30 Mart 2020 Pazartesi

Virüsün zulmü varsa bizim de Kanal İstanbul’umuz var Mehmet Ocaktan/30.03.2020


Malum Covid-19 virüsünün dünyayı kasıp kavurduğu şu günlerde hayatımızı altüst eden karantina günleri yaşıyoruz.
Gazetelerden, televizyonlardan her gün zihnimize boca edilen gerekli gereksiz bilgilerden ve de ölüm istatistiklerinden kaçıp kurtulmak için alıp başımızı gitmek istiyoruz ama bunun imkan ve ihtimali yok.

Elimiz mahkum, karantinaya ihtiyacımız var... Bu yüzden ben de haberlere daha az bakarak mümkün mertebe bilgi kirliliğinden uzak durmaya çalışıyorum, ama arada sırada haberlere bakmadan da olmuyor. Ve gözüm KARAR’ın manşetine takılıyor: “Karantinada Kanal ihalesi...” İnanamadım, geriye çekilip zihnimi toparladım ve gazeteye yeniden baktım, evet doğruydu devletimiz işi gücü bırakmış, büyük rant projesi için ilk adımı atmıştı. Birden gayrı ihtiyari bir şekilde “Yok canım, korona belası yüzünden evlerimizde can derdine düştüğümüz şu günlerde bunu da mı görecektik” cümleleri döküldü ağzımdan.

Evet bunu da gördük sonunda... Bütün dünyada felakete karşı küresel bir mücadele yürütülüyor, her ülke kendi ekonomik ve toplumsal imkanları çerçevesinde yoğun bir savaş veriyor. Bizde de ciddi bir mücadele yürütülüyor elbette, ama ekonomik imkanlarımız kısıtlı, paramız yok, yeterince test yapamıyoruz, dolayısıyla günler geçtikçe nasıl bir sonuçla karşılaşacağımızı bilmiyoruz.

Ama bakanlıktaki raf ömrü dolduğu için iki gün önce görevden alınan Ulaştırma ve Alt Yapı eski bakanımız Cahit Turhan henüz görevden alınacağından habersiz olduğu saatlerde bu ihalenin vatan-millet için ne kadar değerli olduğunu şöyle anlatıyordu:  “Türkiye Cumhuriyeti, salgın ile mücadele ederken üretim ve yatırımları da yapabilecek güçtedir...”

Yani Ulaştırma Bakanı demek istiyor ki, biz büyük devletiz paramız da bol, kanal da yaparız, koronayı da kovarız... Ancak sayın bakanın açıklamalarıyla örtüşmeyen küçük bir problemimiz var, memleketin hazinesinde yeterince para yok. Hükümet ilk elde 100 milyar liralık bir destek paketi açıkladı, buna ilaveten yeni destek önlemleri de alınıyor elbette. Ama özellikle büyükşehirlerdeki hizmet sektörü dahil, bütün işyerlerinin kapandığı, insanların evlerine çekildiği bir ortamda tedbirlerin yeterli olduğunu söylemek ne yazık ki mümkün değildir.

Her gün insanlara “evlerinizden çıkmayın” çağrıları yapıyoruz, evet çıkmayacaklar ama, bu insanlar hayatlarını nasıl idame ettirecekler? Halihazırda yüzde 13.7 ile dünyanın en büyük işsizlik rakamına sahip ülkelerinden birisiyiz. Yaklaşık 4.5 milyon işsizimiz var. Şimdi corona salgını yüzünden pek çok işyeri kapandı ve burada çalışan insanlar artık işsiz. Belki işlerini tümden kaybetmeyecekler ama, büyük bir bölümü bu süre içinde ya hiç maaş alamayacak, ya da üçte bir oranında alabilecek. Bu krizden etkileneceklerin sayısı tahminen 2 milyon civarında, krizin uzaması durumunda bu rakam daha da yükselebilir.

Görüldüğü gibi manzara hiç iç açıcı değil. Ama biz sanki memlekette her şey güllük gülistanlıkmış gibi, milletin büyük bir bölümünün karşı çıktığı Kanal İstanbul projesini millete rağmen sürdürmeye devam ediyoruz. Her ne kadar şu günlerde ulaştırma bakanının bu ihale yüzünden görevden alındığı şeklindeki bilgiler dolaşıma sokulmuş olsa da, bunun sıhhatli bir bilgi olduğu kanaatinde değilim. Zira bu ülkede hiçbir bakanın kendi iradesiyle herhangi bir karar alması da, ihale yapması da mümkün değildir. Aksini söyleyenlerin, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemini yeniden okumalarında yarar var.

Galiba rasyonel akla itibar etmeyen devletlerde işler böyle yürüyor. Bu cümleye birilerinin, “Rasyonel akılla yürüyen Batılı devletlerin coronadaki halini de gördük” şeklindeki itirazlarının farkındayım. Evet doğrudur, işin başında tehlikeyi ciddiye almadılar ve şimdi bedelini ağır ödüyorlar. Eğer bilimsel ve teknolojik imkanlarınızı zamanında kullanma kabiliyetini gösteremezsiniz, geri kalmış ülkelerden bir farkınız olmaz, mesele budur...

Kabul edelim ki felaketin boyutları çok büyük ve bundan kaçış yok. Krizin etkilerini asgariye indirebilmek için hem koruyucu tedbirleri erken almak, hem de güçlü ekonomik destek paketleriyle insanlara nefes aldırmak gerekiyor.

İşte rasyonel akılla hareket eden ülkelerin farkı burada başlıyor. Ekonomileri ve demokrasileri güçlü olan devletler işyerleri kapananlara, işlerini kaybeden ya da ücretlerini alamayacak olanlara yönelik milyar dolarlık destek paketleri açıklıyorlar. Başta Almanya, Fransa, İngiltere, Hollanda, Kanada olmak üzere pek çok gelişmiş ülke milyar ya da trilyon dolarlık önlem paketlerini devreye sokuyorlar.

İşin başında 850 milyar dolarlık bir kriz paketi planlayan ABD, salgının bütün ülke çapında tehlikeli bir tırmanış göstermesi sonucunda Trump yönetimi 2 trilyon dolarlık bir önlem paketi hazırlamak zorunda kaldı, bu rakamın 6 trilyon dolarlara çıkabileceği belirtiliyor.

Evet gelişmiş demokratik ülkelerde korona ile ekonomik anlamda mücadele stratejisi üç aşağı beş yukarı böyle... Biz de kendi ekonomik gücümüze göre önlemler alıyoruz elbette, ama bizim için esas önemli olan Kanal İstanbul... İstanbul’un deprem gerçeğine rağmen, bütün dünyanın korkulu rüyası haline gelen korona belasına rağmen mega projelere devam...

Para basmak bir seçenek Taha Akyol/30.03.2020


SELVA DEMİRALP Koç Üniversitesi’nde ekonomi profesörü. Taha Akyol’un ‘virüs ekonomisi’ üzerine sorularını cevaplandırdı.

Koronavirüs krizi dünya ekonomisini de vuruyor. Çapı ne olur? 2001 ve 2008 krizlerinden ağır olur mu? 1930’lara benzer mi?
Krizin nihai ekonomik etkilerini kestirebilmek çok zor. Hem arz hem de talebi etkileyen bu krizin altında yatan esas sebep ekonomik değil. Kimse virüsün ne hızla yayılıp ne zaman son bulacağını bilemiyor. Piyasların verdiği tepkiye baktığımızda böylesine keskin bir düşüşü 1930’larda bile görmediğimize şahit oluyoruz. Öte yandan 1930’lardan farklı olarak geçmişten ders almış, hele de 2008 krizinden sonra çok hızlı ve cesur hareket etmeyi öğrenip devreye girmiş merkez bankaları var. 

Bu krizde esas rol para politikasına değil hükümetlere düşüyor. Krizin hızlı bir toparlanma mı yoksa uzun süreli derin bir resesyon mu olacağı virüsün yayılma takvimine, izolasyon politikalarının ne kadar etkin devreye sokulabileceğine, bu süreçten olumsuz etkilenen ekonomik birimlerin ne şekilde ayakta tutulabileceğine bağlı.

Uluslararası veriler, sokağa çıkma yasağının virüsün kontrol altına alınmasında en etkin metod olduğunu gösteriyor. Ancak global çapta bir uygulamanın hem uluslararası koordinasyon hem de ekonomik maliyet açısından önemli zorlukları var. Bununla beraber en kısa sürede virüsten temizlenip “V şeklinde” hızlı bir ekonomik toparlanma yaşamak ancak bu tür radikal bir önlemle mümkün olabilir görünüyor.  

Eski Fed Başkanı Bernanke “Eğer sağlık sorunu çözülmezse alınan hiçbir önlem işe yaramaz” dedi. Unutmayalım ki virüs ne kadar hızlı kontrol altına alınırsa insanların ekonomiye olan güveni o kadar çabuk geri gelecek, iş yerleri açılacak ve insanlar normal hayatlarına dönüp eski tüketim alışkanlıklarına devam edecekler.  

PARA MUSLUKLARI AÇILIYOR

Yazılarınızda ABD ve Avrupa merkez bankalarının sıfır faizle trilyon gibi miktarlarda nakit miktarının piyasaya süreceğini belirtiliyorsunuz. Bununla ne amaçlanıyor? Beklenen etkiyi doğurur mu?
Merkez bankaları ne krizin esas sebebi olan virüsün kontrol altına alınmasını sağlayabilirler ne de sosyal izolasyonun yarattığı üretim yavaşlamasını durduracak bir önlem geliştirebilirler. Ama yapabildikleri bir şey var o da para arzını artırmak. Bu suretle krizin yarattığı finansal paniği engellemeye ve gelir akışı duran şirketlerin borç ödemelerine yardımcı olarak hayatta kalmalarını sağlamaya çalışıyorlar. Bu şekilde kasırga geçip gittiğinde bir enkazla karşılaşılmaması için çaba sarf ediyorlar.

Büyük merkez bankaları kendi üstlerine düşeni hızlı ve başarılı bir şekilde yerine getiriyorlar.  Büyük Buhran (1930) sırasında Fed para arzını azaltmış ve yangına körükle gitmekle suçlanmıştı. 2008 krizi geldiğinde ise Fed para musluklarını açıp bilançosunu 3.5 trilyon USD genişletti. Bu sefer 2008’den de hızlı ve agresif hareket eden bir Fed var.  Fed’in öncülüğünde ECB’nin de 2008 krizine göre çok daha hızlı hareket ettiğini görüyoruz.



PARAYI GERİ ÇEKMEK

Bu kadar muazzam bir para enflasyon patlaması yaratmaz mı? Gerekiği zaman bu parayı nasıl geri çekebilirler, araçları ne?
Doğru icra edilmezse elbette yaratabilir. Benzer endişeler 2008 krizi sırasında da yaşandı. Zamanın Fed başkanı Bernanke, ne yaptıklarını bildiklerini ve bu işin sırrının talep toparlanmaya başlayıp enflasyonda yükselme sinyalleri başlar başlamaz parayı geri çekmek olduğunu söyledi. Sonrasında korkulan olmadı ve ABD enflasyonu yüzde 2’lik hedefin altında kaldı. Bunda yapısal faktörlerin de katkısı var tabii. Ancak kredibilite sahibi bir merkez bankasının bekleti yönetimindeki başarısı da inkar edilemez.

Merkez bankaları parayı iki şekilde piyasaya sürüyor. Birinci yol bono satın almak. Merkez bankası A bankasından bono satın alırsa, o bankaya yaptığı ödeme para arzını artırmış oluyor. Parayı geri çekme vakti geldiğinde de elinde itfası gelen bonoları yenilemeyerek kademeli olarak para arzını azaltıyor. Ya da bono satın almak yerine bu sefer bono satışı yaparsa A bankası merkez bankasına ödeme yapacağından o kadar para piyasadan çekilmiş oluyor. Para arzını artırmanın ikinci yolu ise doğrudan borç vermek. Bu borçlar geri ödendiği zaman da para arzı otomatik olarak azalıyor.

TÜRKİYE EKONOMİSİ…

Gelelim Türkiye’ye… Ekonomi ne durumdaydı, virüs krizi Türkiye ekonomisini ne ölçüde etkiler?
Türkiye ekonomisi maalesef virüse yüksek enflasyon, genişlemiş bir bütçe açığı, düşük merkez bankası rezervleri ve süregelen özel sektör bilanço sorunu ile yakalandı. Bu maalesef iyi bir kombinasyon değil. Çünkü krizle mücadele için hareket alanınızın kısıtlı olduğu ve atacağınız adımların daha riskli olacağı anlamına geliyor.

2017 sonrası uygulanan popülist politikalar, yüksek büyüme rakamları kadar enflasyon, kurda zayıflama ve artan dış borcu da beraberinde getirdi. Bu dönemin getirdiği kırılganlıklar 2018 kur krizinin kapılarını açtı. TL çok hızlı değer kaybetti.  Döviz cinsi borcu yüksek olan özel sektör, Ağustos 2018 krizi sonrası bu borcu geri ödemede zorluk yaşadı.  Problem ister istemez bu şirketlerin yeri bankalardan aldığı kredilere de yansıdı. Takipteki alacaklar arttı. Ekonomi resesyona sürüklendi.

Bu sefer de ekonomiyi tekrar canlandırmak için hızla faizler indirildi, bütçe açığı arttı. Malesef bu önlemler uzun vadeli sürdürülebilir bir büyümeyi hedeflemekten ziyade kısa vadede en hızlı büyümeyi amaçlayan tedbirler oldu.  Bugün hâlâ bankacılık sisteminin 2019’dan devraldığı takipteki alacaklar sorunu var. Bu problem daha da büyüyebilir. Çünkü pandemi sonucunda gelir akışında sorun yaşayan şirketler aldıkları kredileri ödemekte zorlanacaklar.

Koronavirüs salgını hiç olmasaydı bile ben YEP’teki (Yeni Ekonomik Program) yüzde 5’lik büyüme tahminini çok iyimser buluyor ve yüzde 3 civarında bir büyümenin hem daha gerçekçi hem de daha dengeli olacağını düşünüyordum. Global resesyon bu tahminimi çok daha da aşağıya çekecek şüphesiz. Henüz salgının boyutları konusunda kimse net bir fikre sahip değil. Ayrıca uygulanması gereken politikaların ne hızla devreye sokulacağını da bilmiyoruz. O nedenle bir rakam verebilmek gerçekten çok zor. 

GÜÇLÜ VE RİSKLİ YANLARIMIZ

Türkiye ekonomisinin böyle bir dönemde dayanıklı ve hassas yönleri neler?
2001 krizi sonrasında bankacılık sisteminin sağlam temeller üzerine oturtulması ve  sermaye yeterlilik rasyolarının yüksek olması bugün en önemli dayanaklarımızdan bir tanesi. Takipteki alacakların artması durumda dahi bunu absorbe edebilecek bir yapıya sahibiz.

Petrol fiyatlarının salgın nedeni ile sene başından bu yana yüzde 60 düşüş göstermesi bizim gibi petrol ithal eden ülkeler için bir diğer avantaj.

Kırılganlıklarımıza gelince: Popülist politikalara yenik düşüp enflasyon hedeflemesini yıllardır ihmal etmemiz, sürdürülebilir büyüme doğrultusunda üretim potansiyelimizi, rekabet gücümüzü artıracak yatırımlara ağırlık vermemiş olmamız bugün maalesef bizi diğer gelişmekte olan ülkelere nazaran da daha riskli ve kırılgan bir konuma getiriyor.

Dış borcumuzun yüksek olması bizi uluslararası risk iştahındakı dalgalanmalara karşı hassas bir hale getiriyor.  Global risk iştahının azaldığı kriz dönemlerinde döviz bulmak zorlaşıyor ve dış borcu ödeme maliyetimiz artıyor. Bu da ekonomiyi canlandırmak adına atabileceğiniz para politikası adımlarınızı kısıtlıyor.

Ekonomiyi desteklemek için gelişmiş ülkeler kadar rahat ve kaygısız  bir şekilde piyasalara para süremiyorsunuz. Çünkü bol paranın yarattığı düşük faiz yabancı yatırımcı açısından cazip değil. Enflasyon oranınız da yüksek olunca genişlemeci politikaların yaratabileceği uzun vadeli enflasyon ilave bir risk doğuruyor. Belki bir avantajımız şu: Bu sıralar ağzımızla kuş da tutsak gelişmekte olan ülkelere para girmeyecek. O nedenle bu dönemde çok iyi düşünülmüş bir planla para basıp içerideki acil likidite ihtiyacımızı karşılayıp sonrasında bu parayı geri çekmek için bir fırsatımız olabilir.

100 MİLYARLIK PAKET

Hükümet 100 milyarlık paket açtı. Siz eksiklerini de yazdınız. Miktar muhtemelen daha da büyüyecek. Bu nasıl finanse edilecek?
100 milyar TL’lik paket krizin boyutları ve yapılması gerekenler düşünüldüğünde oldukça küçük kalıyor.  Diğer ülke örneklerine baktığımızda GSYH’nın yüzde 10’u civarında paketler görüyoruz. Telaffuz edilen rakamlar çok büyük olmakla birlikte devletlerin borçlanarak en hızlı şekilde bu kaynağı bulması ve geç kalmadan önlem alması gerekiyor.

Borç verme iştahının çok düştüğü global bir kriz ortamında Türkiye’nin halihazırdaki kırılganlıkları ile makul bir fiyatla dışarıdan borçlanabilmesi çok zor. O nedenle ilk aşamada merkez bankası para basarak devlet tahvili satın alabilir ve bu şekilde elde edilen para salgın nedeni ile işini ya da gelirini kaybedenlere transfer ödemesi olarak acilen aktarılabilir.

Bu şekilde borç monetizasyonu normal şartlarda asla tavsiye edilmeyecek, ileriye yönelik ciddi enflasyon riski taşıyan bir araç. Eğer zamanı geldiğinde parayı geri çekmekte geç kalırsanız ya da bu disiplini göstereceğinize toplumu ikna edemezseniz hiperenflasyona kadar giden bir süreci tetikleyebilirsiniz. O nedenle öncelikle bu tehlikeli aracı minimum düzeyde ve en acil alanlarda kullanmak lazım. 

Bugün basılan paranın zamanı geldiğinde kimsenin gözünün yaşına bakmadan geri çekilmesi ve bu sözün inandırıcı olması gerekiyor. İnandırıcılık malesef bir diğer engel olarak karşımıza çıkıyor. Son yıllarda ciddi şekilde yıpranmış olan merkez bankası kredibilitesi ve kurumsal bağımsızlık konusundaki endişeler bugün en ihtiyacımız olan zamanda ulaşılabilecek can simidine erişimi zorlaştırıyor.

ÖNCELİKLİ SEKTÖRLER

Ekonomiyi ayağa kaldırmak için öncelik hangi sektörlerin desteklenmesine verilmeli?
Bütçeden aslan payının sağlık sektörüne gitmesi gerekiyor. Sağlık hizmetlerinin kapasitesini hızla aşan bu salgını kontrol etmek için sıkı bir izolasyon lazım. İzolasyon sağlandıktan sonraki adım bu dönemde kapanmak zorunda kalan işyerlerine, çalışamayan, işini kaybeden, zorunlu izne çıkarılan mağdur kitlelere gelir takviyesi yapılması. İzolasyondan ilk etkilenen sektör hizmetler sektörü oluyor. Restoranlar, oteller, havayolları iş yapamayınca çalışanlarını işten çıkarmaya başlıyor, borç ödemelerini yapamıyorlar. Bankacılık sisteminde ödenemeyen krediler artıyor. Bir sonraki aşamada işini kaybedenler harcamalarını kısıyor. Evine kapanan halk zaten tüketim yapamıyor. Bu şekilde ekonomik durgunluk toplumun geneline yayılıyor.

Devletin hızlı bir şekilde gelir akışı sekteye uğrayan hanehalkı ve şirketlere kaynak aktarımı yaparak salgının ekonomik cephedeki bulaşıcılığını sınırlaması gerekiyor. Bu noktada riski bankacılık sistemine yükleyip bankalardan kayıtsız şartsız kredi arzını artırmalarını beklemek de makul değil. Bunun yerine riskleri azaltarak bankalara kredi vermeleri için uygun zemin hazırlamak lazım.

KEMER SIKMA GEREKECEK

Fed’in ve ECB’nin piyasa verdiği nakit bolluğunu virüs krizi bittikten sonra geri çekeceğini söylediniz. Türkiye’de bu (kemer sıkma) gerekecek mi?
Kesinlikle. Türkiye’nin Fed ve ECB’den daha da hızlı bir şekilde piyasalara sürülen parayı geri çekmesi gerekecek. Bunun ötesinde bu para daha piyasaya sürülmeden geri çekme konusundaki ciddiyetin çok şeffaf bir iletişimle piyasalarla paylaşılması ve inandırıcı olması gerekiyor. Aksi takdirde enflasyon beklentilerinde ani bir yükseliş dolarizasyonun alevlenmesine, TL nin daha da hızlı değer kaybetmesine, faizlerin yükselmesine ve döviz bulma imkanlarının daha da zorlaşmasına sebep olur ve yeni bir finansal krize davetiye çıkarır.

Ekonomide ani bir duruşu engellemek ve kalıcı hasarı önlemek için acil likiditeye ihtiyacımız var. O nedenle  çok riskli de olsa gecikmeden bu ameliyata girip önce kanamayı durdurmamız gerektiğini düşünüyorum. Ancak şunu unutmamak gerekir ki TCMB ancak TL basabilir. Döviz ihtiyacını karşılayamaz. Yani ilk aşamada acil olan TL ihtiyacı bu şekilde karşılandıktan hemen sonra dış finansman sorunu ile yüzleşeceğiz. Bu nedenle para basmayı kalıcı ve kesin çözüm gibi asla düşünmemek lazım. 

Peki döviz elde etmek için alternatifler neler? Fed bu dönemde bir dizi ülke ile ile swap anlaşmaları devreye soktu. Türkiye halihazırda bu ülkeler arasında değil. IMF de benzer şekilde 1 trilyon USD’lik bir kaynağı ödemeler dengesinde sorun yaşayan ülkelere borç vermeye ayırdığını söyledi. Tüm bu alternatifleri değerlendirmek lazım.

KİMDİR?

SELVA DEMİRALP Koç Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Selva Demiralp 2000-2005 döneminde FED’de ekonomist olarak çalıştı. 2005’ten itibaren Koç Üniversitesi’nde ekonomi dersleri veriyor. Merkez bankacılığı ve para politikaları konusunda çok sayıda araştırma, rapor ve makaleleri bulunuyor.

25 Mart 2020 Çarşamba

Barzani ve Şivan Perwer'in Diyarbekir ziyaretleri/Altan Tan /25 Mart 2020


Diyarbekir, insanlığın ilk yerleşim yerlerinden, dünyanın en kadim şehirlerinden biri.

Araştırmalar bölgede ilk yerleşimin on bin yıl öncesine kadar uzandığını gösteriyor.

Aslında 'Diyar-ı Bekir' ismi güneyde Cizre ve Nusaybin'den başlayarak, Karacadağ'a ve Siverek'e; kuzeyde ise Muş ve Bingöl Dağları'na kadar uzanan bölgenin adı.

Adını, İslamiyet’ten önce buralara yerleşen ünlü Arap kabilesi Bekir bin Vail’den alıyor. Osmanlı döneminde de önce eyaletin, sonrasında da vilayetin adı Diyarbekir.

Tarihi Diyar-ı Bekir Bölgesi’nin coğrafi sınırları bugünkü Mardin ve Batman’ın tamamını, Siirt, Şırnak ve Urfa'nın da bir kısmını içine alıyor.

Eyalet ve vilayetin yönetim sınırları ise bir dönem Adıyaman (Hısn-ı Mansur), Malatya, Elazığ (Harput) ve Bingöl'ü (Çapakçur) de kapsayacak kadar geniş.

Vilayetin merkezi 5,3 kilometrelik surlarla çevrili Amid şehri. 'AMED' ise 'Amid'in Kürtçe telaffuzu.

Cumhuriyet'in ilan edildiği 29 Ekim 1923'e kadar resmi olarak, 'Amid Sancağı'ı; Diyarbakir Vilayeti'nin merkez sancağı.

"Sırlarını, surlarına söyleyen", "Ağzı var dili yok" binlerce yıllık Amid şehri neler gördü, neler yaşadı neler?

"Kara taşları gibi bahtı kara" Amid, öyle günler gördü ki on binlerce yiğidini surlarının dibine gömdü;

Öyle günler de gördü ki, bir ömre bedel!

16 Kasım 2013 günü tarihinde gördüğü çok az sayıdaki 'Bir ömre bedel' günlerden biri.

16 Kasım 2013 günü, Barzani ve Şivan Perwer'in, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın resmi davetlisi olarak Diyarbekir'e geldikleri ve Urfa Yolu üzerindeki Kantar Meydanı'nda halka hitap ettikleri gün.

Çözüm sürecinin en coşkulu günlerini yaşamakta olduğumuz umut dolu günler...

Başbakan'ın, Barzani ve Şıvan Perwer'i davet ettiği duyulur duyulmaz, bu konu ile ilgili tezviratlar da servis edilmeye başlandı.

Böylesine önemli bir daveti anlamsızlaştırmak için muzavırlar;

"Erdoğan 4 ay sonra yapılacak Diyarbakır Belediye Başkanlığı seçimini kazanmak için Barzani ve Şivan’ı kullanmak istiyor.

Bu davet, AK Parti’nin seçimlerde BDP’yi alt etme manevrasından başka bir şey değil.

Barzani ile Şivan kesinlikle gelmemeliler, hem zaten Newroz’a gelmeden bu şekilde gelmeleri işbirlikçilikten başka bir şey değil" demeye başladılar.

Dedikleri kısmen doğruydu!

Tabii ki AK Parti siyaseten çözüm sürecinin meyvelerini toplamak ve bölgede oylarını artırmak istiyordu, ancak aynı şey BDP için de geçerliydi.

Göz ardı ettikleri bir şey vardı ki o da;

İki parti Türkiye Büyük Millet Meclisi çatısı altında birlikte çözüm sürecini yürütüyorlardı ve düşman değil; rakiptiler. Bu, siyaseten karşılıklı bir alışverişti.

Önemli olan ‘Kazan, kazan’ı sağlamaktı.

Hem Barzani ve Şivan, hükümetin izni olmadan, Erdoğan'la iyi geçinmeden; böylesine büyük bir adımı nasıl atabilir ve Diyarbekir'e nasıl gelebilirlerdi ki?

Birazcık siyaset bilen için durum açık ve netti. Önemli olan aralanan bu kapıyı Kürtlerin lehine sonuna kadar açabilmekti.

Karşı hamle yaparak süreci bir daha geri dönülemeyecek kadar ileriye götürmekti.

Süreci sabote etmek isteyenler tam tersini yaptılar ve Barzani’nin gelişini kendilerince boşa çıkarmak için harekete geçtiler.

"Bu tamamen bizim dışımızda AK Parti’nin programıdır, hiçbir BDP milletvekili katılmamalıdır" dediler.

Bazı milletvekili arkadaşlarımızla buna itiraz ettik ve kendi aramızda tartışmaya başladık.

Tam bu sırada Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Fatma Şahin (Şimdi Antep Belediye Başkanı) beni aradı ve Diyarbakır milletvekili olarak, Diyarbakır’daki 400 çiftin nikah törenine davet etti.

Ben de "Sayın Bakan, Sayın Barzani'nin gelişini basından öğrendik. Gelmelerine 3 gün kalmasına rağmen, bizim programla ilgili hiçbir bilgimiz yok.

Sayın Barzani ve Sayın Erdoğan, Diyarbakır’a ne zaman ve hangi yolla gelecekler, nerede konuşma yapacaklar, Diyarbakır Büyük Şehir Belediyesi’ni ziyaret edecekler mi?

Bu konularla ilgili hiçbir şey bilmiyoruz, en azından belediye ziyareti programa konulursa, biz de bir şeyler yapmaya, arkadaşlarımızı ikna etmeye çalışırız. Tamamen devre dışı bırakılır ve dışlanırsak biz de bir şey yapamayız" dedim.

Fatma Hanım nezaket göstererek "Ağabey, bana biraz izin ver, Sayın Başbakan'la görüşüp, tekrar sana döneyim" dedi.

Birkaç saat sonra tekrar arayarak "Sayın Başbakan uçakla, Sayın Barzani ise Habur’dan Cizre, Nusaybin güzergahını takiben karayolu ile gelecekler" bilgisini verdi ve "Sayın Başbakan ve Sayın Barzani ayrı ayrı Büyükşehir Belediyesini ziyaret edecekler" dedi.

"Ziyaretlere taraflardan beşer kişi katılsın" diyerek de ziyaretin protokolünü belirledi, ben de söylediklerini parti yönetimine ilettim.

Bütün bu çabalara rağmen parti içindeki belli çevrelerin direnci devam etti.

Süreci boşa çıkarmak isteyenler hep aynı argümanı tekrarlayarak "Mesud Barzani ve Şivan Perwer’in AK Parti tarafından kullanıldıklarını" ileri sürüyor ve protesto edilmeleri gerektiğini söylüyorlardı.

Ben "Arkadaşlar, siyaset hamle işidir. Varsayalım ki AK Parti fırsatçı tüccar gibi basit hesaplar içinde.

Gelin biz karşı hamle ile bu ucuz politikasını alabora edelim.

Hem üzüm yiyelim hem de bağcıyı dövelim!

Sadece Diyarbakır halkına değil, Silopi’den Urfa’ya kadar bütün halkımıza seslenelim, çağrıda bulunalım.

Barzani’yi Habur’dan Diyarbekir’e kadar yüz binlerle karşılayalım; Diyarbekir’deki mitingde ise bu rakamı milyona çıkaralım.

Cizre’den Diyarbekir miting meydanına kadar yüzbinlerin, milyonların ellerinde Türkiye ve Irak Kürdistan bayrakları olsun. Gençlerimiz her iki bayraklı tişörtler giysin.

Türkçe ve Kürtçe tek bir slogan atalım ‘Biji Türkiye, Biji Kürdistan-BijiBırati, BijiAşiti’ (Yaşasın Türkiye, yaşasın Kürdistan-Yaşasın kardeşlik, yaşasın barış)

Böyle bir tablo, başbakan; onlarca bakan ve yüzlerce milletvekilinin katıldığı resmi ideolojinin cenaze töreni olur.

Bu 'Cenaze törenine' özellikle Genel Başkan Selahattin Demirtaş’ın da katılması gerekir" dedim.

Söylediklerim kabul görmedi.

Başbakanı havaalanında karşılamaya Belediye Başkanı Osman Baydemir'in gitmesine, karayolu ile gelecek Barzani’yi ise kimsenin karşılamamasına ve diğer programlara da katılınmamasına karar verildi.

Bu tavır doğrultusunda, Mesud Barzani’nin esas muhatapları olan parti eş başkanları Selahattin Demirtaş ve Gülten Kışanak da Diyarbakır’a gelmediler.

Başbakan Erdoğan’ı Diyarbakır Havaalanı’nda Belediye Başkanı Osman Baydemir'le birlikte Leyla Zana, Esat Canan, Sırrı Sakık ve ben karşıladık ve tabi aralarında vali, onlarca bakan ve yüze yakın AK Parti milletvekilinin bulunduğu büyük bir kalabalık.

Barzani’yi Mardin Yolu’nda karşılamaya ise benim dışımda hiçbir BDP milletvekili gelmedi.

BDP’li milletvekili olarak bir tek ben gittim. Barzani’yi seven ellerinde Kürdistan bayrakları olan çoğu eski KDP’li bin kişiye yakın bir grup da karşılamaya gelmişti.

Barzani yoğun ilgiden arabadan inemedi, doğruca otele geçtik. Karşılamaya gelmeyen Leyla Zana ve Esat Canan da Barzani ve Şivan’a otelde hoş geldin dediler.

Duygusal anlar yaşandı, Şivan’la otel kapısında sarılıp, kucaklaştık, hasret giderdik.

Urfa yolu üzerinde Kantar Meydanı’nda yapılan mitinge katılmadık. 440 kişinin toplu nikah törenine ise sadece Leyla Zana katıldı.

Gece, Barzani onuruna verilen akşam yemeğine de Diyarbakır BDP milletvekili olarak bir tek ben katıldım, diğer arkadaşlar protesto ettiler.

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Devlet Bakanı Egemen Bağış ve Mesud Barzani’nin kardeşinin de bulunduğu 2 Nolu protokol masasında birlikte oturduk. Yemek boyunca sayın Davutoğlu ile tartıştık.

Gece geç saatlerde tekrar bir durum değerlendirmesi yaptık, bu kadar mesafeli durmanın Mesud Barzani’ye karşı ayıp olduğunu düşünen Ahmet Türk ile birlikte birkaç arkadaşla tekrar otele gittik.

Barzani erken uyuduğundan görüşemedik, Şivan’la odasında sohbet ettik.

Gündüz miting meydanında Mesud Barzani ve Başbakan Erdoğan tarihi konuşmalar yaptılar.

Mesud Barzani;

"Sevgili Diyarbekirliler,

Sizlere Kürdistan halkının Erbil'in selamlarını getirdim" diyerek sözlerine başladı.

Bugün rüyalarıma giren tarihi bir hayalim gerçekleşti.

15-20 yıl öncesi benim Diyarbekir'e gelmem, bu meydanda Aziz Diyarbekir'de konuşmam imkansızdı.

Bu fırsatı verdiği için sayın Erdoğan’a teşekkür ederim…

Kardeşlik hukukunun oluşması için beyinlerin değişmesi gerekiyordu...

Erdoğan'ın Erbil'i ziyaret etmesi ile Kürtlerin inkarı dönemi bitmiştir…

Savaş tecrübe edildi, kimse savaştan bir hayır görmedi…

Barış çok zahmetlidir.

Barışa şans ve zaman verilmelidir.

Barış yolu ne kadar uzun olursa olsun bir saatlik barış, savaştan daha iyidir…

Barış sürecini destekliyoruz. Tüm Kürt kardeşlerimin de desteklemesini istiyorum.

Türkçe bilmiyorum,

Yaşasın Türk ve Kürt kardeşliği.

Yaşasın barış, yaşasın özgürlük

sözleriyle konuşmasını Türkçe bitirdi.

Barzani, Kürtçe yayın yapan TRT 6 (TRT Kurdi)’ye verdiği demeçte de "Başbakan’ın 'Kürdistan' demesinden çok hoşlandım, Kuzey Irak demek doğru değildir.

Çünkü Irak Anayasası’nda da adı Kürdistan bölgesidir.

Bu da Başbakan'ın attığı bir adımdır. Bu bizi daha da yakınlaştıracaktır, İnşallah bundan sonraki Nevroz’a da çağırırsalar geliriz" dedi.

Başbakan Erdoğan’ın konuşması da duygu doluydu.

Sevgili kardeşlerim;

Bundan 81 yıl önceydi, 21 Haziran 1932.

Hakkari Şemdinli’den sınırdan çok önemli misafirlerimiz gelmişti. Toprakları uçaklarla bombalanmıştı, köyleri yakılıp yıkılmıştı.

Buradaki kardeşleri onları muhabbetle kucakladılar. Gelenlerden bir tanesi şunu söylüyordu:

‘Biz Türkiye’de asılmayı, idam edilmeyi bekliyorduk. Ama biz Türkiye’ye seve seve geldik, çünkü ölsek de Türkiye’de ölmek istiyorduk.

Türkiye’de beklediğimiz manzara olmadı. Çok iyi muamele gördük.’

Bunu söyleyen Molla Mustafa Barzani’ydi.

Merhum Kadı Muhammed’in dediği gibi,

‘Allah’a, dine, İslam dininin önderine inanmış Müslüman milletinde nasıl ki dürüstlük ve sadakat varsa bütün bu özellikler Molla Mustafa Barzani’de de vardır.’

İşte o Barzani 81 yıl önce kardeşlerinin Türkiye’de misafiri oldu. Bugün de Molla Mustafa’nın oğlu değerli dostum Mesud Barzani’yi Diyarbakır’da misafir ediyorum.

Babanız, amcalarınız gibi kardeşlerinizin toprağına ve onların ülkesine Türkiye Cumhuriyeti’ne, Diyarbakır şehrimize hoş geldiniz.

Sizi, şahsınızda Kuzey Irak Kürdistan bölgesindeki değerli kardeşlerimizi muhabbetle selamlıyorum...

Biz Erbil’de kendimizi kendi şehrimizde hissettik. Sizde kendinizi evinizde hissedin diyorum...

‘Ben seni özledim inan ki seni özledim,
Baharın rengine sor, o ağacın çiçeklerine sor,
Barış güvercinlerine sor, arkadaşlık ve dostluğa sor,
Hapishane duvarlarına sor onlar sana doğruyu söylerler
Ben seni çok özledim inan ki seni özledim.’

(Şivan'ın en ünlü parçalarından 'Min bériya te kiriya...'nın Türkçesi)

Evet, tam 37 yıl süren bu anlamsız acı, bu kederli hüzne son veriyoruz.

Nihayet hoş geldin Şivan Perver diyoruz…

Ezelden kardeşiz, ebede kadar kardeşiz…

Biz sadece yol arkadaşı değil, kader arkadaşıyız. Biz pazara kadar değil mezara kadar, mahşere kadar biriz, beraberiz…

Ah keşke bugün biri daha aramızda olsaydı.

‘Ben yandım siz yanmayın Allah aşkına’ diyordu.

‘Şimdilik hoşçakalın gözüm’ diyordu.

Ne var ki, vatana dosta, kardeşe hasret şekilde 13 yıl önce bugün bir 16 Kasım’da gurbette hayata veda etti.

Ahmet Kaya’yı Diyarbakır’ın, Malatya’nın evladını sevgili dostum Ahmet Kaya’yı vefatının 13. sene-i devriyesinde rahmetle anıyorum.

Ahh diyorum o da burada olaydı. Ben Pınarhisar’a giderken o da uğurlamaya gelmişti. Öyle bir dostluk vardı…

Yüz yıl önce bu topraklarda adeta cetvelle sınırlar çizildi ama bizim muhabbetimize sınırlar çizemezler.

Bizim ortak tarihimize ve geleceğimize sınır çizemezler…

Nasıl ki Türk’ü Kürt’ten ayıramazlarsa Kürt’ü de Türk’ten ayıramazlar. Bir annenin çocuğuyla anadilinde konuşamıyor olmasından büyük azap ne olabilir?

Şivan Perwer’in kasetlerinin nasıl gizli gizli dinlendiğini ben de bilirim.

Faili meçhullerin, işkencelerin, sürgünlerin ne büyük acı olduğunu bilirim…

23 Nisan 1920 ruhuyla yeni bir Türkiye inşa ediyoruz. Yeni Türkiye’yi her etnik, her inanç unsuruyla, her mezheple inşa ediyoruz.

1920’de TBMM’de Kürt, Türk, Arap, Laz, Gürcü, Çerkes, Boşnak nasıl beraber olduysa, İstiklal Savaşı’nı birlikte verdilerse, Cumhuriyet’i nasıl birlikte kurdularsa yeni Türkiye’yi de o ruh, o öz ve kardeşlik ruhuyla ayağa kaldırıyoruz…

Diyarbakırlı Kürt kardeşim, Türk kardeşim, Zaza, Arap kardeşim bu Cumhuriyet senin Cumhuriyetindir.

Ne kadar İzmirlinin ne kadar İstanbullunun ne kadar Ankaralının cumhuriyetiyse o kadar da senin cumhuriyetindir.

Bu devlet senin devletindir. Bu bayrak senin bayrağındır. Artık kimse kimseyi hor göremez. Kimse kimseye ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapamaz.

Hiçbir kültür, hiçbir kimlik inkar edilemez. Yeni Türkiye’de ayrımcılık, öteleme, horlama olamaz.

İnkar, ret, asimilasyon olamaz, olmayacak. Bu topraklarda nifak, ayrışma, nefret, ötekileştirme olmayacak.

Tıpkı 23 Nisan 1920’de olduğu gibi. Başı açık da örtülü de bu ülkenin birinci sınıf vatandaşıdır. Bu cumhuriyeti hep birlikte kurduk. İstikbali de birlikte inşa edeceğiz.

Çocuklarımızın kanı üzerinden hesap yapanlara Diyarbakır’ın ‘Yeter artık’ demesini istiyorum…

Dağdakilerin indiğini, cezaevlerinin boşaldığını, 76 milyonun kucaklaştığını birlikte yeni Türkiye olduklarını göreceğiz.

Irak Kürdistan Bölgesel Yönetim Başkanı değerli kardeşim Barzani’ye Erbil’den geldikleri, heyecanımızı paylaştıkları için milletim adına teşekkür ediyorum.

Şivan Perwer’e ülkesinde topraklarına, ana baba ocağına 37 yıl sonra tekrar hoş geldin diyorum.

Zülküf Peygamberin, Elyasa peygamberin sahabe-i kiramın, evliyanın onların hatırına rabbim kardeşliğimizi, muhabbetimizi daim etsin diyorum.


Başbakanın konuşmasından sonra sahneye çıkan Şivan Perwer ve İbrahim Tatlıses birlikte türkü söylerlerken Emine Erdoğan ve Bülent Arınç ağlıyorlardı ve onlarla birlikte binlerce kişi de.

Ertesi gün Başbakan Erdoğan ve heyeti Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir’i makamında ziyaret etti.


Tüm protokol kuralları alt üst oldu, onlarca kişi odaya doldu.

Oldukça samimi geçen sohbetin gazetelerde yayımlanan fotoğraflarında Osman Baydemir’in eli Başbakan’ın elinde, Erdoğan da dahil hepimiz kahkahalar atıyorduk.

Osman Baydemir ve Esat Canan'ın Şal-u Şapikle yer aldıkları, Mesud Barzani’nin Belediye ziyareti ise tam bir düğüne döndü, oda ve koridorlar tıka basa doldu.

Benim 8 yaşındaki oğlum Yusuf bile odaya girdi.


Mesud Barzani her türlü protokol ve diplomasi kurallarını bir tarafa bırakarak en samimi duygularıyla konuştu.

Çok açık söylemek istiyorum ki, önceliğimiz Kürtlerin birliğidir. Kürtler birlik olursa hem kendilerine hem de diğer Arap ve Türk kardeşlerine daha iyi hizmet sunabilirler…

Barış sürecinde Erdoğan ve Öcalan’ı takdir ediyorum…

Bu sürecin sonunda Öcalan da dahil bir genel af gelebilir…

Süreci canı gönülden destekliyorum.

Barzani Suriye Kürtleri, Rojava ile ilgili de önemli bilgiler verdi;

Suriye’de olaylar başladığında, PYD’nin de içinde olduğu sayıları 15’i bulan Kürt partileri ile Hewler’de (Erbil) bir toplantı yaptık.

Ben, siz ittifakla ne karar verirseniz, kararınıza uyacak ve sizi destekleyeceğim.

İster demokratik yollarla eylem (Arapça muzaharat kelimesini kullandı), isterseniz silahlı mücadele kararı alın kararınıza saygılı olacak, gerekirse silah da vereceğim dedim.


Barzani "Gerekirse silah da vereceğim" sözlerini Baydemir’in makamını dolduran içlerinde AK Parti milletvekillerinin de bulunduğu en az 100 kişinin önünde söyledi.

Barzani, Erbil toplantısı ile ilgili bilgi vermeye devam ederek şöyle dedi;

Kürt Yüksek Konseyi’ni kurduk ve ‘Peymana Hewléré’yi (Hewler Anlaşması'nı) imzaladık.

Bu anlaşmaya göre Kürt partileri Esed rejimiyle doğrudan ve dolaylı hiç bir ilişki kurulmayacak; her türlü ilişki kesilecekti.

Bütün Kürt Partileri ulusal bir tutum benimseyerek birlikte hareket edecek, kararlar ve yönetim birlikte oluşturulacak; bütün gruplar mutabakata uygun davranacaktı.

Ne yazık ki PYD, Kürt Yüksek Konseyi’nin Erbil Anlaşması’na uymayarak, anlaşmayı bozdu.

Baas rejimi ile ilişkisini sürdürdü ve kendinden olmayan, kendine boyun eğmeyen Kürtleri tutuklamaya ve öldürmeye başladı.

PYD'den kaçan on binlerce Kürt,  Kürdistan Bölgesi'ne göç etti. (Bugün bu rakam 250 bin civarında)

Sorduğumuzda ise PYD inkar ederek ‘Benim ilgim ve bilgim yok’ demeye başladı.

‘Peymana Hewler’e uyarlarsa her türlü desteği vermeye tekrar hazırım, uymazlarsa yolları açık olsun!


KDP Başkanlık Meclisi üyesi Ali Avni ise toplantı sonrası verdiği beyanatta;

"PYD, Barzani’yi dinlemedi.

PYD'nin izlediği yanlış siyaset, Kürtler'in ellerindeki fırsatı kaçırmalarına neden oluyor.

Milletimizin açık açık orada yanlış bir siyaset yapıldığını bilmesi lazım.

Kürtler yine parçalanıyor, güçsüz bırakılıyor. Biz Rojava'da, Irak Kürt bölgesindeki gibi bir federasyon kurulmasını istiyoruz.

PYD, Barzani'yi dinlese, bir yıl içinde Suriye'de federasyon kurulurdu" diye konuştu.

Belediye’deki buluşmadan sonra topluca belediyenin hemen karşısındaki bir restorantta yemeğe geçildi. Mesud Barzani sadece biraz yoğurt ve birkaç lokma ekmek yedi.

Aynı coşku yemek boyunca da devam etti.

Parti eş başkanları Selahattin Demirtaş ve Gülten Kışanak ne yazık ki, Türkiye barışı ve Kürtler için tarihi önemdeki bu görüşmelerin hiçbirine katılmadılar.

Sonraki yıllarda ise defalarca ‘Kürt İttifakı’ ve ‘Ulusal Birlik’ sağlanması için Erbil’e, Barzani’ye gittiler.

Bugünden geriye bakıldığında 2013-2020 yılları arasında korkunç şeyler yaşandı. Her şey ters yüz oldu.

Türkiye’deki kazanımlar yerle bir oldu, 80 milletvekili, 102 belediye başkanlığı ve tüm demokratik kazanımlar hiç oldu.

Suriye, Rojava’daki hedefler ağır yara aldı.

Çözüm süreci bitti,

16 Kasım 2013'te Başbakan'ın Diyarbekir'den haykırdığı;

"Dağdakilerin indiğini, cezaevlerinin boşaldığını, 76 milyonun kucaklaştığını ve birlikte yeni Türkiye olduklarını göreceğiz" sözleri hayal oldu.

Bırakınız cezaevlerinin boşalmasını, cezaevlerinde bir yatakta üç kişi yatar oldu!

"Kürdistanlı kardeşlerim" hitabından,

AK Parti grup toplantısında Başbakan Erdoğan'ın bizzat ağzından dillendirilen;

"Osmanlı’da da Kürdistan Eyaleti ve Kürdistanlı milletvekilleri vardı"dan;

"Yallah Kürdistan"a gelindi...

O günlerden bugünlere nasıl geldik, insanın inanası gelmiyor.

Kabahat samur kürk olmuş da kimse üzerine almamış


Kime sorarsan suçlu bir başkası,

Kendi ise sütten çıkmış ak kaşık!

AKP, HDP, Devlet, PKK, ABD, İran, İsrail, Rusya, PYD, Barzani, Talabani, Erdoğan, Arınç, Demirtaş, Buldan, Perinçek, Esed, Gülen, Bahçeli, İlker Başbuğ, Çevik Bir, Abdullah Gül…

Hiçbiri asla ve kat’a sorumlu ve suçlu olmadığına göre;

Kibar Feyzo filminde Kemal Sunal’ın, filmin son sahnesinde "Hakim Bey"e sorduğu gibi, ben de size sorayım!

Hükmü sen ver kurban, suç kimde?







20 Mart 2020 Cuma

Üç ayaklı masa Altan Tan/20 Mart 2020


Öcalan ile HDP milletvekillerinin çözüm süreci boyunca devam eden görüşmeleri, 7 Nisan 2015 tarihinde Yüksek Seçim Kurulu'na verilecek olan HDP milletvekili aday listelerinin müzakere edildiği İdris Baluken, Pervin Buldan ve Sırrı Süreyya Önder'in katıldığı, 5 Nisan 2015'teki görüşmeden beri kesili.

Bir başka ifade ile çok az sayıdaki aile ve avukat görüşmelerinin dışında Öcalan, siyaseten 5 yıldır devre dışı kalmış durumda.

Neden devre dışı kaldı?

Devre dışı mı kaldı, devre dışı mı bırakıldı?

Devlet mi, PKK mi, yoksa her ikisi birden mi bu tecride neden oldu?

Kürt siyaseti için çok önemli bir tartışma!

Bilmeyenler için söyleyelim, İmralı görüşmelerinde avukatların veya diğer kişilerin getirdiği ham görüşme tutanakları 'belli zevatın' süzgecinden geçmeden yayınlanmıyor.

Okuduklarınız 'bilmenizde' mahzur olmayanlar.

Basit halk yığınlarının öyle gelişi güzel her şeye muttali olmaları gerekmiyor!

Bunun en son örneğini 2019’daki İstanbul belediye seçimlerinde yaşadık.

Avukatlar, Öcalan'ın mektubunu yayınlamayınca iş Tunceli Üniversitesi'nde görevli bir öğretim üyesine düştü.

Seçime 3 gün kala paldır küldür açıklanan mektup, beklenilenin tam aksi bir etki doğurdu.

Halk tabiri ile güme gitti!

Hem aklı nerede olduğu meçhul 'Devlet/AK Parti aklı', hem de PKK'li arkadaşları Öcalan'ı 'boşa' çıkardı.

Bu AK Parti'nin de, Kandil'in de yaptıkları Öcalan'ı ilk 'boşa çıkarma' değil.

Abdullah Öcalan'ın; kardeşi Mehmet Öcalan vasıtasıyla İmralı'dan gönderdiği son mesajı da tartışılmaya devam ediyor.

Öcalan, öncelikle Türkiye'deki keskin kutuplaşmanın halkı ikiye böldüğünü söylüyor; ülkede yol açtığı ve bundan sonra da açması muhtemel olumsuzluklara dikkat çekiyor.

"İki ayaklı masa ayakta durmaz, masanın en az üç ayaklı olması lazım. Türkiye, AK Parti ve CHP arasında bloklaşarak sıkıştı, acilen üçüncü bir alternatif olmalı" diyor.

"Türkiye siyasetini rahatlatacak bu üçüncü ayağı HDP oluşturmalı.

HDP, ittifaklarını genişleterek bu 'Demokrasi bloğunu' sağlayabilir" diyerek sözlerine devam ediyor.

HDP'ye ve PKK'ye, "Peşinen ve karşılıksız CHP'ye angaje olmayın" demeye getiriyor.

Bu masa işi de nereden çıktı?

İki ayaklı masa ne, üç ayaklı masa ne?

Masanın ayakları kimlerden oluşuyor ve neyi hedefliyor?

Bu soruların mutlaka cevaplandırılması gerekiyor.

Türkiye uzunca bir süredir, başını AK Parti'nin çektiği ve MHP ve BBP'nin açıktan;

Hüda-Par, Vatan Partisi, 'Devlet' ve Ergenekon Davası'nda yargılananların zımnen, içinde yer aldıkları cumhur ittifakı ile

Başını CHP'nin çektiği, İYİ Parti, Saadet Partisi ve Demokrat Parti'nin açıktan;

HDP'nin yarı açık ve ABD, AB... Korkak büyük sermaye ve Gülen Cemaati'nin ise dışarıdan desteklediği; millet ittifakı arasında, siyaseten 'karpuz' gibi ikiye bölünmüş durumda.

Son birkaç seçim ve yeni kamuoyu araştırma sonuçları tarafların bir diğerine bariz bir üstünlük sağlayamadığını ve bu at başı durumun devam ettiğini gösteriyor.

Kendi yararına olduğundan, başlangıçta bu kutuplaşmadan memnun ve bizzat mimarı olan AK Parti Genel Başkanı Erdoğan bile; son dönemlerde, bu 'kıl payı' durumun sürdürülemez olduğunu ve son İstanbul Belediye seçimlerinde olduğu gibi iktidarını her an bitirebileceğini görüyor ve yeni stratejiler doğrultusunda hamleler geliştiriyor.

Aklı başında herkes böylesi bir keskin kamplaşma ve kutuplaşmanın ülkeye verdiği zararların farkında.

Mevcut durum ve gelecekle ilgili derinlemesine analizler yapmak mümkün.

Ancak benim üzerinde durmak istediğim Öcalan’ın mesajının içeriği ve önümüzdeki dönem Kürtlerin almaları gereken siyasi pozisyon.

AK Parti, herkesin bildiği gibi küresel sisteme karşı olan Erbakan tasfiye edilerek ve ABD’den, AB'ye; İngiltere'den, dünya Yahudi lobisine kadar dünyadaki küresel sistemin desteğini alarak iktidara geldi.

Bu sistemin bir parçası olan Gülen cemaati de var gücüyle AK Parti'yi destekledi ve devlet içinde örgütlenmesine hız vererek yargıdan, YÖK'e; medyadan, askeriyeye kadar tüm kurumları bir bir ele geçirmeye başladı.

AK Parti başlangıçta küresel sistemin üzerini çizdiği Türkiye'deki müesses nizam (Kemalistler de diyebilirsiniz) ile çatıştı, iş öyle bir hale geldi ki halkın yüzde 50'sinin oyunu alan bir parti 2007'de kapatılmak istendi, hükümete muhtıra verildi.

Abdüllatif Şener, Erkan Mumcu ve Emin Şirin gibiler sistemin yanında yer aldı.

Gülen destekli AK Parti iktidarı 68 muvazzaf genarali Ergenekon ve Balyoz davalarında hapse attı.

Emekli Genel Kurmay Başkanı İlker Başbuğ, 'terörist' suçlaması ile ömür boyu hapse mahkum edildi.

2010 sonlarında başlayan Arap Baharı ile birlikte bu dengeler alabora oldu.

AK Parti, başta Suriye, Filistin ve Mısır olmak üzere Ortadoğu politikalarında küresel sistem ile ters düştü.

Küresel sistem, AK Parti'ye karşı cephe aldı ve 2013 yılından itibaren Erdoğan'ı devirmek için düğmeye basıldı, Gülen cemaati bu çatışmada dışarının yanında yer alınca, ipler koptu; gizli ve alttan olan mücadele büyük bir gürültü ile patlayarak açığa çıktı.

Abdullah Gül, Ali Babacan ve arkadaşları da Erdoğan'ın karşısında konuşlandı.

2013 Ocak ayında start alan Kürt açılımı işte tam bu hengamenin ortasında başladı.

'Yerli ve milli' olarak takdim edilen bu projeye ABD, AB, İran, Gülen cemaati, MHP, ulusalcı Türk milliyetçileri, marjinal sol gruplar ve onlarla birlikte hareket eden Almanya merkezli Alevi örgütleri ile Ermeni diasporası karşı çıktı.

Bu grupların Kandil üzerinde de önemli etkileri oldu.

Aynı gruplar Öcalan’ın, benim de içinde olduğum heyetle 23 Şubat 2013 tarihinde yaptığı görüşmede dile getirdiği;

"Bu topraklarda bin yıldır Haçlılardan beri bir oyun oynanıyor, Batılı emperyalistler Ermeni ve Rum lobileri ile birlikte bizi vuruşturuyor, ben bu bin yıllık oyunu bozacağım" sözlerinden;

"Alevi, sol, Ermeni ve Rum karşıtı söylemler içerdiği" gerekçesi ile büyük rahatsızlık duydular.

Öcalan'ın, 21 Mart 2013 Newroz kutlamalarında Diyarbekir Newroz Meydanı'nda okunan mektubu da ciddi tepkilere neden oldu.

...Kürtler için Dicle ile Fırat, Sakarya ve Meriç’in kardeşidir. Ağrı ve Cudi Dağı, Kaçkar ve Erciyes’in dostudur. Halay ve Delilo, Horon ve Zeybek’le hısım-akrabadır...

 ...Bugün kadim Anadolu’yu Türkiye olarak yaşayan Türk halkı bilmeli ki Kürtlerle bin yıla yakın İslam bayrağı altındaki ortak yaşamları kardeşlik ve dayanışma hukukuna dayanmaktadır.

Gerçek anlamında, bu kardeşlik hukukunda fetih, inkar, ret, zorla asimilasyon ve imha yoktur, olmamalıdır...


Etnik ve tek uluslu coğrafyalar oluşturmak, bizim aslımızı ve özümüzü inkar eden modernitenin hedeflediği insanlık dışı bir imalattır.

Tıpkı yakın tarihte Misak-i Milli çerçevesinde Türklerin ve Kürtlerin öncülüğünde gerçekleşen Milli Kurtuluş Savaşı’nın daha güncel, karmaşık ve derinleşmiş bir türevini yaşıyoruz.

Misak-i Milli’ye aykırı olarak parçalanmış ve bugün Suriye ve Irak Arap Cumhuriyeti’nde ağır sorunlar ve çatışmalar içinde yaşamaya mahkum edilen Kürtleri, Türkmenleri, Asurileri ve Arapları birleşik bir “Milli Dayanışma ve Barış Konferansı” temelinde kendi gerçeklerini tartışmaya, bilinçlenmeye ve kararlaşmaya çağırıyorum.

Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed’in mesajlarındaki hakikatler, bugün yeni müjdelerle hayata geçiyor, insanoğlu kaybettiklerini geri kazanmaya çalışıyor.

...Artık yeni bir dönem başlıyor, silah değil, siyaset öne çıkıyor. Artık silahlı unsurlarımızın sınır ötesine çekilmesi aşamasına gelinmiştir.

Yüreğini bana açan, bu davaya inanan herkesin sürecin hassasiyetlerini sonuna kadar gözeteceğine inanıyorum....


Sözlerine de Türk-İslamcı ve Misak-ı Millici söylemler taşıdığı iddiasıyla karşı çıktılar ve bunun hükümetin bir manipülasyonu olduğunu ileri sürdüler.

Önemli bir kısmının içinde ve bizzat aktörü olduğum bu sürecin, ileride birinci elden tanıkları tarafından yazılacak olan tarihi; bütün karanlıkları aydınlatacak ve sürecin her iki tarafındaki kuzu postundaki kurtları da faş edecektir.

Açılım projesinin, tüm yol kazaları, eksiklikleri, aktörlerinin hatalı seçilmeleri ve AK Parti'nin çok temel yanlışlıkları bir yana kim ne derse desin benim kanaatime göre hükümet ve Öcalan arasında bir mutabakat söz konusuydu.

Halk tabiri ile anlaşmışlardı.

Bu anlaşmaya göre PKK, Türkiye'deki eylemlerine son vererek, güçlerini Türkiye dışına çekecek; hükümet de aşamalı olarak demokratik adımlar atacaktı.

Bizzat Öcalan'ın ağzından duyduğum en önemli söz ise "Hükümet üzerine düşenleri yaparsa biz başkanlığı da konuşabiliriz" sözleriydi.

Mutabakatın en kestirme ifadesi buydu ve gerisi teferruattı.

Peki, ne oldu da anlaşma bozuldu?

Ne oldu da, müzakere edilen ve bir anlamda 'iş ortağı' olan hükümet ve özellikle de Tayyip Erdoğan 'düşmanlaştırıldı'?

Müzakere ve düşmanlık hangi akılla birleştirildi?

Ne oldu da "Erdoğan'ın başkanlığına evet diyebiliriz" anlamına gelen; Öcalan'ın çok açık bir şekilde ifade ettiği "Biz başkanlığı da konuşabiliriz" noktasından;

"Biz seni başkan yaptırmayacağız" restleşmesine gelindi?

"Biz seni başkan yaptırmayacağız!" sözünden bir gün sonra İmralı'da neler oldu ve Öcalan kimlere yağdı gürledi?

Ben o gün İmralı'da da değildim, Öcalan'ın yağıp gürledikleri arasında da değilim!

Tüm süreç boyunca, "Başkanlık sistemini de, yarı başkanlık sistemini de, parlamenter sistemi de tartışırız, ancak diktatörlüğü, sultanlığı ve tek adamlığı asla kabul etmeyiz" diyenlerdenim.

Öncelikle belirteyim ki anlaşmayı bozan Öcalan değildi.

Hükümetin oldukça ciddi yanlışlıkları bir yana, Erdoğan'dan kurtulmak isteyenlerin tamamı (ABD, AB, İran, Gülen cemaati, MHP, ulusalcı Türk milliyetçileri, marjinal sol gruplar ve onlarla birlikte hareket eden Almanya merkezli Alevi örgütleri, PKK ve HDP içindeki uzantıları ile Ermeni diasporası...)  işi sabote ederek bozmak için ellerinden gelen her şeyi yaptılar.

Beyoğlu'ndaki Cezayir Lokantasını mesken tutan zevat Öcalan'a, heyet vasıtasıyla Osman Kavala'nın selamlarını göndererek karşı tavırlarını ilettiler.

Hemen her gün aynı sözleri tekrarlamaktan usanmadılar;

"Siz Kürtler nasıl olur da Erdoğan'la bir iş birliğine gidersiniz? Demokrasiye ve demokrasi güçlerine ihanet edemezsiniz! Kendinizi kurtarıp, bizleri kaderimizle baş başa bırakarak, ilkel milliyetçi duygularınızı tatmin uğruna; Türkiye'yi şeriatçı diktatörlüğe teslim edemezsiniz? Sizleri kandırıyorlar, buna asla izin veremeyiz/vermeyiz" diyorlardı.

Aslında işin aslı o kadar da karmaşık ve anlaşılmaz değildi!

Esas dertleri Erdoğan'ı götürmek, Irak ve Suriyelileştirerek Türkiye'ye ve bölgeye yeni bir format atmak isteyenler tam kadro iş başındaydı.

İşin özeti "Erdoğan gitsin de, istersen Türkiye yansın!"dı.

Amid'i, Nusaybin ve Cizre'yi Rakka'laştırmak, Musul ve Halep gibi yerle bir etmekti.

Erdoğan gittikten sonra ne olacağını ise kimseye anlatmıyorlardı.

"Hele bir Erdoğan gitsin de gerisi kolaydı!"

Bu duruma başlangıcından itibaren var gücümle karşı çıktım.

Sadece 2015'in son yarısında, aralarında Hürriyet ve Cumhuriyet'in de bulunduğu 5 büyük gazetede tam sayfa röportajlarım yayınlandı, mecliste ve meclis dışında sayısız konuşma yaptım.

"Söz uçar yazı kalır" derler.

9 Kasım 2015 tarihili Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan Selin Ongun'la yaptım söyleşide daha darbe ortada yokken şöyle dedim;

Tayyip Erdoğan 'karşıtı' demiyorum, 'düşmanı' olan belli bir kesimde, 'Kürtler vursun, yaksın, yıksın, isyan etsin, iç savaş çıksın, Tayyip Erdoğan gitsin isterse Türkiye yansın, Kürdistan virane olsun. Türkiye yönetilemez hale gelsin ve hiçbir şey olmazsa darbe olsun' anlayışı var.
Bizim misyonumuz bu değil.


Kürt siyasetine kurulan hain tuzağın simsarları beni susturmak ve etkisizleştirmek için tüm güçlerini kullandılar.

Öcalan'ın, heyetten bizzat İdris Baluken'i görevlendirerek; "Hendekler, devletin egemenlik hakkına tecavüzdür, kabul edilemez. Gidin ve kim sorumlu ise  iletin ve bu duruma son verin" talimatını bir buçuk yıl halktan gizlediler.

Halbuki ilk gün kosterden iner inmez bir basın toplantısı ile halka duyursaydılar kadim şehirlerimizin yerle bir olmasını ve binlerce gencin ölümünü engelleyebilirlerdi.

Can alıcı sorulardan biri de; Bunca uyarıya rağmen, Öcalan'ın niye boşa çıkarıldığı sorusudur.

Bu sorunun cevabı da öyle çok belirsiz ve gizli değildir.

2013-2015 yılları boyunca çözüm sürecini sabote etmek için ellerinden geleni yapanlara dış güçler ısrarla şunu söylüyorlardı;

Siz AK Parti ve Tayyip Erdoğan'la konuşuyorsunuz, halbuki Erdoğan'ın kalemi kırıldı,

Türkiye'nin geleceğinde böyle biri olmayacak; suya yazı yazıyorsunuz!

Öyle veya böyle mutlaka gidecek/götürülecek!

Öcalan, İmralı'da tutsak, onun da söylediklerinin bir anlamı yok!

Bizi dinleyin;

Ortadoğu'da tüm sınırlar değişecek, öncelikle de Suriye ve Irak sınırları. Bizle beraber hareket edip, sözümüzü dinlerseniz Suriye'de büyük kazanımlarınız olacak.

Erdoğan Suriye'de cihatçı örgütleri destekleyerek, Suriye'yi bozdu; siz de hendeklerle onun işini bozun, Türkiye'yi Suriyelileştirin, oyalayın.

Hikaye bu kadar basit!

"Bu süreçte hükümet ne yaptı?" derseniz;

Yanlış üzerine yanlış yaptı!

Bu yanlışları yıllardır yazıp, anlatıyorum.

Öğrenmek için bilgisayarda bir tuşa basmanız yeterli.

2019 ve 2020'de de Kürt siyasetçilerin aymazlıkları devam etti.

Öcalan'ın "Suriye'de Türkiye'nin hassasiyetlerini dikkate alın, Türkiye'nin hassasiyetlerine dikkat edin" uyarılarını yine hiç kimse dikkate almadı.

"Türkiye Afrin'e giremez, Rusya izin vermez, Türkiye Rusya ile savaşmak zorunda kalır"

"Türkiye Serékani'ye, Telabyad'a giremez, ABD izin vermez, savaşır" diyenlerin tüm öngörüleri boş çıktı.

Yıllardır feryat ediyorum.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti de, Kürt siyasetçiler de bir karar vermek zorunda.

Kürtler, tüm zorluklara ve uzun bir yol olmasına rağmen Türkiye ile ve Türkiye halkını ikna ederek barışı demokratik yollardan mı bir mücadele sürdürecekler;

Yoksa ABD, İran, İsrail, Rusya... gibi devletlerin oyuncağı olarak mı 'bir yere' varmaya çalışacaklar?

Türkiye'ye rağmen ve Türkiye ile savaşarak bir yere varmak hiçbir yönden doğru da değildir, mümkün de değildir.

Şiddetin ve silahların dönemi mutlaka sona erdirilmelidir.

Tayyip Erdoğan gitse de kalsa da, Erdoğan veya bir başkası cumhurbaşkanı olsa da, beğenilse de, beğenilmese de siyasi muhatap iktidar ve devlettir.

Bugün Erdoğan olur, yarın bir başkası.

Genel anlamda ise muhatap halktır, Türkiye'de yaşayanların tamamıdır.

Öcalan'ın bu konulardaki görüşleri ile bu doğrultudaki talimatları net.

Özünde 'Türkiyeli' bir çözümden yana.

Öcalan'ın "İki ayaklı masa ayakta durmaz, mutlaka üçüncü bir ayak oluşturmak lazım" sözlerine de aynı çevreler, geçmişteki misyonları doğrultusunda itiraz etmeye başladılar bile.

Bu söylemi "Erdoğan'ı kurtarma manevraları" olarak niteleyerek, boşa çıkarmak istiyorlar.

Bizim söylemek istediğimiz ise açık ve net.

Erdoğan'ın alternatifi, anadille eğitime ve bölgesel yönetimlere bile karşı olan Muharrem İnce ve HDP sayesinde kazandığı Belediye Başkanlığı koltuğundan "HDP'lileri iyi günümde de, kötü günümde de yanımda görmek istemiyorum" diyen Tanju Özcan gibiler olacaksa Kürtler için değişen hiçbir şey olmayacaktır.

Bugün yapılması gereken;

Şiddete kesinlikle son vererek, silahları susturmak,

Kürtlerin taleplerini netleştirmek, Türkiye içinde ve dışında (Suriye, Irak) nasıl bir düzen arzulandığını ortaya koymak, Türkiye'yi 'Demokratik bir Cumhuriyet' olarak inşa etmeyi projelendirmek olmalıdır.

Hamal Kürt ve 2 ayaklı masa
Baştan ve peşinen hiçbir bloğun yanında veya içinde olunmamalı, kimseye bedava payanda ve 'siyasi hamal' olunmamalıdır.

Değişen ortam ve siyasi hava doğrultusunda her iki blokla da müzakere ve 'pazarlık' kapıları sonuna kadar açık tutulmalıdır.

Bu doğrultuda Kürtlerin önce kendi içlerinde, sonrasında da dışlarında kalan tüm 'Ehli insaf ve vicdan' ile ittifak kurmaları gerekmektedir.

Hayırlı her işi önce karşı çıkarak engellemeye, başarılı olamadıklarında ise destekliyormuş gibi gözükerek içten çürüterek boşa çıkarmaya çalışanlara karşı çok dikkatli olmak gerekmektedir.

Marjinal sol ile geleneksel dindar Alevilikle bağlarını koparmış marjinal sol Alevililiğin haczi altında olan Kürt siyaseti için en büyük tehlike budur.

Geçmişte Öcalan'ı boşa çıkaran ve halen de 'mış, miş' gibi yaparak boşa çıkarmak isteyenler yine var güçleriyle sahadadır.

İttifak, 'Fareli köyün kavalcıları' ile, halk üzerinde hiçbir etkileri olmayan marjinal gruplarla değil;

Kürdi hassasiyeti olan her Kürt ile hak, hukuk ve adalet peşindeki en geniş halk kitleleriyle kurulmalıdır.

'Üçüncü ayaktan' kastedilen budur ve üçüncü ayak başkalarının kavgalarında figüran olmak istemeyen herkes ve Kürtler için zorunludur.