Dünya Gazzelileri kurtarmadı, kurtaramadı. Ama Gazzeliler dünyanın vicdanını kurtarıyorlar. Sadece bugün değil, muhtemelen yakın dönemde, bir siyasal başlık üzerinden sokaklarının böylesine dolduğu görülmedi. Küresel düzeyde II. Dünya Savaşı’ndan bu yana, ulus devlet sınırlarını bu denli yaygın bir şekilde aşan başka bir olay yaşanmadı. Üstelik katliamlar ikinci ayını doldururken bu vicdan hâlâ meydanlardan çekilmiş değil. Dünyada elbette Gazze’deki katliamlardan çok daha büyük katliamlar yaşandı. Dünya Savaşlarını hariç tutsak bile insanoğlu katliamlar yapmakta hiçbir zaman büyük sorun yaşamadı. Hele modern aklın inşa ettiği düzlemde katliamlar konusunda zirveleri test etti. Mesele insan kanı dökmekse, sadece son 20 yılda Amerika’nın önce Afganistan ve Irak işgalleriyle, ardından da DAİŞ’le mücadele adına yerle bir ettiği bölgelerde çok daha büyük kan aktı. Esed rejiminin, İran milisleri ve Ruslarla Suriye’de oluk oluk akıttığı kan da çok daha büyüktü. Yemen’de Tahran ve Riyad eliyle umursamazca dökülen kan da Gazze’dekiyle mukayese edilemezdi. Benzer şekilde, Ruanda’dan Afrika iç ve vekalet savaşlarına, Kolombiya’dan Endonezya’ya yüzbinlere ulaşan kayıplar da daha büyüktü. Hepsi vahşetti.
Ancak hiçbirisi Gazze kadar küresel
vicdanı bu kadar uzunca süre ayağa kaldırmadı. Kaldıramadı. Suriye’de tam bir
soykırım yaşandı. 100 bine yakın kişi sadece hapishanelerde işkencelerle hem de
kayıt altına alınarak infaz edildi. Sadece bir kısmı “Sezar dosyası” olarak
kayıtlara geçti. Muhtemelen bu satırları okuyanların çoğu da “Sezar kim ya da
nedir?” diyeceklerdir. Kimyasal silahlar kullanıldı, toplu katliamlar yapıldı.
“Guta”yı da “Hule”yi de hatırlayan fazla çıkmayacaktır. Dünya bu katliamları
son dakika haberi olarak duydu ve büyük ölçüde unuttu. Dünyanın katliamlar ve
hatta soykırımlar karşısındaki bu hafızasızlığına rağmen konu Filistin olunca,
özellikle de Gazze gündeme oturunca ortaya çıkan küresel ilginin ve vicdanın
varlığı dikkate şayandır. Belki de Gazze, insanlığın vicdanına dair elinde,
dilinde ve zihninde kalan son birkaç başlıktan birisi olduğu için görmezden
gelinemiyor. Gazze’yi de görmemek için Batı’da tam anlamıyla bir epidemiye
dönüşen Saramago’nun “Beyaz Körlüğüne” müptela olmak gerekiyor. Gerçekten de
Gazze’ye ve İsrail’e dair hem Batı’da hem de Ortadoğu’da maruz kalınan “Beyaz
Körlük” insan haysiyetine dair hayasız bir taarruz anlamına geliyor.
Milenyumla birlikte küresel liberal
dalganın eşliğinde siyasal dilini kaybeden Batı, uzun sürmeden bütün dünyayı da
“ideolojilerin ölümü” eşliğinde peşinden sürüklemekte gecikmedi. İyi ve kötünün
buharlaştığı bu dünyada geniş kitleleri heyecanlandıracak ve misyon yükleyecek
ciddi başlıklar tam anlamıyla asimilasyona uğradı ya da hadım edildi. Büyük bir
kısmı da gönüllü hayata geçti. Batı’da jeopolitik diskurunu kaybetmiş halde
iklim değişimi ve cinsel kimlik parantezine sıkışan, dünyanın geri kalanında ise
yeni bir siyasal dil üretemeden asgari demokrasiyi arzulayan ama bu amaç için
mücadele yöntemi ve yol haritası geliştirmekte zorlanan toplumsal ve siyasal
yapılar oluştu. Bu durumun en belirgin yansımaları ise sokaklarda görüldü.
Batı’da sokaklar sahici ve ciddi siyasal dili kaybedince dünyanın geri
kalanından her anlamda koptular, Doğu’da ise sokağa çıkmanın ağır faturası
demokrasi ve adalet arzusunu asgari insan ihtiyaçlarını sağlayacak istikrar
beklentisine indirgedi. Sokakların dolması için hem kitlesel bir vicdana
ihtiyaç vardır hem de entelektüel düzeyde sokakları dolduracak, motivasyonu
sağlayacak ve istikamet gösterecek tüten düşünce ve ahlak ocaklarına. 90’lardan
hatta 80’lerden bu yana, geçen iki yüzyılın hazır entelektüel ve siyasal
sermayesinden beslenmenin oluşturduğu kısır döngünün milenyumdan bu yana
bunalıma dönüştüğüne şahitlik ediyoruz.
KÜRESEL SİYASAL BUNALIM KRİZİ
Küresel jeopolitik, demokratik ve ekonomik
bunalımın farklı düzeylerde yaşandığı bir dönemde, her anlamda artan
yönsüzlüğün içerisinde sokakların dolmasını beklemek gerçekçi olmayabilir. İşte
Gazze, küresel düzeyde vicdanı takdir edilecek şekilde ayağa kaldırmış
olmasından dolayı gerçekten müstesna bir duruma ve belki de bir başlangıca
işaret ediyor. Neredeyse dünyanın bütün büyük şehirlerinde insanların devasa
veya mütevazı bir şekilde meydanlara çıkmasının siyasal ve toplumsal sonuçları
olacaktır. Gazze, bir yönüyle, dünyanın farklı yerlerinde kanayan ne kadar yara
varsa, hâlâ peşine düşülen ne kadar dert varsa onların sözcüsüne ve bayrağına
dönüştü. Sosyal medya kolaj videolarında iki dakikaya sığan dünyanın farklı
şehirlerindeki protestolarda onlarca farklı dildeki sloganların ortak diline
dönüştü. Sekizinci haftasına girerken, kesintisiz bir şekilde, küresel düzeyde
jeopolitik vurgusu olan, emperyalizmi güncelleyerek hatırlayan, güç matrisine
referans veren, ekonomik dinamiklere vurgu yapan, Amerikan Siyonizm’ini ifşa
eden, Avrupa’nın Siyonizm’ini ve insan hakları boyasını döken, ırkçılığı
gündemine alan, en son Mandela ile telaffuz edilen Apartheid’i kulaklara
yeniden değdiren, uluslararası hukuka işaret eden, Siyonizm’i genç nesillere
teşhir eden, Holokost’tan 75 yıl sonra toplama kampının ne olduğunu insanlığa
hatırlatan, Yahudilerin üzerine ipotek koyduğu soykırımı herkese gösteren ve
İsrail’in bütün medya gücüne rağmen sansürsüz tanıtımını gerçekleştiren yeni
bir dalga oluştu. Gerek haftalardır devam etmesinden gerekse de kozmopolit
şehirlerin tamamında onlarca farklı etnik, dini ve ideolojik kimlikten insanın
görünür bir şekilde yer almasından dolayı sahici ve şümullü bir itiraz ortaya
çıktı. Özellikle Amerika ayağında, bizzat Yahudilerin de öncülük ettiği bu
dalganın orta vadede siyasal ve toplumsal neticeleri görülecektir.
Kısa vadede İngiltere’de kabine
değişikliğine yol açan, Amerika’da Biden’ın seçimi kaybetmesi durumunda en
önemli etkenlerden birisi olarak şimdiden yüksek sesle dillendirilen, Avrupa’da
siyasal, medya ve entelektüel elitlerin tam anlamıyla kaybettikleri bir ahlak
ve daha vahimi bir ciddiyet sınavına sokan beklenmedik bir hareketlenmeye yol
açtı Gazze. Dünyaya duyarsızlığına ve ilgisizliğine herkesi ikna etmiş olan
Çin’in bile ilk kez mütevazı da olsa farklı ve ilgili pozisyon aldığı, BRICS’e
bugüne kadarki ilk siyasal açıklamasını yaptıran ve İslam ülkelerinin tam bir
felç haliyle jeopolitik iflas ilan ettikleri bir fenomene dönüştü. Gerek çifte
standartları ortaya dökmesiyle gerek büyük güçler jeopolitik rekabetinde bir
araç haline gelmesiyle gerekse de hükümetleri ifşa etmesiyle artık bir Gazze
testi var herkesin önünde. Bütün bu gelişmelerin İsrail katliamlarını
durdurmadığı muhakkak. Ancak İsrail’in Gazze üzerinden yükselen küresel vicdana
yönelik her türlü doğrudan ve dolaylı girişiminin başarısız olduğu da muhakkak.
İsrail’in Gazze katliamından, on binlerce
can kaybına ve yıkıma rağmen, bir her türlü saygıyı hak eden Gazzeliler canlı
çıktılar bir de bütün dünyada sokakları dolduran milyonlar. Bunlar dışındaki
herkes ve her şey İsrail’in enkazı altında kaldı. Gazzeliler canlarıyla
Ortadoğu’da Tel Aviv’le normalleşme sürecinin, sanki yeterince işgal ve
diktatörlük yokmuş gibi bölgenin tam bir İsrail düzenine geçmesini
engellediler. Sönmüş, tükenmiş ve üzerine ölü toprağı serpilmiş Batı’da siyasal
canlanmanın ilk işaretlerinin görülmesine yol açtılar. İsrail desteği artık
ancak kolluk kuvvetlerinin, yargının, devletin, medyanın ve sermayenin koruması
altında sürdürülebilir bir suça dönüşmeye başladı. İsrail’i savunmak ve
desteklemek, ancak İsrail’deki gibi bir Apatheid halini hayata geçirmekle
mümkün olabilecek duruma dönüştü. Batı’nın iki yıldır en önemli gündem maddesi
olan Ukrayna işgaline karşı geliştirdikleri bütün argümanlar çöktü. İsrail’in
Gazze’yi “Nazilerden temizleme operasyonunu” dillendirenler, Putin’in eksantrik
“denazifikasyon” tezleri karşısında sefil bir hale bürünmek durumunda kaldılar.
Birbiriyle yarışan Amerikan ve Avrupa Siyonizm’i sadece ahlaki ve entelektüel
bir iflasın içine girmedi, asgari akla ve ahlaka tecavüz anlamına gelen ebleh
argümanların sözcüsü konumuna düştüler. Biden’ın, gerek yaşından dolayı
melekelerini kaybetmiş olmasından gerekse de Edward Said’in deyimiyle “Son
Amerikan tabusu İsrail”in Evanjelik seçmenle nikâhından mütevellit Amerikan
tepkileri şaşırtıcı olmayabilir. Bir taraftan 2024 için Michigan ve genç seçmen
kâbusları görürken diğer yandan “tabusuyla” yüzleşmesi kolay olmayacaktır.
Amerikan tabularını bir kenara bırakacak olursak, Avrupa Siyonizm’inin dikkat
çekici iki mekânı İngiltere ve Almanya’nın tam bir siyasal trajedi ve entelektüel
tefessüh içerisine düştükleri görünüyor. İngiltere’de, toplumun ezici
çoğunluğunun İsrail karşıtı pozisyonuyla kavgaya tutuşan sağ ve sol partilerin
garabet durumunun ne gibi siyasal sonuçlar doğuracağını da göreceğiz.
ALMAN İDEALİZMİNDEN ALMAN
FANATİZMİNE
Ancak İsrail’in Gazze katliamına destek
konusunda ne Amerika ne İngiltere ne de İsrail, Almanya ile yarışabilir
konumda. Mesela İsrail’in en eski gazetesi Haaretz’i Almanca ve Almanya’da
yayınlamak pek sorunsuz bir şekilde hayata geçemeyebilir. Rahmetli Edward Said,
Almanya’nın halini görseydi Amerika için “son tabu” dediği İsrail’i, “Son Alman
Fobisi” olarak isimlendirir miydi? Bunu bilmiyoruz ama Said’in 1999’da Daniel
Barenboim’le beraber “İsrail-Filistin barışı” için kurulan müzik okulu
Barenboim-Said Akademie’nin 30 metre karşısındaki Deutschse Telekom’da konuşan,
demokrasi ve insan hakları gündemleriyle nam salmış Yeşiller Partisi’nden Alman
Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock’un “Alman vatandaşlığı için ‘İsrail’e
sadakat’ anlamına gelecek şartlar getirme arzusunu” duysaydı, fobiden başka bir
tarif bulmakta zorlanabilirdi. Benzer şekilde Alman Şansölyesi Sholz’un “İsrail
bir demokrasidir. İnsan haklarına ve uluslararası hukuka bağlı ve buna göre
hareket eden bir ülkedir. Bu nedenle, İsrail aleyhindeki suçlamalar saçmadır”
sözlerindeki muhteşem akıl yürütmesi ve ahlaki düzey Almanya’yı ayrı bir
seviyeye taşımış durumda. Adorno, “Alman, kendisi inanmadan yalan söyleyemeyen
kişidir” derken bugünleri düşünmüş müdür bilemeyiz. Bildiğimiz; Alman siyasal,
medya, iş dünyası ve üniversite elitlerinin, bir aydır, İsrail’e desteğini ilan
ederek 94 yaşında ahlaki ötenaziyi tercih eden Habermas’ın “iletişimsel eylem”
teorisinde dillendirdiği meşrulaştırma krizinde bocaladıklarıdır.
Batılı elitlerin yaşadığı krizi basitçe
bir tefessüh olarak görüp geçmek mümkün değildir. Zira yaşanan ahlak ve hukuk
iflası sadece Batı’nın meselesi değildir. Çünkü Batı bu krizi yaşarken
yeryüzünün başka bir yerinde Batı’da çürütülen ve insanlığın birikimine ait
değerlere sahip çıkacak bir damar görülmemektedir. Dolayısıyla insanlık
birikimine Batılı elitler tarafından ihanet edilmesinin, küresel düzeyde
yaşanan “insanlık halinin bunalımını” artırması muhtemeldir. Ancak Batı’nın
içine düştüğü bu derin çelişkiyi irdelemek gerekmektedir. Zira ne popülist
demokrasi dünyasında ne de ulusal çıkarları açısından takındıkları tavrın ikna
edici bir açıklaması bulunmaktadır. Bu yönüyle bakınca İsrail’in sadece
Filistin’i işgal etmediği, Batı elitlerinin aklını ve ahlakını da işgal ettiği
söylenebilir. Batılı siyasal elitlerin aklı açık bir şekilde İsrail Apartheid
yönetimi altına girmiş durumda. Bu yönüyle, Tel Aviv’in sadece Filistinlilerin
topraklarında inşa ettikleri kolonileri bulunmuyor aynı zamanda Batı başkentlerinde
de oluşturdukları illegal yerleşim bölgeleri bulunuyor.
Bu koloniler bazen Amerika’nın hiçbir
sorununda (mesela Irak’ın işgaline bile hem Senato’da hem de Kongre’de çıkan
kadar bile hayır oyu çıkmadan) görülmemiş bir sıfır itirazla İsrail’i koruma
altına alıyor. Kendi ülkesinin hiçbir sorunuyla ilgili yapmadığı kadar ateşli
konuşmalar yapan Amerikan Kongre üyeleri, İngiliz ve Alman bakanların
gerçeklikten tamamen kopmuş fanatik sözlerine şahitlik ediyoruz. Uluslararası
kurumlarda bütün dünyanın vicdanı karşısında rezil olmayı göze alarak asgari
düzeyde insani yardımları bile veto eden ellerin kalktığını görüyoruz. Bütün
bunlar ancak İsrail’in Amerika’da ve Avrupa sürdürdüğü siyasal Apartheid
muhasarasıyla açıklanabilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.