Geçmişte İslamcı-muhafazakâr kitleler dayak yerken, içeriden ve dışarıdan sorgulamalar irite edici olurdu. “Hem dayak yiyoruz hem de atanlar değil de biz mi sorgulanıyoruz” minvalinde.
Haklı bir tepkiydi bu. Şimdi benzer
sorular ana muhalefet için sorulduğunda eminim olabildiğince irite edici
geliyordur. İktidar, tepelerinde sopa sallarken, sistem lime lime dökülürken
kendilerinin demokratlığının sorgulanması oldukça öfke uyandırıcı olabilir ama
gerçeklerle yüzleşmenin “mış gibi” siyasetinden daha efdal olduğu da bir
hakikattir.
Soruya dönersek. Elbette değişebilir;
değişti de. Tek partili, kuvvetler birliğine dayalı otoriter yıllardan çeşitli
sorgulamalar eşliğinde bugünlere ulaştı. Az buz bir gelişim göstermedi. Bunu
çok mu isteyerek yaptı? Hiçbir güç/iktidar, değişimi gönüllü saiklerle
kabullenmez; o imkânları “normlar” diye görülen argümanlar lehine kaybetmek
istemez. Her değişim, iç-dış etkenlere, zorlamalara dayalıdır. Dış şartlar
dayattığında, iç zaaflar da ortaya dökülmek durumunda kalır. Normal şartlarda
haza ağza alınmayan, akla bile getirilmesi “hainlik” ile eşdeğer olan hususlar
bir bir sökün eder. Bunlara sınır çizmek isteyen radikaller ile geleceğe endişe
ile bakan “dönüşümcüler” arasında sert tartışmalar yaşanır.
1970’lerde Ecevit, Atatürk ve Devrimcilik
kitabında Cumhuriyet’in ilk dönemlerinin sistemik eleştirisini yapmıştı.
“İnançlara saygılı laiklik” tartışmaları o dönemlerin cesur ve anlamlı
atılımları arasındaydı. “Ortanın Solu” hareketine tohum atan bu ilk sorgulamaları
da 1960 darbesi sonrası Turan Güneş’in Yön dergisindeki “CHP halktan nasıl
uzaklaştı?” başlıklı yazı dizilerine kadar götürmek mümkün.
DEĞİŞİMİN ORGANİKLİĞİ VE
İNORGANİKLİĞİ
Peki sonra ne oldu? Bu atılımların olduğu
dönemde halen hayatta olan aktörler -Erdal İnönü’lü yılları kısmen paranteze
alırsak- çok kötü bir 28 Şubat sınavı verdiler. En başta da Ecevit. Siyaseten
“olmak” ile organik değişimin arasındaki farkı bu tür kırılma dönemlerinde
gözlemlemek mümkündür. Nitekim 2000’li yılların Deniz Baykal’lı, Cumhuriyet
Miting’li, “Hayırcı” dönemleri de değişimin organikliği ile inorganikliği
arasındaki farkı ortaya koymaktaydı. Bu açıdan “değişim” dediğimizde yegâne
turnusolün, “çok partililik” ve “kuvvetler ayrılığı”na dayalı sistemik yapıdan
ziyade toplumsal kültür ile olan ilişki olduğu göz ardı edilmemeli. CHP, her ne
kadar seküler demokrasinin süslü literatürüne aşinalığını geliştirmiş olsa da,
o seküler habitatın -Batı’da olduğu gibi- belli bir kültür üzerinden meşruiyet
kazanmış olduğunu hep ıskaladı.
Dolayısıyla Türkiye gibi geçmişi ve
sosyolojisi malum olan ülkelerde demokratlığımızı belirleyen husus, teorik
evrensel demokratik postulatlardan ziyade kendi kültürel kodlarınızla
kurduğunuz ilişki biçimi olmakta. Bu sosyo-kültürel yapıya dönük empati kabiliyetinizi
de bir toplum/demos projenizin olup olmadığı; varsa, bunu süreklileştirip
süreklileştiremeyeceğiniz belirlemekte. Hele ki tarihiniz bu konuda yeter
derecede sabıkaya sahipse, bu konuda çok daha proaktif olmanız gerekmekte.
Yani organikliği ve demokratlık karnenizi
belirleyen hususlar kültür ile bağ, destekçilerinizi ve kitlelerinizi empati
yolculuğuna katmak, sahicilik ve süreklilik olmakta. Toplum sizden bir nevi
“öngörülebilirlik” beklemekte; tıpkı hukukta olduğu gibi.
Kılıçdaroğlu ile birlikte, ulusalcı
kadroların kızağa çekildiği, ideolojik anlamda da en radikal değişim
emarelerinin gösterildiği yıllarda bile, bu değişim çabalarının “siyaseten”
getirilerine odaklanıldığı ama öze ilişkin bir gelişim sağlanamadığı görüldü.
Organikliğin patinaj yapmasının en bariz göstergeleri de başta İstanbul ve
Ankara büyükşehir adaylarındaki kimliksel (ama vitrinsel) tercihler oldu.
Oysa gerçek turnusol, muhafazakâr kültür
ile pragmatik ilişkinin siyasal getiriler sağlaması değil; -faraza-
matematiksel olarak rakibi yenmeyi başardığınızda toplumla kuracağınız
ilişkinin, çok öncesinden ispat edilmiş olmasıdır. Tepki oylarına değil; rakibinizin
ahlaki meşruiyeti yitirmesi üzerinden gerçekleşen cezalandırıcı yönelimlere
değil; inandırıcılığı yüksek, riskleri ortadan kaldırılmış bir dönüşüme
yaslanmış olmanız gerekir.
O yüzden, -yakın tarihten örnek verirsek-
28 Şubat dejavularını yaşamış olan toplumsal kesimlere sahici-organik bir
dönüşüm örnekliğini göstermek, seçimler sonrasının değil, çok öncesinin işidir.
Daha yakına gelirsek, CHP’nin 2000’lerdeki askerî vesayetle olan ilişkisinin
toplumsal kültürü ve siyasal tercihlerini cendere altına alması girişimlerinin
tersine dönük ispatlar da sadece “helalleşme” gibi siyasi retoriklerle
başarılamayacak kadar ciddi bir iştir. (Hele ki liderinin ürettiği o slogan,
medyasında “hesaplaşma” diye karşılık bulup boşa düşürülüyorsa!)
Nitekim, kendi içlerinden olanların
ekonomik sahada oluşturdukları yozlaşma ve yoksullaştırma iklimine rağmen aynı
sosyolojik yapı sizi dış politikada da (beka olarak gördüğü alanlarda da)
ciddiyetle takip eder.
“DÜŞMANLIK ÇAĞRIŞIMI”
Mesela Suriye meselesinde CHP ve
kitlelerinin hiç anlamadıkları husus, Suriye’nin sadece “yanlış” politik
tutumların coğrafyası değil, iktidara karşı müzmin muhalifliği de aşar tarzda
İslamofobik ve ırkçı söylemlerin toplumu öfkelendirici bir hal almasına, yani
tarihi dejavuların resmî geçit törenine dönüşmüş olmasıdır. İktidarı popülist
tarzda dövme sporunu yerine getirirken, sadece sığınmacıların aşağılanmasının
değil, İslam ile bağlantılı bir kültüre dönük düşmanlık içeren retoriklerin,
algı operasyonları ve dezenformasyonlarla daha da çirkin hale gelmesiyle
ilgilidir. Dahası, Türkiye’de “diktatör” keşfeden retoriklerin, aynı teraziyi
Suriye rejimine dönük kuramamasıyla da ilgilidir ki bunun da sebeplerinin
ideolojik olduğunu toplum çok kolay kavramaktadır. Sebepler ister
“Anti-emperyalizm”, ister “mezhepçilik”, ister “İslamofobik bir rejimle içine
girilen seküler dayanışma” olsun; bunların tümü Türkiye’nin geniş sosyolojik
kültürel kodları açısından yeterince “düşmanlık çağrışımı” barındırmaktadır.
O yüzden, “İslamcıların ne olacağı/neler
yapacakları çok önceden belliydi” gibi sözde analizlere yaslananların; Mursi’li
Mısır’ın, K. Afrika’nın demokratikleştirilmesi deneyimini hiç merak
etmeyenlerin; Gannuşi’li Tunus’un başına gelenlerle hiç ilgilenmeyenlerin;
hatta Sisi darbesi sonrası -adeta- içlerinin soğuduğunu fark ettirenlerin
iktidar eleştirilerinin dozunu Suriyeli sığınmacıların tahkir edilmesine,
ülkeden irrasyonel biçimde defedilmesine odaklananların; Hamas terörü (!) ile
İsrail’in zulümlerini eşitleyerek liberal ya da sosyal demokrat dogmaların
tatmin edildiğini düşünenlerin; “İslamcılar…” diye başlayan analiz
kasmalarının, tüm ‘demokrasi, hukuk’ diye devam eden boş retoriklerinin bu
iklimde hiçbir karşılığının olamadığını da gözlemlemek durumundalar.
Türkiye’nin Libya’da, tüm dünyayı arkasına
almış darbeci Hafter’in engellenmesi noktasındaki becerilerine rağmen
“Libya’daki kaosun sorumlusu Erdoğan’dır” diye ünleyenlerin ya da Avrupa
Parlamentosu’nda konuşma yapıp Türkiye’yi şikâyet ederken “Suriye bataklığını
Erdoğan üretti” diyerek mevcut sosyolojiyle aralarındaki bağı olabildiğince
koparanların, tepelerindeki Demokles kılıcının getirilerine güvenmekten ziyade
aynaya bakmaları gerekir.
Bugün uğranılan -kör göze parmak- onca
haksızlığa rağmen kendi sınırlı mahalli unsurları dışında (iktidarın sorumlu
olduğu istisnai konjonktürel yönelimler dışında) toplumdan gerçek bir destek
alamamalarının sebeplerini de hem tarihin sorgulanmasının ötelenmesinde hem
belediyelerde sahih ve sağlıklı bir örneklik serdetmekten ziyade “tencere dibin
kara” misali, Türkiye siyasetinin alışkın olduğu sistemik yapıyı
sürdürmelerinde (yani gerçek bir alternatif adresi olarak görülmemelerinde) hem
kendi içlerindeki egemenlik yarışını her şeyin üzerine koymalarında hem de
-hepsiyle birlikte- toplumla iletişimde alışkın oldukları literatürü gözden
geçirememeleri, tashih ve ıslah edememelerinde aramaları gerekli.
TÜM MUHALEFETİN SORUNU
Güven veremediğinde, güven veremediği
kitleleri “cehalet” ve “dogmatiklik”le suçlamak, elbette ki Türkiye siyasetinin
milli sporudur. Lakin “ahlaki meşruiyeti yitiren bir iktidar nasıl hâlâ bu
derece destek görebilir?” sorusunun cevabı da, değiştirmeye cesaret edilemeyen
kendi sosyolojik tabanının, demokrasinin ve insan haklarının baskılandığı her
türlü vesayet ortamında bile yüzde 25’lik o dilime halel getirmeyecek tarzda
kemikleşmiş yöneliminin sorgulanamadığı yerde, mütedeyyin-muhafazakâr
kitlelerin tercih sorgulamasının yapılmasının yanlışlığı, aslında sadece
CHP’nin değil, tüm muhalefetin sorunudur.
Ortadoğu’nun tüm krizlerini ensesinde
hisseden, terör gibi bir sorunla sadece bu iktidar döneminde yüzleşmeyen,
jeopolitik problemlerin “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” gibi arkaik sloganlarla
betimlenmesinin altından çok suların aktığı Türkiye gibi ülkelerde, Norveç
tarzı, seküler yaşam biçimlerinin üzerinde şekillenen seküler demokratlığın iş
yapacağını umanların, tutarlılık adına önce kendilerinin bir Norveçli kadar
demokrasi ve hukuk standartlarına uyumu beklenir. Bunun da nirengi noktası,
yazının başından bu yana altını çizdiğimiz geniş toplumsal kesimlerle duygu,
güven ve eminlik bağı kurmaktır.
Eğer bir ülke, içinde bulunduğu geniş
kültürel jeopolitik habitatla birlikte bir hukuk devleti ve demokrasi diyarı
olmayı ötelerse, sağdan soldan fark etmeksizin otoriterleşme eğilimleri
sistemin doğası gereği, kimlik fark etmeksizin o ülkenin kaderi haline gelir.
Ama şu gerçek asla değişmez: Bu
coğrafyada, kendi kültürel kodlarına dayalı demokratlığı ve hukuk devleti
formunu üretme kabiliyetini ortaya koymaktan başka çare/çözüm yolu yoktur.
Netice olarak topluma, yozlaşmış bir
iktidarın yozlaşma alanlarında bile alternatif olabilecekleri ümidini
bahşedemeyenler, aynı iktidarın doğru yaptığı işler kadar bile umut
aşılayamayanlar, dönüp kendi içlerindeki yozlaşmanın tarihe ve bugüne bakan yönlerine
odaklanmalılar. O ıslah gerçekleşmeden, tersten kutuplaştırma cenderesini
siyaset zannetmekten ne kendileri kurtulabilir ne de toplumu ve siyaseti
kurtarabilirler.
BAHADIR KURBANOĞLU KİMDİR?
İstanbul Üniversitesi Sosyoloji mezunu
Kurbanoğlu, uzun yıllar Haksöz dergisi ve Haksözhaber sitelerinde yazarlık
yaptı. ‘İskilipli Atıf Hoca, İstiklal Mahkemelerinin Tarihi Misyonu ve Şapka
İnkılabı’, ‘Şeyh Said, Bir Dönemin Siyasi Anatomisi’, ‘Adalet, Hukuk, Merhamet’
başlıklı kitapları yayımlandı. Özgür-Der’de insan hakları ve sivil toplumsal
faaliyetlere ilişkin çalıştı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.