Aydının toplumsal görevleri veya sorumlulukları konusu modern bir problem. Çünkü aydın yeni bir zümre.
Klasik dünyada alimler, arifler, edipler,
yani okumuş kesimler vardı ama aydın yoktu. Mehmet Emin Yurdakul’un dizelerini
okul kitaplarından hatırlarsınız: Bırak beni haykırayım, susarsam sen mâtem et/
Unutma ki şâirleri haykırmayan bir millet/ Sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk
gibidir.”
“Bırak Beni Haykırayım” manzumesi edebî
değeri olmasa da aydının toplumsal rolüyle ilgili yeni bir anlayışın habercisi
olarak önemli bir metin. “Kendi derdi gönlümün billâh gelmez yâdına” diyen
Namık Kemal’in açtığı yolda çok kısa sürede ulaşılan bir bilinç aşamasının
ifadesi.
Toplumun sorunlarıyla ilgilenmek,
ilgilenmekle kalmayıp çözüm aramak, dahası bunların çözümü için bizzat mücadele
etmek ve bunun için kişisel fedakarlıklardan kaçınmamak klasik çağ şairlerinin
veya alimlerinin görevi sayılmazdı. Eğitimli zümrelerin mensupları aydınlanmış
kişilerdi ama aydın değillerdi.
Kendi sınıflarının, kendi sosyal
gruplarının çıkarlarını savunmak için ayağa kalktıkları olurdu ama toplumun
diğer kesimleri adına herhangi bir mücadeleye girişmeleri beklenmezdi.
Aydın dediğimiz kişiler Batı
dünyasında esas olarak 18. yüzyılda ortaya çıkmış olan yeni bir insan türüdür.
İçinde yaşadıkları toplumun “kaderini değiştirme” yolunda misyon üstlenmiş,
bunu görev edinmiş, bunun için çaba göstermekten geri durmayan, yeri geldiğinde
bu uğurda bedel ödemeye hazır bir zümre.
Özellikle gazetenin ortaya çıkıp
yaygınlaşması toplum seçkinlerinin geniş kesimlere seslenebilen etkili birer
kürsü edinmesine ve bugünkü manada sivil kamuoyunun oluşmasına yol açmıştı.
Amerikan ve Fransız devrimlerinin mimarları bu yolla toplumu yönlendiriyordu.
Aynı gelişme Türkiye’de ise hemen sonraki yüzyılda görülecektir. Tanzimat’tan
İkinci Meşrutiyet’e gelinceye kadar ortaya çıkmış olan yeni bir toplumsal zümre
Namık Kemal ve arkadaşlarının gazetelerde sürdürdükleri mücadelenin eseridir.
İkinci Meşrutiyet, Milli Mücadele ve
Cumhuriyetin kuruluş dönemlerinde “vatanı kurtarma, devleti ayakta tutma”
ülküsü etrafında birleşen ve bu uğurda ellerini de kellelerini de taşın altına
koyan aydın zümre bilahare sosyalizm, milliyetçilik, İslamcılık gibi farklı
yollara dağılsalar da “Ey vatan, gözyaşların dinsin, yetiştik çünkü biz”
diyecek bir özgüven ve adanmışlık içindeydiler.
Bugün yok artık bu duygu. Türkiye’nin
seçkinleri yok bugün, aydınları yok. Şu ya da bu grubun mensupları var.
Kendilerine ait fikirleri olan, kendi başlarına bir misyona talip olan
aydınlanmış çocukları yok bu ülkenin. Olanların da gücü yok. Çünkü hem sayıları
iyice sınırlı hem de toplumsal yapıda artık yer yok böyle bir zümreye.
Çünkü, “aydını olmayan toplum” oluşumuzla
bu ülkede sivil toplum ünitesinin eksikliği aynı problemin tezahürleri. Her
ikisinin de eksikliğinin başlıca kaynağı bir yandan tarihî miras olarak
devraldığımız sosyolojik realiteye bağlı yönetim ve siyaset kültürü, bir yandan
da yakın dönemde yaşanan hızlı sanayileşme ve çarpık şehirleşme yüzünden
toplumsal yapının maruz kaldığı sağlıksız transformasyon.
En başta toplumun milletleşmesini
gerektiren “modernleşme” döneminde tam aksine toplumdaki “kompartımanlaşma”nın
giderek büyümesi ve bugünkü haline ulaşması.
Bugün toplum yapımız altta çok geniş bir
aile alanıyla üstte çok geniş bir devlet alanından ibaret neredeyse. Aile alanı
derken biyolojik akrabamızla ilişkilerimizden ziyade kültürel çevre aidiyetini
kastediyorum. İdeolojik angajmanların, siyasi parti taraftarlığının, hayat
tarzı hassasiyetlerinin veya hemşerilik, aşiret, cemaat vb. mensubiyetlerinin
oluşturduğu “küçük grup” aidiyetleri, milli kimlik ve vatandaşlık bilinci demek
olan “büyük grup” aidiyetinin önünde yer alıyor.
Dolayısıyla bugün devlet ile aile (daha
doğrusu aşiret veya cemaat gibi “geniş aile”ler) arasında bu iki alandan
bağımsız bir sivil toplumun varlığından söz etmenin güçlüğüyle birlikte kamuoyu
oluşturma kabiliyetine sahip bir seçkinler zümresi de yok Türkiye’de. Organik
aydınlar var, bağımsız aydınlar yok.
‘ENTELEKTÜELLER VE APTALLAR’
"Aydını olmayan toplum” problemine
kafa yoran Malezyalı düşünür Seyid Hüseyin Alatas da yakınlarda Türkçeye
çevrilen eserinde “Gelişmekte olan ülkelerde entelektüelin toplumsal rolünü”
tartışıyor. Ama esas itibarıyla kendi ülkesindeki vaziyetten yola çıkarak bunu
yapıyor. Mamafih kitabı okuduğunuzda görüyorsunuz ki bahis mevzusu ülkelerdeki
durum birçok bakımdan birbirine çok benziyor. (“Entelektüeller ve Aptallar”,
çev. Kadir Yılmaz, Babil)
Alatas bir ülkenin kaderini iki tür sosyal
zümrenin belirleyebileceğini savunuyor: Ya entelektüeller ya da aptallar.
Anlaşıldığına göre kendi ülkesinde ikinci zümrenin borusunun öttüğünü
düşünüyor. Aptal dediği aslında “aydınların rehberliğine ihtiyaç duymayan”
geniş kitleler. Aptallık “kendiliğinden” içine düşülen bir zihin durumu yazara
göre. Gonçarov’un meşhur roman karakterinden dünya ahvali umurunda olmayan bir
kesimi anlatmak için türetilmiş “Oblomovculuk” terimine referansla kendi
ülkesindeki geniş kitlelerin zihinsel uyuşukluğunu “bebalisma” diye
adlandırıyor. Bu terimi ise şöyle tarif ediyor: “Düşünmeyen, mantıktan
etkilenmeyen, en ufak bir estetik değer taşımayan, kayıtsız, saf, sevk etmeyen,
yalnızca parçalara odaklanan, yönsüz, pasif, yaratıcı olmayan ve bilinçli
olarak açıklanmış herhangi bir hedefi bulunmayan bir zihin durumu.”
Modern çağda “aydını olmayan veya toplum
seçkinlerinin ortaya çıkmadığı” bir ülkeyi pek iyi günlerin beklemediği
uyarısında bulunan kitaptaki ilginç bölümlerden biri aptalların ekonomik
performansı. Malezya Sayıştay’ının raporlarına referans veren yazar ülke
ekonomisine milyonlarca dolara mal olan usulsüz harcama, verimsiz yatırım, kötü
planlama örneklerini sıralıyor ve ortaya çıkan kayıpları “aptalların eseri”
olarak gösteriyor. Bize kalsa bahsedilen işlere “aptallık” demeyiz gerçi ama
yazar ya nezaketinden ya da ironi severliğinden öyle diyor.
“Aptalların işe karışması yüzünden” zarara
yol açan “yatırım”lara örnek verirken “Kuala Lumpur’daki havaalanının inşası
ülkeye 50 milyon dolara mal oldu” diyor yazar, “eski havaalanının
iyileştirilmesi ihtiyacı karşılamaya yetecekken bu kadar yatırım yapılması
verimli bir karar değildi.”
Bu türden çok fazla örnek olaya
değiniliyor kitapta ve şu hüküm veriliyor: “Aptallar etkin bir yönetim
istediklerini söylerler ama her zaman en kötüsünü seçerler. Aptallar yolsuzluğu
ortadan kaldırmak istediklerini söylerler ama yolsuzluk daha da büyür. Aptallar
yoksulluğu ortadan kaldırmak istediklerini söylerler ama yoksulluk çok daha
geniş kitlelere yayılır. Hele de aptallar ülke planlamasının sinir merkezine
nüfuz etmişlerse artık geriye aptalların devrimine şahitlik etmekten başka bir
şey kalmaz... Aptalların devrimi illaki bir iktidarı devirmez ama yönetimin ve
toplumsal yaşamın diğer alanlarının kurucu normlarının üstünlüğünü alaşağı
eder.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.