31 Mart 2021 Çarşamba

İradesini teslim etmiş canlı robotlar Taha Akyol/31.03.2021

Adnan Hoca cemaati modelinde insanın gönüllü esirleşmesini anlatan bir romandan bahsedeceğim bugün: Gürkan Sekmen’in “El Yapımı Ruhlar” adlı eseri. (Yüzleşme Yayınları)

İradesini bir şeyhe, bir şefe, bir lidere teslim etmiş insan tipi yaygındır. Bireyliğin gelişmediği toplumlarda daha ağır bir sorundur.

Bizde de ağır bir sorundur.

Bizde George Orwell’in “1984” romanı türünden totalitarizm eleştirisi yapan bir edebiyat gelişmedi. Gönüllü köleliklere karşı özgür insan konusunu işleyen bir edebiyatımız vardır ama çok zengin değildir.

Merhum Tarık Buğra’nın “Gençliğim Eyvah” romanı, bu alanda bizde bir şah-eserdir.

‘EL YAPIMI RUHLAR’

Merhum Tarık Buğra’nın romanında, sahte bir misyon duygusu aşılayarak gençleri köleleştiren karizmanın unvanı “İhtiyar”dı…

Sekmen’in romanında bu karizma Sina adını taşıyor:

“Ben insanların ruh halleriyle böyle oynayabilen birini hayatımda ilk defa görüyordum… Bu adam insanların ruh halini bir orkestra şefi gibi yönetiyordu. Bu becerisi beni hem şaşırtmış hem kendisine hayran bırakmıştı…”

Gençleri yüce maksatlar için fedakarlıklara çağırıyordu:

“İnandığın şeyler için bedel ödemezsen inanmadığın bir hayata mahkum olursun…”

Gürkan Sekmen olguları yansıtan romanında hayranlıkla başlayıp gönüllü esirliğe dönüşen örgüt hayatını anlatıyor. Sıradan genç insan, artık yüce ideallerin neferidir. Öyle olduğunu sanarak gönüllü köle geline gelmiştir. Her fedakarlığa, ölmeye, öldürmeye bile hazırdır!

İşte “el yapımı ruhlar” bu psikolojik mekanizmalarla üretiliyor.

Ayrılmak mı? Romanda şunu okuyoruz:

“Onun tutkulu ideallerinin altında yatanı gördüğümüzde ve neye suç ortağı olduğumuzu anladığımızdaysa bir şeyleri feda etmeden geri dönemeyecek kadar çok yok almıştık…”

Bu yapılardan çıkmak bir dernekten, demokratik bir partiden istifaya benzemez.

Zordur, ıstıraplıdır. Hatta tehlikelidir, hain olursunuz!

Bunu göze alarak ‘hürriyeti seçmek’ mümkün tabii.

‘ON EMİR’

Kitabında Gürkan Sekmen “İnsanın başka biri tarafından böyle zalimce kullanılmış olması ve ellerinin arasından hayatının boşluğa kayıp gitmesi korkunç bir şey” diyor. “O zamanlar öylesine genç ve naiftik ki, Sina’nın nasıl biri olduğunu birinci günden anlamamız mümkün değildi. O asla kolayca anlaşılabilir türden biri değildi…”

Onun anlaşılmaz hallerini insan-üstü, hatta uhrevi işaretler sanıyorlardı!

Sekmen, romanının sonunda, bu zorlu kölelik-özgürlük tecrübesinden süzüp çıkardığı kendi “on emir”ini yazmış. “Birinci Emir: Aklını ve vicdanını kimseye emanet etme... İkinci emir her şeye rağmen gerçeğe saygı duy, onu tüm aidiyetlerinin ve sosyal kabullerin üstüne koy…” diye devam ediyor.

İster sosyal ve siyasi, ister felsefi ve dinî olsun, açık ve şeffaf topluluklara “üye” olmak iyidir, sosyalleşmeye de katkısı olur. Fakat “mürit” ya da “aparatçik” olmak fecidir.

“Üye” yani özgür insanlar topluluğunda bağımsız birey; istediği gibi konuşur eleştirir, önerir, müzakere eder, istediği zaman da ayrılır…

“Mürit” ya da “aparatçik” ise köleleşmiştir, makinanın kişiliksiz vidası, diktatörün piyonudur.

ÖZGÜR VE SOSYAL

Gürkan Sekmen’in anlattıkları Fetö’ye de uyuyor. Bu tür yapılar iyi niyetli insanları da çekebildikleri için, suça karışanlarla suç fiili işlememiş olanları ayırt etmek hukuki ve ahlaki bir ödevdir.

Bu yapılar sırf dinsel de değildir. Benim “Hayat Yolunda” adlı kitabımda anlatmıştım. Faşizmde yüce ırkın, komünizmde dünya devriminin neferi olmak duygusu da gönüllü köleler, öfkeli robotlar yaratmıştır.

Kişilik arayan genç Göbbels’in, Hitler’le ilk karşılaşması üzerine anı defterine yazdığı satırlar şöyleydi:

“O dakikada yeniden doğdum! Artık gideceğim yolu biliyordum... Bizim hayran gözlerimizin önünde bir yıldız gibi yükseldiniz. Kafamızı aydınlatan mucizeler yarattınız, bu şüpheler ve mutsuzluklar dünyasında bize inanç verdiniz... Şaşkın bir halde insanı ve görevi arayan bütün bir kuşağı dile getirdiniz. Söylediğiniz şeyler umutsuzluktan, Tanrısız bir dünyanın içinden doğmuş yeni bir siyasi inancın temelleriydi. Size teşekkür ederiz. Bir gün Almanya da size teşekkür edecektir.”

İşte bu kör hayranlık, gönüllü esirlik psikolojiden sakınmalıyız.

Fikrimiz ve zikrimiz elbette farklı olacak, ‘özgür ve sosyal insan’ olabilmeliyiz

İdeoloji, hakikat, menfaat Mustafa Çağrıcı/31.03.2021

Bir ilim insanının, akademik alanında ve yan alanlarda bilgisini, birikimini sürekli geliştirip güncellemesinin, bu sayede cehalet kaynaklı bağnazlıktan ve “uzman körlüğü”nden kurtulup hakikat ve erdeme yükselmesinin değerini arı duru gösteren bir eser okuyorum: Saygıdeğer Prof. Dr. İsmail E. Erünsal’ın Halil Solak Beyefendi’nin sorularına verdiği cevaplardan oluşan Yirmi İki Mürekkep Damlası - Osmanlı Sosyal ve Kültür Tarihi Üzerine Sohbetler” kitabı… Hocamız, tevazuundan dolayı eserine “mürekkep damlası” demişse de hususiyle benim gibi bu konularda bilgisi sınırlı olanlar için eserin içinde akan bilgiler, “mürekkep damlası” değil, mürekkep ırmağıdır.

Irmağın 22 kolundan 17.si “İlmî Araştırmalarda İdeolojik Körlük” başlığıyla katılmış kitaba.

***

Cumhuriyet döneminin kimi yönetici ve aydınlarının koyu ideolojik Osmanlı karşıtlığı, her ideolojik fanatizm gibi zıddını yani Osmanlı kutsayıcılığını üretmiştir. Elbette her iki tutumun yanlışlığını gören münevverler de var. Bunlar da üç gruptur. (a) Gözlemlerime göre bizde çoğunluğu oluşturan grup, ideolojik bağnazlar da dâhil olmak üzere, bütün grupların en mide bulandırıcı olanlarıdır. Çünkü onlar hem doğrunun ne olduğunu bilirler hem de ahlak dışı hesaplarla, güçlülerin sahip çıktığı yanlışın yanında dururlar. (b) İkinci bir grup da doğruyu-yanlışı görür ama kenarda sessiz dururlar. (c) Bilimsel özgürlüğe ve dürüstlüğe saygı kültürünü kaybetmiş bizim gibi toplumlarda azınlıkta kalan özgür ruhlu münevverler ise, türlü şekillerdeki riskleri göze alarak ilmî terbiye dâhilinde bilgi ve hakikat nasıl gerektiriyorsa öyle konuşur ve yazarlar.

Erünsal hocamız, kitabında, her iki ideolojik tarafı da –bilim ahlakının gereği olarak- gayet zarif bir üslupla ve gerekçeleriyle birlikte eleştirmiş. Doğruyu-yanlışı görüp de dürüstlükten sapanlara veya kenarda duranlara –özel sohbetlerinden de bildiğimiz- sitemini (medreselerdeki icazet usulünü geri getirmeyle ilgili soruya cevabında) şöyle dile getirmiş: “… Bu sorunun muhatabı Osmanlı ilmiye teşkilatını çalışanlar ve ilahiyatçılar olmalıdır. Maalesef onlar sustukları için benim, haddim olmayarak, bir şeyler söylemem gerektiğini düşünüyorum. Bu konuların ortaya çıkışı da burada bahsettiğimiz bazı konular gibi ideolojiktir. Maalesef popülaritelerini artırmak, bu yolla şöhret bulmak, hatta menfaat temin etmek isteyen bazı akademisyen kılıklı kimselerin çanak tuttuğu bu tür konular, Osmanlı döneminin her şeyini kutsamak isteyenler için cazip bir hale gelmiştir” (s. 355).

***

Hocamızın bu yazdığını okuyunca, on küsur yıl önce yaşadığım bir olayı hatırladım: Sevdiğim bir akademisyen dostum, bana yanlış olduğunu kendisinin de bildiği bir telkinde bulunmuştu. Biraz da sert bir tepki göstermem üzerine, “Ama hocam şimdi işler böyle gidiyor!” demişti. O arkadaş gidişe ayak uydurmanın –aklınca- ödülünü aldı ama hâlâ onu severim, o sebeple de daha çok üzülürüm.

Ben evvela kendime, kendi evim bildiğim yere ve kendi ev halkım bildiğim topluluklara bakarım; herkesin de öyle yapmasını dilerim. Kimi din/dindar etiketli kişilerin, grupların, özellikle grupçuların dünya hevesleri uğruna, Allah ve kulları karşısında haya perdelerini yırtarak, kimlere ne dalkavukluklar yaptıklarına, ne kılıklara büründüklerine, yollarına duracağını düşündükleri kişilere ve kurumlara ne çamurlar attıklarına, ne çelmeler taktıklarına, ne gönüller yıktıklarına ve –en acısı- bütün bu fenalıkları din örtüsünün altına sakladıklarına bir bakar mısınız?!

Asıl üzüntü sebebimiz, “Niye bizim dünyada toplumlarımızı hakikate, iyiliğe, adalete ve huzura taşıyacak temel güç olan bilginin temsilcileri, önce onlar, bütün türleriyle ideolojik fanatizmlerden, dalkavukluk ve/veya hesapçılıktan bir türlü kurtulamıyorlar?” sorusunun cevabını bulamayışımızdır. Birkaç yıl önce tatsız mı tatsız bir olayın şokuyla ve duygusal bir yıkılmışlıkla aynı üzüntüyü yaşayan bir dostuma şöyle demiştim: “Hocam! Ne oluyor bize?‘İnsanlığı kurtaracağız diye yola çıkmıştık. Ama geldiğimiz noktada dünya menfaati ve ikbalini görünce –bırak âlemi kurtarmayı- kendimizi kaybettik!”

 

 

Siyasette yeni kopmalar ve tarihsel kırılmalar TARIK ÇELENK/31.03.2021

Ekopolitik Düşünce Merkezi’nin Kurucusu Tarık Çelenk “Siyasi tarihi ve coğrafyaları doğru bir metod ile okuyabilmek, bizlere sadece bugün için değil, yarın için de değerli ipuçları verebiliyor” diyor.

Siyasi süreçlerimizi bugünden sadece sayısal (kantitatif) araştırmalarla okumak yeterli olamayabiliyor. Siyasi tarihi ve coğrafyaları doğru bir metod ile okuyabilmek, bizlere sadece bugün için değil, yarın için de değerli ipuçları verebiliyor. Bugün kamuoyu, AK Parti’den kopan Gelecek ve DEVA, MHP’den koptuğunu kabul ettiğimiz İYİ Parti’nin performanslarını ilgiyle merak etmekte. Burada tabi ki yüzde 10’luk bir partiden ayrılıp yüzde 10’u oldukça geçen İYİ Parti’yi daha doğrusu Meral Akşener’i de biraz ayrı değerlendirmek gerekiyor.

Son 200 yıllık siyasi tarihimizde demokrasi maceramız, batıdaki gibi halkımızın talebiyle değil, devletimizin Senedi İttifak-1808 ve Tanzimat-1839 hamleleri ile başlatılan anayasal sürecin bugünlere uzanan sonucuydu. Sade tabirle, devletimizin batı karşısındaki beka sorununun çözülebilmesi için batılılaşma-modernleşme tercihimizin demokrasi bir sonucuydu. Demokrasimiz, kalitesi sorunlarıyla, 1950’lerden bugünlere kadar katılımcı, çoğunlukcu veya sadece sandık niteliği ile sürmeye çalışmakta.

1839 Anayasa, vatandaşlık, meşrutiyet, 1950 çok partili demokrasi, NATO’ya giriş, AB katılım kararı, Kemal Derviş reformları ve belki çözüm süreçleri gibi kritik eşiklerin bir devlet kararı olmasından ziyade eskilerin tabiri ile ‘Düveli Muazzama’nın tavsiyelerinin önemli rol oynadığı da ifade edilmektedir. Devletimiz de bu reformlarla içte, bölgesel ve küresel ölçekte istikrarını pekiştirdiğine karar vermiştir.

200 yıllık hikayemizde, işin ilginç tarafı da yapılan reformlar ve siyasi dönüşümlerde hep ciddi iç ve dış kırılmalar önemli roller oynamıştır. 1839’dan Tanzimat’tan önce Yunanistan’ın bağımsızlığı ve Mısır krizi, 1876 Osmanlı-Rus harbi bağlı Meşrutiyet’in ilanı, İstibdat, 1909 askeri darbesi Meclisi-mebusan tesisi, I. Dünya Savaşı, Sevr ve Kurtuluş Savaşı ardından Cumhuriyetimizin kuruluşu, II. Dünya Savaşı sonu soğuk savaş düzeni, 1950 demokrasiye geçişimiz, Sovyetlerin dağılması arkasından ılımlı İslam’ın iktidarı ve kimlik-milliyetçi ayrışmaların güçlenmesi gibi örnekler ile iddiamızı temellendirebiliriz. 1946’larden bugünlere, oldukça siyasi kopuş hareketleri tarihimizde mevcut. CHP’den kopan DP sonra AP’ye dönüşüyor MSP ve MHP’nin de kurucularının kökenlerine baktığınızda DP’ye kadar gidebiliyor. İlgilenenler için bu konuların çeşitliliğine ilişkin oldukça yazı ve kaynak mevcuttur.

İÇ KIRILMALARDAN SONRA ÇIKAN LİDERLER

Siyasi tarihimizin gördüğü yeni liderler ve hareketlerin de iç kırılmalar veya darbelerden sonra çıkabildiğini görmemiz gerekiyor. Kısmen Adnan Menderes’i, 1960 ihtilali sonrası Süleyman Demirel’i, 1980 darbesi ve 24 Ocak kararları sonucu Turgut Özal’ı ve 28 Şubat post modern darbe ve yıkıcı ekonomik kriz sonrası Recep Tayyip Erdoğan’ı siyasi tarihimiz bu anlamda kaydetmekte.

Adalet partisi 1960 ihtilali sonrası, Anavatan Partisi 1980 darbesi sonrası ve AK Parti ise 28 Şubat sonrası süreçte doğdular. Üç partinin de yenilikçi ve mağdur olma özelliklerini ortak payda olarak kabul edebiliriz. Adalet Partisi liderini sonradan doğurdu. DP’nin devamı kabul ediliyordu. Anavatan ise bir partinin devamı değildi tamamen yeniydi. AK Parti ise ana gövdesi Refah Partisi’nden kopan yeni bir hareketti. Anavatan ve AK Parti liderleriyle mukavim oldular. MHP hareketinin siyasi tarihimizde geniş bir kitle tabanında değil ancak geçmişte ve bugün devletin derinlerinde ideolojik belirleyici bir karşılığı vardır. MHP’den kopuşlara en uygun ilk örnek merhum Yazıcıoğlu’nun BBP hareketidir. Gönüllerin birincisi olan bu hareket bir misyon ve Anadolu gençliği taban hareketi olarak kaldı ama kitleselleşemedi. Fakat dinamik gönül bağlıları farklı siyasi hareketler içinde bugün de dahil önemli fonksiyonlar icra edebildiler.

MHP’den son kopan İYİ Parti hareketi ise Akşener liderliğinde MHP tabanının ötesinde merkez tabanda karşılık bulma potansiyelinde gözüküyor. Akşener hareketi ve MHP’nin tarihsel ideolojik bakışına ilişkin görüşlerimi önceden ifade etmiştim. Tarihimizde tekrar etmemiz gerekirse, kopmalar ve yeni hareketlerde birkaç ortak payda önümüze çıkmakta. Öncelikle sistemin siyasal ve ekonomik bir krizde bulunması ve bundan çıkış ihtiyacını hissetmesi durumu söz konusu olması gerekiyor. Bunu ifade edebilecek kadrolar veya liderlerin kendi siyasi hareketleri içinde hak ettikleri yerleri bulamaması başka bir değimle mağduriyetleri de başka bir unsur olabiliyor. Siyasi hareketlerin gerçekten vizyon ve kadro olarak “yenilikçi” veya Bekir Ağırdır’ın değimiyle ikna edecek bir “hikayelerinin” bulunması da gerek şartlardan bir diğeri gibi gözükmekte.

Kopma hareketleri liderlerinin mağduriyetlerinin, aslında kendilerinin değil toplumun mağduriyeti olduğuna halkı ikna etmeleri gerekmekte. Burada her ne kadar yaratılışta lider yeteneği olsa da liderlik vasfı sonradan ortaya çıkan siyasilerin, genelde 1950, 1960 ve 1980’deki kırılmalarla önlerinin açılabildiğini tespit ediyoruz.

Demirel ve Özal siyasi gelenekten gelmediler. Sonradan siyasetçi oldular. Mühendis idiler. Her ikisi de Cumhurbaşkanı olduktan sonra partileri üzerindeki kontrollerini kaybettiler. Yani bir bakıma önderlerin özden siyasetçi olmaları kendilerine ayrı bir avantaj sağlıyor. Erdoğan’ın liderliği uzun bir siyasi mücadeleye dayanmakta. Akşener ise siyasi tecrübesini seçmen sokağında çok iyi kullanmakta.

DP, AP, ANAP ve AK Parti hareketlerinin bir diğer özellikleri de toplumda iş yapmak isteyen, başarı hikayeleri olan önleri kapanmış siyaset yapmak isteyen sınıflara kucak açmalarıydı. Bugün Konda’ya göre Cumhur İttifakı ve çok parçalı Millet İttifakı bir elmanın yarısı gibi statik olarak bölünmüş durumdalar. İstanbul seçimlerindeki farkı da sandığa hiç gitmeyen Z kuşağı çoğunluklu genç seçmenin ‘artık yeter’ demesi belirledi. Yeni partiler için belki bu konu yoğunlaşabilecekleri en gerçekçi alan.

Gelecek Partisi ve DEVA’nın AK Parti kopuşu yukarıda belirtilen hususlar ölçüsünde değerlendirilebilir. AK Parti’den kopan bu iki partinin neden ayrı kuruldukları hususunda kamuoyu henüz tatmin olabilmiş değildir. Bu ayrışmanın kişisel bir tercih olması seçeneği ise seçmende temel güven kaygısı yaratmaktadır. Siyasi tarihimizde aynı partiden birden çok kopma örnekleri nadir görülmüştür. Bunlarda temel ideolojik nitelikteki ayrışmalardır. Gelecek ve DEVA’ya baktığınızda gerek kadrolar gerekse de programların nitelikleri benzeşmektedir. Her iki partide de diğer partilere nazaran ülkenin nitelikli siyaset yapmak isteyip önleri açılmayan, yıpranmamış idealist insanları mevcuttur. Bu anlamda Gelecek Partisi’nin eski siyasetçi kadrolarının siyasi tecrübelerinin daha fazla olduğunu görebiliyoruz. Buna karşın DEVA’nın ise Z kuşağı ve eğitimli genç kuşak nezdinde henüz kararlılığa döndürülememiş bir sempatisini tespit edebiliyoruz.

YAPISAL ÖZELEŞTİRİ BİR GEREKLİLİK

Her iki partinin liderleri de AK Parti’nin altın çağına kendilerinin önemli katkıları olduğunu ifade etmekteler. Ancak AK Parti döneminin hatalarını ise sahiplenmemekteler. Bu anlamda yapısal ve tarihsel bir özeleştiri yapmadıkları müddetçe iki partinin işleri zor gözükmekte. Eğer AK Parti’nin tarihsel misyonunu bitirdiğini farz edersek gelecek siyasetin Neo AK Partilere ihtiyacının olmadığını görmemiz gerekebilir. Seçmende, ilgili parti yetkilileri kabul etmemesine karşın böyle bir algı devam etmekte. Siyasette bir çıkış arayan Kürt mahallesinin ise bu iki partiye teveccühü tahminlerin ötesinde gözükmekte. Akşener’in bu her iki partiye nazaran kısmen vizyon, kadro ve yıpranmış siyasetçilerle çalışma sorunu varken neden seçmen sokağında karşılık ve başarı bulabildiğinin bu iki parti tarafından ciddi analiz edilmesi gerekiyor.

Akşener’in nasıl potansiyel tabanının vizyoner bir Türk milliyetçiliği ve toleranslı sekülerlik ile dönüştürmesi gerekliliği varsa Davutoğlu ve Babacan’ın da muhafazakâr tabanlarını benzer nedenlerle dönüştürebilmeleri ve ikna edebilmeleri gerekmekte. Erdoğan’ın geniş muhafazakâr kitleyle kurduğu karizmatik güven ilişkisi varken bu zor gözükebilir. Zira Erdoğan muhafazakâr tabanı AB, çözüm süreçlerine, Türk-İslam sentezine, beka odaklı ‘ulusalcılığa’ hep ikna edebilmiş ve sıkça dönüştürebilmişti. Güven de ehliyet liyakat esası da duygu bağlarının sağlanması ve güçlendirilmesi de önem taşır. Sosyolojimizde son kertede nitelikli genç kadrolar, radikal dönüşümler ve programlar önemliyse de siyasi hareketlerin liderlerinin güvenilir ve ikna edicilikleri belirleyici olmakta.

27 Mart 2021 Cumartesi

On beş ‘dakkada’ hilafet/halifelik Mustafa Öztürk/27.03.2021

Hilafet (halifelik) millet ve memleket açısından çok büyük ve acil bir ihtiyaç… Bu büyük ihtiyaç bugüne kadar nasıl fark edilememiş, anlamak mümkün değil… Oysa bir gedikli İlahiyatçının çok derin ferasetle buyurduğu veçhile Meclis on beş dakkada cumhuriyeti ilga, hilafeti ihya etse ne güzel olur; zira o zaman Türkiye bir Türkiye daha olur… Başka bir ifadeyle, Cumhuriyet’in yerine hilafet rejimi şipşak ikame edilse, tıpkı parlamenter rejimden cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine intikalle birlikte devlet ve milletçe uçmamız(!) gibi, Türkiye ışık hızının da ötesinde tayy-i zaman/mekân özelliği kazanır. Öyle ki hilafet ihya edilir edilmez, sözgelimi, dolar Türk lirasına eşitlenir; faiz denen illet, Ayasofya imamının buyurduğu gibi, sıfır noktasına gelir; enflasyon hepten silinir; işsizlik sorunu kendiliğinden çözülüverir; adi suç, şiddet, kadın cinayeti, yolsuzluk, hırsızlık ve sair tüm müzmin sorunlar da hilafetin feyiz ve bereketiyle topyekûn halloluverir.  

Satirik muhabbet bir yana, gedikli bir İlahiyatçı kalkmış, “Hilafetin ihya edilmesi TBMM’nin yetkisindedir. Şayet ki çoğunluk herhangi birini halife seçtik kararını verirse bunda hiçbir sıkıntı olmaz. Meclis on beş dakika sürecek bir kararla bunu bitirebilir” demiş. Neymiş, İslam âleminin bir araya gelmesini sağlayacak tek şey, halifelikmiş… Derin tefekkür ve teemmülle üretildiği anlaşılan bu dahiyane görüşün sahibine sormak gerek, halifelik denen şey bugüne kadar kimi bir araya getirmiş? Hz. Peygamber vefat eder etmez, cenazesi henüz ortadayken “Sakîfetü Benî Saîde” isimli mekânda başlayan hilafet tartışmasında neler yaşandığını merak edenler, Ahmet Akbulut’un “Sahabe Dönemi İktidar Kavgası” adlı eserini okusunlar da görsünler hilafet kimleri nasıl bir araya getirmiş? Hilafet, sözgelimi Yavuz ile Şah İsmail arasında can ciğer kuzu sarması dostluk tesis etmiş de bu tarihî gerçeği biz mi yanlış öğrenmişiz? Yoksa Osmanlı devleti parçalanırken, laik cumhuriyet rejimiyle yönetildiği için mi İslam dünyası o gün bir araya gelememiş?

Tarihi kökeni Sakîfetü Benî Saîde’deki tartışmaya dayanan, on beş asırlık kan davası olarak bugüne kadar uzanan ve kıyamete kadar da muhtemelen sürecek olan Şiî-Sünnî ayrışmasının temel sebebi, hilafet denen iktidar sevdası değilmiş de başka bir şey miymiş? Halifelik Hz. Ali ile Muaviye’yi mi yoksa Hz. Hüseyin ile Yezid’i mi bir araya getirmiş? Yoksa Emevî valisi Haccâc’a meşhur sahâbî Abdullah İbnü’z-Zübeyr’in başını kestiren dava, hilafet/iktidar davası değil de Allah yolunda cihad şevki miymiş? Yoksa I. Yezid döneminde yaşanan ve aralarında seçkin sahâbîlerin de bulunduğu yüzlerce (kimi kaynaklara göre binlerce) Medineli müslümanın katledilip bu arada tecavüze uğrayan kadınlardan doğan çocukların sonradan “evladü’l-harre” diye anıldığı Harre vakası da yine hilafet odaklı ciddi rahatsızlıkla ilgili korkunç bir nefret ve şiddetin tezahürü değil de “ilâ-yı kelimetullah” denen davanın bir neticesi miymiş? 

Hilafet, Hz. Peygamber vefat ettiği günden beri İslam dünyasında siyasi iktidar hırsının en zehirli sembolü olarak sayısız müslümanın kanının heder olmasından başka ne işe yaramış? İslam dünyasının halifelik denen çatı altında güya tek vücut gibi göründüğü asırlar boyunca aydınlanmaya mı tanık olunmuş yoksa sanayi devrimi gibi devrimler mi yaşanmış? İşin gerçeği, hilafet denilen şey, Seyyid Bey’in ifadesiyle, asırlardan beri şer’an mezmûm ve merdûd olan saltanattan ve kendilerine “halife” namı verilen zatlar da mülûk (krallar) ve selâtînden (sultanlar) başka bir şey değildir… Hiç şüphe yok ki endişesi sırf milletin saadetinden ibaret olan bir Millet Meclisi hükümeti, nazar-ı şâride, tâc u tahttan başka bir şey düşünmeyen bir saltanattan elbette çok daha makbuldür.

Bütün bunları bir kenara koyalım ve akıldâne İlahiyatçının dediği gibi on beş dakkada hilafetin ihya edildiğini varsayalım, peki hilafet ihya edilip İslam âlemi bir araya gelince özgürlükler mi artacak, insan hakları ihlalleri mi azalacak yoksa ekonomik sıkıntılar mı ortadan kalkacak veya kişi başı milli gelir iki-üç katına mı fırlayacak? Uzun lafın kısası, hilafet ihya edilince gerçekten ne olacak? İsterseniz daha açık soralım: TBMM bir kişiyi halife seçer seçmez o kişi “Hâdimü’l-Haremeyni’ş-Şerîfeyn” unvanıyla gidip Eyüp veya Ayasofya Camii’nde tantanalı bir törenle kılıç kuşansa Mısır’da Sisi, İran’da Hamaney, Suudi Arabistan’da kral Selman bizim halifeye biatlarını mı ilan edecek? Yoksa hilafetin bu şekilde ihyası gerek İslam âleminde gerek bütün dünya sahnesinde Cemalettin Kaplan’ın vaktiyle kendini halife ilan etmesine benzer şekilde mi görülecek? 

Yazıyı sonlandırırken şöyle bir soruyu idrakinize sunuyorum: Özellikle gedikli İlahiyatçıların kafası niçin millet ve memleketin sosyal ya da ekonomik sermayesine hemen hiçbir katkısı olmayan, bilakis çok kere dinîlik süsü verilmiş nostaljik unsurlar ile siyasi iktidara göz kırpan tuhaf fetvaları gündeme taşımak suretiyle hemen her defasında yeni bir toplumsal gerilim ve çatlağa yol açan mevzulara çalışır? Bu soruya farklı cevaplar verilebilir; benim çok kısa ve kestirme cevabım, “siyasi iktidara yağcılık ve yalakalık” şeklindedir. Nitekim ulema-iktidar ilişkinin tarihsel geçmişi araştırıldığı zaman, klasik kaynaklarımızda akla hayale gelmeyecek yalakalık örneklerinin kayıtlı olduğu görülebilir.

24 Mart 2021 Çarşamba

AK Parti, ‘hukuk emperyalizmi’ ve faiz lobisi Mehmet Ocaktan/24/03/2021

Bir iktidar kendi ayağına kurşun sıkmak için bu kadar çılgın hamleleri nasıl bir araya getirir doğrusu anlamak mümkün değil. Bir gecede hem Merkez Bankası darbesiyle Türk parasının itibarını yerle bir ediyorsunuz, hem de İstanbul Sözleşmesi’nden çıkarak uluslararası hukuk normlarına veda edebiliyorsunuz.

Bir ülkenin demokratik görünümü açısından hayati bir öneme sahip olan hukuki güvenilirlik, insan hakları, özgürlükler, şeffaflık ve ekonomik rasyonalite gibi en temel sermayelerinin değerini düşürmeyi hedefleyen bu hamleler, aslında o ülkenin bütün güvenli limanlarını bombardımanla yok etmek kadar tehlikelidir.

Oysa şu anda hukuk devleti nosyonunu kaybettiği için hem içeride, hem de dış dünyada ciddi bir güven sorunu yaşayan Türkiye’nin her zamankinden çok hukuk güvenliğine ve ekonomik rasyonaliteye ihtiyacı var.

Ancak talihsizliğe bakın ki AK Parti iktidarı ülkenin en değerli sermayesi olan “hukuk devleti” anlayışını ve ekonominin rasyonel temellerini yok etmekle kalmıyor, her halükarda kendisinin haklı olduğunu göstermek için de etrafı “hamaset kirliliği”ne boğuyor…

Düşünün ki Merkez Bankası darbesiyle ekonomide kelimenin tam anlamıyla “kara Pazartesi” sendromu yaşanmış ve Türk parası büyük değer kaybetmiş, ama AK Parti’nin “dış düşman” söylemlerinden güç alan birileri çıkıp “Faiz lobisi ve Londra baronlarının oyunu bozuldu” benzeri meczupluklarla etrafı kirletebiliyorlar.

Bu ifadeler, AK Parti’nin bizzat AK Parti’ye düşmanlık yaptığının en bariz göstergesidir. Manzara şu; faizi arttıran AK Parti iktidarı, Naci Ağbal görevden alındığı için “Londra baronlarının oyunu bozuldu” çığlıklarını atan da yine AK Partililer.

Ne yazık ki etrafı kirleten bu ucuz trolcü zihniyeti bizzat AK Parti icat etti. Partiyi yönetenlerin “Dış güçler ülkemizi yok etmek için ekonomik operasyonlar yaparak paramızın değerini düşürüyorlar, Suriye’de, Irak’ta, Libya’da bize büyük tuzaklar kuruyorlar” benzeri hamaset söylemleriyle beslenen bu kitleler, yarın bizzat AK Parti’yi de “dış güçler”in bir aparatı olarak görmeye başlarsa kimse şaşırmasın…

Bu konudaki en çarpıcı örnek, “Kadını kendi manevi değerlerimizle koruruz” diyerek yırtılıp atılan İstanbul Sözleşmesi’dir. Ne hikmetse bu manevi değerlerimiz yüzyıllardır kadınların horlanmasını, çocukların ev içi şiddetin en büyük mağduru olmasını bir türlü önleyemedi…

2011 yılında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi esas alınarak hazırlanan Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadele Hakkındaki Avrupa Konseyi Sözleşmesi (kısa adıyla İstanbul Sözleşmesi)’ne öncülük eden ve ilk imzayı koyan ülke Türkiye’dir. Ve bu başarının altında da AK Parti iktidarının imzası bulunmaktadır.

Bu sözleşme, 11 Kasım 2011 tarihinde Meclis’e getirildi ve sözleşmenin en tepesinde dönemin Başbakan’ı, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın imzası yer aldı.

Dönemin Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin ve AK Parti milletvekili ve komisyon başkanı Azize Sibel Gönül’ün yoğun gayretleriyle teklif Kadın-Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu’nda 22 Kasım 2011’de oybirliği ile kabul edildi ve jet hızıyla da Genel Kurul’dan geçti.

Bu sözleşmeyi sanki emperyalistlerin Türkiye’ye bir oyunuymuş gibi pazarlamaya çalışanların, o günlerde İstanbul sözleşmesini gururla savunan AK Partili vekillerin Meclis tutanaklarındaki şu ifadelerini okumalarında fayda var: “Sözleşmeyi parlamentosundan geçiren, yasalaştıran ilk ülke olma onuru da inşallah bize ait olacak biraz sonra; hepimize ait olacak, bütün milletvekillerimize, bütün gruplarımıza ve Türkiye’ye ait olacak. Bu gurur gerçekten çok tarihi bir anın da aynı zamanda yansımasını ifade ediyor.”

Şimdi, AK Parti’nin son yıllarda estirdiği hamaset rüzgarlarından beslenenler bunun bir “hukuk emperyalizmi” olduğunu ve bu emperyalist oyunun bozulmasını istiyorlar. Yani onlara göre, 2011’de sözleşmeye imza atarak emperyalist oyunun bir parçası haline gelen AK Parti’nin tövbe etmesi ve günahlarından arınması gerekiyor…

Evet Londra baronları ve hukuk emperyalizmi kaybetti… Artık bundan sonra faizlerin ne kadar arttırılıp arttırılmayacağına da, kadınların ne kadar dövülüp dövülmeyeceğine de Ayasofya imamı karar verecek

Bunlar koskoca Osmanlı’da oldu Mustafa Çağrıcı/24.03.2021

Herkesin malumu: İslam toplumlarının, bugün de bütün hararetiyle güncelliğini koruyan bir derdi var: Faiz-ribâ meselesi. Konunun önemi ortada: Bazı insanların sıkıntı ve ihtiyaçlarını karşılamak, sermaye yapmak için paraya ihtiyaçları var; bazılarının da ihtiyaçlarından fazla paraları var. Hem din hem de insaniyet, ihtiyaçların da fazla imkânların da paylaşılmasını ister. Kur’ân-ı Kerîm de paylaşmayı, infak ve ihsanı öğütler. Bu olmazsa ihtiyacı olanlara faizsiz borç verilmesini ister; bu şekilde borç verenleri “Allah’a güzellikle borç verenler” diye anar. 

Ama –belli yükümlülükler dışında- olağan şartlarda kimse illa da iyilik etmeye, borç veremeye zorlanamaz. Tıpkı fazla evinizi kiraya vermek yerine birini kirasız oturtmaya zorlanamayacağınız gibi. Kredi alma–verme de böyle bir şey. Doğal olarak bu konuda iki tarafın da mağdur edilmeyeceği bir çözüm beklenir. Bu çözümü de insanların böyle konularda adaletli hakem olsun diye keşfettiği devlet ve onun yargı organı sağlar. Fıtrî (skolastik prangaya vurulmamış) akıl ve vicdanın hükmü budur. 

Dünyanın başka birçok yerinde olduğu gibi İslam’ın ortaya çıktığı zaman ve coğrafyada da insanlar arasında ekonomik uçurumlar vardı. Zenginler çaresiz yoksulları “riba” denilen tefecilikle soyuyorlardı. Kur’ân-ı Kerîm bu durumu, hedeflediği insaniyet ve ahlak düzenine aykırı bulduğu için ribayı yasakladı. Peygamberimizin Medine hayatı on yıldan ibarettir. Ondan sonrasında –bazı esnetme teşebbüsleri olduysa da- ulemanın katı riba yorumu ve mutlak yasakçılığı günümüze kadar sürdü. Fakat bu katılık İslam toplumlarında gittikçe artan bir sıkışmaya, her alanda ağır sonuçlar doğuran finans ve büyüme sorunlarına sebep oldu. 

***

Bugünlerde dostum M. Akif Aydın Bey’in İSAM’dan çıkan OSMANLI HUKUKU: Devleti Aliyye’nin Temeli adlı nefis eserini okuyorum. Bende takıntı haline gelen “ulema sorunumuz”a ve Müslüman dünyanın bugünkü hallerinin birinci sebebinin hâlâ devam eden ulema sorunumuz olduğuna dair kanaatimin haklılığının bir kanıtını sunacağım, hocamızın kitabından. Bu kanıt, Osmanlı ulemasının “muâmele-i şer‘iyye” ve “para vakıfları”yla ilgili tartışmaları (s. 131-148); insana “Bunlar koskoca Osmanlı’da mı oldu?” dedirtecek tartışmalar. 

Hocamız, Muâmele-i şer‘iyye’de işlemin –kendi deyimiyle- ne kadar “şer‘î” olduğunu şöyle anlatıyor: “Bu yolla bir kimseye borç para verecek kimse [alacağı fazlalığın güya şeklen faiz olmaması için] genellikle önce ona bir malı vadeli olarak satmaktadır… Sözün gelişi… 10.000 liraya ihtiyacı olana kredi verecek kimse, bir sene sonra ödenmek üzere 11.000 liraya bir malı satmakta, sonra aynı malı 10.000 liraya peşin olarak geri almaktadır. Böylece ihtiyacı olan kimse 10.000 liraya kavuşmuş, karşı tarafa da görünüşte satım akdinden doğan 11.000 lira borçlanmıştır” (s. 143). 

Düşünebiliyor musunuz: İbn Kemal, bu uygulamanın hileli ve gayrimeşru olduğunu söyleyenlerin kâfir olup imanlarını yenilemeleri, aksi halde idam edilmeleri gerekeceğini savunmuş! (s. 136) 

Verdikleri kredilerin getirileriyle kamu hizmetleri yapmak üzere kurulan para vakıfları tartışmaları ayrı bir festival! Çivizâde para vakfının ateşli karşıtı; Hatta padişahı ikna edip, uygulanmakta olan bu usulü yasaklayan bir ferman bile çıkarttırmış. Oysa Şeyhulislam Ebüssuud bu vakıflar lehine fetva vermişti. Neyse ki her zaman ulemanın da üstünde itibar gören sufiyyeden Sofyalı Bâlî Efendi padişaha para vakıflarının verdiği hizmetleri anlatmış da yasak kalkmış. 

Bu garip formülleri üretenler de buna karşı çıkanlar da koskoca şeyhülislamlar, kazaskerler. Birinin referansı dokuz yüzyıl önce yaşamış Ebû Hanîfe, diğerinin referansı ondan farklı düşünen öğrencisi İmam Muhammed, bir başkasınınki ikisinden de ayrılan diğer bir öğrenci Züfer vs… Asırlar önceki bu insanların Osmanlı sorunlarını çözecek akılları, fikirleri, yetkileri var; ama üçü de şeyhülislamlık yapmış İbn Kemal’in, Ebüssusud’un, Çivizâde’nin yok!.. 

Keşke ulemamız, o zengin bilgilerini ve parlak zekâlarını –Akif Hoca’nın tabiriyle- böyle “faizi gizleme” hileleri aramak yerine, ümmetin hayrına olan dürüst ve ahlâkî çözümlere kullansalardı belki de Osmanlı gözlerinin önünde erimezdi.

22 Mart 2021 Pazartesi

Zulüm bizdense! Servet AVCI/22.03.2021

Rachel Corrie, İsrail buldozeri tarafından ezildi ama insanlığın bugününe kadar söylenmiş ve söylenebilecek tüm sözler içinde, en güzel, en doğru, en vicdan kanatıcı, en soylu cümlelerinden birini yeryüzüne emanet etti: "Zulüm bizdense ben bizden değilim..."

Washington'da başlayıp, zulme karşı insanlık adına mücadele verirken Refah'ta 24 yaşında sona eren bir hayat... Mazlumların evi yıkılmasın diye buldozerin karşısında dikilen, sonra da alçakça ezilip parçalanan bir vücut...

Yanlış kimden gelirse gelsin karşısında olmak ve bu uğurda her bedeli göze alabilmek ne müthiş bir karakter... 'Biz'den geliyor diye orada saf tutmak, 'yanlış'a makyaj yapmak, onu kutsal gerekçelerle haklı hâle getirmeye çalışmak, tevil etmek ne aşağılık bir durum...

***

Gerçek asabiye bu: Zulüm bizdense bizden olmak!.. Vicdanı arka cebe sokarak, 'bizim' siperden mazluma ateş etmek!.. Bu, ne adına yapılırsa yapılsın yüz karasıdır... Din adına da... Devlet adına da... Millet adına da... İdeoloji veya siyaset adına da...

'Doğru'ya kimden geldiğine bakmadan destek olup, yanında saf tutabiliyor muyuz? 'Yanlış'a kimden gelirse gelsin karşı çıkıp, o yanlışın ortadan kalkması için mücadele verebiliyor muyuz? Temel mesele bundan ibarettir... İnsanlığın turnusol kâğıdı budur...

***

"Kötülük bizdense ben bizden değilim" diyebiliyor muyuz?

"Alçaklık bizdense ben bizden değilim" deyip, dünyalık korkusu yaşamadan tavır koyabiliyor muyuz?

"Yolsuzluk-hırsızlık bizdense ben bizden değilim" diyerek gerekirse kendi ailemize, klanımıza, kurumumuza, cemiyetimize, partimize, ait olduğumuz neresi varsa oraya karşı dikilebiliyor muyuz?

"Adaletsizlik bizdense ben bizden değilim" diyerek, dindaş, soydaş, yoldaş ne varsa geride bırakıp tek başına kalmayı göze alabiliyor muyuz?

***

"Sen haklısın ama karnımızı Firavun doyuruyor" kıssasındaki hâlle, 'iyiliği emredip kötülüklerden sakınmak' ilkesi nasıl da çatışıyor değil mi?

Fert fert hangi taraftayız? Nasıl olursa olsun Firavunlardan yana mı, yoksa haktan yana mı? Günü kurtarırken, geleceği çürüten bir anlayışa mı nefes veriyoruz, yoksa bedeli ne olursa olsun doğruyu mu omuzluyoruz?

Hz. Ömer'e "Bir yanlış yaparsan seni kılıcımızla düzeltiriz" diyen cemaat mi hayatımızda rol model, yoksa ümeranın her türlü yanlışına, hatta tuğyanına fetva kesen sözde ulema mı?

Son tercih hakkımız olsa hangisini seçeriz: Ebu Zerr yalnızlığını mı? Muktedir kılıcı yalayıp, cehenneme odun taşımayı mı?

***

Hatırlatalım: 'Atıl' denildiğinde atılmak, 'tükür' denildiğinde tükürmek, ardından 'yala' denildiğinde yalamak ne rezil bir durum...

Bu tipler hep vardır aslında... Padişaha "Ben patlıcanın değil, sizin dalkavuğunuzum" fıkrasında cevap verirken de, devletlû sofrasında "Sıfır nedir?" sorusuna "Sizin yanınızda bendenizim efendim?" diye küçülürken de vardı... Kral "Kaç yaşındasın?" diye sorduğunda "Emrettiğiniz yaştayım" karşılığını verirken de tabii...

Hani "Millî Şef konuştuğunda sadece kuvvetli bir parti başkanı ve çelik iradeli bir devlet başkanı değil, aynı zamanda bütün bir millet konuşur. Çünkü şefin sesi Türk milletinin sesidir" diyor ya o günün büyük gazetecisi, işte öyle bir şey... Veya Fransız imparatoru böbrek sancısı çektiğinde onun gibi acıyla kıvranan ve kendilerini yerden yere atan dalkavuklar gibi...

***

'Liyâkat'in olmadığı yerde 'sadâkat' ancak işgalcidir... Liyâkatin belki de ilk düğmesi, adâlet arayışının gök kubbesidir o cümle: "Zulüm bizdense ben bizden değilim..."

Diktatörlük nesillerin akıl sağlığını bozar İskender Öksüz/21.03.2021

Diktatörlükler yıkılınca insanlar demokrasiye mi döner?  Tecrübe bunu göstermiyor. Yıllar boyu diktatörlükte yaşamış, diktatörlükte doğup büyümüş insanlar diktatör yıkılınca ne yapıyor? Kendilerine yeni bir diktatör buluyor; kaldıkları yerden devam ediyorlar. Yeni diktatör öncekinin 180 derece tersi bir ideolojiyle gelebilir. Birinciye hiç benzemeyebilir. Fark etmez. Kuzuların annelerine, ördek yavrularının anne ördeğe koştukları gibi insanlar da yeni diktatörlerine koşuyor.

Kuzu ve ördek örneklerini kasten verdim. Bunlarda ve daha birçok kuş ve memelide yavrular doğar doğmaz yakında kim varsa ona bağlanıyor. Biyolojide buna “imprinting” deniyor. Genellikle de doğuştan onlara en yakın canlı anneleri olduğu için annelerine bağlanıyorlar ve sıkıntı çıkmıyor. Dünyaya gözlerini açma anında tesadüfen yakında başka bir canlı, mesela bir insan veya bir köpek varsa, bağlanma ona oluyor. Düşünebiliyor musunuz? Yarım düzine ördek yavrusu size bağlanmış ve nereye giderseniz tek sıra hâlinde peşinizdeler! Veya ayaklarının üstüne yeni doğmuş bir kuzucuk. Ne tatlı bir manzara, fakat ne ağır bir sorumluluk! Ancak bu sorumluluğu hisseden veya bundan şikâyetçi diktatöre zor rastlanır.

BİTMEYEN BULUĞ ÇAĞI

Ördek veya kuzu değiliz. Fakat insanların diktatöre bağlanmasının da derin psikolojik sebepleri var. Harvard Üniversitesi psikoloji hocalarından Robert Kegan tam da bunları incelemişti. Kegan, ilk çocukluk çağından hemen sonra beliren ve çocuğun kendini evrenin merkezi gördüğü safhadan sonra bir “sosyal zihin” gelir diyordu.  Bu aşamada çocuk için önemli olan bir gruba ait olmak. Tabi o grubun bir de lideri olacaktır. Dolayısıyla gruba bağlılık, lidere bağlılıkla tarif edilir. Bugün lider dün söylediğinin tam tersini de söylese sürü takibe devam ediyor. Çünkü fikir süs. Aslolan aidiyet. Kegan, bu aşamada, “başkasının yazdığı senaryoyu oynarlar” diyor. Ben de “sosyal zihin” yerine “figüran zihin” diyeceğim; daha uygun. Buluğ çağı ile birlikte bu hâlin de sona ermesi gerektiğini söylüyor. Fakat öyle olmuyor. Kegan’ın tespitine göre özgürlük ve bireyciliğin zirve yaptığı toplum iddiasındaki ABD’de bile nüfusun %58’i bu aşamaya takılıp kalmış. Ondan sonra gelen üst safhada insanlar kendi yazdıkları senaryoları oynuyor. Bir gruba üyeyseler, aidiyet için değil, o grubun fikirlerini paylaştıkları için üye oluyorlar. Bu, çoğunun ulaşamadığı bir olgunluk. Bunu daha önce genişçe ele almıştım: https://millidusunce.com/misak/gavslar-ve-hakim-reisler-bitmeyen-bulug-cagi/

KİŞİDEN TOPLUMA

Bugün problemin psikoloji boyutu üzerinde değil, sosyoloji boyutu üzerinde durmak istiyorum. Robert D. Putnam’ın Demokrasiyi Çalıştırmak (Making Democracy Work- Civic Traditions in Modern Italy, Princeton U. Press, 1993) adlı eserinde anlattığı araştırma, konuyu aydınlatıyor. 20 yıl süren çalışmada Putnam, Güney ve Kuzey İtalya arasındaki toplum yapısı farklılığının sebebini gösteriyor. Gelişmişlik ve refah farkını da. Kuzeyde sivil intiyatif yüksek. İnsanlar bir birine güveniyor. Kolayca bir araya gelip, dernekler, partiler, şirketler kuruyorlar. Güneyde insanlar bir birine güvenmiyor. Mafya kültürü hâkim. İlişkiler dikey; yani büyük adamdan, onun yandaşlarından ve yandaşların yandaşlarından medet umuluyor. Kuzeyde şahsiyetçilik ve işbirliği hâkim. Herkes kendini toplumdan sorumlu hissediyor ve bu sorumluluğu yükleniyor. Güneyde ferdiyetçilik ve güvensizlik hâkim. Toplumun problemi varsa bir büyük adam onu çözer. Ben bilmem, liderim bilir… İnsanlar toplumdan sorumlu değil. Eninde sonunda bir büyük adam gelip onları kurtaracaktır. Putnam’ın detayını da, Alt Akıl- Aptallar ve Diktatörler kitabımda vermeye çalışmıştım. Kitabın, “Sosyal Sermaye” bölümünde.

İKİ ZİHİN TİPİ

Eminim Kegan’ın psikolojik yaklaşımıyla Putnam’ın sosyolojik yaklaşımı birbiriyle ilişkilidir. Kuzey İtalya’da “figüran zihin” yüzdesi belki ABD’dekinin gerisindedir ve insanlar kendi senaryolarını kendileri yazar. Güneyde ise figüran zihin çoğunluktadır. Çünkü şahsiyetin nerede donduğu sadece insanın içyapısıyla değil, zihin yapılarını bozan veya onduran dış tesirlerle de ilişkili olmalı. Hayata gözünü açtığı andan itibaren sen babanı, liderini, büyük adamı dinle tavsiyeleriyle büyüyen- veya hiç büyümeyen- insanla, kendisine “sen ne düşünüyorsun? “,  “ne yapmayı düşünüyorsun?”, diye sorulan insan her halde farklı yönlerde gelişir.

Birincisi ideal diktatörlük vatandaşı iken, ikincisi atılımcıdır, girişimcidir, teşkilatçıdır. Düşey toplumda bir veya birkaç lider ve onların katı hiyerarşisi ve mensuplar vardır. İlk gördüğü canlıya bağlanan ördekler gibi. İkincisinde, yatay toplumda, her şahıs kendi seçtiği, sorumluluk duyduğu alanda liderdir ve takım kurmak gerektiğinde kendi liderini kendi seçer. Gerektiğinde de kendi değiştirir. Hiyerarşi yumuşaktır, karşılıklı saygıya ve liyakatin takdirine dayanır. Birinciye otoriter rejim, dikta rejimi diyoruz. İkinciye demokrasi.

21 Mart 2021 Pazar

İtidar Hırsının Neler Yaptırabileceğini Anlamak İçin HARRE OLAYI:

Ehl-i Sünnet dini tam olarak Emevi ve Abbasiler döneminde uydurulan hadisler ve bu hadislerden çıkarılan ictihadlar üzerine bina edildiği için mezhep âlimleri Emevi ve Abbasiler tarafından yapılan zulüm ve katliamların birçoğunu örtbas etmişlerdir.

Ehl-i Sünnet dini vahşi ve karanlık bir zeminde doğmuş olmasına rağmen, âlimler o devri sanki saadet ve selamet devri olarak görür ve gösteriler.

Özellikle Emeviler dönemi tam olarak bir istibdat, zulüm ve vahşet devridir.

İnanmıyorsanız buyurun "Harre Olayına" tarihten bir göz atalım.

Yalnız "Harre Olayını" okuduğunuzda Ehl-i Sünnet dininin nasıl karanlık bir zeminde doğduğunu ve kimin kuruluşu olduğunu aklınızdan çıkarırsanız bu olaydan hiçbir ders çıkarmamış olursunuz.

Dolayısıyla Ehl-i Sünnet dininin ne kadar vahşi olduğunu anlamaktan uzak kalırsınız.

Hicri 10 Muharrem 61, 680 Miladi yılında meydana gelen Kerbela faciasından sonra Emevilerin ikinci Halifesi Yezid bin Muaviye bin Ebi Süfyan bütün müslümanları kendine biat etmeye davet etmiştir.

Medine'de Allah Resulü'nün  arkadaşları ile tabiin, Yezid'in  hüküm sürdüğü Şam'da Kur'an'ın inanç ve ahlakına aykırı yaşayışı ve halka yaptığı zulümden dolayı hilafetini kabul etmeyeceklerini ilan ettiler.

Bu gelişme karşısında Müslim bin Ukbe komutasında (12 000) "on iki bin kişilik" bir orduyu Medine'nin üzerine gönderir.

Emevi ordusunun içinde kendileriyle ittifak halinde bulunan Bizans askerleri de vardır.

Allah Resulünün arkadaşları ve Medine halkı şehri savunmak için hendekler kazarlar.

Fakat çok güçlü olan Emevi ve Bizans ordusu karşısında fazla dayanamazlar.

Haliyle mağlup olurlar.

Emevi ordu komutanı Müslim bin Ukbe, Yezid'in emriyle işgal edilen Medine'yi üç gün boyunca yağmalaması için "mubah" kılar.

"Mubah" kelimesi, her türlü mal ve can yağmacıların saldırılarına serbest bırakılması anlamına gelmektedir.

Allah Resulü'nün 80 civarında  arkadaşı öldürülür.

Başları kesilir ve başkent Şam'da bulunan Yezid'e gönderilir.

Vahiy kâtibi!!! Muaviye'nin oğlu Yezid'in ordusu tarafından bütün genç kızlara ve kadınlara tecavüz edilir.

Yaşlı, genç, çocuk demeden binlerce müslüman acımasızca katledilir.

Genç kızlar cariye, erkekler köle  olarak kabul edilir.

Ev ve işyerleri yağmalanır.

Allah Resulünün mescidinin  bulunduğu topraklar kirletilmiş Medine harap olmuştur.

Yıl Hicri 63 (27 zilhicce) Miladi 683, 27 Ağustos

Ehli Sünnet dininin yanında vahiy katibi ve ender sahabi olarak kabul edilen Muaviye bin Ebi Süfyan, Müslümanların meşru halifesi olan Ali'ye karşı gelerek sıffin'de yapılan savaşta binlerce insan hayatını kaybetmiştir.

Pek tâbi dir ki oğluna da Mekke ve Medine'yi tahrip ederek yerle bir etmek düşecektir.

Yezid bin Muaviye, Emevi Arap ırkçılığına karşı çıktıkları için Allah Resulü'nün hicret yeri olan Medine'de 80 küsür sahabi olmak üzere on bin (10 000) Müslümanı katlettikten sonra orduyu Mekke üzerine sevk eder.

Medine'de katliam gerçekleştiren ordunun komutanı Müslim bin Ukbe yolda hastalanır ve ölür.

Yerine Emevilerin en sadık köpeği olan Haccac bin Yusuf komutanlığa getirilir.

Haccac bin Yusuf, daha sonra yaptığı zulüm ve katliamlardan dolayı "Zalim" olarak şöhret olacaktır.

Fakat Emevi Abbasi Ehli Sünnet dini Haccac'ı da temize çıkaracaktır.

Çünkü Ehli Sünnet kaynaklarına göre Haccac çok Kur'an okuyan  muttaki birisi idi.

 

Dahası onlara göre  Kur'an'ı notalayan, yani Kur'an'a  hareke koyduran da Haccac idi.

Daha da, aslında halk bu zulümleri hak edecek bir karakter ve ahlaka sahip idi.

Daha da ilerisi Emevi dini Ehl-i Sünnet mezhebine göre bu vahşet ve katliamlar ümmetin bir kaderi ve Allah'ın bir takdiri idi.

Sözü fazla uzatmadan olayımıza gelelim.

Mekke'yi kuşatan Emevi ordusu, aylarca mancınıkla şehri taş yağmuruna tutar.

Atılan taşlarla Kabe yıkılır.

Mekke halkı açlıkla kıvranır.

Zalim Haccac, Müslümanları aşağılamak için Mekke'ye mancınıkla hayvan leşleri attırır.

Halk açlıktan köpek leşlerini bile yemek zorunda kalır.

Bulaşıcı hastalıklar yayılır.

Yezide karşı çıkan sahabi Zübeyr bin Avvam'ın oğlu Mekke'nin  Emiri Abdullah bin Zübeyr, bu şekilde yaşamaktansa vuruşarak ölmeyi tercih eder ve çıkan çatışmada şehit olur.

Kafası kesilir Şam'a gönderilir.

Cenazesi üç gün Mekke'de  asılı kalır.

Annesinin çok  yalvarması üzerine indirilip kendisine verilir.

Zalim Haccac, Mekke'de katliamlara devam eder, yıkılan kabeyi yaktırır.

(Zalim Haccac, valilik ve komutanlık dönemlerinde 200 000 kişinin ölümünden sorumlu olduğu söylenmektedir)

13 Mart 2021 Cumartesi

Peki 8 yılı niye kaybettik 13.03.2021/Karar Gazetesi

Mısır ve Körfez ülkeleriyle uzun süredir devam eden yüksek tansiyon yerini yumuşama sinyallerine bıraktı. Kritik değişimde belirleyici unsuru, Ankara’nın sıkı ilişki içinde bulunduğu Katar’ın bölgede işbirliği yaklaşımına çark etmesi oluşturdu.

Yeni dönemin en dikkat çeken ayağı ise Mısır oldu. Kahire’nin Doğu Akdeniz’deki jestiyle ivme kazanan süreçte pozitif mesajlar verildi. Sahada bir süredir var olan durumu Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu ilan etti.

ABU DABİ VE RİYAD ADIM ATARSA KARŞILIK VERİRİZ

Bakan Çavuşoğlu “Türkiye ile Mısır arasında istihbarat ve dışişleri bakanlıkları düzeyinde temaslar ön koşulsuz başladı” dedi. Milli Savunma Bakanı Akar ise “Gelişmeler hem iki ülkenin hem bölgenin yararına. Kültürel ve tarihsel bağlarımıza yakışan budur” mesajı verdi.

Çavuşoğlu ‘pozitif gündemi’ Körfez’e de yaydı: BAE’yle hiçbir derdimiz bulunmuyor. Riyad’da ilişkilerin düzelmemesi için hiçbir neden yok. Onlar adım atarsa biz de atarız.

PEKİ 8 YILI NİYE KAYBETTİK

2013’teki darbe sonrası Ankara Mısır’la köprüleri atıp Sisi karşıtlığı üzerine kurduğu ilişkileri iç politika melzemesi haline getirdi. Kahire ile diplomasinin işlememesi nedeniyle hamlelerin yapıldığı Doğu Akdeniz’de Türkiye çıkarları kayıba uğradı.

Gelinen aşamada uzun süreden beri yürütülen süreci açıklayan Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu “Kahire’yle diplomatik temaslarımız başladı” dedi. Mısır açılımıyla ilgili Savunma Bakanı Akar ise “Son gelişmeler hem bölgenin hem de iki ülkenin yararınadır” vurgusu yaptı.

Türkiye’nin Mısır ve Körfez ülkeleriyle uzun süredir devam eden gerilimli ilişkisinde yumuşama sinyalleri gelmeye başladı. Yaşanan süreçle ilgili detaylı açıklamalarda bulunan Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu 2013’teki darbe sonrası seçilmiş Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin devrilmesiyle askıya alınan Mısır ile diplomatik ilişkilerin tekrar başladığını duyurdu.

Mısır Devlet Başkanı Abdülfettah el Sisi’nin Muhammed Mursi’yi 2013’te darbeyle devirmesine Türkiye sert tepki gösterdiği için son 8 yıldır Ankara-Kahire hattında diplomatik ilişkiler maslahatgüzar seviyesinde ilerliyordu. İkili ilişkilerin yumuşayabileceğine ilişkin ilk sinyaller ise Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Türkiye ile Mısır istihbarat servisleri arasında görüşmeler olduğunu geçen yıl duyurmasıyla gelmişti. Sonrasında taraflar dışişleri bakanları düzeyinde görüşmeler gerçekleştirdi.

BAKAN DÜZEYİNDE TAMASIMIZ VAR

Bakan Çavuşoğlu şu ifadeleri kullandı: “Herhangi bir ön koşul Mısırlılardan gelmedi. Bizden de herhangi bir ön koşul şu anda gitmedi. Ama yıllarca bağlar kopuk olunca bir günde hiçbir şey olmamış gibi hareket etmek de o kadar kolay olmuyor. Yavaş yavaş görüşerek, bir yol haritası belirleyerek ve o konularda adım atarak oluşuyor. Yıllardır ister istemez bu kadar kopukluk olunca bir güven eksikliği de oluyor.”

“Bu normal, iki tarafta da olabilir. O nedenle belli bir strateji, yol haritası çerçevesinde görüşmeler oluyor, devam ediyor. Mısır ile hem istihbarat düzeyinde hem de dışişleri bakanlıkları düzeyinde temaslarımız var. Diplomatik düzeyde temaslarımız başladı.”

Çavuşoğlu’nun Mısır açıklaması sonrası Doğu Akdeniz’de Türkiye’ye kayıplara neden olan politikanın neden 8 yıl boyunca ısrarla sürdürüldüğü sorusu gündeme getirildi.

RİYAD VE ABU DABİ ADIM ATARSA...

Çavuşoğlu Suudi Arabistan ve BAE, Katar’la yeni bir sürece girdiler. Bunun Türkiye’yle de olması, negatif havanın dağıtılması anlamında önümüzdeki günlerde somut gelişmeler olabilir mi, temaslar oluyor mu?” şeklindeki soruya “Son zamanlarda Abu Dabi’den daha olumlu mesajlar görüyoruz. Türkiye’ye yönelik olumsuz kampanyaların azaldığını görüyoruz. Bizim zaten onlarla hiçbir derdimiz yok ama onların bize yönelik olumsuz tutumları vardı ama daha ılımlı görüyoruz şu anda” cevabı verdi.

Türkiye’nin Suudi Arabistan’la da ‘ikili hiçbir probleminin olmadığını’ belirten Çavuşoğlu, Cemal Kaşıkçı cinayetiyle ilgili olarak da “Adalet arayışıydı, biz hiçbir zaman Suudi Arabistan yönetimini de suçlamadık” dedi: “Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Faysal bin Farhan’la arada yazışıyoruz. Suudi Arabistan’la da ilişkilerimizin düzelmemesi için hiçbir sebep yok bize göre. Onlar olumlu adım atarsa biz de olumlu adım atarız.”

DOHA ASTANA ALTERNATİF DEĞİL

Doha’da düzenlenen Suriye konulu Katar-Türkiye-Rusya toplantısının bir sonrakinin Türkiye’ye yapılacağını belirten Çavuşoğlu “Bu çalışma, Cenevre sürecine ya da İran’ın da içinde olduğu Astana sürecine ya da başka süreçlere, başka formattaki toplantılara alternatif değil, tamamlayıcı. Üç ülke olarak birlikte yapabileceğimiz şeyler var sahada, onun için bir araya geldik” dedi.

GİRİT MODELİ’Nİ ABD İLE KONUŞMADIK

Çavuşoğlu, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve ABD’nin yeni başkanı Joe Biden arasında beklenen telefon görüşmesi için de “Onlar adına şu tarihte, bu tarihte olacak diye bir şey söylemem doğru olmaz ama uygun bir zamanda bu görüşmenin gerçekleşeceğini görüyoruz” dedi.

“S-400 krizinin aşılmasına ilişkin ‘Girit modeli’ önerisini ABD tarafının nasıl karşıladığına ilişkin bir yansıma var mı?” sorusuna Çavuşoğlu “Biz herhangi bir modeli Amerikalılarla hiç konuşmadık. Model üzerinde hiç konuşmadık. Sadece S-400, YPG/PKK meselesi, tüm meseleler. Öbür konular... Oturup hepsini konuşalım bir çözüm konusunda neler yapabileceğimizi değerlendirelim dedik. Telefonda bu tür meseleleri konuşmak doğru olmaz” yanıtını verdi.

AB KIBRIS’TA YİNE GÖZLEMCİ OLACAK

Çavuşoğlu, AB’nin Kıbrıs görüşmelerine katılmak istemesine ilişkin soruya şu yanıtı verdi: “Müzakerelerde AB bir taraf değil, olmamalı da. Neden? Çünkü Rum kesimi AB üyesi. Haksız bir şekilde anlaşmalara ve uluslararası hukuka aykırı bir şekilde üye oldu. AB de bugüne kadar tamamen Rum tarafını tuttu ve Türk tarafının haklarını, Türk tarafını yok saydı. Yani sembolik görüşmeler oldu ama, yok saydı.”

AB’nin müzakerelerin bir parçası olmasının söz konusu olmadığını belirten Çavuşoğlu, görüşmelerin zaten Birleşmiş Milletler (BM) çatısı altında yürütüldüğünü, AB’nin daha önceki toplantılara gözlemci olarak katıldığını hatırlattı.

AB İLE YOL HARİTASI BELİRLİYORUZ

Çavuşoğlu “Fransa ve Almanya ile liderler düzeyindeki sıcak temasların bazı eylem planları gibi somut sonuçları olacak mı?” şeklindeki soruya, liderler düzeyindeki görüşmelerin, pozitif ortamın devam etmesinde çok faydalı olduğu şeklinde cevap verdi.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın AB liderleriyle doğrudan görüşmesinin bazı konularda somut adım atılması için faydalı olduğunu söyledi. AB Konseyi Başkanı Charles Michel ile Türkiye-AB ilişkileri konusunda bir yol haritası üzerine çalışma kararı alındığını hatırlatan Çavuşoğlu “Biz onlara yol haritası taslağımızı gönderdik. Şimdi cevap bekliyoruz” dedi. 

Mısır açılımıyla ilgili konuşan Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar ise “Mısır’ın Türkiye’nin deniz yetki alanlarına saygılı davranması değerlidir. Son gelişmeler hem bölgenin hem de iki ülkenin yararınadır. Kültürel ve tarihsel bağlarımıza yakışan da budur” dedi. 

4 Mart 2021 Perşembe

Savaş Suriye kentlerinde büyük bir yıkıma yol açtı. Behlül Özkan/02.03.2020

Nisan 1986’da Suriye’de yolcu otobüslerine ve Lazkiye-Halep seferini yapan yolcu trenine bombalı saldırılar düzenlenir. Türkiye’de gazeteler saldırılarda onlarca kişinin öldüğünü duyurur. Suriye televizyonuna göre saldırıyı düzenleyen 5 kişi, 9 Mayısta Halep’te El Faruk otelinde yakalanır. Sanıklardan ikisi Türkiye vatandaşıdır: Hatay’ın Suriye sınırındaki Bohşin köyünde yaşayan amcaoğulları Mustafa ve Mehmet Albayrak. Suriye televizyonuna göre sanıklar Irak’tan aldıkları patlayıcıları, Türkiye üzerinden sokarak saldırıları gerçekleştirdiklerini itiraf etmiştir.

Olay çok geçmeden dünya basınına yansır. New York Times gazetesi Suriye basınına dayanarak saldırıların arkasındaki örgütün Müslüman Kardeşler olduğunu duyurur. Üstelik sanıklardan üçü, binlerce kişinin Hafız Esad liderliğindeki Baas rejimi güçlerinde öldürüldüğü 1982 ayaklanmasının merkezi Hama’dandır. O günlerde New York Times çarpıcı bir iddiada bulunur; buna göre Müslüman Kardeşlerin Hatay’da bir “operasyon merkezi” bulunmaktadır. Şam alelacele İçişleri Bakanlığı’ndan Tuğgeneral Garib’i istişarelerde bulunması için Ankara’ya gönderir. Ancak olaylar dinmez. 16 Mayısta bu sefer sanık iki Türk’ün yaşadığı Suriye sınırındaki Bohşin köyünde, Suriye tarafından gelen birinin bombalı eylem yaptığı haberi basına yansır. Saldırıda ölen ya da yaralanan olmazken, Hatay Valisi Suriye’deki saldırıların 2 Türk sanığının akrabası olan ve aynı soyadı taşıyan köyün muhtarı Hasan Albayrak’ı “ihmal” nedeniyle görevden alır.

Son derece karmaşık ve çarpıcı olaylar yumağı Türkiye meclisinin gündemine girer. Hatay Milletvekili Murat Sökmenoğlu’nun Suriye’de yakalanan ve “kasıtlı terörist imajı verilen” iki vatandaşa dair verdiği soru önergesine İçişleri Bakanı Yıldırım Akbulut, aylar sonra Ekim 1986’da cevap verir: “Adı geçenlerin 12 Eylül öncesi ve sonrası dönemlerde herhangi bir ideolojik faaliyetlerine rastlanılmamış olup ülkemizde terör örgütleri ile de herhangi bir ilişkileri tespit edilememiştir.” Konu Ankara açısından kapanmıştır. Bombalı saldırılardan bir yıl sonra, Ağustos 1987’de Suriye saldırganların idam edildiğini duyurur, ama idam edilenler içinde Albayrakların ismi geçmez. Şam da meselenin üstünü örter.

ABD Savunma İstihbarat Ajansı’nın Mayıs 1982 tarihli raporunda yer alan, Müslüman Kardeşler militanlarının Hama Ayaklanması döneminde Suriye’ye hangi yönlerden sızdığını gösterdiği harita.

Kanıtlanamayan ciddi iddialar

Ocak 1993’te “derin” noktalardan haber almasıyla bilinen İkibin’e Doğru dergisi, Suriye’nin PKK’ya verdiği desteğe karşılık Türk istihbarat ve güvenlik birimlerinin de Müslüman Kardeşler’e arka çıktığını yazar. Dergiye konuşan ve Lübnan’da bulunmuş bir “devrimcinin” ağzından aktaralım: “PKK faktörünün gelişmesiyle, Türkiye’nin bu örgüte ilgisi arttı. Hatay’ın Reyhanlı ve Yayladağı sınır kapıları bu örgüte açıldı. 1986’da Suriye’de iki yolcu otobüsünde patlayan ve onlarca insanın ölmesine yol açan bombalama olayını, Müslüman Kardeşler üyesi iki Türk kardeşin, MİT’in bilgisi dâhilinde gerçekleştirdiği ortaya çıktı… Türkiye sınırına yaklaşan Müslüman Kardeşler telsizle durumu bildiriyorlar. Sınırdaki Türk devriyelerine dost birliklerin geldiği ve ateş açılmaması uyarısı yapılıyor. Müslüman Kardeşleri sınırda Türk yetkililer karşılıyor ve askeri eğitime gelenleri Hatay, Kayseri, Konya ve Amasya’daki birliklere yolluyorlar.”

Bu uzun alıntıda 3 önemli nokta var:

1) 2011 sonrası Suriye’ye yönelik olarak Müslüman Kardeşleri merkeze alan ve Suriye’de rejimi devirmek için muhalefeti silahlandıran dış politikanın bir benzeri 1980’lerde uygulanmış. Bir farkla: direksiyonda AKP değil, ordu var.

2) 1986 yılı, “laiklikten” taviz vermediği iddia edilen “Kemalist” ordunun, aslında tam gaz Türk-İslam sentezini pompaladığı döneme denk düşüyor. Dolayısıyla o dönem Ortadoğu’daki köktendinci hareketlerden biri olan Suriye Müslüman Kardeşlerine verilen destek, Türk generalleri çok da rahatsız etmemiş.

3) İkibin’e Doğru dergisi Suriye destekli PKK’nın silahlı eylemlerine başladığı 1984’ten sonra, Türkiye’nin Müslüman Kardeşleri Şam’a karşı kullanmaya başladığının altını çiziyor. Ancak bulgular 1982 Hama Ayaklanması sırasında ve hatta öncesinde de Türkiye’nin Müslüman Kardeşlere en azından göz yumduğu yönünde. Abdullah Öcalan’ın ise 1978’de PKK’yı kurduktan bir sene sonra Suriye’ye geçerek karargahını orada kurduğu ve Türkiye’deki silahlı saldırıları oradan yönettiği biliniyor.

Dönelim tekrar Hatay’ın Bohşin köyünden Suriye’ye gidip bombalı saldırılar yapmakla suçlanan Albayraklar’a. 1993’teki İkibin’e Doğru Dergisindeki haberden sonra Albayraklarla ilgili tek satır bilgi bulamadım. Suriye hapishanelerinin kötü koşulları ve beraber tutuklandıkları Arapların idam edildiği göz önüne alındığında, muhtemelen öldüler diye düşünebilirsiniz. Gerçekten de Albayraklardan 2009’a kadar ses seda çıkmıyor. Beşar Esad’ın “kardeşim Esad” olduğu 2009 yılında, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Beşar Esad’a bir mektup yazıyor. Herkesin unuttuğu Albayraklar’ı, devlet unutmuyor, geri istiyor. Ve sıkı durun, 23 yıl sonra Mehmet ve Mustafa Albayrak Mayıs 2009’da Türkiye’ye dönüyor. Dışişleri Bakanı Davutoğlu Albayrakları köylerinde ziyaret ederek,bir yanlış anlaşılma” sonucunda 23 yıl tutuklu kaldıklarını söylüyor. Size inandırıcı geldi mi?

1982 Hama, 1984 Eruh

Türkiye’deki akademik çalışmalara göre Ankara ile Şam arasındaki sorunların nedeni, 1980’lerden itibaren Suriye’nin PKK’ya verdiği destektir. Akıllara getirilmeyen soruysa şudur: 1984’te Eruh baskınıyla Suriye destekli PKK’nın silahlı eylemlere başlamasından iki yıl önce, 1982 Hama ayaklanmasında Ankara nasıl bir politika izlemiştir? Buna dair en çarpıcı doküman, ABD Savunma İstihbarat Ajansı’nın Hama Ayaklanması’ndan hemen sonra hazırladığı Mayıs 1982 tarihli rapor. Rapora göre Hama Ayaklanmasına katılan ve sayısı 300-400 kadar olan Müslüman Kardeşler militanı yoğunlukla Irak’tan ve “daha küçük ölçüde Türkiye’den” Suriye’ye sızmış. Ayrıca raporda “Ankara’daki (Müslüman) Kardeşler kaynaklarından” ayaklanmaya dair bilgi de yer alıyor. Daha çarpıcı olansa raporda yayınlanan, Müslüman Kardeşlerin Suriye’ye hangi yollardan sızdıklarını gösteren harita. Bu haritaya göre militanlar, Türkiye üzerinden 3 koldan Suriye’ye sızmışlar: Kilis, Reyhanlı, Yayladağı. Yani 1982 Hama Ayaklanması ve 2011 sonrası Suriye iç savaşında Türkiye sınırından aynı yollar kullanılmış.

12 Eylül darbesinden hemen önce, 2 Haziran 1980’de hazırlanan Genelkurmay “İç Tehditler” raporu Suriye’yi “Kürt faaliyetlerine” destek olmakla suçluyordu. Ancak rapora göre “Suriye’deki Alevi Baas iktidarı, Sünni Arapların kurduğu Müslüman Kardeşler örgütünün faaliyetleri nedeniyle zor duruma düşmüştü.” Suriye’ye yönelik 2011 sonrasına hâkim olan mezhepçi bakış açısını, 1980’deki Genelkurmay raporunda da aynen bulmak çarpıcı. Belli ki askerler Esad iktidarının bu zor durumdan çıkamayacağını düşünüp, harekete geçmişler. Ankara’daki müesses nizamın, Müslüman Kardeşlerin Türkiye üzerinden yürüttükleri faaliyetlere göz yumdukları kesin. Ancak bugün hala cevabını aradığımız soru; 1980’lerin başından itibaren Türkiye’nin Suriye Müslüman Kardeşlerine göz yummanın da ötesine geçerek destek verip vermediği. Eğer verdiyse bunun ne şekilde gerçekleştiği.

1980’lerde Şam’ı ziyaret eden Türk gazeteciler, görüştükleri Suriyeli devlet adamlarına sürekli Şam’ın PKK’ya neden destek verdiğini sorar. Karşılığındaysa Suriyelilerden, Ankara’nın Müslüman Kardeşlere yönelik müsamahalı tavrına yönelik şikâyetleri dinlerler. Bunu doğrular şekilde Soner Yalçın “Erbakankitabında ANAP’lı bir bakanın ağzından Türkiye-Müslüman Kardeşler ilişkisine dair çarpıcı bir tanıklık aktarıyor:[Hafız] Esad’a karşı, İhvan’ı CIA-Mossad-MİT destekledi. Esad’ın çok şikâyetleri oldu. Özelikle MİT 1981 yılında olaya çok girdi. Öyle ki Esad her başına geleni Türkiye’den bilmeye başladı. Kaç kez Türkiye’yi uyardı. Gerçi sonradan PKK’yı destekleyerek Türkiye’den intikamını aldı.” Bu ifadeye göre Türkiye’nin Müslüman Kardeşler’e desteği, Suriye-PKK ilişkisine bir misilleme değil. Tam tersi söz konusu. Gerçi Öcalan’ın 1979 yazında Suriye’ye gittiği tarihten itibaren Suriye İstihbaratıyla kurduğu yakın ilişkiler; PKK, ASALA, Filistinli bazı örgütler ile Şam arasındaki temaslar düşünüldüğünde denklem daha da karmaşık bir hal alıyor.

Yumurta mı tavuktan çıkar, tavuk mu yumurtadan çıkar? Suriye mi önce PKK’ya destek verdi, yoksa Türkiye’mi Müslüman Kardeşler’e? Cevabını vermek zor. Cevabı kolay olmayan bir soru da Ankara-Müslüman Kardeşler denkleminde, eğer yer aldılarsa, Tel Aviv ve Washington’un ne şekilde müdahil olduğu. 1979 sonrası Camp David düzenine Ortadoğu’da en çok karşı çıkan ülkeydi Suriye. Dahası Suriye Müslüman Kardeşleri, Afganistan savaşında ABD desteğiyle önemli rol oynadı. İsrail ve ABD’nin bu denkleme bir yerinden girmiş olması şaşırtıcı olmaz.

Ve 30 yıl sonra aynı tuzak

1980’lerden itibaren Yalova, İskenderun, Mersin’de Müslüman Kardeşler’in, Türkiye istihbarat ve güvenlik birimlerinin gözetiminde kaldıkları ve eğitim gördükleri basına yansıdı. Deneyimli gazeteci Saygı Öztürk 20 Ekim 1992’de Hürriyet gazetesinde manşetten duyurduğu haberde, 1987’de Müslüman Kardeşlerin MİT’e, Öcalan’ı Suriye’de öldürmeyi teklif ettiğini yazıyordu.

Türkiye’nin ciddi bir devlet yapılanması olduğunu varsayarak, 1980’lerden itibaren Müslüman Kardeşler üzerinden Şam’a karşı yürütülen politikaların Ankara’nın başına ne dertler açtığının, bir yerlerde birileri tarafından bilinmesi gerek diye akıl yürütebiliriz. Bir akademisyen olarak tamamen açık kaynaklardan edindiğim bilgiler; 1980’lerden itibaren oynanan trajedinin, 2011 sonrasında misliyle ölçek büyültülerek tekrar sahneye konduğunu gösteriyor. Beş benzemez köktendinci gruplardan fetih birlikleri oluşturmak, Osmanlı padişahlarının isimlerini silahlı gruplara vermek, sergerdelerden milli ordu kurduğunu iddia etmek… Ancak bu sefer, 1980’lerde perdeye konan oyundan çok daha vahim sonuçlarla karşı karşıya Türkiye: Milyonlarca mülteci, Suriye’de korkunç bir yıkım, Türkiye tarihinin en büyük terör saldırıları, Türkiye’nin ulusal güvenliğini yıllar boyunca tehlikeli şekilde etkileyecek siyasi ve askeri yapıların sınırımızın hemen güneyinde ortaya çıkması…

NOT: Bu yazı çok daha geniş ve kapsamlı bir akademik makale olarak İngilizce dilinde Uluslararası İlişkiler dergisinin 62. Sayısında yayımlanmıştır

 

Doç. Dr. Behlül Özkan, Marmara Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümü öğretim üyesidir. Türkiye dış politikası, Soğuk Savaş ve siyasal İslam üzerine çalışmaktadır.

Lebâleb insan hakları Ahmet Taşgetiren/04/03/2021

Başlığı görünce tebessüm etmiş olmalısınız.

“Lebâleb”i yeni nesiller Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 30 kanalda birden yayınlanan konuşmasından öğrendiler.

“Tıklım tıklım”ı da öyle.

Bu iki ifade kural ihlalinin ve çifte standardın sembolü oldu.

Ak Parti’nin Karadeniz illerindeki il kongreleri için Cumhurbaşkanı Erdoğan, Ak Parti Genel Başkanı olarak uzaktan yaptığı konuşmalarda “Maşallah” nidasını da ekleyerek kullandı o ifadeleri.

Salonlar lebalep. Yani ağzına kadar dolu. Tıklım tıklım yani.

Bunlar neden dikkat çekti? Kongrelerin yapıldığı salonların yanı başındaki dükkanlar, salgın kısıtlamaları sebebiyle kapalı iken, oralarda çalışan insanlar eve ekmek götüremez hale gelmişken, salonlara binlerce kişiyi doldurup, kuralları pervasızca ihlal edebilme cüretinin sergilenebilmesini anlayamadı insanlar, kabullenemedi, bunu Ak Parti’nin iktidar gücüyle yapıyor olmasını içine sindiremedi.

Bunu bizzat Cumhurbaşkanının yapıyor olmasını içine sindiremedi insanlar.

“Bu kongreler bu kadar içiçe geçen topluluklarla insanların gözünün içine baka baka nasıl yapılır?” sorusunu sordu insanlar. “Nasıl görülmez buradaki çarpıklık? Birisi uyarmaz mı Cumhurbaşkanını? Metin yazarlar oyuna mı getiriyor Cumhurbaşkanını?” sorusunu soran bile oldu.

Ne var ki, olay bir kural tanımazlık sembolü olan “Lebâleb” ve “tıklım tıklım” ile sınırlı değildi. Cumhurbaşkanlığının yetkileri üzerinden başka alanlarda da bu tür ihlaller yapılıyor olmasının nerede ise Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin rutin uygulamasına dönüştüğü gerçeği ortada duruyordu. İktidar adına konuşmak, Ak Parti’si, MH’Psi, hatta Perinçek’i dahil, medyası, STK’sı dahil iktidara sırtını dayayan herkesi kural tanımaz bir dile yöneltmişti.

“Denge ve denetleme” diye çığlık atıyordu insanlar.

Uzun tutukluluğun hukuksuzluk olduğu bilinmiyor muydu?

Lekelenmeme hakkı bilinmiyor muydu?

Yargısız infazın yanlışlığı bilinmiyor muydu?

Masumiyet karinesi bilinmiyor muydu?

İnsanlar bütün memleketin önünde en tepeden terörist diye suçlanırken hangi hukuk duyarlılığı ile hareket ediliyordu?

AYM kararları sistem içinde bir supap niteliğinde iken, alt mahkemelerin AYM kararlarına karşı sergilediği meydan okuyucu tavır sadece o mahkeme heyetinin cüreti ile mi ilgiliydi?

Yazının geleceği yer belli: İnsan Hakları Eylem Planı. Bu metnin Cumhurbaşkanı tarafından açıklandığı gün, Ak Parti Grup Başkanvekili çıkıyor, “HDP’yi millet ve hukuk kapatacak” diyebiliyor. Tamam “Millet kapatacak”ın siyasi bir anlamı var, ama “Hukuk kapatacak”ın anlamı ne? “Biz siyaseten karar verdik mi, hukuk da durumdan vazife çıkarır” demek değil mi bu? İşte bu pervasızlıkla “Lebâleb” arasında hiçbir fark yok.

Onun için insanlar dün açıklanan “İnsan Hakları eylem planı” için “Bu plan iktidar adına hareket edenleri, en yukardan en aşağıya bağlayacak mı?” diye sormakta haksız değiller.

Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu üyesi Cemil Çiçek, bu “Reform söylemi” ilk devreye girdiğinde “Bize önce insanlık reformu, ahlak reformu lazım” demişti, benim yazımın başlığı da öyleydi. (3 Mart 2021 https://www.karar.com/yazarlar/ahmet-tasgetiren/insan-reformu-ahlak-reformu-1587736)

Ben anlamıyorum, bir kişi bile çıkıp Cumhurbaşkanı’na “Sayın Cumhurbaşkanım, bu lebâleb, tıklım tıklım sözleri çok tepki çekiyor, esnaf isyan ediyor, insanlar burnundan soluyor, lütfen bu kelimeleri kullanmayalım” diyemez mi?

Ben anlamıyorum, bir kişi bile çıkıp Cumhurbaşkanına “Sayın Cumhurbaşkanım, bu Osman Kavala, Ahmet Altan işleri Türkiye imajını gölgeliyor, AİHM ile ilişkiler iyi gitmiyor, uzun tutukluluğa karşı çıkıyoruz ondan sonra da insanları yıllarca tutuklu olarak içerde tutuyoruz, olmaz bu” diyemez mi?

Ben anlamıyorum, bir kişi bile çıkıp Cumhurbaşkanı’na “Efendim 130 bin kişiyi bir gecede devlet görevinden ihraç ettik. Bir tür yargısız infaz yaptık. Üstelik terörle iltisaklı gösterdik. Bu, adıyla sanıyla lekelenmeme hakkının ihlali değil mi? Bu bize yakışmıyor” diyemez mi?

Ben anlamıyorum, bir kişi bile çıkıp Cumhurbaşkanı’na “Efendim, -Ekonomi reformu- adına görevlendirdiğimiz insanlar ilk iş olarak faizi artırdılar, dolar düştü, şu “faiz enflasyon söylemi”ni bir süre seslendirmesek de işler düzelse” diyemez mi?

Yani insanların kaygısı şu ki, bunlar söylenir ama yapılmaz. Adaletin iyi işlemediği 1600’lerde yazılan Koçi Bey Risalesinde var, Asafnamede var, Islahat Fermanları’nda var, Tanzimat Fermanı’nda var, Lozan tartışmalarında var, var oğlu var. Bugün de Avrupa ile belki yeni Amerikan yönetimi ile ilişkileri düzeltmek için bu hamleler yapılıyor. “Bakın bize, işleri düzeltiyoruz” gibi bir sempati hamlesi söz konusu.

“Dış dünya” olmasa bize hukuk gelmeyecek nerede ise. Bunu bize “Dış dünya”ya en çok meydan okuyan kadrolar yaşatıyor. İsimleri “Adalet” ile başlayan kadrolar yaşatıyor. Ahlakı – insanlığı en çok önemsemesi gereken kadrolar yaşatıyor.

Son söz: Planı gördük, bakalım eylem nasıl olacak? Lütfen daha çok samimiyet.