KARŞILIKLI HINÇ VE HAYRET
Ülkede gün geçtikçe kutuplaşma ve
toplumsal makas açısı artmakta ve gerginleşmekte. Haklı olarak toplumun yarıya
yakın bir kesimi mahalleye tüm olan bitene ilişkin içten veya açıktan bir
vicdan ve adalet çağrısı yapmakta. Çağrıya muhatap olanların görmezlikleri,
duymazlıkları yarı hayret yarı da hınç uyandırmakta. Muhatap mahalle ise olan
biteni çok farklı algılamakta. Yaşanan kazalar ve tartışılan hukuk
uygulamalarına ise geçmişe referansla “ötekileri” sorumlu tutulmakta. Hatta
mahallenin üst sınıf eğitimli ve dış dünya görmüşleri de saflarını daha da
sıklaştırmakta.
MUHAFAZAKARLARIN ÇOCUKLARI
Ülkede bir kısım aydın kesim de gelecek
için en azından mahallenin yeni kuşağından ümitlidir. Onların rasyoneli
yakalayacaklarından umutludurlar. Ancak onların kolektif bilinçte yaşadıkları 3
temel tarihsel travmayı da dikkatlerinden kaçırmaktadırlar. 28 Şubat’ta okuldan
kovulan bugünün eğitimli 35-40 yaş kuşağının yaşananlara dolaysız
duyarlılıklarında bu güdüsel mekanizmalar çalışmaktadır.
Sosyal medyada, deneyimli bir gazeteci
arkadaşımın son gazeteci tutuklamalarını protesto eden paylaşımına esprili bir
yanıt vermiştim. Cevabım şu oldu: “Bu derdi anlatmamız gereken muhataplar
bizler değiliz. Ülkede % 40’a yakın bir kesim tüm bunlara duyarsız. Görmüyor,
işitmiyor, aksine çok farklı algılıyor.” Bu kesimi, mahalledeki aktif bireyler
olarak latifeli bir şekilde “hacı abiler ve ablalar” olarak tanımlamıştım.
Arkadaşımın verdiği cevap ise şu oldu:
“Hacı abileri ancak Allah’a havale edebiliyoruz. Yapacak bir şey yok. Sandık
demokrasisinin nasıl manipüle edildiğini onlara zaten anlatamayacağız. Onların
çocuklarından umut var, onlardan yok.” Bu cevap gerçekçiydi. Ancak mahallenin
genç kuşağı hakkında bu açıdan bakanlar ne kadar umutlu olabilir? Bu ayrı bir
araştırma konusudur.
Bu konuya bir yönüyle “Beyaz Müslüman
Kuşak Ne İş Yapar?” başlıklı yazımda da değinişmiştim. Çoğu sol-liberal aydın
ya da psikiyatr, yeni mahalle kuşağının özellikle üst sınıf çocuklarının, 70’li
yılların sol hareketlerinin burjuva çocukları gibi otoriteye başkaldırıp
sorgulayanlar olabileceğini öngörmektedir. Ancak mahalleli genç kuşaktan bu
sorgulamayı yapanlar oldukça azdır. Mahallede otoriteye başkaldıranlar
genellikle İslami kimliklerini tamamen terk edenlerdir. Bu grup çoğunlukla iyi
eğitim almış, yurt dışı deneyimi kazanmış ve meslekleri itibariyle kendi geçim
alanlarını yaratabilen bireylerden oluşmaktadır.
28 Şubat travmasını yaşamış, ekonomik
imkânları dolayısıyla yurt dışı eğitimi almış ve şu an yönetimde nitelikli
pozisyonlarda çalışan nitelikli genç kuşak, kimliğini ancak Erdoğan gibi güçlü
bir liderin korumasında güvende hissedebileceğini düşünmektedir. Aslında,
ülkedeki diğer genç orta sınıf gibi onlar da yarın için kaygılıdırlar. Bir
fırsat bulduklarında, kendilerini ya Batı’ya ya da batılı değerlerin yaşattığı
zengin Körfez ülkelerine atma eğilimindedirler. Bu noktada iki faktör öne
çıkmaktadır: Birincisi, post-Erdoğan döneminde 25 yıl öncesine dönülebileceğini
öngörmeleri; ikincisi ise bugün itibariyle ülkenin adalet ve demokrasi
sorunlarının, kendileri için de güvenli bir gelecek vadetmediğini düşünmeleri.
Her iki durum da tipik travma sonrası bilişsel çelişkiye (“Cognitive
Dissonance”) işaret etmektedir. Bu kuşak, son 25 yılın kültürel iktidar, adalet
ve refah seviyesindeki sorunlarını tartışmayı tercih etmemektedir.
Mahallenin değerlerini koruyabilen genç
kuşak ise yönetim habitatında, ailelerinin koruması altında sosyal ve ekonomik
refah güvenliği ile yaşayan bireylerdir. Dış dünya gerçeklerine kapalıdırlar.
Sanal duvarları kalındır; görmek istemediklerini görmez, işitmek
istemediklerini işitmezler. Taşradan gelip cemaatler içinde yer alan ve kendi
yetenekleriyle yurt dışında eğitim alan bireylerin ise mahallede ve
değerlerinde kalma şansı oldukça düşüktür.
GEÇMİŞ İLE BAŞ EDEMEME
Bugüne veya düne dair sorunlarda ülkemiz
insanında veya duygusal-kimlik mahallelerinde mutabakat sağlamak oldukça
zordur. Aynı konularda farklı anlatılarımız vardır ancak hiçbirinde ortak bir
çerçeve oluşturmak mümkün değildir. Abdülaziz veya Mithat Paşa’nın katlinden,
Ermenilerin ölümüne veya Kürtlerin yaşadıklarını ispat travmalarına ve
günümüzdeki otel yangını dolaylı katliamına kadar bu hep böyle sürüp
gitmektedir.
93 Harbi, Balkan bozgunu, Yunan-Ermeni
mezalimi, göçler, sürgünler, isim değiştirmeler, 15 Temmuz gibi iç ve dış
travmalarımız saymakla bitmez. Peki, trajedileri nasıl karşılıyoruz? Toplumsal
adalet eksikliğine neden duyarsızız? Atalarımızdan kalan acıları tarih, kültür
ve sanat olarak işleyebiliyor muyuz? Bu sorular yukarıdaki örneklere dair temel
meseleleri ortaya koymaktadır.X
Otel yangını ve deprem önlemlerindeki
yetersizlikler, toplumda korunmadığımıza dair kaygıları ve hisleri
derinleştirmiştir. Travma, insanın tarih, doğa, kendi ve toplumla olan
ilişkilerini onarılamazsa bozar. Sadece hayatta kalma güdülerinin öne çıkması,
kapalı bir zihin yapısını, öğrenmeye kapalılığı ve fanatizmi besler. Hayatta
kalma mekanizması kutuplaşma dinamiğini sürekli tetiklemektedir.
Bu noktada, II. Dünya Savaşı sonrası
insanlık tarihinin en büyük travmalarını atlatabilen Almanya ve Japonya örneği
akla geliyor. Peki, biz neden Almanya ve Japonya gibi travmalarımızla
yüzleşmiyoruz, yok sayıyoruz, çarpıtıyoruz veya erteliyoruz? Bunun temel
nedeni, tarihte ve bugün yaşadığımız olaylara ilişkin gerçek bir anlatıyı
istemememizdir. Bundan sorunları anlamaya değil ötelemeye yönelik tarihsel
devlet bekası anlayışımızın veya alışkanlığımızın da büyük rolü vardır.
ORTAK HİKAYEYİ OLUŞTURAMAMAK
Gerçek bir anlatı veya yüzleşme
gerçekleşmezse, baş etme mekanizması da oluşmaz. Bu da ülkedeki kutuplaşmış
mahallelere kapanmış insanların yaptığı gibi görmeme veya duymama duvarlarını
tercih etmeye yol açar. Bu durum bir kitlesel çaresizlik göstergesidir.
Travmalardan kurtulmak için yasları doğru tutmak gerekir. Kültürel boyut,
siyasal boyut kadar önemlidir. Ortak bir çerçevenin veya hikâyenin oluşmaması
bu yüzleşme eksikliğinin sonucudur. Engellenen gerçekler, bundan sonraki
travmalarla baş etme mekanizmalarını da zayıflatmaktadır.
Toplum, çözülemeyen travmalarını ve
travmatik taraflarını mahalle veya eğitimli başörtülüler-erkekler örneğindeki
gibi yok saymaya çalışmakta ve bunlara duyarsızlaşmaktadır. Toplumsal öğrenme
yeteneğini kaybetmek, artık hatırlayamamak, anlamaya kendini tamamen kapatmak
veya gerçekleri yüzeye çıkaramamak bu sürecin doğal sonucudur. Bu duyarsızlık,
görmeme ve duymama halini sadece bir mahalleye veya iktidara yüklemek vicdani
ve bilimsel olmayacaktır. Bu durum dar kapsamda duyarlı bir aydın camiası
dışında tüm kesimler için geçerlidir. Toplumsal adalet duyarlılığının ortadan
kaybolması, kurumların ve devletin yokluğu algısıyla eşdeğerdir.
UTANÇ FENOMENİ VE KİMLİK
Travmalar, ifade ettiğimiz gibi kopma
sonucunu getirir. Gölgeler ve karanlık taraf artar. Kendi karanlık tarafımızı
suçlamıyor, hep suçu ötekinde arıyoruz. Bu kopukluk, sürekli kendini tehdit
hissinin egemen olmasını sağlar. Böylece, deprem veya millet olamama gibi
gerçek tehditlere karşı duyarsızlaşma ve yeterli iradeyi ortaya koyamama durumu
yaşanır. Öteki ile ilişki kurulamayınca, kültürde, sanatta ve refahta
zenginleşme olmaz. Kimlik kombinasyonlarını görebilmekte karşılıklı
acizleşmekteyiz.
Kitlesel olarak çözülmeyen travmalar,
farklı mahallelerde utanç fenomeninin potansiyelini artırmaktadır. Suçu
kabullenme kapasitemizin darlığı, bizi sürekli “biz haklıyız” tarafında
tutmaktadır. Utancı ötekine veya başkasına yansıtmak genellikle inkâr, hınç,
öfke ya da saldırganlık gibi tepkilerle ortaya çıkmaktadır. Bu da bireylerin
veya grupların eleştiriyi reddetmesine, kutuplaşmaya veya komplo teorilerine
yönelmesine yol açabilir. Nitekim, tarihte ve günümüzde yaşanan gerçek
olaylarla ilgili utancı bastırmak için “ihanet” veya “dış güçler” söylemlerine
başvurulduğunu sıklıkla gözlemlemekteyiz. Literatürde bizim gibi toplumların,
kolektif onur kavramına daha fazla önem verdiği için politik utancın kimlik
krizleriyle daha doğrudan bağlantılı olabileceği belirtilmektedir.
SONUÇ
Tarihsel devlet anlayışımız, kendini
milletin hamisi olarak gören deneyimli unsurlar eliyle sorunların çözümünü
anlamak, nitelikli yüzleşmek yerine ertelemeyi veya örtmeyi tercih ettikçe,
toplumun fertlerinde kapsayıcı bir adalet duygusu hiçbir zaman güçlenmeyecektir.
İrrasyonelleştikçe farkındalığımızı kaybediyoruz; düşünüyoruz ancak
hissetmiyoruz, bakıyoruz ama görmüyoruz. Tepkisel ve kopuk bir yapıya
dönüşüyoruz. “Travmatik toplum” işte budur.
Toplumun travmalarını çözebilmesi
öncelikle devlet aklının kendi travmalarını sağlıklı bir şekilde çözebilmesine
ve baş edebilmesine bağlıdır
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.