26 Mayıs 2021 Çarşamba

Tarafsız Cumhurbaşkanı, çoğulcu demokrasi, güçlü Meclis "iyileştirilmiş ve güçlendirilmiş parlamenter sistem" Meral akşener/26 Mayıs 2021

"Yasama yetkisi ve gücü, sadece Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde olacak"

İyileştirilmiş ve güçlendirilmiş parlamenter sistemde, yasama yetkisi ve gücü, sadece Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde olacak. Bizim için dünyadaki hiçbir parlamento, yetkileri itibariyle kuvvetlendirilmeyi, Gazi Meclis’imiz kadar hak edemez. Çünkü yüce Meclisimiz, sadece hukuksal manada bir meclis değildir. Millî Kurtuluş Savaşımızı örgütleyen, ve yeni bir milli devlet inşa eden, kurucu gücün ve ruhun adıdır. Bu güç ve ruh, tarihin kırılma anlarında kendini yeniden gösterir. Nitekim, bunun en yakın örneğini, 15 Temmuz hain darbe girişiminde yaşadık. İşte bu nedenle, iyileştirilmiş ve güçlendirilmiş parlamenter sistemde, kuvvetler ayrılığı ilkesinin, güçlü bir şekilde sağlanması için çok büyük öneme sahip olan, Anayasa Mahkemesi’nin üyeleri, Hâkimler Savcılar Kurulu, Sayıştay, Yüksek Seçim Kurulu, YÖK’ün yerine kurulacak olan, Türkiye Yükseköğretim Kurumu, ve RTÜK üyelerinin, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından, nitelikli çoğunluk ile seçilmeleri sağlanacak. Böylece bu kurumların, demokratik meşruiyeti sağlamlaştırılacak, ve tarafsızlıkları şüpheden arındırılacak.

Demokrasimizin en önemli ayaklarından biri de yerel yönetimlerdir. Mevcut sistemde, belediyelerimiz üzerinde, ağır bir vesayet oluşturulmuş durumda. Kent sakinlerimizin seçtiği yöneticilerin de, “Seçilmiş” olduğu gerçeği yok sayıldı, belediyelerin, alt yapı yatırımları için borçlanmalarındaki onay yetkisi, Cumhurbaşkanı’na verildi. Kentsel dönüşüm ve gelişim alanıyla ilgili düzenlemelerde, Cumhurbaşkanı kararı aranır oldu. Hatta, Belediyelerin, Cumhurbaşkanı’nın uygun gördüğü STK’lar ve vakıflar dışında kalan kurumlarla, ortak proje ve çalışma yapması bile engelleniyor. Garabete bakar mısınız? Bizim için, Belediye Başkanları da, ilgili kentlerin seçilmiş yöneticileridir. Belediyelerin hayati kararlarının, Cumhurbaşkanı tarafından alınması, 84 milyon vatandaşımızın, yerel seçimlerde ortaya koyduğu iradeyi hiçe saymaktır. İşte o nedenle, iyileştirilmiş ve güçlendirilmiş parlamenter sistemde, Merkezi yönetimle, yerel yönetimler arasındaki yetki dağılımı, iktidar ve muhalefet belediyesi ayrımı olmadan, milli iradeye saygı duyulacak şekilde düzenlenecek.

"Kuvvetler ayrılığı, her türlü vesayetin önüne geçebilecek en büyük bariyerdir"

3’üncü ilkemiz: Kuvvetler Ayrılığı ve Güçlü Denetim. Bizim için hiçbir gücün vesayeti kabul edilemez. Çünkü askerî ya da sivil, vesayetin olduğu yerde, milletin iradesine saygı olmaz, demokrasi olmaz, Anayasal denetim olmaz. Nitekim, Kuvvetler ayrılığı, her türlü vesayetin önüne geçebilecek en büyük bariyerdir.

O nedenle, iyileştirilmiş ve güçlendirilmiş parlamenter sistemde, devletin veya siyasetin hiçbir kurumu, Anayasa ve yasalardan aldığı yetkiyi aşarak, başka bir kurum üzerinde vesayet kuramayacak. Ülke üzerinde vesayet kurma heveslisi olan bütün kişi ya da kurumların, hevesleri kursaklarında kalacak ve Türkiye’de vesayet dönemleri artık son bulacak.

"Merkez Bankası Başkanı, Bakanlar Kurulu tarafından 5 yıllığına atanacak"

Partili Cumhurbaşkanlığı Sistemi’nin ülkemizde yol açtığı ekonomik sorunların kaynağında, Cumhurbaşkanlığı vesayeti kaynaklı keyfiyet ve denetimsizlik yatıyor. Ekonomi yönetimindeki kritik kurumlar, bu anlayışla işlevsiz hale getirildi. Bu durum, uluslararası finans ve yatırım çevrelerinde, güvensizliğe ve ekonomik kırılganlığa neden oldu. Bize göre, bağımsızlığı tartışılan bir Merkez Bankası, ekonomimiz için büyük bir risktir. Bu nedenle, iyileştirilmiş ve güçlendirilmiş parlamenter sistem ile, Merkez Bankası’nı müdahalelere kapatacağız. Merkez Bankası’nın bağımsızlığını zedeleyecek hiçbir uygulama ve düzenlemeye, müsaade edilmeyecek. Politika araçlarını ve tüm enstrümanlarını bağımsız olarak kullanabilecek. Merkez Bankası Başkanı, Bakanlar Kurulu tarafından 5 yıllığına atanacak.

Ayrıca; Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu, Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu, Sigortacılık ve Özel Emeklilik Düzenleme ve Denetleme Kurumu, Sermaye Piyasası Kurumu, Rekabet Kurumu, Kamu Gözetimi, Muhasebe ve Denetim Standartları Kurumu, Enerji Piyasası Kurumu, Kamu İhale Kurumu, Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu gibi, devlet işleyişinde kritik öneme sahip olan kurumlarımız, idari ve mali özerkliğe sahip kurumlar olacak. En az, yüzde 25 oranında kadın üyelerden oluşacak bu kurulların, başkan ve üyeleri, en fazla iki defa olmak üzere, dört yıllığına Bakanlar Kurulu tarafından atanacak.

"Keyfiyetle yapılan ödenek üstü harcama uygulamasına son verilecek"

Bir ülkenin hazinesinin asıl ve tek sahibi millettir. Bu gerçek ışığında, milletin hazinesinin nasıl kullanılacağına karar verecek tek merci de, doğal olarak Milletin Meclisi’dir. Bu nedenle, bütçenin yapımı ve denetlenmesi, demokratik rejimlerde parlamentoların en önemli yetkilerindendir. Ne var ki, Partili Cumhurbaşkanlığı Sistemi’nde, Meclisimizin bütçe konusunda sahip olduğu yetkiler, büyük oranda budandı. Cumhurbaşkanı’nın seçilmiş olduğu sıkça işlenirken, Meclisin de seçilmiş olduğu gerçeği göz ardı edildi. Gelinen noktada ise, Meclisimizin, Cumhurbaşkanlığı tarafından hazırlanan bütçeyi reddetme yetkisi, fiilen kalmadı. Çünkü, meclisin bütçeyi reddetmesi durumunda, Cumhurbaşkanlığı, geçici bütçeyle, bir önceki yılın bütçesinde yeniden değerleme oranında artışla yoluna devam edebiliyor. Demokratik hukuk devletinin önemli göstergelerinden biri, vatandaşların, seçtikleri vekiller aracılığıyla, devlete verdikleri vergilerin, ne şekilde harcanacağını denetleme hakkıdır. İşte o nedenle, iyileştirilmiş ve güçlendirilmiş parlamenter sistemde Türkiye Büyük Millet Meclisi, Türk Milleti adına, bütçenin kabulü ve denetiminde etkin hale gelecek. Keyfiyetle yapılan ödenek üstü harcama uygulamasına son verilecek.

"Milletin parasını harcarken sığınılan, “Ticari Sır” saçmalığına son verilecek"

Ödenek üstü harcama ihtiyacının ortaya çıkması halinde, Bakanlar Kurulu, meclise ek bütçe kanun tasarısı sunacak.  İyileştirilmiş ve güçlendirilmiş parlamenter sistem ile, kamu yönetiminde güçlü denetimi hedefliyoruz. Bu çerçevede, yolsuzlukla mücadelede başarı için; Partili Cumhurbaşkanlığı Sistemi’nde yoğunlukla görülen, kamuda denetimsiz alanlar oluşturma uygulamalarına, derhal son verilecek. Partili Cumhurbaşkanlığı Sistemi, birçok kurum ve harcama, Sayıştay denetiminden çıkarıldı. Sayıştay artık kamu kurumlarında hakkıyla denetim yapamıyor. Türkiye Varlık Fonu’nun göstermelik denetimi, buna ilginç bir örnektir. Oysa, demokratik bir hukuk devletinde, hükûmetin bütün harcamaları, şeffaf ve denetlenebilir olmak zorundadır. İşte bu nedenle; iyileştirilmiş ve güçlendirilmiş parlamenter sistemde, Sayıştay’ın denetim yetkileri artırılacak. Hükûmetin bütün harcamaları, istisnasız olarak, Sayıştay denetimine açık olacak. Harcamaların nerelere ve ne miktarda yapıldığı, şeffaf bir şekilde, Sayıştay tarafından incelenecek. Milletin parasını harcarken sığınılan, “Ticari Sır” saçmalığına son verilecek.

Bunların haricinde; Türk Denetim Yasası acilen hayata geçirilecek. Böylece, Bakanlıkların ve Genel Müdürlük denetim elemanlarının, Anayasal ve yasal güvence altında, görevlerini tarafsız, bağımsız ve sağlıklı bir biçimde, yerine getirebilmeleri sağlanacak. Aynı zamanda, denetim birimlerinin, ortak etik ilkelerinin, raporlama standartlarının, olaylara yaklaşımlarının, doğru ve yanlış algılamalarının, aynı düzleme oturtulacağı bir hukuki zemin oluşturulacak.

"Bağımsız ve tarafsız yargı, her vatandaşın sahip olduğu en büyük teminattır"

İyileştirilmiş ve güçlendirilmiş parlamenter sistem’in 4’üncü ilkesi: Hukukun Üstünlüğü ve Tam Bağımsız, Tarafsız Yargı’dır.

Çünkü bize göre, bağımsız ve tarafsız yargı, Türkiye Cumhuriyeti’nin her vatandaşının sahip olduğu en büyük teminattır. O nedenle, iyileştirilmiş ve güçlendirilmiş parlamenter sistemde, Milletimizin her bir ferdi, şerhsiz şartsız, kanun önünde eşit olacak. Suç işlediği takdirde, bağımsız ve tarafsız yargı önünde, hukukun üstünlüğü prensibi uyarınca, adilce yargılanacak. Hiçbir suç cezasız kalmayacak, ama bu ülkenin hiçbir vatandaşı da, sahte delillerle, kişiye özel suç icat edilip, cezalandırılamayacak. “Geç gelen adalet, adalet değildir” prensibi ışığında, ceza yargılamasında, soruşturma evresinin daha etkin, güvenilir ve hızlı olmasını sağlamak adına, yalnızca soruşturma evresinde görevli olmak üzere, Adli Kolluk Sistemi kurulacak.

"Adil yargılama için hâkim teminatı bir mecburiyettir"

Adil yargılama için hâkim teminatı bir mecburiyettir. Çünkü adil yargılama, ancak bağımsız ve tarafsız mahkemeler eliyle yapılabilir. Bağımsız ve tarafsız mahkeme de, ancak hâkiminin bağımsız ve tarafsız olmasıyla mümkündür. O nedenle, Yargı Bağımsızlığının ilk şartı da, hâkim teminatının sağlanmasıdır. Mevcut sistemde, Cumhurbaşkanı ve bakanlar, birçok hukuksuzluğa seyirci kalıyor. Yürütme organı, siyasi demeçleriyle, tutuklama ya da serbest bırakma kararları üzerinde, açıkça etkili oluyor. Böyle hukuk olmaz. Adalet böyle sağlanamaz. Türkiye bu adaletsizliği daha fazla taşıyamaz. İşte o nedenle, iyileştirilmiş ve güçlendirilmiş parlamenter sistemde, Türkiye, bu utançtan kurtulacak. Anayasaya, hâkim ve savcıların coğrafi teminatını sağlayan hüküm konulacak. Aynı zamanda, Hâkim ve Savcılar Kurulunun yapısı ve üye atama sistemi de değiştirilecek. Mevcutta, Hakim ve Savcılar Kurulu açıkça yürütmenin etkisi altına giriyor. Çünkü üye seçimlerinde inisiyatif, partili Cumhurbaşkanı ve partisinin elinde. İyileştirilmiş ve güçlendirilmiş parlamenter sistemde, Hâkim ve Savcılar Kurulu, en az 5’i kadın olmak üzere, 15 üyeden oluşacak. Adaylar, yargı kurumlarımız, barolar, üniversiteler tarafından önerilecek, ve Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından, üye tam sayısının en az 3’te ikisinin oyuyla seçilecek. HSK üyeleri, bir kez seçilecek ve görev süreleri 5 yıl olacak. Adalet Bakanı, ya da onun adına Adalet Bakanı Müsteşarı, kurulun gözlemci üyesi olarak toplantılara katılabilecek. HSK Başkanı, kurul tarafından gizli oyla ve üye tam sayısının salt çoğunluğunun oyuyla seçilecek.

"Anayasa Mahkemesi’nin yapısı ve üye seçimleriyle doğrudan ilişkilidir"

Bir ülkenin yönetimindeki en önemli unsurlardan biri de, anayasayı ve yasaları muhafaza etmek, uyulmasını ve uygulanmasını sağlamaktır. Bu çerçevede, Anayasa Mahkemesi, bir ülke için hayati öneme sahiptir.

Yerel mahkemelerin, Anayasa Mahkemesi’nin kararlarını yok saydığı, bir yönetim sistemi, sürdürülebilir olamaz.

İşte bu nedenle; iyileştirilmiş ve güçlendirilmiş parlamenter sistemde, Anayasa Mahkemesi üyelerinin seçimi de, yeniden düzenlenerek, siyasetin vesayetinden kurtarılacak, bağımsızlığı sağlanacak. Çünkü, bu hayati fonksiyonun, sağlıklı ve adil bir şekilde yürütülebilmesi, Anayasa Mahkemesi’nin yapısı ve üye seçimleriyle doğrudan ilişkilidir.

İYİ Parti olarak, kurulduğumuz günden bu yana, ısrarla bir uyarıda bulunuyoruz. Diyoruz ki; Devletin idaresinde liyakat vazgeçilmezdir. Bir ülkeyi, huzur ve refaha erdirecek olan, liyakatli kadroların yönetimidir. Ancak maalesef, bir kişinin tercihlerine hapsedilen mevcut sistemle, gelinen noktada, bir makama ulaşabilme kriteri, iktidardakilerin eşi-dostu-akrabası olmak haline gelmiş durumda. Türkiye, bu anlayışla kalkınamaz. Çünkü devlet yönetmek, ciddiyet ister, beceri ister. Yönetimde ciddiyet ve beceri de, liyakatli yöneticilerle olur.

"Torpilin yeni adı haline gelen mülakat kaldırılacak"

O nedenle, 5’inci ilkemiz, Devlette Liyakat. İyileştirilmiş ve güçlendirilmiş parlamenter sistemde; KPSS’den yüksek not aldığı halde, mülakatta elenen gençlerimizin hakkı teslim edilecek.

Devletin her kademesinde, liyakat esas alınacak, torpilin yeni adı haline gelen mülakat kaldırılacak.

Devlette göreve, siyasi otoriteye sadıklar arasından layıklar değil, layıklar arasından, devlete ve millete sadık olanlar alınacak. Çünkü her hükûmet gelip geçicidir. Ancak kalıcı olan, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’dir. Bizim için devlet, ebet müddettir.  Liyakatli kadroların kaynağı elbette akademidir. Sağlam bir insan kaynağı yaratmanın yolu, sağlam bir akademik düzen kurmaktan geçer. Apartmanlara sıkışmış üniversite hayatına çeki düzen vermek zorundayız. Üniversiteler, gerçeği araştıran kurumlar olarak, en başta özgür bir ruha sahip olmalıdır. Bunu sağlamanın ilk koşulu da, akademik ve bilimsel özerkliktir. O nedenle, iyileştirilmiş ve güçlendirilmiş parlamenter sistemde; Üniversiteler hem idari, hem de akademik olarak özerk hale getirilecek. Üniversitelerimize, kurucu rektör atamalarının haricinde, o üniversitenin akademik terbiyesi ve liyakatiyle yetişmeyen, kurum dışından rektör atanmasına son verilecek. Öğretim üyeleri, kendi üniversitelerinin rektörünü, aday olan öğretim üyeleri arasından, kendileri seçecek. En fazla oyu alan rektör adayı, Türkiye Yükseköğretim Kurulu’na bildirilecek. Nihai atama, Türkiye Yüksek Öğretim Kurulu tarafından yapılacak. Fakültelereyse, o fakültenin uzmanlığı dışından dekanlar atanmayacak. Dekan, fakültenin öğretim üyelerinin oylarıyla belirlenecek ve rektör tarafından atanacak.

'"Güçlü ordu, güçlü Türkiye' demektir"

Değişen dünya düzeni ve coğrafyamızın şartları gereği, bizim için “güçlü ordu, güçlü Türkiye” demektir. Dünyanın birçok ülkesinin ordusu var. Ancak Türk Ordusu’nu onlardan ayıran en önemli özellik, “Milli bir ordu” olmasıdır. Türk Silahlı Kuvvetleri bu vasfını, bugüne kadar sahip olduğu eğitim sistemine, ve sarsılmaz hiyerarşik yapısına borçludur. Ancak, 15 Temmuz hain kalkışmasının ardından yaşadıklarımız, birçok kurumda olduğu gibi, Türk Silahlı Kuvvetleri’nde de büyük hasara yol açtı. Mesela, Askerî Liseler ve Harp Akademileri kapatıldı, yerine, yeni bir müfredatla, Milli Savunma Üniversitesi kuruldu. Yeni sistem, askerî eğitimde liyakat açısından, sorunlar oluşturuyor. GATA’nın sivilleştirilmesi de, özel ihtisas gerektiren askerî hekimlik mesleğinin, kan kaybetmesine neden oluyor. Eğitimdeki liyakat sorununun, zaman içinde, ordumuz içinde bir liyakat sorununa dönüşmesi de, maalesef kaçınılmaz. Bu nedenle; iyileştirilmiş ve güçlendirilmiş parlamenter sistemde; Kadim tarihsel köklere ve geleneğe sahip olan, Askerî Liseler ve Harp Akademileri yeniden açılacak. GATA’nın yapısı yeniden düzenlenerek, Askerî hekimlik alanında eğitim vermesi ve ordumuzun ihtiyaçları doğrultusunda, sağlık çalışanları yetiştirmesi sağlanacak. Bunların yanında; Her kurumda ihtiyaç duyduğumuz liyakati güvence altına almak için, “Kamu Denetçiliği Kurumu” çatısı altında, “Devlet Liyakat Kurulu” oluşturulacak. Liyakat Kurulu’nun üye sayısı, üye seçimi, çalışma usul ve işleyişiyle, görevleri, kanunla belirlenecek.

6’ıncı ilkemiz; İnsan Hakları ve Bireysel Özgürlükler, Güçlü Sosyal Devlet, Güçlü Sivil Toplum, Güçlü Gençler. iyileştirilmiş ve güçlendirilmiş parlamenter sistemde; Demokratik sosyal hukuk devletinin en temel kuralı olan, devletin, vatandaşın hizmetkârı olduğu prensibi çerçevesinde, milletimizin bireysel özgürlükleri, kişilik hakları, vatandaşlık hakları ve insan haklarının, hukuk tarafından en üst seviyede korunması sağlanacak.

"Örgütlenme özgürlüğü, siyasi ve sivil çoğulculuğun teminatıdır"

Çoğulcu demokrasideki en temel haklardan birisi, benzer düşüncelere sahip bireylerin, bir araya gelerek sivil toplum örgütleri kurabilmeleridir. Örgütlenme özgürlüğü, siyasi ve sivil çoğulculuğun teminatıdır. O nedenle, iyileştirilmiş ve güçlendirilmiş parlamenter sistemde Bu yönüyle demokrasinin olmazsa olmazı, sivil toplum güçlendirilecek. Hak savunuculuğunu özgürce yapmaları için, önlerindeki engeller kaldırılarak, demokrasiye olan katkıları arttırılacak. Sadece iktidara yakın olan sivil toplum kuruluşları, vakıflar ve derneklerin hakları değil, muhalif düşünceleri savunan sivil toplum kuruluşlarının hakları ve hukuku da, eşit şekilde korunacak. Devlet Kuruluşları, iktidara muhalif görüşleri savunsa da, alanında uzman olan bütün sivil toplum örgütleriyle birlikte, toplum yararına çalışacak. Bu çerçevede; Her vatandaşımız, düşünce ve ifade özgürlüğünü, barışçıl protesto hakkını kullanabilecek. Yasal sınırlarda bu hakkı kullananlar, şucu-bucu gibi sıfatlarla düşman ilan edilmeyecek. İşçilerimize, üniversite öğrencilerimize, baro başkanlarımıza, yaylalarının toprağını korumak için uğraşan köylülerimize, cennet vatanımızın ekolojik dengesi için mücadele veren, doğa savunucularına, dünyanın bütün ülkelerinde, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü coşkuyla kutlanırken, meydanlarda itilip kakılan kadınlara, emeklilik haklarını kazandıkları halde, maaşlarını alamayan EYT’li vatandaşlarımıza, hukuka aykırı bir şekilde müdahale edilmeyecek.

"Cumhurbaşkanı, genel hakaret suçuna ilişkin düzenleme kapsamında korunacak"

Maalesef ülkemizde, 2015 ile 2019 yılları arasında, 128 bin 190 kişi hakkında, savcılıklar tarafından, Cumhurbaşkanına hakaret iddiasıyla işlem yapıldı. 29 bin 704 kişi hakkında, kamu davası açıldı. Aralarında çocukların da bulunduğu, 9 bin 554 kişi hakkında da mahkûmiyet kararı verildi. Bu tablo, Cumhurbaşkanı’nın, aynı zamanda parti başkanı olmasını sağlayan, Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi’nin getirdiği üzücü ve tasvip edilmeyen bir sonuçtur. İşte o nedenle, iyileştirilmiş ve güçlendirilmiş parlamenter sistemde; Cumhurbaşkanlığı makamı, bu ucube tariften kurtarılacağı için, partiye yönelik eleştiriler, Cumhurbaşkanı’na hitaben kabul görmeyecek. Cumhurbaşkanı, kişilik hakları itibarıyla, diğer vatandaşlarımız ve kamu görevlileri gibi, genel hakaret suçuna ilişkin düzenleme kapsamında korunacak.

İYİ Parti’yi kurduğumuz ilk gün, açıkça ilan etmiş ve demiştim ki; “Gençler, ben bu yolu sizler olmadan yürümem” Bu bir slogan değildi. Bu, ülkemin gençlerine olan inancımın bir göstergesiydi. Mevcut sistemin, gençleri yok sayan, fikirlerine saygı göstermeyen nobranlığı, umutlarını kıran beceriksizliği, Türkiye’ye yapılmış en büyük kötülüktür. Eğer bir ülkenin gençleri, ülkelerinden umudu kesiyorsa, ülkelerine güvenlerini kaybediyorlarsa, orada çok büyük bir sorun var demektir.

Bizim inancımıza göre, gençlerimiz ülkemizin teminatıdır. Biz gençlerimizin akıllı, çalışkan ve vicdanlı olduğunu biliyoruz. Gençlere layık bir Türkiye’yi, gençlerle birlikte inşa etmek istiyoruz. İşte bu yüzden; iyileştirilmiş ve güçlendirilmiş parlamenter sistemde, kendinizi ifade olanaklarınız artırılacak. Liyakatin sağlanmasıyla, ekonomik özgürlüğe kavuşmanız, gelecek ümitlerinizi yeşertebilmeniz, ve özgür bireyler olarak, düşüncelerinizi rahatça dile getirebilmeniz için, gereken her türlü, hukuki ve idari düzenlemeler yapılacak. Devlet, gençlere hayatı güçleştiren değil, gençleri güçlendiren olacak. İhtiyaçlarını, eğitimlerini, istihdamlarını sağlayan olacak. Sizler özgürleştikçe güçleneceksiniz, güçlendikçe üreteceksiniz. Gençler ürettikçe, Türkiye kalkınacak. Türkiye kalkındıkça, güçlenecek, milletimiz zenginleşecek.

"'Kadın cinayeti ve kadına karşı şiddet suçu' düzenlenecek"

Türkiye’de kadın cinayetleri bir türlü önlenemiyor. Önlenemiyor, çünkü önlenebilmesi için gereken, hukuki, sosyolojik ve psikolojik mücadele verilmiyor. Türkiye, mevcut sistemde, kadının haklarını güvence altına alan uluslararası sözleşmeden bile, bir kişinin gece yarısı kararıyla çekilebiliyor. Kadına karşı işlenen suçlar, bir erkek tarafından, sırf o erkeğin yap dediği şeyi yapmadığı, ya da yapma dediği şeyi yaptığı için işlenen suçtur. Okuma denenin, okuyacağım dediği için, Evlen denenin, evlenmeyeceğim dediği için, çalışma denenin, çalışacağım dediği için, boşanma denenin, boşanacağım dediği için, yani, kadınların sırf insan olmaktan kaynaklanan hakkını kullandığı için, işlenen suçtur. Ve bu suç, Türkiye için artık çok büyük bir yara ve ayıptır. Bu nedenle, iyileştirilmiş ve güçlendirilmiş parlamenter sistemde, Türk Ceza Kanunu’nda, “kadın cinayeti ve kadına karşı şiddet suçu” düzenlenecek.

Öldürme, şiddet, tecavüz, tehdit, hürriyetten yoksun bırakma, hakaret, müessir fiil gibi, çeşitli suçlarda, eğer mağdur kadınsa, en ağır cezalar düzenlenecek. Ve bu suçlarda, failin indirim sebeplerinden faydalanması mümkün olmayacak. Türkiye, tek kişinin değil, ortak aklın kararları ve kararlılığıyla, bu ayıptan artık kurtulacak.

"Bir elin verdiğini de diğer el görmeyecek"

Hem inancımız, hem de örfümüz bakımından, en önemli değerlerimizden biri de, yardımlaşma ve dayanışmadır. Milletin böyle yüksek bir haslete sahip olduğu bir ülkede, devletin üzerine düşen de, milletiyle dayanışma halinde olmaktır. Pandemi döneminde bile, milletine omuz vermeyi çok gören bu sistem, esasında, Türk Milleti’nin değerlerine de yabancıdır. iyileştirilmiş ve güçlendirilmiş parlamenter sistemde, ihtiyaç sahibi vatandaşlara yapılacak sosyal yardımlar, parti propagandasına malzeme yapılmaksızın, eşit ve somut kıstaslara göre belirlenecek, gerçek ihtiyaç sahiplerine ulaştırılacak. Şunu özellikle vurgulamak isterim ki, Millet İttifakı belediyelerinin sosyal yardım hizmetlerinde olduğu gibi, bir elin verdiğini de diğer el görmeyecek.

Bunun haricinde, Aynı dayanışma kültürü çerçevesinde, Devlet, engelli vatandaşlarımıza, engelsiz bir yaşam için her türlü desteği verecek, ihtiyaçlarını karşılayacak. Değerli milletvekilleri; Türkiye’de, özellikle son 19 yıldır, hemen her gün sanata ve sanatçıya yapılan saygısızlıklara şahit oluyoruz. Ülkenin sanatçıları yok sayılıyor, hor görülüyor. Bir ülke için, bundan daha büyük felaket olabilir mi? Pandemi döneminde, işsizlik ve ekonomik zorluklar yüzünden intihar eden sanatçıları, sadece izlemekle yetinen bir yönetim anlayışı olabilir mi? Türkiye, sanatına ve sanatçısına, sahip çıkmak zorundadır. Uygar ülkelerin, en önemli güçlerinden biri de sanattır.

Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi; “Bir millet ki resim yapmaz, heykel yapmaz, bilimin gerektirdiği şeyleri yapmaz; itiraf etmeli ki, o milletin, ilerleme yolunda yeri yoktur. Oysaki bizim ulusumuz, gerçek nitelikleriyle uygarlığa erişmeye lâyıktır, uygarlığa erişecektir ve ilerleyecektir.” Bu sözlerden hareketle, iyileştirilmiş ve güçlendirilmiş parlamenter sistemde, sanat kurumlarının siyasete alet edilmeksizin, özgürce yönetilmesi, ve bütün sanat dallarındaki sanatçılarımızın, sosyal güvenlik haklarına kavuşmaları için, gerekli yasal düzenlemeler yapılacak. Türkiye, düşünce ve ifade özgürlüğünün önündeki engellerin kalkmasıyla, sanatçıların eserlerini korkusuzca, özgürce üretebilecekleri bir ülke olacak.

"Hiç kimse, Kaz Dağları’nı talan edemeyecek"

Bu cennet vatanın doğası, ormanları, ırmakları, en önemli ziynetimizdir. Sayın Erdoğan ve ekibinin, kıymaktan yorulmadığı bu zenginliğimiz, maalesef, tek kişinin iki dudağı arasına terkedilmiş kararlarla, hızla yağmalanıyor. Evlatlarımıza devretmek üzere, atalarımızdan miras aldığımız bu muhteşem doğayı koruyup kollamak, sadece bir vatandaşlık görevi değil, aynı zamanda insanlık görevidir. İyileştirilmiş ve güçlendirilmiş parlamenter sistemde, Hiç kimse, Kaz Dağları’nı talan edemeyecek. Hiç kimse İkizdere’deki Cennet köşeye taş ocağı açamayacak. Doymak bilmez müteahhitler, üç kuruş elektrik kârı için su yataklarımızı kurutamayacak. NASA’nın bile, ayakkabıyla dahi girilmemeli dediği, Salda Gölü’ne ihanet edilmeyecek. Hayvanlara yapılan eziyet, kabahat olmaktan çıkacak, hiçbir vicdansızlık cezasız kalmayacak.

"Medya, çoğulcu demokrasilerde, yasama, yürütme ve yargıdan sonra, adeta dördüncü kuvvettir"

Özgür medya bir gün herkese lazım olur. Bu sözden hareketle, 7’inci ilkemiz, Özgür Basın. Medya, çoğulcu demokrasilerde, yasama, yürütme ve yargıdan sonra, adeta dördüncü kuvvettir.

Tek şart, özgür ve bağımsız olabilmesidir. Basının özgür olmadığı bir ülkede, siyasetin, muhalefetin ve seçimlerin, eşit şartlarda yapılabilmesi mümkün değildir. Bunu, Ak Parti’nin kurduğu medya düzeninde, tüm açıklığıyla yaşadık, yaşıyoruz. Gazetelerin, televizyonların, iktidar partisinin yayın organına dönüştükleri bir ülkede, özgürlükten de, demokrasiden de söz edilemez. Bu anlamda, medya kuruluşlarının idari yapısı da çok önemli ve belirleyicidir. iyileştirilmiş ve güçlendirilmiş parlamenter sistemde, medyanın siyasetten, siyasetin de medyadan nemalanmadığı bu düzen değişecek. Medya patronlarının diğer iş kollarındaki yatırımları çok sıkı denetlenecek. Medyadaki güçlerini, diğer alanlarda avantaj olarak kullanmaları engellenecek. Gerektiğinde, denetlemek için Rekabet Kurumu devreye sokulacak.

"Seçim barajı yüzde 5’e indirilecek"

8’inci ve son ilkemiz Adil ve Özgür Seçimler. Buraya kadar sıraladığım tüm ilkelerin hayata geçebilmesindeki en kilit durak, özgür ve adil seçimlerdir. Millet iradesini hakkıyla ve adil şekilde yansıtamayan seçimler ve seçim sistemi, demokrasinin önündeki en büyük engeldir. O nedenle, iyileştirilmiş ve güçlendirilmiş parlamenter sistemde, demokrasinin işleyişinin en önemli teminatı olan seçimler, adil ve özgür şekilde yapılacak. Millet iradesinin, Meclise adaletli şekilde yansıyabilmesi için ilk adım olarak, seçim barajı yüzde 5’e indirilecek.

Siyasetin finansmanında şeffaflık sağlanacak, siyasi etik ilkelerinden taviz verilmeyecek. Özgür ve adil seçimlerin en önemli unsuru Yüksek Seçim Kurulu’dur. iyileştirilmiş ve güçlendirilmiş parlamenter sistemde, YSK’nın yapısı ve işleyişi ile ilgili gerekli düzenlemeler yapılacak, son dönemde yaşanan güvensizliklere meydan verilmeyecek. Yüksek Seçim Kurulu’nun, seçime ilişkin kararlarına karşı, Anayasa Mahkemesi’ne başvurulabilecek.

Bugün burada paylaştığım ilkeler, Partili Cumhurbaşkanlığı Sistemi’nin, Türkiye’yi soktuğu girdaptan tek çıkış yolumuzdur. İYİ Parti olarak, Türkiye Cumhuriyeti’ni, bayrağı ve vatan toprağıyla, Çocuğu, genci, yaşlısı, kadını, işçisi, çiftçisiyle, bilimi, kültürü ve sanatçılarıyla,vatanını gece gündüz bekleyen güvenlik güçleri, pandemide yeniden destan yazan sağlık ordusuyla, ve üzerinde yaşayan tüm canlılarıyla, ayrılmaz bir bütün olarak görüyor, bu eşsiz vatanın refahı ve huzurunu daim kılmak için çalışıyoruz."

AKP bu meseleden kurtulamaz; Erdoğan, milliyetçi-ulusalcı kanadı koalisyonda tutamıyor KONDA Genel Müdürü Bekir Ağırdır /25 Mayıs 2021

"Konuşmamız gereken tetiği kimin çektiğinden çok zihniyet"

Yaşanan tartışmaların ve Peker’in iddialarının hep kişiler üzerinden konuşulduğunu, Bakan Soylu’nun dün akşam HaberTürk’te yaptığı açıklamaların da bu yönde olduğunu vurgulayan Bekir Ağırdır, konuşulması gereken asıl meselenin ıskalanmaması gerektiğini söyledi. Ağırdır, asıl konuşulması gereken şeyin ‘devletin iş yapma biçimi ve bunun arkasında yatan zihniyet’ olduğunu ifade ederek “Hrant Dink suikastinden sonra da söylemiştim. Konuşmamız gereken tetiği kimin çektiğinden çok tetiği çeken kişinin hangi zihni gerekçelerle bu tetiği çektiğidir” dedi.

Peker’i konuşmaya iten nedenlerin ‘rol değişimi’ olduğunu söyleyen Ağırdır, devletin neden böyle bir organizasyona giriştiğini, bunun arkasındaki zihni motivasoynun ne olduğunun önemli olduğunu ifade etti. Devletin kayıt dışı işler yaptığının bilindiğini ancak bu kez yapılan kayıt dışı işlerin finansmanın da kayıt dışı olduğunun anlaşıldığını dile getiren Ağırdır, şöyle konuştu:

“Devletin kayıt dışı işleri olduğunu biliyorduk hep belki ama bu kez galiba devlet bu kayıt dışı işlerin finansmanını da kayıt dışına çekmiş. Eskiye göre şimdi anladığım devlet de kayıt dışı kaynaklara ve finansmanlara dahil olmuş ve o kayıt dsışı operasyonları da bu finansmanlarla yönetiyor. Bu kez farklı olanı bu olduğunu düşünüyorum.  Bir başka yönü de devletin ve bu siyasi iktidarın içerdeki bir takım muhalifleri bir düşman gibi konumlandırması ve bu operasyonlarla bir düşmanla mücadele ediyormuş gibi görünmesi. İktidarın kendi canını sıkan insanları yeri geldiğinde düşman sınıfına koyup bu operasyonların hedefi haline getirebiliyor olması. Bence 90’larda Kürt iş adamlarına yapılan hikaye de aslında bu. Bu kayıt dışı iş, kayıt dışı finansman tarafının Türkiye'nin asıl tartışılması gereken ve çözüm bulamazsak önümüzdeki dönemde çok daha vahim problemlere gebe olan kısmı olduğunu düşünüyorum”

“Konuştuğumuz şey sadece Bakan Soylu’nun itibarı değil, Türkiye’nin itibarıdır”

Tartışma ve iddiaların sadece Süleyman Soylu üzerinden yürüdüğünü ancak temel konunun  aynı zamanda bir zihniyet sorunu olduğunu vurgulayan Ağırdır, bu zihniyet ile hesaplaşılması gerektiğini söyledi.

“Konuştuğumuz şey sadece Bakan Soylu’nun itibarı değil, Türkiye’nin itibarıdır” diyen Ağırdır,  “Bütün bu siyasi hesaplaşmayı Soylu ve Peker üzerinden yaparsak yanlış ve eksik olur. Kişilerle aktörler meselesini birbirinden ayırmalıyız. Bu iki şeyi birbirinden ayırmamız ve net pozisyon almamız lazım. Hangi konularda siyasi hesaplaşma gerekir hangi konularda mahkeme yoluyla aklama veya cezalandırma gerekir ayırmamız lazım. Ben diyorum ki aktörlerle mahkemelerde hesaplaşılır.. Ama zihniyetle siyasette hesaplaşmamız lazım. Zihniyetle mahkemede hesaplaşmaya kalktığınız zaman gerçekten suçlu olan aktörler aklanma fırsatı buluyor bu karmaşıklığın içinde. Peker’i  yakalayıp getirseler ne olacak hapse tıktıktan sonr bitti mi yani mesele. Hala Hrant Dink’ii katleden ile helikopterden köylüleri atan zihniyet devam ediyor. Benim meselem bu zihniyetle hesaplaşmak ve kurtarmaktır.  Bu tartışmayı bu zemine çekemezsek Türkiye tartışmaya devam edecek, bu eylemler de devam edecek” diye konuştu.

“Erdoğan, artık bu zihni koalisyonu bir arada tutamıyor”

Söz konusu tartışmalarda dile getirilen iddialara bakıldığında ve iktidarda ‘zihni bir koalisyon’ olması ile birlikte okunduğunda bütün tartışmaların “bu zihni koalisyonu temsil eden aktörler içinden görünmeyenler arasındaki kavga” olarak okunabileceğini söyleyen Ağırdır, “Erdoğan bütün bu süreci ve koalisyonu bir arada tutamıyor. Aralarındaki gerilimi de masaya yumruğunu vurup durduramıyor” dedi.

Erdoğan’ın kitlesi üzerindeki dönüştürücü ve ikna edici gücünü de giderek kaybettiğini ifade eden Ağırdır, şöyle konuştu:

Erdoğan kendi seçmen kitlesini daha önce Kürt meselesinin çözümüne, 17-25 Aralık’a, 15 Temmuz sürecine ve başkanlık sistemine dair ikna etti. Ama her seferinde bu gücünden biraz kaybederek yaptı bunları. Pandemiden öncesinde başlamış ve hala son derece derin bir şekilde devam eden reel sorunların harareti içinde bütün bu mahretsizlikler ve yönetilemeyen süreçler bütün o dönüştürme kapasitesini ve kitlesi ile olan ilişkisini aşındırıyor. Destek kitlesi anlamında AK Parti oyu azalıyor. Ben özellikle yaşama daha dini referanslarla bakan seçmen kümeleri üzerinde ikinci kez Cumhurbaşkanının helalleşelim’ demesinin, son derece samimi görünen ama seçmen açısından son derece terse dönen ve inandırıcılığını yitiren bir pozisyon ürettiği düşünüyorum.”

Bütün videolar çöp olabilir ama iktidar sadece bu cümlenin ne anlama geldiğinin hesabını vermek zorunda”

Peker’in de iddialarında dile getirdiği ‘Erdoğan sonrası dönem’ tartışmalarını yorumlayan Ağırdır, birçok aktörün Erdoğan sonrası için bu meseleye dahil veya müdahil olmasının anlaşılabilir olduğunu, Peker’in videolarıyla başlayan sürecin ‘dış güçlerin operasyonu’ şeklinde yorumlanması için gerçekçi gerekçelerin bulunmadığını söyledi.

“Yabancı ülke veya servislerin operasyonu olsaydı bu diyelim bu kayıt dışı işlemlerin yurtdışı ayaklarına dair de bir şeyler duyardık. Bütün duyduklarımız kendi içimizdeki kürtlerin, solcuların yada işi dünyası insanlarının üzerinde yapılan işler. Yabancı servisler madem bu kadar dahilse bu işe niye ortaya çıkan her şey kendi yurttaşlarımızla ilgili” diye soran Ağırdır, “Sedat Peker’in iddialarından en önemlilerinden biri şudur: Kürt meselesinde vatan-millet -Sakarya diye gaza getirildik ve öldürülen insanlar PKK’ya destek için değil başka şeyler için öldürüldü. Bütün videolar çöp olabilir ama bu cümle bilinsin ki 85 milyonun zihnine yerleşti. Siyasi iktidar sadece bu cümlenin ne anlama geldiğinin hesabını vermek ve anlatmak zorundadır” dedi

21 Mayıs 2021 Cuma

Kibirli çöküş Muhsin Altun-21/05/2021

‘Dindarca Öldürmek’ kitabının yazarı Muhsin Altun “Toplumlar, sömürü ve adaletsizliği kutsallık peçesiyle örten bir sistemin yetkinliğinden kuşku duymaz olduklarında çöküşe yazgılı hale gelirler” değerlendirmesinde bulunuyor.

Kendine zulmederek bahçesine girdi ve dedi: “Bunun ebediyen yok olacağını hiç sanmam” (Kehf-35).

Kibirli bahçe sahibinin hikâyesi üzerinden verilen ilahi mesajı nasıl okumalıyız?

Yüksek bir siyasal karmaşıklık düzeyine ulaşmış, etkileyici bir sanat ve mimari yaratmış toplumların arkeolojinin konusu haline gelmesi, literatürde “çöküş” (collapse) terimiyle karşılanan özel bir durumdur. Kur’an, bu toplumların çöküşü nasıl deneyimlediklerini, nasıl böyle bir sona yazgılı hale geldiklerini araştırmaya davet ederken çöküşün asli failleri konusunda da önemli bir ipucu verir gibidir: Yeryüzünde gezip de kendilerinden öncekilerin akıbetinin nasıl olduğuna bakmazlar mı? Onlar kendilerinden çok daha kudretliydiler; yeryüzünü işleyerek bunların imar ettiğinden daha çok imar etmişlerdi. Onlara da peygamberleri açık kanıtlar getirmişti. Şu halde Allah onlara zulmediyor değildi; ancak onlar kendilerine zulmediyorlardı (Rum-9).

Bu daveti nasıl anlamalıyız?

Modern siyasal liderler, kurdukları sistemlerin “ilelebet payidar” kalacağını söylemekten hep gurur duymuşlardır. Oysa antik çağın kudretli hükümdarlarının, örneğin Mısır firavunlarının ya da Maya krallarının diktirdiği kitabelerde de “devlet-i ebed müddet” söylemini çağrıştıran ifadelere rastlamak mümkündür.

Geçmişle bugün arasındaki bu paralelliğin ifşasını, toprağı usulünce kazarak ya da yazılı metinleri çözümleyerek antik toplumların hikâyesini ortaya çıkaran, teknik deyimle “reconstruction” yapan arkeolog ve antropologlara borçluyuz. Çöküş, bu iki disiplinin zorlu ve heyecan verici alanlarından biridir.

SOSYAL KİBİR

Çoğumuz, yaşamın son elli yılda olduğu gibi sürüp gideceğine inanma eğilimindedir: Görece iyileştirilmiş bir yaşam kalitesi ve hızla gelişen teknolojinin damgaladığı bilgi ve iletişim çağı. Oysa yaşam tarzımızın hâlihazırda yolunda gidiyor olması onun mükemmel olduğu anlamına gelmez. Baş gösteren sistemik sorunlarla yüzleşmeyi reddetmek, yeni gelişen koşullara uyarlanmanın önündeki en büyük engeldir. Antik toplumlarda da liderler ve yönetici elit, bir noktada, yaklaşan çöküşün farkına varmış olabilirler. Ancak yaşam tarzlarını yeniden düzenlemek için artık çok geçti. Belki de onlar, kurdukları sistemin başarısının değil bu başarıdan beslenen kibrin kurbanı olmuşlardı.

İklim değişikliğinin olası dramatik sonuçlarını kadim uygarlıkların çöküş hikâyeleri ile birleştiren Jared Diamond gibi popüler yazarlar, çöküş olgusunu trajedi ve ibretlerle dolu hikâyeler dinleme arzumuza hitap eder biçimde tasarlamaktadır. Eski uygarlıkların kuraklık, kıtlık gibi iklimsel felaketlerle yıkılmış olabileceği düşüncesi, modern insanın başlıca korkusunu temsil etse de bu uygarlıkların neden çöktüğüne dair fikir vermekten uzaktır.

Farklı bir yol izleyen antik Maya uzmanı antropolog Scott Johnson, toplumların değişen koşullara yanıt vermedeki başarısızlığının, kurulu nizama aşırı güven duymaktan kaynaklandığını öne sürmektedir. Johnson’un “Antik Uygarlıklar Neden Başarısız Oldu?” başlıklı kitabında ortaya attığı “sosyal kibir” (hubris) tezi, sistemdeki yapısal zaafları görmezden gelmenin çöküşümüzün garantisi olduğunu öne sürer: Sadece son birkaç nesildir var diye her şeyin aynı kalacağını ya da daha iyiye doğru gelişeceğini söylemek kibirdir. Sosyal kibir, insanların çöküşün habercisi olan kanıtları görmezden gelmesine neden olur ve önleyici eylemleri engeller.

Keza, toplumlar, hayatımızın belirli bir yolda olduğuna ve yeni uygulamaları kabul etmenin akıbeti değiştirmeyeceğine dair “kaderci” bir bakış açısına sahip olabilir. “Allah’ın takdiri”, kötü gelişmeleri açıklamak için kullanılan yaygın bir klişedir ve sosyal kibrin dindarca ifadesidir.

Kuşkusuz kibir tek başına bir siyasal sistemin çöküşüne yol açmaz. Doğal afetler, uzun süreli kuraklık ve kıtlıklar, salgın hastalıklar vb. için de aynı şey geçerlidir. Çöküş, tüm bu etkenlerin birlikte dinamik etkileşiminden gelir. Bu etkileşimin merkezinde ise liderler ve yönetici elitin başını çektiği insan unsuru yer alır. Ana akım tarihçilerin çoğunun, arka plandaki sınıfsal gerilimi gizlemek uğruna çöküşün insani boyutunu ihmal etmesi anlamlıdır.

ÇÖKÜŞ ÖNCESİ

Siyasal sistemlerin çöküşünün gerçeğe yakın bir hikâyesini elde etmek için, çöküş anına değil ondan hemen önceki on yıllara odaklanmak gerekir. M.Ö. 1200 civarında çöken Argolid merkezli Miken uygarlığının hikâyesi böyledir. M.Ö. 17. Yüzyılda, Yunan yarımadasında ve Ege adalarında Avrupa’nın ilk yerleşik uygarlığını kuran Miken halkları, kentleri ve yakın çevresindeki kırsalı kontrol eden monarşik siyasal yapılar halinde örgütlenmişlerdi.

Miken krallıkları M.Ö. 13. Yüzyıl sonundaki güçlü depremlerle sarsılmış görünse de arkeolojik bulgular, kentlerin doğal felaketler sonucu terk edildiği iddiasını destekler nitelikte değildir. Keza, çöküşü Dor istilasına bağlayan tezler de tanınmış Antik Yunan arkeoloğu Anthony Snodgrass tarafından çürütülmüştür.

Çöküşten hemen önceki Miken siyasal sistemini büyük çaplı inşaat programları damgalar. Özellikle M.Ö. 13. yüzyıl ortasında, Alman arkeolog Hans Lauter’in “Miken’in Versayı” olarak nitelediği, literatürde “Megaron” tabir edilen bir dizi saray kompleksi göze çarpar. Heidelberg Üniversitesinden arkeolog Joseph Maran’a göre, yaygın inşaat programları kamusal yarardan çok siyasal elitin güç ve statüsünü ilerletmeyi amaçlamaktaydı. Yüksek maliyetli inşaat programları, köylüler, işçiler ve ordu üzerinde iç karışıklık ve isyanları tetikleyen bir gerilim yarattı. Gerilimin tepe noktasında, düzenin çözülerek sistemi ayakta tutan merkezi ekonominin çöktüğünü görüyoruz.

Saray rejimlerinin istikrarı üzerinde birikimli bir baskı oluşturan dahili karışıklıklar, 13. Yüzyıl sonunda yaşanan yerel düzeydeki ciddi kuraklık, kıtlık ve depremlerle birleştiğinde saraylar ve onunla bağlantılı idari ve ekonomik yapılar, onları simgeleyen elit sanat ürünleri ortadan kayboldu; “Linear B” yazı sistemi kullanımdan kalktı. Miken krallarına mahsus Wanax (Yüce Yönetici) unvanı da zamanla mitolojinin konusu haline gelecekti.

Achaia bölgesi nerdeyse tamamen boşalırken Lefkandi ve Perati kentleri terk edildi. Boeotia, Tesalya ve Messenia nüfusunun çoğu iç çatışmalar sırasında öldü. Kurtulabilenlerin kitleler halinde Kefalonya, Eğriboz, Sakız ve Kıbrıs adalarına, hatta Tarsus’a göç ettiğini buralardaki mezar taşlarından öğreniyoruz. Miken’in çöküşünden klasik Helen uygarlığının başlangıcına (M.Ö. 800) kadar olan yaklaşık dört yüz yıllık dönem, literatürde “Yunan Karanlık Çağı” olarak adlandırılır.

Emeği ve doğal kaynakları büyük ölçekli inşaat programları için sınırsızca kullanan, sürekli savaşlar için ordular besleyen Geç Bronz Çağının saray elitleri, temel tarımsal sistemleri ve iktidarlarının bağımlı olduğu kırsaldaki köylü nüfusun mali takatini yıldan yıla zayıflatmıştı. Bu da onları beklenmedik ilave baskılara ve yaşamsal önemdeki su kaynaklarını azaltan kuraklık koşullarına açık hale getirecekti. Arkeolojik bulgular, M.Ö. 1250 civarında sarayların çevresinin surlarla çevrildiğini, suya erişimi güvenceye alacak büyük sarnıçlar inşa edildiğini göstermektedir.

Yine de çöküş öncesinde siyasal elitin bir krizin yaklaşmakta olduğunu fark etmiş olması zayıf bir olasılıktır. Ne de olsa denizaşırı ticaretten kâr sağlamışlar, etkileyici ve vizyoner inşaat programları yürütmüşler, kendilerinden siyasal-ideolojik anlamda bekleneni ifa ederek “parlak bir gelecek” için planlar yapmışlardı.

Bu geleceğin asla gelmemiş olmasının nedeni, savaşların ve maliyetli inşaat programlarının işgücünü üretken faaliyetlerden çektiği gerçeğini göz ardı etmiş olmalarıydı. Nüfusun üretken kesiminin Wanax ve tanrılar için savaşçı ve işçi olarak seferber edilmesi, özellikle köylü sınıfı üzerinde gittikçe artan bir toplumsal stres yarattı. Merkeze akan vergi ve mallar aniden kesilirken kırsal kesim fırsatçı hiziplerin çatışma alanına döndü. Siyasal düzenin çözülmesi, Argolid’ten çevre krallıklara doğru hızla yayılarak Ege ve Doğu Akdeniz kıyılarını etkileyen silahlı çatışmaları tetikledi.

Miken kralları, kesinlikle kendi dünya görüşleri temelinde doğru olduğunu varsaydıkları şeyleri yaptılar. Onların, seleflerini ve çağdaşlarını geçmeyi ve düşmanlarla savaşarak, görkemli bina ve tapınaklar yükselterek tanrıların rızasını kazanmayı amaçladıklarından kuşku duymamız için bir neden yok. Ancak bütün bunlar, çözümün değil sorunun bir parçası olmakla; Johnson’un geçmiş toplumların çöküşünde kibrin etkisine dair tezini doğrulamaktadır.

Muhtemeldir ki Miken elitlerinin gözünde, saray merkezli sistem bir kriz ya da çöküş sürecinde değildi. Onların yıkılışına yol açan şeyin işte bu “güvenlik duygusu” olduğunu söyleyebiliriz. Kararlarının etkisini fark etmekten ve uyarlamacı yanıtlar vermekten uzak duruşları, sistemin ani çöküşünü açıklar.

SONUÇ

Toplumlar, keskin siyasal ya da etnik aidiyetler üzerinde yükselen, sömürü ve adaletsizliği kutsallık peçesiyle örten bir sistemin yetkinliğinden kuşku duymaz olduklarında çöküşe yazgılı hale gelirler. Miken uygarlığının hikâyesi bu anlamda cesaret verici bir mesaj taşımaktadır: Eğer geçmiş ümmetlerin çöküşünü kibirli liderlerin yanlış kararları tetiklemiş ise aynı akıbete uğramamak için doğru kararlar vermek bizim elimizdedir.

Sosyal kibir kaynaklı çöküşlerin asli faili, sıradan halk değil liderler ve yönetici elitin başını çektiği egemen sınıflardır. Çöküş elit bir olgudur: Bir sisteme arız olan sorunlar, egemen sınıfların refahı üzerinde kısa vadede tahammül edilemez olumsuz etkilere sahip olduğunda çöküş başlar. Onların muhtemelen bir gün bile tahammül edemeyeceği koşullarda yaşayan sınıflar için ise çöküş -stratejik olarak uygun yanıt verildiğinde- ancak bir “fırsat” olabilir.

Kur’an, çöküşün bir tür “deus ex machina” (tanrının eli) olarak takdim edilip tersten bir kutsamaya tabi tutulmasını reddetmektedir. “Helak” olan kavimlerin salt dini emir ve yasaklara uymadıkları için böyle bir akıbeti hak ettiğini düşünmek, -Niçe’nin işaret ettiği- yıkım seviciliğini de içeren şehvetimizin dindarca ifadesidir

20 Mayıs 2021 Perşembe

İki tanrı tasavvuru iki dindarlık tarzı İlhami Güler-20/05/2021

Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi İlhami Güler “İlim-hikmet ile iman arasında diyalektik bir ilişki söz konusudur. “İman”, asla kör, kesin, dogma, taklit, ezber, inanç değildir” diyor.

1-İKİ GENETİK

İnsanların, ilk-el olarak ve ilk etapta din-tanrı icat etmelerinin temel saiki, özü itibari ile zayıf ve fani olmanın doğurduğu korkaklık ve çıkardır. Paganizmin temeli, çaresizlik, güçsüzlük, acı, sıkıntı ve ihtiyaçlar karşısında sığınılacak ve kendine yardım edeceğine inanılan bir tanrı/put oluşturmak ve ona tapmaktır.

Böylece insan kendi özüne, potansiyel kabiliyetlerine yabancılaşır. Kendi kabiliyet ve kapasitelerini yarattığı put/tanrı imgesine atfederek kendinden onları soyar, soyutlar/uzaklaştırır. Oluşturulan tanrı tahtadan-taştan olabileceği gibi; kendi dışındaki devlet, millet, parti, lider, altın, para, heva ve başarı… da putlaştırılabilir.

Kur’an, put edinmenin saiklerini güç (19/81), yardım (36/74), dünya hayatına mahsus sevgi-çıkar (29/25) elde etmek ve kendilerini Allah’a yaklaştırmak (46/28) olarak tadat eder.

Hz. Nuh ile başlayan ve Hz. İbrahim ile onun soyundan devam eden peygamberlerin öğretisi ise insanın varlığı aşkın bir tek Tanrıyı keşfetmesi ve ona ibadet etmesi/tapınması, insanın ve içinde olduğu güneş sistemi ve eko sistemin manidar verilmişliği karşısında ahlaki bir hayrete düşme ve hayranlık ile sorduğu “Bu değirmenin suyu nereden geliyor?” ahlaki sorusuna, sorumluluk bilinci ile vermiş olduğu ahlaki cevaptan kaynaklanır: “Varlığımızın delillerini dış dünyada ve kendi içlerinde onlara göstereceğiz.” (41/53) ve “Allah’ın insanların fıtratına koymuş olduğu ve asla değişme olmayan doğru dine yönelme” (30/30) kapasitesidir bu. Hz. Muhammed ve Kur’an (İslam), bu geleneğin son halkasıdır.

Biz bu yazımızda İslam’ın tarihi, teolojik, yorumsal yürüyüşünde ortaya çıkan bu iki Tanrı tasavvuru yaratma ve keşfetme ve buna bağlı olarak gelişen dindarlık tarzlarını tasvir etmeye çalışacağız.

2- TOTALİTER TASAVVUR VE EDİLGEN DİNDARLIK

Birinci yorum Tanrı’yı “Hikmetinden sual olunmayan” kadir-i mutlak, mürid-i mutlak, âlim-i mutlak, karanlık ve “mutlak” yani kayıtsız bir güç odağı/yumağı olarak görür. O, ontolojik olarak hiçbir şeye benzemediği gibi; ahlaki olarak da insanlara benzemez. Buna negatif teoloji, mutlak tenzih, fideizm (yani gerekçesiz iman; belki, akla aykırı/saçma olduğu için iman) gibi isimler verilir.

Ahlaki-İnsani iyi ve kötü, Tanrı’ya karakter olarak atfedilemez. Ahlaki iyi ve kötü, onun emri ve buyruğudur. Tanrıdır; ne yaparsa yeridir. Dindarlık, ibadet, tapınma ise, bu Tanrının buyruklarına koşulsuz, sorgusuz-sualsiz, gerekçesiz boyun eğmek, teslimiyet ve itaat etmektir. Soru sormak, itiraz etmek, buyruklarını vicdani açıdan anlaşılır, izah edilebilir kılmaya çalışmak, samimiyetsizlik, imansızlık, keyfine uydurma ve itaatsizlik alametidir.

Böylesi bir yorum taklidi, dogmatizmi, tekrarı, ezberi, kapalı mezhebi intaç ettiği gibi; bireysel düzlemde de kasveti, kini, şiddeti, hıncı, zorbalığı, bağnazlığı, yobazlığı, sofuluğu, kibri, insanları aşağılamayı, tekfiri… üretir.

Bugün Müslümanlık, ortak bir beyin ve ruh (teoloji-kültür) oluşturamadığı için, iktisadi ve politik olarak param parça. Oysa Müslümanların vahdeti ve gayri Müslimleri de içinde barındıran adil bir sosyal/siyasal yapı- ümmet oluşturmak, Kur’an’ın Müslümanlara koyduğu hedefti (3/110).

Böyle bir dindarlık tarzı, Tanrıyı memnun etmeyi (Allah rızası), O’na ibadeti-ritüeli; insanı memnun etme, ona karşı insaf, merhamet, adalet ve hoş görüye tercih eder. Çünkü Tanrının gözüne girmek ebedi hayatı, oranın nimetlerini (köşk-huri…) hak etmek anlamına gelir. Spinoza’nın dediği gibi: “Kitleler, Tanrı’yı kandırma peşindedir.”

Tanrı’nın rızasının, aynı zamanda insana karşı adil ve merhametli olduğundan da geçtiğini –pek çok durumda işine gelmediği için- görmek istemez. Beş vakit namazını aksatmaz, orucunu tutar, hacca gider, başını açmaz…; ancak kamu malına karşı zerre duyarlılığı olmayabilir, malını yoksullarla paylaşmaz, mazlumu umursamaz, yetimi doyurmaz, hayvanlara ve doğaya karşı olabildiğine hoyratlık yapar.

İslam Tarihinde adına “Ehlü’l-Eser/Ehlü’l-Hadis/Ehlu’s-Sunnet” veya “Selefiyye” dediğimiz ve itikadi olarak Eş’ârîlik, fıkhi olarak Şâfiîlik ve Hanbelîlikten oluşan yorum ve mezhepler, bu tarz bir dindarlığa oldukça yakın düşer. Selefiyye, geçmişin izinden gitme, onların geleneğini taklit etmek demektir. “Eser”, iz demektir. Peygamberin izinden gitmek, o izden çıkmamak anlamına gelir.

“Sünnet” ise yürünmüş yol, gelenek, örf, adet yani peygamberin uygulamalarını kıyamete kadar sürdürmek demektir. “Hadis Ehli” ise, peygamberin sözünden çıkmamak demektir. Dört kavramın dördü de Kur’an ve Sünneti-Hadisi literal olarak yorumlamayı; bunların dışında ahlak ve din konularına insan düşüncesini/vicdanını karıştırmamayı; verili olan öğütleri olduğu gibi kıyamete kadar tekrar etmeyi, taklidi yegâne dindarlık yolu ve yorumu olarak kabul etmektir.

3- ÖZGÜRLÜKÇÜ TASAVVUR VE AKTİF DİNDARLIK

Buna karşılık İslam tarihinde ortaya çıkan “Rey Ehli” yani Mu’tezile, Matürîdîlik ve Hanefîlikten oluşan teolojik-yorumsal perspektifin Allah tasavvuru ve dindarlık tarzı, yukardaki tasavvurdan oldukça farklıdır. Bu yorumda Allah, insanların bildiği ve anladığı anlamda adil (mu’tezile) ve hikmetinden sual olunur (matürîdi) bir tabiatı vardır.

“Allah, hükmedenlerin en hikmetlisi” (95/8) olduğu gibi; onun ahlaki emirleri de “hikmetin daniskası/en anlaşılır-uygun-adil olanıdır” (54/5, 6/149). O, rahmetle yoğrulmuş adalettir. Allah, “sünnetullah” denen ve insanlar tarafından anlaşılır, değişmez ahlaki kurallar ile kendini sınırlamıştır. Mutlak (kayıtsız) ve mahiyeti anlaşılmaz, karanlık bir güç odağı/yumağı değildir.

İnsanların Allah’a teslim olması, boyun eğmesi ve itaat etmesi, ne yapacağı belli olmayan bir karanlık, mutlak güç odağına/yumağına kapaklanması değildir.

Tam tersine, bazılarının, Allah’ın ve emirlerinin adil, merhametli ve hikmet sahibi olduğunu “yakinen bildikleri halde, salt zalim ve kibirli olmalarından dolayı onun emirlerine karşı çıkanları” (27/14) hakka/hakikate teslim olmaya çağrıdır.

Allah, kendini Kur’an’da “Esmau’l-Hüsna: En güzel isim-sıfatlar” ile insanlara tanıtmıştır. Ontolojik/Varlık olarak Allah’ın mahiyeti/zatiyyeti/ne-idüğü (ne olduğu) asla bilinemez: “Hiçbir şey ona denk değildir.” (112/4), “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur.” (42/11). Ancak ahlaki karakteri, “teşbih” yolu ile (3/7) insana benzetilmiştir: “Subutî Sıfatlar”. Allah’ın “99 İsmi-sıfatı”, büyük ölçüde Kur’an’dan ve bazıları da hadislerden çıkarılmış ve onu insanlara tanıtan niteliklerdir: Merhamet ile yoğrulmuş adalet.

Cennette verilecek nimetler, dünyada verilenlere benzer (müteşabih-2/25) olduğu gibi; Subuti sıfatlar (esmau’l-hüsna/99-isim) da insana benzerdir: “Antropomorfizm/İnsan biçimcilik”. Bu, yadsınacak bir husus değildir. Zira Allah, insanı –Tevrat’da dendiği gibi- kendi suretinde yaratmıştır. Sıfatlar, Allah’ta sonsuz; insanlarda sınırlı bir kapasitede yaratılmıştır: Her ikimiz de Âlim, Kadir, Mürit, Rezzak, Adil, Rahim… iz.

Bu tip dindarlık yorumuna göre, ideal dindarlık yani muttakîlik; yan gelip yatmak, ezberleri, alışkanlıkları tekrar etmek, taklit etmek değil; sürekli teyakkuz halinde, tetikte olmaktır. Kur’an’da baştan sona kadar sürekli tekrar edildiği gibi düşünmenin (tefekkür, taakkul, tedebbür, tafakkuh, tezekkür, ibret, nazar…) canlı tutulması ve vicdanın dumura uğramasının, yani kalbin katılaşmasının, taşlaşmasının, kararmasının, paslanmasının, hastalanmasının önüne geçmek asıldır.

Bütün peygamberlerin vahiy yolu ile tekrar ettikleri iman, ibadet ve ahlak ilkelerini/tümelleri/yasayı/dini korumak-ayakta tutmak (42/13) kadar; bu ilkelerin pratikte (Praxis) tekil/biricik tekabuliyetlerini (hakikat) bulmak da eşit derecede ehemmiyetlidir.

 Muttakî yani ahlaki özne, olay/hadise anında ortaya çıkar. Sünnetçi olmak kadar, ibnu’l-vakt olmak da eşit derecede önemlidir. Hesabî/hain olmak, hakikatin dublörü olan taklit ve dogmatik zorbalık, eşit derecede berbat ve felakettir. Uyumak, öldürür; durmak çürütür.

İmanın düşünce ve bilgi ile desteklenmesi gereken bir istikamet sorunu vardır. Yahudilere yöneltilmiş: “Eğer iman ediyorsanız, imanınız siz ne kötü şeyi emrediyor.” (2/93) eleştirisi, bu gerçeği ortaya koyar. Dinler tarihi hurafelerin, batıl itikatların, boş inançların tarihidir. İmanın kesin, katı, güçlü… olması, tek başına bir anlam ifade etmez.

İlim-hikmet ile iman arasında diyalektik bir ilişki söz konusudur. “İman”, asla kör, kesin, dogma, taklit, ezber, inanç değildir. Daima bir basiret, hikmet, ilim, tefekkür, huşu, haşyet, muhabbet, itminan tarafından öncelenir. –Hesabî değil-, hasbî ve muhasibi (eleştirel-critical) olmadan doğru iman teşekkül etmez. Hasbi ve muhasibi olanlara da Allah yardım eder, doğru yola/hidayete sevk eder (29/69).

“Rey Ehli (Düşünme/görme Ekolü)”, başlangıcında bu saydığımız niteliklere sahipti. Fakat tarihte fazla aktif olamadı. “Ehl-i Sünnet”, Abbasilerin orta zamanlarından itibaren Mütevekkil’in ihtilalinden (854) sonra kültürel hegemonyayı ele geçirdi.

Böylece Logos (Düşünce), Pathos (Duygu) ve Ethos (Davranış)’tan oluşan dini muhayyile, logosun sönümlenmesiyle, pathos ve mithosun hegemonyasında kaldı. Sünnî Ortodoksi, kendini yenileyemediği (tecdit) için, tekrar, taklit, ezber, dogmatizm içinde yönsüz ve yolsuz bir şekilde sürüklenmektedir.

İLHAMİ GÜLER KİMDİR?

Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Aynı Üniversite’de İlahiyat Fakültesi Kelam Anabilim Dalı öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. Kelam-İslam düşüncesi konularında yazdığı makaleleri İslami Araştırmalar, Türkiye Günlüğü, Doğu-Batı, Tezkire, İslamiyet gibi pek çok dergide yayımlanmıştır.

18 Mayıs 2021 Salı

İsrail, az kalsın Kuzey Irak'ta kurulacaktı Murat Bardakçı/15.03.2009

Türkiye'nin önde gelen tarihçilerinden Prof. Dr. Vahdettin Engin tarafından Osmanlı Arşivleri'nde yeni bulunan belgeler, Ortadoğu'nun, özellikle de İsrail'in tarihinin yeniden yazılmasını gerektiriyor. Belgeler Abdülhamid'in adı etrafındaki bir efsaneye de son veriyor ve hükümdarın Filistin'de Yahudi devleti kurulmasını isteyenleri söylenenlerin aksine huzurundan kovmadığı, aksine "Yahudiler, Mezopotamya'ya yerleşsinler" dediğini gösteriyor.

Türkiye'de tarihçiler, tarih meraklıları ve özellikle de Sultan Abdülhamid'i neredeyse evliya mertebesine yükseltenler arasında, 80 küsur seneden bu yana efsane gibi anlatılan bir hadise vardır:

Filistin'i bir Yahudi vatanı haline getirmek için mücadele veren, bu maksatla Dünya Siyonist Organizasyonu'nu kuran ve bugün İsrail'in manevi kurucusu kabul edilen

Dr. Theodore Herzl, güya Abdülhamid'in huzuruna çıkıp Filistin'i satın almak istemiş ama Abdülhamid'den tokat gibi bir cevap almıştır:  "Devlet-i Ali-ye'min satılık tek bir karış toprağı yoktur" diyen hükümdar, Herzl'i huzurundan kovmuş ve konuyu kapatmıştır.

SARAY'DAN YALANLAMA

Sultan Abdülhamid ile Herzl arasındaki görüşme, söylentilere bakılırsa böyle neticelenmiştir ama Osmanlı Arşivleri'nde yeni ortaya çıkan belgelere göre, işin aslı başkadır. Abdülhamid ve yakın çevresi ile Siyonizm'in en önemli ismi olan Herzl arasında 1896'dan başlayarak altı sene boyunca yoğun temaslar yaşanmıştır. Herzl saray ile bağlantı halinde olmuş, 1901'in 19 Mayıs'mda Abdülhamid'in huzuruna çıkmış, hükümdara devamlı olarak raporlar ve teklifler göndermiş, hattâ iş Türkiye'nin o dönemdeki dış borçlarının bir kısmının Yahudiler tarafından ödenmesinden Abdülhamid'in muhaliflerinin ortadan kaldırılmasına kadar uzanmış ama bu girişimlerden bir sonuç çıkmamıştır.

Ve, konunun çok daha önemli tarafı: Theodore Herzl, Osmanlı Arşivleri'ndeki belgelere göre, Sultan Ab-dülhamid ile görüşmüş ama bu görüşme sırasında Herzl'in Filistin'de bir Yahudi Osmanlı Arşivleri'nden 19 Nisan 1900 tarihli bir belge Yahudi göçüne izin verilmiyor (İ.HUS.81/1317Z.48)

Prof. Dr. Vahdettin Engin vatanı kurulması, dolayısıyla da Abdülhamid'in bu talebi tek bir cümleyle reddetmesi gibisinden bir olay yaşanmamış; Abdülhamid, aksine, "Filistin'e değil, Mezopotamya'ya yerleşin" demiştir.

Söylentiler, Herzl'in 1901'de İsviçre'nin Basel şehrinde toplanan Siyonist Kongresi'nde ortaya attığı bir iddiaya dayanmaktadır ve iddia, Yıldız Sarayı tarafından üç gün sonra yalanlanmış ama iş bizde dönüp dolaşmış ve "Abdülhamid, Filistin'de Yahudi vatanı kurmak isteyen Herzl'i huzurundan kovdu" şeklini almıştır. Theodore Herzl'in Sultan Abdülhamid ile temaslarının ayrıntılarını gözler önüne seren ve bazılarını bu sayfada iki gün boyunca yayınlayacağım belgeleri, Osmanlı Arşivleri'nde Marmara Üniversitesi'nin tarih bölümü hocalarından Prof. Dr. Vahdettin Engin buldu. Prof. Engin, bu belgeleri çok yakında bir kitap haline getirecek ve Abdülhamid dönemindeki temaslardan, yani "İsrail'in kuruluşunun ilk aşaması" demek olan ama bugüne kadar karanlıkta kalan 100 küsur sene önceki girişimlerden bilim dünyasının yanısıra konuya ilgi duyan herkes haberdar olacak.

GERÇEK TARİHİ YAZIYOR

Arşivlerde ortaya çıkardığı ve bugüne kadar yayınlanmamış belgelerden bir kısmının kopyalarını bu yazı dizisinde kullanmam için bana veren dostum Prof. Dr. Vahdettin Engin'e teşekkür ederken, önemli bir hususu da hatırlatmak istiyorum: Modern Ortadoğu'nun, özerlikle de İsrail'in kuruluşunun gerçek tarihi, Prof. Engin'in yakında bu belgelere dayanarak yayınlayacağı kitapla öğrenilecektir.

'Size tek karış bile toprak vermem' sözü efsaneymiş

Yahudiler, 19. yüzyıl Avrupası'nda sefalet içerisindeydiler. Sanayileşmiş ülkelerde gerçi zengin Yahudi aileler vardı ama özellikle Doğu Avrupa memleketlerinin ve Rus-ya'daki Yahudiler' in hali perişandı.

Yahudi entelektüeller, o devirde bağımsız bir Yahudi vatanının nerede ve nasıl kurulacağını düşünüyorlardı ve aralarında, Avrupa'da gazetecilik yapan Theodore Herzl adında bir genç de vardı. Hayali, Yahudi devletinin o sırada Osmanlı împaratorluğu'nun toprağı olan Filistin'de kurulmasıydı.

Herzl, Sultan Abdülhamid'e bu konudaki ilk teklifi dostu olan Polonyalı aristokrat Phillip de Nevlinsky vasıtasıyla yaptı ama bir sonuç çıkmaması üzerine 1896'da İstanbul'a bizzat geldi. İstanbul'a tarihten sonra dört defa, daha gelecek ve 1902'ye kadar Yıldız Sarayı ile bağlantısını kesmeyecekti

BABA ŞEFKATİ GÖSTERMİŞ

Aynı dönemde, Filistin'e az da olsa bir Yahudi göçü vardı. Osmanlı yönetimi bölgeye göçün yasak olduğunu söylerken, karşı taraf 1867'deki Islahat Fermam'nın yabancıların toprak almasına izin verdiğini iddia ediyor ve Avrupa ülkelerinin uyruğunda bulunan zengin Yahudiler fermana dayanarak toprak alabiliyorlardı. Bu, Yahudiler arasında Avrupa'nın en zenginlerinden olan Baron Rotschild de vardı.

Theodore Herzl, İstanbul'a 1896 ve 1898 yıllarında yaptığı ilk iki seyahatte, Sultan Abdülhamid'in yakın çevresi ile temas kurdu, Abdülhamid'in huzuruna ise 1902'deki üçüncü seyahati sırasında, 19 Mayıs 1902 günü kabul edildi.

Abdülhamid'in adı etrafındaki "Devlet-i Âliye'min satılık tek bir karış toprağı yoktur" efsanesi, işte bu görüşmeden sonra ortaya çıktı.

Herzl, Sultan Abdülhamid'e daha sonra, 16 Şubat 1902'de gönderdiği bir mektupta bu görüşmenin ayrıntılarını hatırlatıyordu. Herzl, "Majesteleri, memleketinde

yaşayan Yahudiler'e gös-i terdiği âlicenaplığı mazlum ve mağdur durumda bulunan diğer Yahu diler'e de göstermekte, onları bir peder gibi himaye altına almakta ama toplu olarak bir yerde yaşamaları yerine, değişik bölgelerde bulunmalarına izin vermektedirler" diye yazmaktaydı.

MEZOPOTAMYA TEKLİFİ

Prof. Dr. Vahdettin Engin'in ortaya çıkardığı belgelerde, bu görüşmenin ve diğer temasların ayrıntıları açıkça görülüyor: Herzl, Yahudiler için "toprak" istemiyor, toprak satın almak gibi bir talepte de bulunmuyor, aksine Filistin'de "özerk" bir Yahudi devletine izin verilmesini istiyor. Abdülhamid ise, Yahudi-ler'in Filistin yerine Mezopotamya'ya yerleşmelerini ama tek bir yerde değil, değişik bölgelerde yaşamalarına sıcak bakabileceğini söylüyor.

Gelişmeler sonraki senelerde bu şekilde olsaydı, İsrail'in bugün nerede olacağını bilmem hayal edebildiniz mi?

Kuzev Irak'ta...

İsrail'in manevî kurucusuydu

"Modern Siyonizm" kavramını hayata geçiren Dr. Theodore Herzl, 1860"ta Macaristan'da doğdu. Hukuk okudu ve meslek olarak gazeteciliği seçti.  

Bazı Fransız ve İngiliz gazetelerinde muhabirlik yaptıktan sonra kendisi gazeteler çıkardı. Daha sonra bazı edebi eserler de kaleme aldı ama 1896'da yazdığı "Der Judenstaat" yani "Yahudi Vatanı" isimli kitabı en önemli çalışması kabul edildi. Herzl'in gençlik yıllarından itibaren asıl meşgalesini dünyanın dört bir tarafında dağılmış olar. Yahudiler'in toplu halde yaşayabilecekler: bir toprak bulunması ve bu topraklar üzerinde bir Yahudi devleti kurulması yolundaki çalışmalar teşkil edecekti.

Herzl'in bu yoldaki çalışmalara öncülük etmesi maksadıyla kurduğu "Dünya Siyonist Organizasyonu" ilk kongresini. 1897 Ağustos'unda İsviçre'nin Basel şehrinde yaptı ve toplantılar sonraki senelerde de devam etti.

Theodore Herzl, bu arada, dünyanın herhangi bir yerinde Yahudiler için vatan toprağı bulabilmek amacıyla Avrupalı liderlerle temaslara başladı ve Musevi dini terminolojisine "vaad edilmiş topraklar" olarak geçen Filistin için çalışmalar yapıldı. Herzl, o sırada Osmanlı İmparatorlu-ğu'na bağlı olan Filistin'de özerk bir Yahudi devleti kurulması için toprak sağlayabilmek amacıyla 1896 ile 1902 yılları arasında beş defa İstanbul'a geldi ve 19 Mayıs 1901'de Abdülhamid'in huzuruna kabul edildi. Altı sene boyunca, Sultan Abdülhamid ve Yıldız Sarayı'nın ileri gelenleri ile devamlı temas halinde olacaktı.

1904'te, 44 yaşındayken Avusturya'da ölen Herzl, bu devletin kuruluşunu göremedi. Hayali seneler sonra gerçek oldu ve İsrail'in kuruluş bildirisi, 14 Mayıs 1948 günü, ülkenin ilk devlet başkanı olan David Ben Gurion tarafından Theodore Herzl'in büyük boy bir fotoğrafının altında okundu. Kemikleri, 1949'da Avusturya'da-ki mezarından alınarak İsrail'e getirildi ve büyük bir askeri törenle Kudüs'te kendi adının verildiği tepeye defnedildi.

17 Mayıs 2021 Pazartesi

Devlet yönetmenin sorumluluğu Fikret Bila/17 Mayıs 2021

Devletle vatandaş arasında helallik ilişkisi yoktur. Vatandaşın hakları, devletin görevleri vardır. Devlet görevini yerine getiremediği için vatandaş zarar görüyorsa, bu zararı gidermenin yolu vatandaşa "Hakkını helal et, zararını sineye çek" demek değildir

Devlet yönetmek sorumluluğu olan ciddi bir iştir.

Şirket yönetir gibi devlet yönetilmez.

Devlet anayasaya, yasalara, kurallara bağlı olarak yönetilir. Devlet yönetmenin sorumluluğu vardır. Devleti kafanıza göre yönetemezsiniz. Devlet yönetmenin temel amacı ülkenin çıkarlarını korumak, halkın refahını, güvenliğini, mutluluğunu sağlamak ve adalet dağıtmaktır.

Devlet kâr elde etmek için yönetilmez. Kişilerin, partilerin, şirketlerin çıkarlarına göre devlet yönetmek suç oluşturur.

Devlet suç örgütleriyle, suç örgütü liderleriyle birlikte de yönetilmez. Devletle bu örgütlerin ve kişilerin temas kuracağı tek yer mahkemelerdir.

Devlet vatandaşının hak ve özgürlüklerini korumak, onurlu, insanca bir yaşam sürmelerini sağlamak zorundadır.

Anayasanın devleti yönetenlere yüklediği sorumluluk budur.

Böyle olması gerektiği halde Türkiye'de devletin son dönemlerde bu kuralların dışında yönetildiğini gösteren birçok olay yaşandı.

Helallik konusundan başlayalım.

Helallik istemek yasalarda yeri olan hukuki bir müessese değildir. Dini bir müessesidir.

Devletle vatandaş arasında helallik ilişkisi yoktur. Vatandaşın hakları, devletin görevleri vardır. Devlet görevini yerine getiremediği için vatandaş zarar görüyorsa, bu zararı gidermenin yolu vatandaşa "Hakkını helal et, zararını sineye çek" demek değildir. Devletin görevi vatandaşını zarara uğratmamak, mağdur etmemek, haksızlık yapmamaktır. Eğer yapmışsa zararını telafi etmek, mağduriyetini gidermek, haksızlığı ortadan kaldırmak devletin görevidir.

Helallik ancak vatandaşla vatandaş arasında konu olabilir ve kendi bilecekleri iştir.

Devleti yönetenler hem devletin itibarını hem vatandaşın onurunu korumak zorundadır.

Devletin ülkeye turist çekebilmek için kendi vatandaşını aşağılaması, onurunu kırması kabul edilemez Turist çağıran reklam videosunda, vatandaşını "Keyfine bak, ben aşılıyım" yazan maskeyle parya gibi göstermek devletin itibarıyla ve vatandaşın onuruyla oynamaktır. Devleti yönetmekle şirketini yönetmek arasında fark görmeyen zihniyet bakanlık yapınca sonuç da böyle olur.

Devletin yapması gereken vatandaşlarını korumak için Türkiye'ye gelecek her turistten aşı belgesi isteneceğini açıklamaktır. "Turistin göreceği herkesi aşılayacağız" demek yerine "Vatandaşımızın göreceği her turist aşılanmış olacaktır" demek gerekir.

Devletin organize suç örgütleriyle tek işi onları yargı önüne çıkarmaktır.

Başka işi olmaz.

Ancak yaşananlar ilişkinin böyle olmadığını gösteriyor. Türkiye Cumhuriyeti'nin bakanı, organize suç örgütü lideriyle söz düellosuna giriyor, suçlamalarını ispata çağırıyor, "İspatlanırsa idama razıyım" diyor. Şimdi iktidar sözcüleri tarafından "organize suç örgütü lideri, mafya artığı, mafyatik kişi" olarak tanımlanan aynı kişinin kısa bir süre önce aynı iktidar tarafından sırtı sıvazlanan, birlikte fotoğraf çektirilen kişi olduğu da biliniyor. Ayrıca aynı kişiye Rize'de iktidar yanlısı miting yaptırıldığı, kürsüye çıkıp siyasi nutuk attığı, muhalifleri tehdit ettiği, "oluk oluk kan akıtmaktan, akademisyenlerin  kanında duş almaktan" söz ettiği de biliniyor.

Cezaevinden ülkeyi yönetenlere ağır hakaretler içiren mektuplar gönderen ve yine aynı iktidar tarafından cezaevinden çıkarılan bir başkası ana muhalefet liderini kazığa oturmakla tehdit edebiliyor.

Yaşanan olaylardan organize suç örgütü liderlerinin siyasetin ve devletin tam merkezinde oldukları, mafya-tarikat-ticaret-siyaset ilişkisinin, çıkarlar çatışıncaya kadar tıkır tıkır işlediği anlaşılıyor.

Organize suç örgütleriyle devlet yetkililerinin nasıl bir ilişki içinde oldukları ifşa olunca, iktidar sorumluluğu her zaman yaptığı gibi Kemal Kılıçdaroğlu'na, Meral Akşener ve özgür gazetecilik yapmaya çalışan yayın organlarına yüklüyor.

"İktidar mensuplarıyla ilgili olarak ortaya atılan suçlamaların, yürütülen söz düellosunun, Kılıçdaroğlu'yla, Akşener'le, gazetecilik yapmaya çalışan yayın organlarıyla ne alakası var," sorusuna yanıt verme zahmeti bile gösterilmiyor.

İktidar, devlet yönetmenin, sorumluluğu olan ciddi bir iş olduğu gerçeğini umursamıyor.

“CUMHURBAŞKANLIĞI KABİNESİ” Kemal Gözler*

Ülkemizde Cumhurbaşkanı, Cumhurbaşkanı Yardımcısı ve bakanlardan oluşan ve kendisine “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi” ismi verilen bir “kurul” var. “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi”nin Cumhurbaşkanlığının resmî internet sitesinde bir de sayfası mevcut. Bu sayfada liste hâlinde bu “Kabine”nin üyelerinin isimleri ve fotoğrafları bulunuyor. Sayfayı izleyen linkten ziyaret edebilirsiniz: www.tccb.gov.tr/kabine.

“Cumhurbaşkanlığı Kabinesi” denilen “kurul”, Cumhurbaşkanının başkanlığında, ortalama iki haftada bir toplanıyor. 2021 yılı itibarıyla, 11 Ocak 2021, 1 Şubat 2021, 17 Şubat 2021, 1 Mart 2021, 15 Mart 2021, 29 Mart 2021, 13 Nisan 2021 ve 26 Nisan 2021 tarihlerinde toplandı [1]. Cumhurbaşkanlığı internet sitesinde “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi”ni toplantı hâlinde gösteren çeşitli fotoğraflar var. Bu fotoğraflardan bazılarına buradan ulaşabilirsiniz.

“Cumhurbaşkanlığı Kabinesi” toplantılarının sonunda, Cumhurbaşkanı, basın açıklaması yapmakta ve birtakım kararların alındığını kamuoyuna duyurmaktadır. O saatlerde neredeyse ülkedeki bütün ulusal televizyon kanalları “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi” sonunda Cumhurbaşkanının yaptığı açıklamaları canlı olarak vermektedir. “Cumhurbaşkanının Kabine” toplantısının akabinde yaptığı açıklamaların video kayıtlarına Cumhurbaşkanlığının resmî internet sitesinden ulaşılabilir [2].

1. Var mı Böyle Bir Kurul?

Muhtemelen pek çok kişi, yukarıdaki paragrafları okuyunca, “iyi güzel de, bunda ne gariplik var? Bakanların Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanıp memleket işlerini görüşmesi, tamamıyla normal bir şey değil midir” diye soracaklardır.

Hayır. Normal bir şey değil. Tam tersine garip bir şey. Çünkü hukukumuzda “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi” diye bir şey yok [3]!

Anayasamızda “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi”ne ilişkin bir hüküm bulunmuyor. Anayasamızda “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi” veya bu anlama gelebilecek tek bir kelime yok.

Cumhurbaşkanlığı, 1 sayılı “Cumhurbaşkanlığı Teşkilatı Hakkında Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi” ile düzenlenmiştir. 1 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi, 539 maddelik mufassal bir kararnamedir. Bu Kararname, Cumhurbaşkanlığının her yönünü ayrıntılarıyla düzenlemektedir. Ne var ki, bu Kararnamede de “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi”ne ilişkin tek bir hüküm yok.

1 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesinde, “Yüksek İstişare Kurulu”, “Eğitim ve Öğretim Politikaları Kurulu”, “Ekonomi Politikaları Kurulu”, “Güvenlik ve Dış Politikalar Kurulu” , “Hukuk Politikaları Kurulu” gibi çeşitli kurullara ilişkin hükümler var. Ama “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi” isimli bir kurula ilişkin bir hüküm yok.

Sadece Anayasada ve 1 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesinde değil, diğer Cumhurbaşkanlığı Kararnamelerinde ve kanunlarda da “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi”ne ilişkin bir hüküm yok.

Bilindiği gibi Türkiye’deki bütün kanun, kanun hükmünde kararname, Cumhurbaşkanlığı kararnamesi, tüzük ve yönetmeliklere “Mevzuat Bilgi Sistemi (www.mevzuat.gov.tr)”nden ulaşılabiliyor. Ben “Mevzuat Bilgi Sistemi”nde “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi” kelimeleriyle arama yaptım. Arama neticesinde “Eşleşen Kayıt Bulunmadı” sonucu çıktı. Ekran görüntüsünü aşağıya koyuyorum:

Uzun lafın kısası, hukukumuzda “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi” diye bir “kurul” yoktur. Bu “kurul”, anayasal, yasal ve hatta kararnamesel dayanaktan mahrumdur.

Hukukumuzda idarenin kanunîliği prensibi geçerlidir. Anayasamızın 123’üncü maddesine göre, idarenin kuruluş ve görevleri kanunla düzenlenir. “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi”ni kuran ve görevlerini düzenleyen bir kanun hukukumuzda yoktur. Bırakınız bir “kanun”u, bir “kararname” dahi yoktur.

O hâlde bu “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi” neyle kurulmuştur? Görevleri neyle düzenlenmiştir? Bu “Kabine” neye dayanarak toplanmakta ve çalışmaktadır? Asıl önemlisi bu Cumhurbaşkanlığı Kabinesi, yetkilerini nereden almaktadır? Anayasamızın 6’ncı maddesinin son fıkrasına göre “hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz”. Anayasamızın bu hükmü karşısında, “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi”nin varlığı nasıl izah edilebilir?

2. Bir Kurumun İsminin Değiştirilmesi O Kurumun Kendisinin Değiştirilmesi Anlamına Gelir mi?

Türkiye’de 9 Temmuz 2018’den önce Başbakan ve bütün bakanların katılımıyla oluşan kurula “Bakanlar Kurulu” ismi verilirdi. “Bakanlar Kurulu” lağvedildikten sonra 9 Temmuz 2018’den sonra Cumhurbaşkanı ve bütün bakanların katılımıyla oluşan kurula “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi” ismi verilmeye başlandı. Muhtemelen “Bakanlar Kurulu”, terimi yerine kasten “Kabine” terimi tercih edildi. Böylece kaldırılan kuruldan farklı bir kurul varmış gibi bir izlenim yaratıldı. Zaten bu “Kurul”a “Bakanlar Kurulu” ismi verilseydi, bu “büyük” anayasal reformu yapanlar, “hem ‘Bakanlar Kurulu’nu kaldırdınız, hem de hâlâ ‘bakanlar kurulu’ toplantısı yapmaya devam ediyorsunuz” diye eleştirilecekti.

Hukukta bir kurumun isminin değiştirilmesi, o kurumun kendisinin ve mahiyetinin değiştirilmesi anlamına gelmez. Zaten isim, bir şeyin kendisi değil, o şeyi anlatmak için kullanılan dilsel işarettir. Aynı şeyi ifade etmek için farklı dilsel işaretler kullanılabilir ve bunlar tamamıyla aynı anlama gelirler. Malum, bu tür dilsel işaretlere eş anlamlı kelimeler denir. Örneğin “siyah” ve “kara”, farklı kelimelerdir; ama anlam bakımından aynı rengi ifade ederler. Eş anlamlı kelimeler sadece fiziksel âlemde değil, hukuk âleminde de vardır.

“Bakanlar kurulu (conseil des ministres)” ve “kabine (cabinet)” terimleriyle ifade edilen kurullar tamamıyla aynı kurullardır [4]. Genellikle kıta Avrupası ülkelerinde “bakanlar kurulu (conseil des ministres)” terimi kullanılırken Anglo-Sakson ülkelerinde “kabine (cabinet)” terimi kullanılmaktadır. “Bakanlar kurulu” ve “kabine” terimleri aynı anlama gelir. Bu nedenle, Cumhurbaşkanı ve bütün bakanların katıldığı toplantıya “Bakanlar Kurulu” değil, “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi” isminin verilmesinin hukuken doğuracağı bir fark yoktur. Yeni sistemde “Bakanlar Kurulu” toplantısı yapılamazsa, “Kabine” toplantısı da yapılamaz.

Türkiye’de 9 Temmuz 2018’de yürürlüğe giren yeni sistemde, bakanlardan oluşan kurula acaba neden “bakanlar kurulu” ismi verilmedi de “kabine” ismi verildi? Bu sorunun cevabını bilmiyorum. Ama “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi” teriminin, ABD’deki “President’s Cabinet (Başkanın Kabinesi)” teriminden esinlenerek üretilmiş olabileceği aklıma geliyor. Belki de Türkiye’de “bakanlar kurulu” teriminin parlâmenter sistemlere ve “kabine” teriminin de başkanlık sistemlerine mahsus bir terim olduğunu düşünenler var. Eğer gerçekten böyle düşünen birileri varsa yanılıyorlar. “Kabine (cabinet)” kavramı asıl İngiltere’de ortaya çıkmıştır ve hâlâ İngiltere’de “bakanlar kurulu” yerine kullanılmaktadır [5]. İngiltere ise parlâmenter hükûmet sisteminin anası ve hâli hazırda da en bilinen örneğidir.

3. “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi”nin Varlık Sebebi: Eski Sistemdeki “Bakanlar Kurulu”nun Hayaleti Bizi Terk Etmiyor

“Bakanlar kurulu” veya “kabine” toplantıları, parlâmenter hükûmet sistemlerine mahsus değildir; niteliği çok farklı olmakla birlikte, başkanlık sistemlerinde de bakanlar kurulu veya kabine toplantısı olabilmektedir. Türkiye’de, anayasal ve yasal temeli olsaydı, “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi” toplantılarını eleştirdiğim bu makaleyi yazmazdım.

Türkiye’de anayasal veya yasal dayanağı olan pek çok kurul ve organın hak ettiği şekilde çalışmadığı iddia edilirken, herhangi bir anayasal veya yasal dayanağı olmayan “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi”nin ortalama iki haftada bir toplanması ve varlığının kamuoyunda bu derece bilinmesi dikkat çekicidir. Acaba neden?

Vakıa, 9 Temmuz 2018 tarihinde 21 Ocak 2017 tarih ve 6771 sayılı Anayasa Değişikliği Kanununun yürürlüğe girmesiyle birlikte, o zamana kadar hukukumuzda var olan “Bakanlar Kurulu” hukuken tarihe intikal etmiştir. Ne var ki, 9 Temmuz 2018 tarihinde ölmüş olması gereken “Bakanlar Kurulu” gerçekte unutulmamıştır. Tabir caiz ise Bakanlar Kurulunun “hayaleti” hukukumuzda hâlâ dolaşıyor!

9 Temmuz 2018’den sonra ortaya çıkan “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi”, gerçekte eski Bakanlar Kurulunun fiilen devam etmesinden başka bir şey değildir.

Bu da gayet normaldir. Vakıa şu ki, 9 Temmuz 2018 tarihinde yürürlüğe giren hükûmet sistemimiz, bütün yürütme yetkisini tek bir kişiye vermiş olsa da, bu ülkenin yürütme organı, tarihsel olarak hiçbir zaman tek kişiden oluşmamıştır. Sadece Cumhuriyet döneminde değil, Osmanlı döneminde de yürütme organı tek kişiden müteşekkil değildi. 1876 Kanun-ı Esasîsine göre yürütme organı, Padişah ve “Heyet-i Vükela”dan, yani “Bakanlar Kurulu”ndan oluşuyordu. Keza 1876 öncesi Osmanlı’da da Padişahın yanında devlet işlerinin birlikte görüşüldüğü ve karara bağlandığı “Divan-ı Hümayun” gibi kurullar hep olmuştur. Bu ülke Osmanlı döneminde dahi Padişahlar tarafından tek başına yönetilmemiştir ki, bugün Cumhurbaşkanı tarafından tek başına yönetilebilsin! Yüzlerce yıldır oluşmuş bir geleneğin 9 Temmuz 2018 tarihinde birden bire unutulması mümkün değildir. Bu ülkenin tarihinde yürütme yetkisi hep, kolektif ve kolejyal kurullar tarafından kullanılmıştır. Bu ülke için doğrusu da budur.

4. “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi”ne İhtiyaç Var mıdır?

Evet. Şüphesiz ki ülkemizde “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi”ne ihtiyaç vardır.

9 Temmuz 2018’den önce olduğu gibi, Cumhurbaşkanının ve bakanların bir araya gelip memleket meselelerini görüşmeleri ve tartışmalarında ve ortak bir karara varmalarında büyük yarar vardır. Özellikle Kovid-19 salgınıyla mücadele amacıyla alınan tedbirlerde olduğu gibi bazı kritik ve yüksek riskli konuların kolektif olarak müzakere edilmesinde sonsuz fayda vardır. Böyle riskli konularda yanılma ihtimali çok yüksektir. Bu tür konularda bütün inisiyatifi ve sorumluluğu bir kişinin üstüne yıkmamak gerekir. Muhtemelen bu nedenle, Türkiye’de pandemiyle mücadele kapsamında alınan önemli kararların neredeyse hepsi, “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi” toplantılarında alındı ve bu toplantılardan sonra kamuoyuna açıklandı. Doğrusu da budur. Ama bu doğrunun Türkiye’de anayasal ve yasal dayanağı yoktur.

Taha Akyol, 11 Ağustos 2020 tarihinde Karar’da yayınladığı bir yazısında hukukumuzda “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi” diye bir kurumun olmadığını tespit ettikten sonra, “tek kişilik hükümet” sistemi yerine keşke böyle bir “kabine” olsaydı diye yazar [6]. Bence haklıdır.

Burada “Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemi”ni kuran 21 Ocak 2017 tarih ve 6771 sayılı Anayasa Değişikliği Kanununu hazırlayanlara da bir çift sözüm var: Sanki Türkiye gibi büyük bir ülkenin tek bir kişi tarafından yönetilebilmesi mümkünmüş gibi bir hükûmet sistemi tasarladılar! Türkiye’de bir köy bile bir muhtar tarafından tek başına yönetilmez; muhtarın yanında bir “ihtiyar heyeti” vardır. Anayasa Değişikliği Teklifini hazırlayanlar, bütün yürütme yetkisini, kimseyle paylaştırmaksızın olduğu gibi Cumhurbaşkanına verdiler. Oysa bu yetkinin, esasen Cumhurbaşkanına verilse de, teklif veya onay işlemleriyle veya ihtiyarî veya mecburî istişare usûlleriyle başka makamlarla paylaştırılması mümkündü. Bunun yapılmasının da “Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemi”ne veya başkanlık sistemine aykırı bir yanı yoktu. Türkiye’de “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi”nin anayasal temelinin olmamasının sorumluluğu, 21 Ocak 2017 tarih ve 6771 sayılı Anayasa Değişikliği Kanununu hazırlayanlarda ve kabul edenlerdedir.

5. “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi”ne Hukukî Bir Dayanak Getirilebilir mi?

Şu an itibarıyla “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi”, yukarıda açıklandığı gibi, maalesef, hukukî dayanaktan mahrumdur. Mevcut durumda Türkiye Cumhuriyeti, herhangi bir hukukî dayanağı olmayan bir kurul tarafından yönetiliyormuş gibi bir hava doğuyor. Bu hava Türkiye Cumhuriyeti gibi saygın ve köklü gelenekleri olan bir devlete hiç yakışmıyor. Hükümet sistemi tartışmalarına girmeksizin bir Anayasa değişikliği yapılarak “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi”ne bir anayasal dayanak sağlanmasında büyük yarar vardır [7]. Sorunu çözmenin ideal yolu budur. Tabiî, daha da ideali, “Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemi” denen bu sisteme, bir Anayasa değişikliği yaparak son vermektir.

6. “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi” Mevcut Hâliyle Hukuken İzah Edilebilir mi?

“Cumhurbaşkanlığı Kabinesi”, “istişarî organ” olarak açıklanabilir mi? Kanımca, hayır. İstişare organları da “idare”nin bir parçasıdır [8]; onlar için de idarenin kanunîliği ilkesi geçerlidir. Yukarıda pek çok defa belirtildiği gibi, Türkiye'de ise bu Kabineyi öngören bir Anayasa veya kanun yoktur.

Keza “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi”nin varsa aldığı kararlar “istişarî karar”, yani “mütalaa” olarak da görülemezler [9]. İstişarî kararlar dahi, birer idarî işlem veya idarî işlemin bir parçası veya yerine göre idarî işlemin ön koşuludur. İstişarî kararlar da kamu gücüne dayanırlar. Dolayısıyla istişarî kararların da Anayasayla, kanunla veya hiç olmaz ise, -koşullarını yerine getirmek kaydıyla- Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle öngörülmeleri gerekir. Benim görebildiğim kadarıyla hukukumuzda Cumhurbaşkanına karar almadan önce “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi” denen bir kurula, ihtiyarî veya mecburî bir şekilde danışmasını, yani Cumhurbaşkanı için bir “istişare usûlü” [10] öngören bir hüküm yoktur.

Peki ama, istişarî bir organ olmasa dahi, Cumhurbaşkanı, bütün bakanları Cumhurbaşkanlığına çağırıp onlarla bir toplantı yapamaz mı? Onlarla belirli konuları görüşemez mi? Hiç şüphesiz, Cumhurbaşkanı bütün bakanları Cumhurbaşkanlığına çağırabilir ve onlarla toplantı yapıp istediği her konuyu görüşebilir. Ama hâliyle böyle bir toplantının resmî bir yanı yoktur. Böyle bir toplantı hukuk âleminde yoklukla malûldür; böyle bir toplantının yaratacağı bir sonuç yoktur.

7. “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi” Karar Alabilir mi?

Bu soru, abesle iştigal mahiyetinde bir soru. Hukuken mevcut olmayan bir “kurul”, nasıl olup da karar alacak? O nedenle bu makalede böyle bir soru sormamam lazımdı. Ama sordum. Çünkü, ülkemizde pek çok kararın sanki “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi”nde alındığı gibi bir izlenim var. Ve bu izlenim gün geçtikçe yaygınlaşıyor.

Bu yanlış izlenimin oluşmasına ve yayılmasına basının da büyük katkısı var. Ancak bu izlenim, basının yarattığı veya halk nezdinde yanılsamayla kendiliğinden oluşan bir izlenim değil. Bu izlenimi bizzat kamu makamları yaratıyor. Şöyle:

Bir kere, yukarıda da açıklandığı gibi, Cumhurbaşkanı, “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi” toplantısından hemen sonra basın toplantısı yapıp birtakım kararlar açıklıyor. Cumhurbaşkanı, bu açıklamada bu kararların Kabine toplantısında alındığını söylemiyor [11], ama yine de bu kararların toplantıdan hemen sonra açıklanması, kaçınılmaz olarak bu kararların “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi”nde görüşülüp alındığı izlenimini yaratıyor. Bu bir vakıa.

İkinci olarak, bakanlıklar ve diğer idarî makamların yaptıkları pek çok işlemin gerekçesinde açıkça “Cumhurbaşkanlığı Kabine toplantısında alınan kararlar”a atıfta bulunuluyor.

Mesela pandemiyle mücadele kapsamında İçişleri Bakanlığının çıkardığı neredeyse bütün genelgeler, açıkça “Cumhurbaşkanlığı Kabinesinde alınan kararlara” dayandırılıyor. Örneğin 2 Mart 2021 tarihli İçişleri Bakanlığı Genelgesinin ikinci paragrafında “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi'nde alınan kararlar çerçevesinde” ibaresi bulunuyor [12]. İçişleri Bakanlığının 26 Nisan 2021 tarihli Genelgenin üçüncü paragrafında ise “26.04.2021 tarihinde Sayın Cumhurbaşkanımızın başkanlığında toplanan Cumhurbaşkanlığı Kabinesi'nde alınan kararlar doğrultusunda” ibaresi yer alıyor [13].

Yine aynı şekilde, benim görebildiğim kadarıyla, çeşitli il umumî hıfzıssıhha kurulları tarafından alınan kararlar bir yandan İçişleri Bakanlığının genelgelerine, diğer yandan da “Cumhurbaşkanlığı Kabinesinde alınan kararlar”a dayandırılıyor [14].

Görüldüğü gibi Türkiye’de uygulamada bir güzel kendisine “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi kararları” denen “kararlar” vardır.

O nedenle tekrar altını çizerek belirtelim: “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi” herhangi bir karar alamaz. Hukukumuzda “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi kararı” diye bir karar türü yoktur.

 

İnsanlarımızın ağzında, gazetelerde, bakanlıklarımızın genelgelerinde, idarî makamların işlemlerinde “Cumhurbaşkanlığı Kabinesinde alınan kararlar” diye bir ifade dolanıyorsa da, Türkiye’de şimdiyle kadar alınmış tek bir “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi kararı” bulunmamaktadır. İnanmayan Resmî Gazetenin bütün sayılarını tarayabilir. Bu kararlara atıfta bulunan Bakanlıklara ve keza il umumî hıfzıssıhha kurullarına sormak lazım: Kararlarınızda atıf yaptığınız “Cumhurbaşkanlığı Kabinesinde alınan kararlar”ın tarih ve sayıları nedir? Bu kararlar hangi Resmî Gazetede yayınlanmıştır?

Maalesef İçişleri Bakanlığı genelgelerine ve keza il umumî hıfzıssıhha kurulu kararlarına karşı açılan iptal davalarında, dava konusu işlemlerin dayandırıldığı “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi kararları”nın mahkemeler huzurunda “maddî yokluk (inexistence matérielle)” ile malûl olduklarını iddia etmek gerekebilecektir.

Malum, hukukun genel teorisinde bir işlemin geçerli olabilmesi için yerine getirmesi gereken ilk şart, “maddî varlık (existence matérielle)” şartıdır. “Maddî varlık” kavramı ile işlemin içinde yer aldığı belge, işlemin “hâmil (taşıyan, support)”i anlatılmak istenir. Bu hâmil, daima elle tutulan veya gözle görülen bir “metin”dir ki, modern hukuk sitemlerinde bu metin resmî gazetelerde yayınlanır [15]. “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi kararları”nın ise elle tutulan gözle görülen birer metinleri yoktur [16]; bu nedenle bunlar, maddî varlıktan mahrumdurlar ve bırakınız bir hukukî sonuç doğurmayı, herhangi bir hukukî nitelendirmeye dahi tâbi tutulamazlar.

Bir mahkemenin bir kamusal makamın yaptığı iddia edilen işlemin “maddî yokluğu”na karar vermesi hiç hoş bir şey değildir. Çünkü “maddî varlık” şartı, hukukta en basit, en elementer şarttır. Bir mahkemenin önündeki işlemin maddî varlığını tartışmak zorunda bırakılması, hukuk uygulamasında gerilemeye işaret eder.

8. “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi”nin Varlığından Kaynaklanan Sorunlar

Bazılarının benim meseleyi abarttığımı, “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi”nin anayasal ve yasal bir dayanağı olamasa bile, yararlı veya en azından zararsız bir kurul olduğunu düşünebilirler. Ben öyle düşünmüyorum. Anayasal ve yasal dayanağı olmayan, kuruluşu, işleyişi, görev ve yetkileri anayasayla veya hiç olmazsa kanunla düzenlenmemiş bir kurulun, yararlı bir kurul olması mümkün değildir; böyle bir kurul mahiyeti gereği, kaçınılmaz olarak, sorunlara yol açar. Sırf işleyişinin düzenlenmemiş olması dahi problem çıkarmaya gebedir. Zaten eğer devletin temel organlarıyla ilgili makam ve kurulların varlığı ve çalışması için bunların Anayasayla düzenlenmelerine gerek olmasaydı, insanlık tarihinde anayasa denen bir kavram olmazdı.

Kamusal bir organının, kamusal bir kurumun, kamusal bir kurulun, kamusal bir teşkilatın, kuruluşu, işleyişi, görev ve yetkileri Anayasa ve kanunla düzenlenmeden, bu organın, bu kurumun, bu kurulun, bu teşkilâtın düzenli bir şekilde çalışması mümkün olmaz. Bu tecrübeyle sabittir. Zaten bu düzenli çalışmayı sağlamak için anayasalar icat edilmiştir; bunun için “idarenin kanunîliği ilkesi” geliştirilmiştir.

Bu sadece teorik olarak böyle değildir; pratikte böyledir. Kuruluşu, işleyişi, görev ve yetkileri Anayasayla veya hiç olmazsa kanunla düzenlenmemiş olan “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi”, uygulamada da çeşitli hukukî belirsizlik ve hatta karmaşa sorunlarına yol açmaktadır. 14 Mayıs 2021 günü yayınladığım “Genelge Devleti: Hukukta Şeklin Önemi” başlıklı makalemde bu belirsizlik ve karmaşa sorunlarına örnekler verdim. Bu örneklerden birini tekrar vereyim:

Millî Eğitim Bakanlığı, 14 Şubat 2021 tarihinde yaptığı bir “basın açıklaması” ile 1 Mart 2021 Pazartesi gününden itibaren okullarda yüz yüze eğitime ve sınavlara başlanacağını duyurdu [17]. Öğrenciler ve veliler buna göre hazırlık yaptılar. Muhtemelen başka şehirlerde okuyan yatılı lise öğrencileri 26 Şubat Cuma veya 27 Şubat Cumartesi günü okullarının bulundukları şehirlere doğru zaten yola çıkmışlardı. Ama Millî Eğitim Bakanlığı, 27 Şubat Cumartesi günü saat 14.00’da, yani yüz yüze eğitimin ve sınavların başlamasından sadece bir buçuk gün kala, internet sitesinde yayınladığı bir “basın açıklaması” ile yüz yüze eğitimin ve sınavların 1 Mart Pazartesi değil, 2 Mart Salı günü başlayacağını duyurdu [18].

Bu karmaşadan Millî Eğitim Bakanı mı sorumlu? Hayır değil. Çünkü 1 Mart 2021’de başlaması gereken “kontrollü normalleşme dönemi” için İçişleri Bakanlığının bir “genelge” çıkarması gerekiyordu ve genelge yeni dönemin başlamasına iki gün kalmış olmasına rağmen henüz çıkarılmamıştı. Peki bu genelgenin çıkarılmamasının sorumluluğu İçişleri Bakanının mı? Hayır değil. Çünkü İçişleri Bakanı, bu genelgeyi çıkarmak için önce “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi”nin toplanmasını bekliyordu ve “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi” hâlâ toplanmamıştı. Kabine, 1 Mart 2021 günü akşama doğru, yani yeni dönem başladıktan sonra toplanabildi ve İçişleri Bakanlığı da ilgili genelgeyi 2 Mart 2021 günü çıkarabildi [19].

Bu makaleyi yazmayı dün bitirdim. Bu sabah son kontrollerini yapıp öğlene doğru yayınlamayı plânlıyordum. Makalemin dünkü hâlinde, yukarıdaki paragraftan sonra, şu iki paragraf yer alıyordu:

Pek muhtemelen benzer bir belirsizlik, 17 Mayıs 2021 Pazartesi sabahı da yaşanacak. Çünkü Pazartesi sabahı saat 05:00'da “tam kapanma” dönemi sona erecek ve “kademeli normalleşme” dönemine geçilecek. Ancak bu yeni dönemde uygulanacak tedbir ve yasakların neler olacağı İçişleri Bakanlığının çıkaracağı bir “genelge” ile belirlenecek; ama iki gün kalmış olmasına rağmen İçişleri Bakanlığı bu “genelge”yi henüz çıkarabilmiş değil. Neden? Çünkü İçişleri Bakanlığının bu “genelge”yi çıkarabilmesi için “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi”nin toplanması lazım ve bu “Kabine” yeni döneme bir gün kalmış olmasına rağmen henüz toplanmış değil! Pek muhtemelen ülkemizde 17 Mayıs 2021 Pazartesi sabahı kimin dükkanını açıp açamayacağı konusunda bir belirsizlik yaşanacak! Bu belirsizliğin sebebi, hukuken mevcut olmayan “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi”nin toplanmasının beklenmesi değil mi?

İçişleri Bakanlığının genelge çıkarabilmesi şartları arasında “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi”nin toplanması diye bir şart yoktur. Zaten “genelge”, “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi kararları”nın uygulanmasını göstermek için değil, “kanunlar”ın uygulanmasını göstermek için çıkarılır. Anayasal ve yasal dayanaktan mahrum olan Cumhurbaşkanlığı Kabinesinin toplanmasının beklenilmesi İçişleri Bakanlığının zamanında genelge çıkarmasını engellemektedir.

Makaleyi bugün saat 11 sıralarında tam yayınlayacak iken İçişleri Bakanlığının beklenen “Kademeli Normalleşme Tedbirleri Genelgesi”ni çıkarmış olduğunu öğrendim [20]. Böylece 17 Mayıs sabahına ilişkin benim belirsizlik tahminim boşa çıkmış oldu. İçişleri Bakanlığının “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi”nin toplanmasını beklemeden bu genelgeyi yayınlamasını memnuniyetle karşılıyorum. Ama şu soruyu da sormak sanıyorum hakkımdır: Madem ki İçişleri Bakanlığının genelge çıkarabilmesi için “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi”nin toplantı yapması zorunlu değildi, geçmişte neden İçişleri Bakanlığı gerekli genelgeleri çıkarmak için “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi”nin toplantılarını bekledi? Keza önceki genelgelerde dayanak olarak “Cumhurbaşkanlığı Kabinesinde alınan kararlar” gösterilirken, bu Genelgede neden “Cumhurbaşkanlığı Kabinesinde alınan kararlar”a atıf yapma ihtiyacı hissedilmedi?

İçişleri Bakanlığının beklenen genelgeyi bir gün kala da olsa çıkarması sevindiricidir. Ama bu sefer de, yine Millî Eğitim Bakanlığı cephesinde öngörülemezlik problemi ortaya çıktı. Çünkü Millî Eğitim Bakanlığı geçmişte yaşadığı acı tecrübeden ders alarak, 12 Mayıs 2021 günü yaptığı basın açıklamasıyla, “17 Mayıs 2021 Pazartesi günü resmî ve özel, örgün ve yaygın tüm eğitim ve öğretim kurumlarında uzaktan eğitim” yapılacağını duyurdu [21]. Bu karar, istisnasız, bütün gruplar ve sınıflar için geçerliydi. 16 Mayıs 2021 Pazar günü İçişleri Bakanlığı beklenen Genelgeyi çıkarınca, Millî Eğitim Bakanlığı, 16 Mayıs 2021 tarihinde yaptığı basın açıklamasıyla, 12 Mayıs 2021 tarihli kararından dönerek “7 Mayıs Pazartesi gününden itibaren okul öncesi eğitim kurumları, özel gereksinimli öğrencilerimizin özel eğitim okul ve sınıfları, özel eğitim ve rehabilitasyon merkezleri ile 8 ve 12'nci sınıfların destekleme ve yetiştirme kursları/takviye kurslarında yüz yüze eğitime” geçileceğini duyurdu [22]. İstisna kapsamında kalan öğrencilerin velileri Pazartesi günü yüz yüze eğitim olmayacağına inanarak plân yaptılar; ama bir gün kala (gerçekte 18 saat kala) Pazartesi günü yüz yüze eğitimin olacağını öğrendiler. Yani hukukî belirsizlik ve öngörülemezlik sorunu yine devam etti!

Sonuç

Şu anki hâliyle “Cumhurbaşkanı Kabinesi”, anayasal, yasal ve hatta kararnamesel dayanaktan yoksundur. Türkiye Cumhuriyeti gibi köklü gelenekleri olan bir devlete bu durum yakışmamaktadır. “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi” toplantılarına ya son verilmeli, ya da bu “Kabine” bir an önce anayasal bir dayanağa kavuşturulmalıdır.

K.G., 16 Mayıs 2021

DİPNOTLAR

(Geri dönmek için dipnot numarasının üzerine tıklayınız).

[1] Toplantılar hakkında bilgilere Cumhurbaşkanlığı internet sitesinin “Haberler” kısmından (www.tccb.gov.tr/haberler) ulaşabilirsiniz.

[2] Örneğin 26 Nisan 2021 tarihli kabine toplantısının sonunda Cumhurbaşkanının yaptığı açıklamanın kaydını buradan izleyebilirsiniz.

[3] Türk Anayasa Hukuku kitabımın Ocak 2019’da yayınlanmış üçüncü baskısında yeni sistemde “Bakanlar Kurulu” diye bir kurulun olmadığını, bakanların bir araya gelerek yaptığı toplantının bir “bakanlar kurulu” toplantısı olamayacağını böyle bir toplantının olsa olsa bir “arkadaş toplantısı” olacağını yazmıştım (Kemal Gözler, Türk Anayasa Hukuku, Bursa, Ekin, 3. Baskı, 2019, s.877).

[4] “Kabine”, “bakanlar kurulu” ve “hükûmet” terimleri için bkz.: Kemal Gözler, Anayasa Hukukunun Genel Teorisi, Bursa, Ekin, 2. Baskı, 2020, c.II, s.255-258. “Kabine” kavramının İngiltere’de ortaya çıkışı konusunda bkz.: Ibid., c.II, s.258-266.

[5] “Kabine (cabinet)” kavramının İngiltere'de ne zaman ve nasıl ortaya çıktığı konusunda bkz.: Kemal Gözler, Anayasa Hukukunun Genel Teorisi, Bursa, Ekin, 2. Baskı, 2020, c.II, s.258-260.

[6] Taha Akyol, “‘Cumhurbaşkanlığı kabinesi’ diye bir kurum yok”, Karar, 11 Ağustos 2020 (www.karar.com/...-1579376).

[7] Hâliyle “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi”ne anayasal bir dayanak sağlandığında ortaya bir çelişki çıkacak ve şu soru sorulacaktır: Madem böyle bir kurula ihtiyacınız vardı ve madem böyle bir kurulu üç yıl sonra geri getirecektiniz, neden üç yıl önce yüz elli yıllık “Bakanlar Kurulu”nu kaldırdınız? Hâliyle bu soruya cevap vermesi gereken kişi ben değilim. Malum ben Türkiye’de parlâmenter hükûmet sistemi kaldırıp, “Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemi”ni getiren bu Anayasa değişikliğine zamanında şiddetle karşı çıkmıştım. Bkz. Kemal Gözler, Elveda Anayasa: 16 Nisan 2017 Referandumu ve Bu Referandumda Oylanan Anayasa Değişikliği Hakkında Makaleler, Bursa, Ekin, Genişletilmiş 4. Baskı, 2021, 310 s.

[8] İdare hukukunda “istişarî organlar (organismes consultatifs)” konusunda bkz.: Kemal Gözler, İdare Hukuku, Bursa, Ekin, 3. Baskı, 2019, c.I, s.381-381, 970.

[9] İdare hukukunda “istişarî kararlar (décisions consultatives)”, yani “görüşler (avis)” konusunda bkz.: Kemal Gözler, İdare Hukuku, Bursa, Ekin, 3. Baskı, 2019, c.I, s.307-808, 970-971.

[10] İdare hukukunda “istişare usûlü (procédure consultative)” konusunda bkz.: Kemal Gözler, İdare Hukuku, Bursa, Ekin, 3. Baskı, 2019, c.I, s.970-97.

[11] Şüphesiz Cumhurbaşkanı bu basın açıklamalarında Kabine toplantılarında “karar alındığını” değil, “değerlendirme” yapıldığını söylüyor. Örneğin 29 Mart 2021 tarihli Kabine toplantısının ardından yaptığı basın açıklamasında şöyle demiştir: “Son bir yıldır her Kabine Toplantımızda olduğu gibi bugün de salgınla ilgili tüm gelişmeleri ayrıntılı bir şekilde değerlendirdik” (www.tccb.gov.tr/.../126400/...).

[12] İçişleri Bakanlığının 2 Mart 2021 Tarihli Genelgesi (www.icisleri.gov.tr/...-sureci).

[13] İçişleri Bakanlığının 26 Nisan 2021 Tarihli Genelgesi (www.icisleri.gov.tr/...-gonderildi).

[14] Örneğin Antalya İl Umumi Hıfzıssıhha Kurulunun 28 Nisan 2021 tarih ve 2021/27 sayılı kararında “bu çerçevede 26.04.2021 tarihinde Sayın Cumhurbaşkanımızın başkanlığında toplanan Cumhurbaşkanlığı Kabinesinde alınan kararlar doğrultusunda” ibaresi bulunmaktadır (www.antalya.gov.tr/...-karari). Diğer bir örnek: İstanbul İl Hıfzıssıhha Meclisinin 17 Nisan 2021 tarih ve 36 sayılı Kararında “Bu çerçevede 26.04.2021 tarihinde Sayın Cumhurbaşkanımızın başkanlığında toplanan Cumhurbaşkanlığı Kabinesinde alınan kararlar doğrultusunda” ibaresi kullanılmıştır (www.istanbul.gov.tr/...No_36.pdf )

[15] “Maddî varlık (existence matérielle)” kavramı hakkında bkz: Kemal Gözler, Hukukun Genel Teorisi, Ankara, US-A Yayıncılık, 1998, s.27-28.

[16] “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi kararları”nın Resmî Gazetede yayınlanmış metinleri yoktur. Bilgim olmamakla birlikte, ben şahsen, Kabine toplantısında “alınmış” kararların yazıldığı ve altı bütün bakanlar tarafından imzalanmış bir kağıt olduğunu da sanmam.

[17] Millî Eğitim Bakanlığının 14 Şubat 2021 Tarihli Basın Açıklaması (www.meb.gov.tr/...22553/tr).

[18] Millî Eğitim Bakanlığının 27 Şubat 2021 Tarihli Basın Açıklaması (www.meb.gov.tr/...22640/tr ).

[19] İçişleri Bakanlığının 2 Mart 2021 Tarihli Genelgesi (www.icisleri.gov.tr/...sureci).

[20] İçişleri Bakanlığının 16 Mayıs 2021 Tarihli “Kademeli Normalleşme Tedbirleri Genelgesi” (www.icisleri.gov.tr/...-genelgesi).

[21] Millî Eğitim Bakanlığı, 12 Mayıs 2021 Tarihli Basın Açıklaması (www.meb.gov.tr/...23197/tr).

[22] Millî Eğitim Bakanlığı, 16 Mayıs 2021 Tarihli Basın Açıklaması (www.meb.gov.tr/...23203/tr).