ümidini bahşedemeyenler, aynı iktidarın doğru yaptığı işler kadar bile umut aşılayamayanlar, dönüp kendi içlerindeki yozlaşmanın tarihe ve bugüne bakan yönlerine odaklanmalılar. O ıslah gerçekleşmeden, tersten kutuplaştırma cenderesini siyaset zannetmekten ne kendileri kurtulabilir ne de toplumu ve siyaseti kurtarabilirler.

BAHADIR KURBANOĞLU KİMDİR?

İstanbul Üniversitesi Sosyoloji mezunu Kurbanoğlu, uzun yıllar Haksöz dergisi ve Haksözhaber sitelerinde yazarlık yaptı. ‘İskilipli Atıf Hoca, İstiklal Mahkemelerinin Tarihi Misyonu ve Şapka İnkılabı’, ‘Şeyh Said, Bir Dönemin Siyasi Anatomisi’, ‘Adalet, Hukuk, Merhamet’ başlıklı kitapları yayımlandı. Özgür-Der’de insan hakları ve sivil toplumsal faaliyetlere ilişkin çalıştı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.