26 Şubat 2020 Çarşamba

Müceddid beklentisi Mustafa Çağrıcı/26.02.2020


***
Zannımca, Sünnî gelenekten yola çıkılırsa yukarıdaki müceddid hadisinden, gerçekten “yenilikçilik” manasıyla “tecdid” değil, klasik düşüncedeki muhtevasıyla “müceddidlik” anlamı çıkar. Bu iki kelime (tecdid ve müceddidlik) aynı kökten gelseler ve sözlük anlamları aynı olsa da kültürel anlamlarının farklı, hatta zıt olduğu kanaatindeyim. Olağanüstü ilmî birikim sahibi Celaleddin es-Süyûtî bu tezimiz için iyi bir örnektir. TDV İslam ,Ansiklopedisi’ndeki “Tecdid” maddesini yazan değerli bilim insanı Tahsin Görgün’ün kaydettiğine göre Süyûtî, kendisinin “müceddidlikle ‘meb‘ûs (gönderilmiş!) olması’ ümidini dile getirmektedir.” Onun “müceddidlik”ten ne anladığını görmek için el-Hasâisu’l-Kubrâ adlı eserine (Beyrut ts.) bakmak yeterlidir. Eserin bazı başlıklarında ve aktarılan bazı rivayetlerde (mesela I, 116-122) -Yüce Kur’an’ın ahlak ve haya numunesi olarak gösterdiği- aziz Peygamberimize öyle özellikler isnat edilir ki, okurken yüzünüz kızarır, mideniz bulanır. Gerekçe açık: “Rivayetlerde öyle söyleniyor.” Böyle bir anlayıştan “yeni sünnetler ihdası” beklenebilir mi?
***
Hasılı, sırf Peygamberimizden asırlar sonra ona, “Allah her yüzyılın başında bir müceddid gönderir” mealinde bir söz nispet edildi diye, neredeyse bütün okumuşlarımız 1100 senedir nelere kafa yormuşlar!
 Her asırda sadece bir müceddid mi gelecek, birden fazla mı gelecek?
 Ulemadan mı, tasavvufçulardan mı, yoksa siyasetçilerden mi çıkacak?
 Müceddid her asrın başında mı, bitiminde mi gelecek?
 İslam dünyasının bir bölgesine mi, tamamına mı gelecek?
 Bütün işleri mi düzeltecek, bazılarını mı?
  Şu özellikte mi olacak, bu özellikte mi?
 Şia’dan mı çıkacak, Ehl-i Sünnet’ten mi?
  Şia’dan çıkarsa müceddid olarak tanımalı mıyız?
 Geçmişte hangi müceddidler gelmişti?
 Şu asrın müceddidi falan mıydı, filan mıydı?...
Eski kültürlerde böyle şeyler vardı. Mesela Hıristiyan dünya 1500 sene “Ha geldi, ha gelecek” diye Mesih bekledi; “Ha koptu, ha kopacak” diye kıyamet bekledi. Bizde ise III. asından beri ulemasından tarikatçısına, ilâhiyatçısına, gelenekçisine, Selefîsine kadar neredeyse herkes yukarıdaki sorulara cevap aradı durdu; kendisinin yapması gerekenleri müceddidden, evliyadan bekledi. Bugün artık, “Peygamberimiz böyle bir söz söylediyse bile, biz kendi çocuklarımızın her birini birer müceddid yapalım; yani dinî, ahlâkî, bilimsel ve maddî alanlarda gerçekten yenileştirici, dönüştürücü, geliştirici olarak yetiştirelim” diyen seslere, eğitimcilere, din âlimlerine ihtiyacımız var.

25 Şubat 2020 Salı

Sisi’nin Mısır’ından bile gerideyiz İbrahim Kahveci/25.02.2020


Bu tespit bana ait değil.  Bu tespit sermaye hareketlerine bakılınca ortaya çıkan tabloda gözüküyor.
Çünkü para Türkiye’ye gelmiyor ama diktatör Sisi’nin ülkesi Mısır’a gidiyor.

2012 yazında Mursi’ye karşı El Sisi darbe yapmıştı. Daha o yılın sonunda bile ülke döviz krizine girmişti. BBC Türkçe 2012 aralık haberi: “Mısır başbakanı, ekonominin canlanmasında hayati önem taşıyan 4,8 milyar dolarlık borç alınabilmesi doğrultusunda ülkesinin Uluslararası Para Fonu IMF’le görüşmeler yaptığını söyledi. Merkez Bankası ise ülkedeki döviz rezervlerinin ‘kritik’ seviyelere indiğini açıkladı. Merkez Bankası ayrıca kurumsal müşterilerin günlük çekebileceği nakit miktarının 30 bin dolarla sınırlandırıldığını açıkladı. Buna ek olarak banka, satın alınan dövize %1 ila 2 oranında komisyon uygulanacağını söyledi.”

***

Mısır 2016 yılında IMF ile 12 milyar dolarlık bir anlaşma yapıyor. O güne kadar resmi kur ile serbest kur arasında yüzde 50 civarı fark oluşmuştu (resmi kur 8,5 paund/dolar; serbest piyasa 12,65 paund/dolar). Sonra piyasa serbest kurun dediğine bırakıldı.

Gelelim bu günlere...

Yani dünyada parasal genişleme sonucu sermayenin gidecek adres aradığı döneme..

2018 sonunda 1 dolar 17,90 Mısır Paundu seviyesinden işlem görüyordu. Şimdi ise 1 dolar 15,8 Mısır Paundu ediyor.

Aynı tarihlerde 1 dolar 5,28 TL ediyordu. Şimdilerde ise 1 dolar 6,15 TL ediyor.

TL dünyanın bol para döneminde yüzde 16,5 değer kaybediyor.

Ama Sisi’nin Mısır’ının para birimi yüzde 13,1 değer kazanıyor.

Galiba durumu TC Ticaret Bakanlığı internet sitesindeki şu haber açıklıyor. Olduğu gibi aktarıyorum:

“Mısır Merkez Bankası (CBE) çarşamba günü yaptığı açıklamada, Eylül 2019’da 45,12  milyar dolar olan  Mısır’ın net döviz  rezervinin  Ekim ayında 45,25  milyar dolara yükseldiği, bunun Mısır’ın tarihindeki en yüksek döviz rezervi olduğu  ve sekiz aylık  mal ithalatından da fazla olduğu belirtildi. Mısır’ın 2011 yılında yaşanan  Devrim  öncesi döviz rezervi, ülke  turizm ve dış yatırımları olumsuz yönde etkileyen siyasi ve ekonomik kargaşa dönemine girmeden önce yaklaşık 36 milyar dolara ulaşmış, ardından, Mısır’ın net yabancı para rezervleri Ekim 2016’da tarihi bir düşüş yaşayarak sadece 19 milyar dolara kadar inmişti. Bunun üzerine Mısır, Kasım 2016’da enerjideki sübvansiyonlara uygulanan kesintilerine ek olarak KDV’nin hayata geçmesi  ve dalgalı döviz kuruna geçişi de içeren IMF destekli ekonomik reform programını kabul etmişti.”

***

Bu haber akışını neden aktardım?

Yaklaşık iki hafta önce Londra merkezli bir fon yöneticisinin özel görüşmede arkadaşıma anlattığı bilgilerden hareket ediyorum. Kısaca şöyle anlatmış: “Fonların ülke gruplarına ayırdıkları sermayeler var. Bir bakıma Türkiye’ye gitmesi gereken bir payımız var ama maalesef Türkiye hiç öngörülebilir bir ülke değil. Bu nedenle o paralar Mısır ve Nijerya’ya gidiyor.”

Bu hafta sonu ülkemizde ekonomi dünyası Merkez Bankası’nın rezervlerini gündeme taşıdı. Bir ayda net rezervlerin 9,5 milyar dolar azaldığı ve 25 milyar doların altına düştüğü ortaya çıktı.

Oysa Sisi’nin Mısır’ı bu dönemde rezerv bolluğu yaşıyor. Resmi rezervleri rekor kıran bir Mısır var karşımızda.

Acaba Batı sermayesi bir diktatör mü destekliyor, yoksa öngörülebilir, kuralları belli olan yatırım adresi mi arıyor?

Mısır’da yatırımı olan bir kaç iş insanı ile görüştüm. Özellikle AK Partili olarak anılanlar dahil Mısır’ın demokratik olmadığını ama kurallarının belli olduğunu söylüyorlar. Bir bakıma Çin ile karşılaştırma yapılıyor.

İyi ama “Türkiye’de demokrasi var ama” dediğimde ise,  “Evet demokrasi var ama kurallar hiç belli değil. Her an fiili durumda malınızın başına bir şey gelebilir” diyorlar.

Kısaca öngörülebilir bir ülke olmak açısından oldukça gerilere düşmüş durumdayız. Hatta darbeci diktatör Sisi’nin Mısır’ından bile geri düşmek insana acı veriyor olsa gerek.

tr.tradingeconomics.com/ sitesinden son verileri karşılaştıralım:

Büyüme TR 0,4 MSR 5,6
İşsizlik TR 13,3 MSR 8,0
Enflasyon TR 12,15 MSR 7,2
Faiz oranı TR 10,75 MSR 12,25

Galiba Mısır daha düşük enflasyon ve daha yüksek faiz oranı ile faiz lobisi tarafından yönetiliyor. El Sisi’nin danışmanlarını değiştirmesi gerekiyor.

Parlamenter sisteme dönüş… Elif Çakır/25.02.2020


Türkiye’nin Mısır’la arası iyi değil…
Suriye’deki durumumuz gittikçe daha sıkıntılı bir hal alıyor…. Tek tek isim zikretmeye lüzum yok, Avrupa Birliği ülkeleri ile zaten aramızda çok uzun zamandır soğuk rüzgarlar esiyor. ABD ile ilişkiler Trump’ın psikolojisine bağlı! Kala kala elimizde bir tek Rusya kalmıştı, “dostum Putin” sözü ile hitap ediyorduk… Şimdi en büyük sorunu Rusya ile İdlip’te yaşıyoruz… 
İktidara yakın medyada “Putin’in Türkiye’yi yalnızlaştırma politikası”na Türkiye “Rusya’yı sınırlandırma hamlesi ile cevap vermesi gerekiyor” yazılarının çıkmasına ramak kaldı, diyeceğim ama…! Sadece bu da değil, İslam ülkeleri ile ilişkilerimiz de AK Parti iktidarı öncesinden çok daha kötü durumda…
Tablo bu… Aksini söylemek mümkün mü?
Oysa bugün iki yıl öncesinden daha da kötüleşmiş değil, iki yıl öncesinden çok daha iyi bir tabloyu konuşuyor olmamız gerekiyordu…
Çünkü Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin dış politika vaadi bu değildi, böyle değildi. Uçacak olan sadece ekonomi değildi, Türkiye dış politikada da uçacaktı.
Kelimesi kelimesine, noktası virgülüne vaat şöyleydi:
“Cumhurbaşkanı sistemini içeren hükümet modeli, Türkiye’nin dış politikasını ve uluslararası ilişkilerdeki etkinliğini sağlamlaştıracak ve özgün kapasitesini artıracak. Daha proaktif bir dış politika olacak. Ülkeler arası dostane ilişkiler tesis edilecek. NATO ülkeleri ve komşularının bölgesel ve uluslararası iş birliklerinde arabulucu ve söz sahibi olacak. Avrupa Birliği ile etkin ve verimli ilişkiler içinde olunacak.  Etkin ve hızlı kararlar alınarak Türkiye’nin uluslararası arenadaki gücü pekişecek. Birleşmiş Milletler için model ülke olunacak. Uluslararası krizlerle etkin mücadele edilecek. Türkiye, iç istikrarını uluslararası ilişkilerine de yansıtacak.”
İktidara yakın medya bu maddeleri okurlarına “Cumhurbaşkanlığı sistemi ile etkin dış politika”, “Güçlü lider ile güçlü dış politika” manşetleriyle duyurdular. (27 Şubat 2017 tarihli Sabah ve Yeni Şafak, Star, 7 Mart 2017 tarihli Sabah Gazetesi)
Aksine, gelinen nokta bu propaganda sözlerinin tam aksi oldu. Bugün dış politika ağır bir sorunlar yumağı haline dönüştü. Ekonomi, hukuk, eğitim, sağlık, iç güvenlik, demokrasi, hürriyet, açılan her başlık iç karartıyor.
“Türkiye’yi uçuracak” denilen sistem bugün ağır bir sorunlar yumağıdır. Bir sistem daha birinci yılında arıza sinyalleri vermez. Ama Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi birinci yılında arıza sinyalleri vermeye başladı.
AK Parti Sözcüsü Ömer Çelik “hükümet sisteminde yer yer kireçlenmeler, tıkanmalar” olduğunu açıkladı. (12. 07. 2019)
Yine sistemin iyi çalışmadığını, sistemi “rehabilite” etmenin aklın gereği olduğunu açıklayan kişi CHP değil AK Parti Grup Başkanıydı. (29. 06.2019)
Yine bu sistemde kendilerini “Züğürt Ağa” gibi hissettiklerini söyleyenler AK Partili milletvekilleridir.
Ülkemizin saygın hukuk bilginlerinden Prof. Dr. Kemal Gözler kaleme aldığı akademik makalesinde sistemin hangi noktalarda nasıl başarısız, performansının düşük olduğunu somut örneklerle madde madde ve istatiksel verilerle ortaya koydu:
“Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemi yürürlüğe girdiği 9 Temmuz 2018 tarihinden bu yana (26 Aralık 2019) toplam 55 adet Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarılmıştır. Bu 55 Cumhurbaşkanı kararnamesinden 31’i diğer Cumhurbaşkanı kararnamelerinde değişiklik yapılması hakkında Cumhurbaşkanı kararnameleridir. Yani Cumhurbaşkanlığı hükûmet sisteminde bir buçuk yılda gerçekte 24 adet Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarılmış, çıkarılan bu 24 kararnamede değişiklik yapmak için ise 31 adet Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarılmıştır! (...) Yani Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemi yapmaktan çok, kendi yaptığı şeyleri değiştirmek ve düzeltmekle zaman harcamıştır.”
***
Toplumda parlamenter sisteme dönülsün diyenlerin oranı her geçen gün daha da artıyor. Temmuz 2019’da PİAR araştırma parlamenter sisteme dönülsün diyenlerin oranını yüzde 62.5 olarak açıklamıştı.
İYİ Parti lideri Meral Akşener parlamenter sistem talebinde bulunanların oranının yüzde 65, başkanlık sistemini savunanların ise yüzde 35 olduğunu açıkladı. (2 Şubat 2020)
İYİ Parti lideri Meral Akşener de parlamenter sisteme dönülmesi gerektiğini ifade ediyor… CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu da… Saadet Partisi lideri Temel Karamollaoğlu da… Gelecek Partisi lideri Ahmet Davutoğlu da… Kuracağı yeni partiyi önümüzdeki haftalarda açıklayacak olan Ali Babacan da…
Türkiye’nin saygın hukukçuları, anayasa uzmanları AK Parti ve MHP’nin ortaklaşa hazırladıkları Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi modelinin ne olduğu ortaya çıktığında bu modelin var olan sorunları derinleştireceğini ve yeni daha ağır sorunlara yol açacağını ifade etmişlerdi.
11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Ahmet Taşgetiren ve Yıldıray Oğur’la birlikte yaptığımız mülakatta parlamenter sisteme dönüşün şart olduğunu söyledi:
“Şimdiye kadar Türk tipi bir parlamenter sistemle yönetildik. Vesayet sistemleri vardı, gölge kabineler vardı. Bunlar Türkiye’nin başına neler açtı. Bundan sonra da Türk tipi bir başkanlık sistemi olmasın dedim. Benim tercihim tam demokratik parlamenter sistemden yanadır. Bunu o zaman da konuştum tavrımı da ona göre koydum.”
Şu önemlidir. Ne Sayın Akşener ne Sayın Kılıçdaroğlu ne Davutoğlu ne Karamollaoğlu ne  Babacan ne de Abdullah Gül… Kimse eski var olan parlamenter sisteme dönülmesini talep etmiyor.
Cumhurbaşkanlığı sistemine geçilmesi şunu da ortaya koydu. Aslında sistemlerin adlarının ne olduğunun bir önemi yok. Önemli olan sistemin nasıl olduğudur. Sistem kuvvetler ayrılığına, güçlü denetim ve denge mekanizmalarına sahip mi? Kurumlar ve kurallar nasıl? Talep edilen tam demokratik parlamenter sistem. 
Sistem tartışmaları yapıldığında ülkenin saygın hukukçuları dahil edilseydi, sistem yeterince tartışılsaydı, bütün partilerin üzerinde uzlaştığı bir sistem modeli referanduma sunulmuş olsaydı…
Bugün bu tartışmalar yapılıyor olmazdı. 

24 Şubat 2020 Pazartesi

Bugünün yanlışları, yarının faturaları Mustafa Karaalioğlu/24.02.2020


İşlerin yolunda gitmemesi, kötü yönetim ve belirli alanlarda kriz yaşanması büyük bir problemdir. Süreklilik arzetmesi ve krizin “yeni normal” haline gelmesi daha büyük bir problemdir.
Bununla sadece, ağır işsizlik, kur riski, daralma ve belirsizlik yaratan ekonomik krizi kasdetmiyorum. Gayet tabii, şimdiki gibi ekonomik krize mahkum olmak ve güven ortamının kaybolması diğer bütün meselelerin önüne geçer, Ama aynı zamanda ekonominin yolunda gittiği zamanlarda dikkat çekmeyen problemleri de görünür hale getirir. Yaşanmakta olan budur. Ekonomiyle birlikte dış politika, hukuk, eğitim, kültür de kriz içinde bulunuyor. İlaveten bir de dışarıdan parlak ve verimli görünen ama kapağı hafif aralandığında işin aslının öyle olmadığı anlaşılan gerçekler vardır.

Çünkü ülke bileşik kaplar gibidir. Kronik bir mesele varsa- ki birden fazla var- aslında onları kronikleştiren birçok başka meselenin varlığı da kaçınılmazdır. Türkiye, bu hale açık ve bariz bir örnektir. Ana konularından birisinde muvaffak olamayan bir ülke başka ana konularda da işini yapamaz.

Standartlar düştüğünde ve kriz aşılamadığında yeni durum kabullenmeye başlanır. Düşük beklenti ülkeyi teslim alır. Ekonomi kötü giderek alışkanlık yaratır, TL yeterince geriledikten sonra bir aşamada değer kaybetmiyorsa, buna da şükür deme eğilimi gelişir. 2023 hedefleri unutulur, günü kurtarmak telaşı galip gelir. Parıltı, heyecan, büyük iddialar konuşulmaz olur, sıradanlıklar başarı öyküsü haline gelir.

Yargı ve hukuk da öyledir… Seviye düşmesin, bir parça adalet bile yüzleri güldürür. Koca koca ihlallerin, devasa yargı felaketlerinin izini sürmek amaçsızlaşır. Kötü yargı sistemi, adaletsiz hukuk düzeni ve aza rıza gösteren kalabalıklar ülkesi olur çıkarsınız.

İkisinin arasındaki ilişki de açık değil mi? Bir hukuk devletinde asla akla gelmeyecek yanlışlar, hatalar, karakuşi hükümler varken, ne yerli ne yabancı sermaye oraya para yatırır mı? Dünya, sıfır hatta eksi faizle para dolaştırırken o ülke için pahalı borçlanmaktan başka çare var mıdır? Yoktur ve malum o ülkenin adı Türkiye’dir. Ne kadar yüksek sesle büyük sloganlar atsanız da dünyanın en pahalı borçlanan ülkeleri liginde olduğunuz gerçeği değişmez. O ligdeki ülkelerin adını yazmayalım da daha fazla moral bozmayalım!

Ekonomisi ve hukuku (ve eğitimi) kronik kriz halinde olan bir ülkenin dış politikası için uzun nutuklar atmak işe yaramaz, Yahut o politikayı anlamaya çalışmak için uzun analize de hacet yoktur. Suyu bileşik kaba dolduralım; hukukta, eğitimde ve ekonomide hangi seviyeye çıkarsa diplomaside de oradadır. Aksi mümkün değildir.

Kötü yönetim asla bir şans veya şanssızlık değildir. Liyakatsizlik ve ehliyetsizlik varsa mukadderdir. Liyakatsizlik vardır ve sadece bir yerde değil, her alanda vardır. Ehliyetsiz kadrolar her kurumu kuşatmıştır.

Bütün bunlardan daha kaygı verici ne olabilir? Şu olabilir. Geleceği kaybetmek… Günü kurtarmak mümkündür ki öyle oluyor. Günü yaşayan daha kötüsü olmasın diye mevcut hale alışabilir ki alışıyor. Toplumun hafızası kısa sürede zayıflayabilir ki zayıflıyor. Bütün bunlara rağmen Türkiye’nin asıl ve önemli meselesi bugün yaşadıkları değil, gelecekten kaybettikleridir.

Kötü yönetimin ve yanlış tercihlerin fırsat maliyeti büyüktür. Bir yerimizde sayarken başını alıp giden dünyayla aradaki açılan farkın maliyeti yüksektir. İşler usulünce yapılacak olsa kazanılacak olanı, kötü yönetim yüzünden kaybetmenin faturası günü kurtarmış gibi yapmakla ödenmez. Derdimizin büyüğü bugünün yanlışlarının gelecekte ortaya çıkaracağı dertlerdir.

Hani Batı bize diz çöktürmek için uğraşıyordu... Mehmet Ocaktan/24.02.2020


Dış politikada derinlikli bir stratejimiz olmadığı için Suriye’de kelimenin tam anlamıyla çaresiz durumdayız. Astana ve Soçi süreçlerinin oyun kurucu aktörü olan Rusya, Esad rejimiyle birlikte adım adım nihai hedefine doğru ilerliyor, bizse sadece seyrediyoruz.
Öyle anlaşılıyor ki Rusya’ya söyleyeceğimiz hiçbir sözümüz yok. Rusya açıkça diyor ki: “Suriye’nin toprak bütünlüğü konusunda anlaştık mı, evet anlaştık... İşte ben de şimdi bunun gereğini yapıyorum.”  Peki biz ne diyoruz, ya da ne istiyoruz? Açıkçası bunu bilmiyoruz.

Epey bir süredir “Avrupası, Amerika’sı, NATO’su birleşti bizi yok etmek istiyorlar” diyerek bütün müttefiklerimize meydan okuduk. Ortağı olduğumuz F-35’lerden bile vazgeçtik ve bir NATO üyesi olarak, NATO’nun düşman tanımı içinde yer alan Rusya’nın S-400 füzelerini aldık. Nükleer santral ihalesinden S-400’lere kadar Putin’e imtiyazlar sunmamıza rağmen, Rusya’nın müttefiklik ahlakına uymayan tavırlarına mani olamadık.

Dün meydan okuduğumuz Makron’un, Merkel’in, NATO’nun bugün İdlib’de ciddi ve somut destek vermesini bekliyoruz. Amerika’dan patriot almayı planlıyoruz, ama S-400’den de bir türlü vazgeçemiyoruz...

Hani bu Batılılar hepsi birleşip topuyla tüfeği ile bize diz çöktürmeye çalışıyorlardı. Şimdi onlardan bizi korumalarını talep ediyoruz? Bir karar verelim artık Batı ittifakı ile birlikte mi hareket edeceğiz, yoksa dostumuz Putin’le birlikte mi yol yürüyeceğiz? Eğer şu ana kadar PKK’yı terör örgütü olarak bile tanımayan Rusya ile ittifaka devam edeceksek onu da bilelim yani...

Türkiye’nin Rusya ile girdiği ittifak yolculuğunu memleketin bekası için adeta bir “bağımsızlık mücadelesi” olarak gören iktidar medyasının perişan hali, aslında halen içinde bulunduğumuz dramatik tabloyu çok iyi özetliyor.

Rusya İdlib’de bir ayda 15 askerimizi şehit etti, Ruscu tayfanın dili tutuldu. Rusya sevdasının başladığı ilk günden bu yana, koro halinde “S-400 bizim bağımsızlık sembolümüz” şarkısı söyleyen iktidar yandaşı kalemlerin ezberi bozuldu, şimdi hep birlikte kırık dökük kelimelerle yeni bir şarkı üretmenin telaşına kapıldılar.

Ama hala bazıları Rusya’ya dönüp askerlerimizi şehit etmesiyle ilgili tek kelime bile etmeden, yüksek perdeden atmaya devam ediyorlar. İçlerindeki “savaş karanlığı”nı atamadıkları için de hezeyanlar halinde sayıklamaya devam ediyorlar: “Lazkiye’den Kamışlı’ya her yer hedef olabilir! “Operasyon” dönemi bitti, “savaş” dönemine geçildi. Ağır bir bedel ödetilecek!  Saldırının arkasında ne var? Libya mı, Doğu Akdeniz mi? Türkiye İdlib’deki oyunu gördü. Nasıl bozacağını biliyor, bekleyin!”

Evet milletçe bekliyoruz, ama Rusya askerlerimizi şehit etmeye devam ediyor...

Biliyorum, birileri hiçbir sorumluluk duygusu hissetmeden bundan sonra da “fetih şarkıları” söylemeye devam edecek. Ama bilelim ki bu hamasetçi zihniyete yaslanarak dünyada dostlarını çoğaltıp, düşmanlarını azaltan bir Türk dış politikası inşa etmek mümkün değildir.

Şunu açıkça ifade etmek gerekiyor ki Batı ittifakı ile yürümenin kriterleri bellidir; demokrasi ve hukuk... Bir kere ne yapıp edip acilen Türkiye’nin demokratik görüntüsünü düzeltmek zorundayız. Hukukun üstünlüğüne dayalı bir yönetim anlayışını inşa etmeden, yargıya olan güveni güçlendirmeden, insan hakları karnemizi iyileştirmeden ne Doğu’da, ne de Batı’da itibarlı bir ülke olmamız mümkün değildir.

23 Şubat 2020 Pazar

Bagajların savunması zor Ahmet Taşgetiren/23.02.2020


Malum, FETÖ dosyaları her boyutu ile tartışılıyor. “Siyasi ayak” tartışmaları söz konusu olduğunda da, özellikle muhalefet tarafından 17-25 öncesine gidiliyor ve orada Ak Parti’nin “Devlette FETÖ kadrolaşmasına yaptığı katkılar” ortaya dökülüyor.

Bunun yanında FETÖ’cü elemanların Ak Parti iktidarı gölgesinde, onun açtığı alanı kullanarak işlediği suçlar var. Yargıda, Emniyet’te, Eğitim’de, TSK’de işlediği suçlar… Bunlar da FETÖ’nün günahı yanında Ak Parti için de “bagaj” niteliği ile gündeme taşınıyor. 

Ak Parti kadroları ise, bu tartışmada 17-25 Aralık 2013’ten sonra FETÖ ile verilen mücadeleyi öne çıkarmaya, öncesindeki “Dosya”yı göstermemeye çalışıyor. “17 – 25 Aralık öncesini görmeyin” demeye getiriyor.

Belki bir şey daha: 2002 – 2013 döneminin kimi olağanüstülüklerle geçtiği ve yanlışlıklar varsa bu iklimin sonucu olduğu savunması ileri sürülebilir.

Bu psikolojiyi anlamak mümkün. İnsan yanlışının görülmesini istemez. Ama doğrular gibi yanlışlar da bir yerlerde durur ve bir gün birileri onu kazıyıp ortaya çıkarır. Siyaset de böyle bir şeydir zaten. Kaldı ki, icraatınızın mağdurları oluyor ve onlar için siyasetten de öte bir acı yumağı yüreklerde saklı duruyor. Yıllar cezaevinde geçmiş, ölümler, intiharlar olmuş. Nasıl unutulur?

Ak Parti halen iktidarda ve icraatını sürdürüyor. İlginçtir, bu dönem de kimi bagajların birikimine sahne oluyor.

Evet, 15 Temmuz gibi bir travma yaşandı. Bu tür travmaların devleti yönetenler dahil herkesin kimyasını etkilemesi tabiidir. Ancak yine de devletin itidalini koruması ve “Adalet”ten ayrılmaması esastır. Çünkü devlet gücü ezici bir güçtür ve adaletin ıskalanması durumunda altında pek çok masumun ezilmesi kaçınılmazdır.

Bu dönemde en çok ıskalanan şeyin de “Adalet” olduğu bir gerçektir. En çok adalet alanındaki sorunlara çare aranıyor bu dönemde. “Etik değer zaafı” bulunmasa etik değerler arayışı olmaz. Adalet sağlıklı işlese, adalete güven yerlerde sürünmez. Büyük kitleler halinde soruşturmalar yapılıyor ve binde bir bile olsa masumların ayağına basılıyor. Binde bir bile, on binleri ifade ediyor.

Bazen ülkelerde devleti yönetenlerin gücünü dengeleyecek bir zemin kalmaz. Devlet adına yapılan her şey, bazen zulüm bile meşrulaştırılır. Medya gücünüzle her şeyi topluma mal edebildiğine inanırsınız.

Halen devleti yönetenler, dünyevi sorumluluklar yanında “Mahşer ortamı”nı da hesaba katan insanlardan oluşuyor. İlginçtir, bu dönemde haksızlığa uğradığını düşünen insanlar da, bu dünyada ortaya çıkmasa da haklarını “Orada” alacaklarına inanıyorlar. Bu işin bir boyutu.

Ama dünyevi sorumlulukların gündeme gelmesi de mümkün. 17-25 Aralık öncesini savunmanın zorluğunu bunun için not ettim. Bu dönemin yanlışlıklarını savunma ihtimali ortaya çıkarsa ne olacak?

Ekranların kıdemlisi Prof. Ersan Şen’in ısrarla altını çizdiği bir ifade var. “Hukuk bumerang gibidir.”  Yani geri döner sizi bulur. Sizin getirdiğiniz kuralları size karşı uygulayanlar çıkar.

Ben, Ak Parti döneminde bakanlık da yapan Mehmet Aydın Hoca’nın bir sözünü unutmam: “Ben ahirette savunamayacağım bir şeyi yapmamaya çalışırım” demişti bir ortamda.

Ben de derim ki: İnsan Dünyada da Ahirette de savunamayacağı işlerin altına imza atmamalı. Bagaj taşımak hiç de kolay değil çünkü. Bu gibi dönemlerde iktidarın sağladığı zeminde yanlışlık yapanlar da bir başka zeminde yapılanların faturasını ödeyeceklerini bilmeliler.

22 Şubat 2020 Cumartesi

Aklımız Amerika’da gönlümüz Rusya’da mı? İbrahim Kiras/22.02.2020




Vaktiyle yapılması gerekenleri şu veya bu sebeple yapmayıp sonra iş işten geçtikten sonra yapmaya kalkışmak “iyi yönetim” sayılmaz herhalde.

Bakın, şimdi “dikey mimariden yatay mimariye geçilecek şehirlerimizin silüeti korunacak” diyorlar. Teorik olarak güzel ve doğru bir yaklaşım ama pratikte karşılığı yok. Çünkü şehirlerimizin korunacak bir silüeti kalmadı artık.

İstanbul, Ankara ve Anadolu’nun belli başlı şehirlerinin hepsinde durum aşağı yukarı aynı. İstanbul ve Ankara “özel sektör eliyle” zaten şehir estetiğini kaybetmişti, Anadolu şehirlerinde ise “devlet eliyle” yapılan TOKİ konutları bu işi gördü. Bu saatten sonra “dikey mimariden yatay mimariye geçeceğiz vaatleri” insanlarla dalga geçmekten farksız değil mi?

FETÖ konusunda yapılanlar gibi tıpkı... Gülen’in irtibatlarını görmezden, niyetlerini anlamazdan gelerek geçirilen vakitlerin sonunda bütün o yaşananlar sanki hiç yaşanmamış gibi yapmak... Üstelik bunca zaman boyunca “Cemaati ortadan kaldırmaya çalışmakla” suçladığınız kişileri ve kurumları şimdi FETÖ’ye destek vermekle suçlamak (zorunda olmak).

Veya siz “iki kere iki üç eder” iddiasında bulunurken “aman, yanlış yapıyorsunuz, dört eder” diye sizi uyaranları “hain, satılmış, işbirlikçi” ilan ettikten sonra üçten hayır gelmeyeceği belli olunca bu sefer “dört ettiği bana haber verilmedi” diye şikâyet etmek...

***

Benzer durumlar aslında bütün alanlarda var. Eğitimde, ekonomide, sağlıkta... Ve elbette bugünlerde en sert sendromlarına maruz kaldığımız dış politikada.

Vaktiyle yanlış iliklenen düğmeler şimdi doğru bir iş yapmamıza müsaade etmiyor. İlikleri birer birer yeniden geriye doğru açıp en başa dönmeye de vaktimiz yok. Belki buna gücümüz de yok. Onun için telaş içinde günübirlik çareler arayıp duruyoruz başımızdaki belalara.

Onun için bir gün Amerika’ya güvenip Rusya’ya kafa tutuyoruz, onun için ertesi gün Rusya’yı arkamıza alıp Amerika defol diye bağırıyoruz. Onun için bir gün Trump en büyük dostumuz, başka bir gün en tehlikeli düşmanımız. Daha başka bir gün “aslında dostumuz ama kendi derin devleti izin vermiyor bizimle işbirliği yapmasına…”

Onun için Patriot füze sistemi yerine, F-35 projesindeki kazançlı ortaklığımızdan fedakârlık etme ve birtakım ağır yaptırımlara maruz kalma pahasına, üstelik daha fazla ödeyip Ruslardan aldığımız s-400’ler mecburen depoda dururken şimdi tekrar ABD’den Patriot alma girişiminde bulunuyoruz.

Onun için kaç zamandır TV kanallarında Rusya’dan S-400 almanın ne kadar doğru bir tercih olduğunu anlatan “uzman”lar bugün aynı TV kanallarında “S-400‘leri Moskova’ya iade etmenin yollarını” tartışıyorlar.

***

Buradaki mesele, bazılarının zannettiği gibi, “aklımızın Amerika’da gönlümüzün Rusya’da olması” değil. Amerika ile de Rusya ile de ilişkilerimizin rasyonel zeminde ve uzun vadeli politik programlar çerçevesinde yürütülüyor olmaması. Bunun da sebebi tecrübe ve gelenek taşıyıcısı kurumların politika yapım aşamasında işlevsiz bırakılmış olması. Politika inşa süreçlerinin tek aktörü durumundaki dar çevrenin ise aynı zamanda iç politikanın gerekliliklerine cevap arama ihtiyacı içinde olmaları. O civarda “Devlet böyle yönetilmez, ülkenin geleceğinden harcıyorsunuz” diyen kimsenin de bulunmaması.

Oysa devlet denen müesseseyi ilk defa biz icat ediyor değiliz. Tarihinde devlet tecrübesi olmayan bir millet de değiliz. Dış işlerinde olsun, ekonomide olsun, eğitimde olsun... devletin politikalarının ilgili uzman kurumların hazırlayıp ortaya koyacağı somut verilere ve rasyonel hesaplara göre eldeki imkanlar çerçevesinde toplumun ihtiyaçları ve arzuları da gözetilerek planlanıp uygulanması gerekir. Günlük siyasi ihtiyaçlara göre günübirlik alınan kararlarla her gün değiştirilen “devlet politikası” olmaz.

Eskiden bizde de olmazdı gerçi ama özellikle son birkaç senedir oluyor. Özellikle de başta meclis olmak üzere devlet kurumlarını işlevsiz hale getiren “Türk tipi” başkanlık sistemine geçmemizden sonra politika yapım süreçleri iyice problemli bir hale geldi. Kim bilir, belki yakın bir zamanda “bizi bu konuda niye uyarmadınız” diye vaktiyle “yapmayın, etmeyin” diyenleri suçlayacaklar yine!

19 Şubat 2020 Çarşamba

‘İslamcı’ siyasetin gelecek umudu olabilir mi? Mehmet Ocaktan/19.02.2020




Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile birlikte Türkiye’de siyasetin her geçen gün itibarsızlaştığını, insanların siyasetten beklentilerinin zayıfladığını açık yüreklilikle söylemek gerekiyor. Çünkü demokratik siyasal sistemlerde halk iradesinin yansımasında en önemli temsil araçlarından birisi, siyasal partilerdir, parlamentodur. Adı ister ‘başkanlık’, isterse ‘parlamenter’ olsun partilerin ve özellikle de parlamentonun etkisizleştirilip, itibarsızlaştırıldığı bir sistemin meşruiyeti tartışmalıdır.

Parlamentonun devre dışı kalması, yürütmenin tek elde toplanması yeni sistemi henüz üzerinden iki yıl bile geçmeden tartışılır hale getirmiştir. Eski Türkiye’de parlamenter sistemin arızaları yok muydu, elbette vardı. Her şeyden önce hukuka güvensizlik, yargı ve asker eliyle oluşturulan vesayet düzeni sistemin karakteristik özelliği haline gelmişti. Kemalist paradigmanın ideolojik bir dayatmaya dönüşmesi yasakları adeta bir norm haline dönüştürmüş ve sisteme olan güvensizliği derinleştirmişti.

Nitekim bu güvensizlik 2002 3 Kasım seçimlerinde bütün partileri devre dışı bırakarak siyasette yeni bir sayfa açmayı zorunlu hale getirmişti. Ve işte o gün AK Parti bu sayfayı açmış ve hepimizin önüne yeni bir Türkiye hayali koymuştu: “Partimiz hukuku, korkutmanın ve cezalandırmanın değil, adaleti sağlamanın aracı olarak görmektedir. Mevzuatımızdaki yasakçı hükümler nedeniyle, ülkemiz hukuk devletinden çok kanun devleti görüntüsü vermektedir. Türkiye, kanunlarını hukuka, hukukunu evrensel adalet ve insan hakları esaslarına dayandırarak ve temel hak ve özgürlüklerin kullanılmasını sınırlayan yasakçı hukuk sistemini değiştirerek gerçek anlamda hukuk devleti olacak ve uluslararası camiada saygın bir yer kazanacaktır.”

Evet AK Parti o gün bu ilkelerle yola çıkmış ve bunları büyük ölçüde de hayata geçirmişti. Ancak şimdi 17 yıllık AK Parti iktidarının sonunda, tıpkı eski Türkiye’de olduğu gibi yine hukuka güvensizliği, yargının bağımsız ve tarafsız olmadığını, ifade özgürlüğü konusunda sorunların yaşandığını, basın özgürlüğünün zaafa uğradığını tartışıyoruz.

Geçmişte yaşanan baskıları, adaletteki zaafları eleştirerek iktidara gelen AK Parti’nin de dönüp dolaşıp “eski Türkiye” iklimine geri dönmesi, maalesef dindar-muhafazakar siyaset anlayışına karşı toplumda derin bir güvensizlik oluşturmuş bulunuyor.

Özellikle 2010 yılına kadar “hukukun üstünlüğü”nü savunan, en keskin ifadelerle demokratik değerlere vurgu yapan AK Parti’nin ulusalcı ve yasakçı bir iklime savrulması maalesef toplumsal hafızada dindarların yürüttüğü siyasete karşı negatif bir algı oluşmasına yol açmıştır. Oysa dindarlar yüz yıl sonra yönetimsel anlamda ilk kez bir fırsat yakalamışlardı. Eğer ilk gün yola çıkarken belirledikleri hukukun üstünlüğü, özgürlükçü, şeffaf ve hesap verilebilir bir yönetim anlayışını tesis etmeyi başarabilselerdi bu hem Türkiye, hem de Müslüman dünya açısından muhteşem bir örnek olacaktı. En önemlisi de Müslümanların demokrasi ile bir araya gelebilecekleri kanıtlanmış olacaktı.

Ama ne yazık ki bu deneme başarısızlıkla sonuçlandı ve kaybettik, artık şu saatten sonra dindarlık ekseninde yapılacak bir siyasetin toplum nezdinde itibarlı bir yer edinmesi oldukça zor görünüyor. Nitekim 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül dün KARAR’da yayınlanan röportajında yüz yıl sonra yakalanan bu fırsatın ne kadar önemli olduğunun altını çiziyor: “İslami kimlikli siyasi hareketler demokrat ve özgürlükçü olduklarında, temel insan haklarını evrensel anlamda benimsedikleri ve uyguladıkları takdirde, iktidar geldiklerinde de iyi yönetişimi gerçekleştirmiş olurlar. Bunun örneğini ilk dönemimizde verdik ve dindar insanların devlet yönetimini nasıl rasyonel esaslara göre yönetebildiklerini sergiledik. Bu başarı tüm İslam dünyasına ve hatta İslami hareketlere bir dönem ilham kaynağı oldu. Şimdi Siyasi İslam’ın çöküşü diye çok tartışmalar var.”

Evet bugün itibariyle ortaya çıkan tablo dindarlar açısından çok da umut verici değil. Ancak daha rasyonel bir pencereden baktığımızda, bu başarısızlık belki de daha hayırlı sonuçlara vesile olabilir. Zira İslam tarihinin belli dönemlerinde yaşanan tecrübeler de göstermiştir ki, din ne zaman siyasette ve iktidar mücadelelerinde araçsallaştırılmışsa sonuçları hep acılı olmuştur.

18 Şubat 2020 Salı

Abdullah Gül: Parlamenter sisteme dönmek şart 18.02.2020




Abdullah Gül, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne yönelik en net değerlendirmede bulundu: "Cumhurbaşkanı iken de parlamenter sistemin Türkiye için daha doğru olduğunu söyledim. Türk tipi başkanlık sistemini istemedim. Benim tercihim tam demokratik parlamenter sistemden yana. TBMM bugüne kadar hiç bu kadar önemsizleştirilmemişti. Türkiye bunun noksanlığını hissediyor."
11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, karar yazarları Ahmet Taşgetiren, Elif Çakır ve Yıldıray Oğur'a konuştu. Yıllar sonra ilk röportajını veren Gül, gündemdeki konularla ilgili çarpıcı açıklamalar yaptı....

Ahmet Taşgetiren: Siz 1991’de Refah Partisi’nde siyasete başladığınızdan bu yana dış politikanın içindesiniz. Dışişleri Bakanlığı da yaptınız. Son olarak İdlib’te yaşananlarla başlayalım isterseniz. Nasıl bakıyorsunuz? Bugünden baktığınızda Suriye’de nerede yanlış yapıldı?

SURİYE İLE TOPYEKÜN BİR SAVAŞA GİRİLMEMELİ
Abdullah Gül: İdlib’de olup bitenlerle ilgili fazla bir şey söylemem pek mümkün değil. Çünkü sahadaki gerçeklere, bilgilere tam vakıf değilim. Tabiatıyla askeri durumları, istihbarat verilerini şu anda işin başında olanlar, pozisyonları gereği değerlendirip, kararlarını verecekler. Onlara şu an için ‘bunu değil şunu yapın’ şeklinde tavsiyede bulunmak doğrusu sorumsuz bir davranış olur benim açımdan. Söyleyeceğim şey, çok kışkırtılıyor olsak da Suriye ile topyekün bir savaşa girmemek yönünde olur.

Ama meseleye genel Suriye politikası olarak baktığımızda esasen daha işin başında bütün dünyanın Suriye’ye yaklaşımının çok yanlış olduğunu söyleyebilirim.

Arap Baharı geldiğinde Suriye’de de temel hak ve özgürlüklere dair daha fazla istekte bulunan insanlar sokaklara döküldüler. Onların taleplerinin karşılanması gerekirdi. Ama düşününki Suriye devleti otoriter bir devlet. Bu tür devletlerde sivil toplum hareketlerine karşı alınacak tedbirler ancak askeri tedbirlerden ibaret olur. Bunun ötesinde bir şey beklemek zaten gerçekçi değildi. O dönemde aslında Suriye hükümetine Türkiye olarak epeyce yardımcı olmaya çalıştık, bir geçiş dönemi için. Ne yazık ki Suriye ile ilişkiler çok erken bir safhada koptu. Ancak o zamanlar bölge dışından, özellikle Batı’dan, ABD’den gelen çok ağır baskılar, çok radikal yaklaşımlar öyle bir noktaya geldi ki bu politikaların arkasına sanki güç de konacak intibaı verildi. Sonra bu yaklaşımların arkasına güç konmayacağı ortaya çıkınca da tabii ki bir ateş hattı açılmış oldu, bütün dünya olarak.

Şimdi buradaki esas noksanlık şu; hiçbir çıkış stratejisi olmadan bir cephe açılmış oldu.

İRAN VE RUSYA’NIN DESTEĞİ HAFİFE ALINDI
Yıldıray Oğur: Türkiye açısından mı diyorsunuz?

Abdullah Gül: Bunu önce konuya müdahil tüm devletler için söylerim. Ama öncelikle Suriye ile sınırdaş, güvenliği sınırındaki güvenlikle kaçınılmaz ve doğrudan alakalı bir ülke olarak bizim için de bu husus çok önemli.

Dolayısıyla böylece başlayan olaylar sonunda, maalesef bugün bu noktalara gelinmiş oldu. Ne yazık ki, görülmemiş acılar, hüzün ve yıkım yaşanıyor.

Elif Çakır: Suriye politikasının başından beri yanlış olduğunu, hatalı yürütüldüğünü söylediniz. Somut olarak nerede yanlış yapıldı?

Abdullah Gül: İran ve Rusya’nın Suriye rejimine desteği hafife alındı. Halbuki, İran için rejimin düşmemesi bir varoluş sebebidir. Rusya için ise Çarlık, Komünizm ve bugünkü yönetim için de stratejik olan sıcak denizlere ulaşım meselesidir. Amerika askeri olarak gelmeyeceğini belli ettikten sonra Rusya ve İran’ın kararlılığını dengeleyecek başka bir güç mevcut değildi. Rusların başlattığı büyük çıkartma Ekim 2015’te gerçekleşti. Bundan önce siyasi çözüm çabaları başlamış olmalıydı.

Siz bir şeyi bir kez kırdığınızda artık onun sahibi oluyorsunuz. Bir yere bir kez girdiğinizde, müdahil olduğunuzda eğer dengeleri kurmadıysanız, çıkış stratejisini çok iyi oluşturmadıysanız giderek o işin içine çekiliyorsunuz, ondan sonraki gelişmeler sorunu yönetmek noktasına kadar sizi sürüklüyor ve problem sizin probleminize dönüşüyor. O açıdan baktığımızda bugün bölgede çok büyük sorunlar var ve neticede gelinen nokta itibarıyla Ortadoğu bölgesinde halkı Arap olan, Müslüman olan iki tane ülke var ki işte biri Irak diğeri Suriye. İkisinin de bel kemiği kırılmış. İkisi de darmadağın olmuş. İkisi de artık devlet fonksiyonlarını göremez hale gelmiş. Şimdi bunlar bu haldeyken öte yanda Filistin sorunu hala çözülmemiş, Filistin bağımsız devleti kurulmamış, iki devletli neticeye ulaşılmamış. Çok hazin bir tablo var ortada.

Ahmet Taşgetiren: Çıkamıyoruz. Çıkışı olmayan bir süreç yani.

Abdullah Gül: Benim vizyonum şu; hükümetlerimizin de vaktiyle vizyonuydu. Ülke içerisinde barış, istikrar ve güvenlik; bölgede barış, istikrar ve güvenlik.

Bu sağlanmadan ne bir ülkede ne de bir bölgede ekonomik kalkınma, gelişme, kalıcı bir refah gerçekleşmiyor. Bunun örnekleri dünyada var. Ülkeler öyle savaşmışlar ki birbirlerini yok etmecesine. Sonunda çatışmanın getirdiği yıkımı fark edip, nasıl müreffeh ve mutlu bir ülke ve bölge olunur, onun yolunu bulmuşlar. Dolayısıyla bölgemizde de bu farkındalığın olmasıydı bizim bütün çabamız. İlk uygulamalarımıza baktığınızda hep o şekilde politikaların devreye sokulduğunu görürsünüz. Hatta Irak savaşına girmeyişimizin, tereyağından kıl çeker gibi o işten sıyrılmamızın altında bu düşünceler vardı.

Yıldıray Oğur: Siz 1 Mart tezkeresinde muhalif bir duruş ortaya koymuştunuz.

Abdullah Gül: O zaman ben, başta BBC, CNN olmak üzere yabancı TV'ler geldiğinde şunu söylediğimi hatırlıyorum, “Ben bir kral veya emir değilim. Demokrasiyle yönetilen bir ülkenin seçilmiş Başbakanıyım. Dolayısıyla Meclis ne diyecek, halk ne diyecek ona bakmamız gerekir.” Onlar da hükümetimiz için ‘nasıl olsa işi bir dengine getirirler ve kuzeyden cephe açılmasına yol verecek kararı çıkartırlar’ diye düşünüyorlardı.

MISIR’LA İLİŞKİLERİN DÜZELMESİ İÇİN YOL BULUNMALI
Ahmet Taşgetiren: Suriye ve Irak’ta olup bitene müdahale edemeyen bir İslam dünyası var. Türkiye’nin de Mısır’la, Suudi Arabistan’la sorunları var. Türkiye bu ülkelerle ilişkilerini düzeltebilir mi? Nereden başlanmalı?

Abdullah Gül: Ülkelerin hükümetleri ve hatta rejimleri değişebilir. Uzun vadeli çıkarlar açısından halklar ve devletlerle ilişkileri büyük düşmanlıklara çevirmemek gerekir. Maalesef, bugün itibarıyla çok hüzün verici ve talihsiz durumlarla karşı karşıyayız. Bu sorunlar bölge ülkelerinin yönetimlerinin uyguladıkları basiretsiz politikaların sonuçları. Ülke yönetimi büyük bir sorumluluk ve bu sorumluluk duygusu içerisinde hareket edilmeyince sonunda gelinen manzara maalesef vahim oluyor. Mısır, Arap ve İslam dünyasının en önemli ülkelerinden birisidir. Son yıllara kadar bütün Arap ülkelerinin liderlerinin tahsil yapmak için gittiği yer Kahire'ydi. Bizim açımızdan baktığınızda da Akdeniz'i bir elmaya benzetirseniz ki, iki yarısı gibidir Türkiye ve Mısır. Dolayısıyla Türk-Mısır ilişkileri günlük meselelerin çok ötesinde dikkatle ele alınmak durumundadır, her iki ulusun çıkarları açısından çok önemli bir konuma sahiptir. Ama maalesef bugünkü durum da malûm. Ümit ederim ki nihayetinde aklı selim ile ilişkileri olması gerektiği yere taşıyacak bir yol bulunur.

RUSYA İLE İLİŞKİLERDE ÖLÇÜ KAÇTI
Yıldıray Oğur: Sizin Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı yaptığınız dönemde Avrupa Birliği ile yakın ilişkileri olan bir Türkiye vardı. Son dönemde ise Rusya ile çok yakınlaşan, Avrasya perspektifine yakın duran bir Türkiye var. Bu yakınlaşmanın maliyeti de en son İdlib’te ortaya çıktı. Rusya ile girilen bu ilişkiye nasıl bakıyorsunuz?

Abdullah Gül: Türk-Rus ilişkilerinin çok köklü bir tarihi vardır. Osmanlı dönemi var. Hatta Türkiye Cumhuriyeti'nin bugünkü sınırlarda olmasında dolaylı olarak Rusların katkısı da oldu. Biliyorsunuz Bolşevik İhtilali olunca meşhur Sykes-Picot Anlaşması’nın maddeleri Ruslar tarafından ifşa edildi. O zaman enternasyonalizmin savunuculuğunu yapan Lenin yönetimi, Rus işgalini ideolojik açıdan yanlış bulup askerlerini kendi sınırlarına çekti.

Cumhuriyet döneminde de Türkiye'nin sanayileşmesinde Rusların katkıları olmuştur. Öte yandan ortada bir Sovyet dönemi yaşandı. Sovyet döneminde neler olduğunu konuşmaya gerek var mı? Bütün Türk dünyasından nasıl bir silindir gibi geçip, din ve ulusal bilinç bırakmadıklarını hatırlarsak anlarız Sovyet döneminin ne olduğunu. Türkiye’nin Sovyet tehdidi dışında kalması nasıl sağlandı? Rusya büyük bir millet ve büyük bir devlet. Sovyetler çöktü ama Rusya kendisini gerek Asya’da gerek Avrupa'da tekrar yeniliyor. Hatta Batı’nın Sovyet rejiminin çöküşünü fırsat bilerek yaptığı genişlemelerin de bir nevi intikamını almak için değişik politikalar geliştiriyor ve uyguluyor.

Büyük devletler ile komşuysanız, hele bu komşu otoriter bir büyük devletse, ilişkileriniz ne düşmanca olacak ne de kendinizi kaptıracaksınız. Bu husus çok önemli. Düşman da olmayacaksınız gayet samimi, dürüst ilişkiler geliştirmek için çok uğraşacaksınız, onlara karşı başkalarının düşmanlığının aleti de olmayacaksınız.

S-400 MESELESİNDE YANLIŞ YAPILDI
Türkiye’nin, demokratik ve çoğulcu bir ülke olabilmesi için, Batı bloku içerisinde Avrupa’yla beraber yer alması gerekiyor. Bu gereklilik de şundan kaynaklanıyor açıkçası; Türkiye’nin ancak demokraside, hukukta ve insan haklarında yüksek standartlarla yönetildiğinde kendi problemlerini çözüp güçlü olacağı ve bunu ekonomik gelişmenin de takip edeceği gerçeğinden hareketle söylüyorum. Zaten bütün uluslararası kurumlarda yerini de yıllar içerisinde buna göre tespit etmiş. Bu statüsü varken, Türkiye’nin Rusya ile ne düşman olması ne de kendini kaptırması uygun olur.

Son dönemlerdeki ilişkilerde bu açıdan biraz ölçü kaçtı. Özellikle askeri alandaki S-400 meselesi belki en kritik olanı. Çünkü nihayette Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bütün standartları, miğferinden tutun da hava kuvvetlerine, kara kuvvetlerine kadar her şeyi NATO standartlarında. TSK'nın gücünün etkinliği de aslında oradan geliyor.

Bütün tatbikatlar, eğitimler, lojistikler, bunlar arka planda çok büyük organizasyonların eseri. Bu açıdan o konuda açıkçası doğru yapılmadığı kanaatindeyim. Çünkü bir ülkenin bir elinde S-400, öbür elinde de bu silah sistemlerini by-pass etmek için geliştirilmiş uçakların olamayacağını asker ve diplomatların görmesi gerekirdi. Türkiye'nin F-35'lerle ilgili meselesi gelecekteki hava kuvvetlerimizin gücüyle ilgili bir konu. O açıdan belki daha vakitler vardır, konuya bu açıdan tekrar bakılması gerekir. Cumhurbaşkanı olduğum dönemde bu konular yine gündemdeydi. O zaman bana hem askerlerin hem Hariciyenin verdiği brifingler çerçevesinde bunları söylüyorum.

Ahmet Taşgetiren: Bu noktada Batı’nın günahları da gündeme geliyor. Yani ABD, Avrupa Türkiye'yi 15 Temmuz sonrası, PYD/YPG meselelerinde, Kıbrıs’ta anlamadı ve Türkiye buralara sürüklendi gibi bir değerlendirme de var.

Abdullah Gül: Batı'nın yanlışlıkları, günahları saymakla bitmez. Ama neticede bu işler kızgınlıkla öfkeyle değil, hesap kitap yapıldıktan sonra karara bağlanırsa bu ayrı bir mevzu. Hatta, Türkiye bir bütün olarak öyle bir değerlendirme yapabilir ki kendi çıkarı için daha doğru olduğuna inandığı, bütün kurumlarıyla, halkıyla topyekûn bir anlayışa geldiği takdirde, bu anlayış çerçevesinde NATO’dan da çıkabilir. Önemli olan böyle hayati ve geri dönüşsüz kararları alma süreçlerinin nasıl işliyor ve işletiliyor olduğudur. Bu tür kararlar konjonktürel tepkilerle ad hoc olarak mı, kızgınlıkla mı alınıyor, ayrıca feragat edilen hususları telafi ediyor mu?

Yıldıray Oğur: Az önce Türkiye’nin Suriye politikasıyla ilgili eleştirel cümleler kurdunuz ama siz 2014'te Cumhurbaşkanlığını bıraktınız. Suriye meselesinde Türkiye’nin pozisyonu zaten netleşmişti 2014'e gelindiğinde. Mısır ile ilişkiler kopmuştu. Sizin o dönemde bu politikalar geliştirilirken bir eleştiriniz, itirazınız oldu mu?

Abdullah Gül: Başından beri silahlı mücadeleye mesafeli durduğum bilinir. Bu konuları tabii ki kendi aramızda çok konuştuk, enine boyuna tartıştık. Mısır ile ilgili tutumum da çok açıktı: O günkü olup bitenleri şüphesiz ki onaylamak mümkün değil, ama ben uzun vadeli çıkarlarımızı düşünerek ilişkilerin muhafazasından yanaydım.

TÜRKİYE HARD-POWER’INI FAZLA KULLANIYOR
Ahmet Taşgetiren: Türkiye’nin dış politikada yalnızlaştığı değerlendirmesine katılır mısınız?

Abdullah Gül: Aşikâr olan bir şeyi tartışmaya gerek var mı? Birleşmiş Milletler Genel Kurul üyeliği seçimlerinde yaşananları hatırlayın. Neredeyse oy birliği diyebileceğim çok yüksek bir oyla ilk turda seçilen bir ülkeydi Türkiye. Bütün Arap ülkeleri ve P5’in tamamı firesiz Türkiye'ye oy vermişti. Afrika'da birkaç ülke hariç hepsi yine Türkiye lehinde oy kullandı. Ben şuna inanırım ‘hard power’ caydırıcılık için vardır. Ordunun güçlü olması tabii hepimizi gururlandırır. Ama güçlü ordunun varlığı savaştıralım diye değil, caydırıcı olması içindir. Savaşı önlemek içindir. Onun yerine diplomasiyle, yani soft power ile, yumuşak güçle hareket ederseniz, o zaman problemlerin çözümü, dünyaya bakışınız daha farklı olur. Savaş şaka değil, savaş neticede ölümdür. Tabii ki öyle anlar vardır ki savaş kaçınılmaz olabilir, yani haklı savaşlar vardır. Ama dünyadaki savaşların kaç tanesi gerçekten kaçınılmazdı?

Yıldıray Oğur: Türkiye askeri gücünü çok mu kullanıyor son dönemde. Hard power’ı çok mu kullanıyor?

Abdullah Gül: Evet. Türkiye'nin hard power’ı çok kullanması caydırıcılığını azaltır. Onun yerine Türkiye'nin soft power’ı devrede olmalıdır. Ama soft power kendi evinin içinde başlar. Önce evin içini düzene koymak gerekir. Bu dışarıya güçlü yansır. İç ve dış politika zaten çok birbirinden ayrılabilir şeyler değil. Soft power’la Türkiye etki alanını çok daha fazla genişletebilir. Kendisine çok daha fazla dost bulabilir kanaatindeyim.

KUTUPLAŞMA SİYASETİ TÜRKİYE İÇİN TEHDİT
Elif Çakır: Siz konuyu iç politikaya getirmiş oldunuz. Türkiye’de, uzunca zamandır hem iktidarıyla hem muhalefetiyle bir siyasi tıkanıklık yaşanıyor. Bu noktada yeni partiler kuruluyor. Nasıl bakıyorsunuz yeni partilere?

Abdullah Gül: Türkiye'de siyaset dilinin ve siyasi argümanların ne yazık ki içi dolu değil. Özü sağlam değil, derinliği yok, daha çok taktiksel. Tüm tartışmalar ‘nasıl kazanırım, nasıl kazanılır, nasıl kazandı’ya dayanıyor. Memleket için neyin iyi neyin kötü olacağı yeterince konuşulmuyor. Siyaset çerçevesinde konuşulan her şey böyle gördüğüm kadarıyla.

Onun için bu kutuplaşma, ‘nasıl kazanırız’ın bir yöntemi olarak öne çıkıyor. Hal böyle olunca da kutuplaştırıcı her söylem karşıtını üretiyor. Üretilen karşıtlıklar sonuç olarak rövanş alıcı davranışlara eviriliyor ve buradan da karmaşa çıkıyor. Türkiye'de siyaset ne yazık ki dışlayıcı yapılıyor. Halbuki siyaset kapsayıcı olsa, herkesi angaje edici, herkesi işin içerisine dahil edici olsa, diyalog ve uzlaşma merkezli olsa o zaman daha barışçıl bir siyaset çıkar ortaya.

Bu kutuplaşma siyasetinin Türkiye için en büyük tehdit olduğunu Cumhurbaşkanı iken defalarca söyledim. Bu siyaset dilinin hiçbir faydası olmaz. Siyasi tarihimize baktığımızda yılların nasıl heba edildiğini, ne maliyetler ödendiğini hatırdan çıkartmamalıyız. Çoğulculuğun gereği ayrı ayrı tezleri ileri sürmek siyasetin doğasıdır. Ancak bunu bir kutuplaştırma ve kavga vesilesi kılmak ve kazanmak için her şeyi mubah görme metodu esas alınırsa bundan herkes zarar görür. Yakın zamanda koca bir Anayasa değişikliği yapıldı. Tartışmalara baktığınızda özüyle, içeriğiyle ilgili ne kadar az şey konuşuldu, değil mi? Tartışmalar maalesef PR merkezli olmanın ötesine güçlükle geçebiliyor. Bu iyi bir şey değil.

BABACAN'I VE PARTİSİNİ DESTEKLİYORUM
Yıldıray Oğur: O halde biraz daha somut soralım. Uzun yıllar birlikte çalıştığınız eski Başbakan Ahmet Davutoğlu Gelecek Partisi'ni kurdu. Ali Babacan'ın da parti kurmak üzere olduğunu biliyoruz. Babacan'ın partisinden bahsedilirken sürekli sizin adınız da geçiyor. Siz bu kurulacak partinin neresindesiniz?

Abdullah Gül: Aslında bunu Ali Bey çok dürüst ve samimi bir şekilde kamuoyuna açıkladı. Ben cumhurbaşkanlığından ayrıldıktan sonra aktif siyasetin içinde olmayacağımı söylemiştim. Ben tutarlı olmaya çalışan bir insanım. Dolayısıyla gündelik siyasetin içinde değilim. Ancak yakıcı memleket meseleleri varken tecrübemi kendime saklayacak bir insan da olmam beklenemez. Memleketimin faydasına gördüğüm temel konularda usulüne uygun bir şekilde siyasete katkı sunmak ve görüşlerimi paylaşmak hem hakkım hem de görevim. Ali Bey parti kurma çalışmalarını sürdürürken kamuoyunu gerektiğinde bilgilendiriyor ve benimle de zaman zaman görüşüyor.

Yıldıray Oğur: Ama siz çok tecrübeli bir siyasetçisiniz ve Cumhurbaşkanlığı yaptığınız için esas olarak bunun sizin partiniz olduğu söyleniyor ve size bu partinin ilerideki potansiyel cumhurbaşkanı adayı olarak bakılıyor.

BİR PARTİNİN AMACI BİRİNİ CUMHURBAŞKANI YAPMAK OLUR MU?
Abdullah Gül: Bir siyasi partinin kuruluş gerekçesi bir kişiyi cumhurbaşkanı yapmak olabilir mi Allah aşkına. Bu tip yakıştırmaları doğru bulmuyorum. Siyasi partiler her şeyin vakti saati geldiğinde kazanmak için doğru olan ne ise onu yaparlar.

Yıldıray Oğur: Partiyi destekliyorsunuz ama değil mi?

Abdullah Gül: Tabii ki destekliyorum. Ali Bey’in karakterine, eğitimine, bilgisine, siyaset üslubuna güvenen ve takdir eden bir insanım.

Elif Çakır: Yeni partilerin kurulması için toplumsal bir talebin olması gerekiyor. Siyasi tarihimize baktığımızda yeni ve başarılı partilerin ortaya çıkışı toplumda bir sıkışmışlık zamanlarından sonraya denk geliyor. Son birkaç yıl içinde İYİ Parti kuruldu, Gelecek Partisi kuruldu. Bu yeni partiler ve Babacan’ın partisi için böyle yeterli bir toplumsal talep görüyor musunuz?

Yıldıray Oğur: Benzer bir konjonktürde AK Parti’yi kurmuş birkaç isimden biri olarak özellikle.

AK PARTİ KURULUŞ İLKELERİNE DÖNMELİ
Abdullah Gül: Dediğiniz gibi siyasi partiler sadece kişilerin arzusuyla ortaya çıkmaz. Toplum mecbur eder yeni siyasi oluşumları. AK Parti’yi kurarken hazırladığımız programlar, beyannameler ciddi bir emek mahsulüydü ve bilinçli olarak yazılan şeylerdi. Aramızdan birinin kalemiyle yazılıp konan şeyler değildi. O zaman onları çok içselleştirenlerimiz vardı.

AK Parti kuruluş ilkelerinin ve değerlerinin ben hala çok doğru olduğuna, Türkiye için çok geçerli olduğuna inanıyorum. Son dönemlere kadar beni davet ettikleri kongrelere yazdığım mesajlarda da hep onları hatırlattım ve o kuruluş ilkelerine dönmenin çok doğru olacağını söyledim. Türkiye çok olağanüstü dönemlerden geçti. Hain bir darbe teşebbüsü, onun travması, bütün bunlar yaşandı. Türkiye’yi buradan süratli bir şekilde çıkarmanın yolu, gelişmiş demokrasilere sahip ülkelerdekine benzer bir demokratik nizamı, yüksek hukuk prensiplerini ihdas etmek ve insan hakları ilkelerini bihakkın uygulamakla mümkün. Türkiye'nin bugün karşılaştığımız sıkıntılardan süratli bir şekilde kolaylıkla çıkabileceğine ve bunun da ekonomik kalkınmayı beraberinde getireceğine inanıyorum. Açık söyleyeyim, bunları kimler başarabilirse onlar Türkiye'ye en hayırlı hizmeti yapmış olur. Aksi takdirde gündelik meselelerle bocalayıp kendi kendimizi boş yere tüketmiş oluruz.

TÜRKİYE’NİN ÜZERİNDEN BU YÜKÜ ALIN
Yıldıray Oğur: Siyaset dışında olduğunuzu söylediniz. Ali Bey’e tavsiyelerde bulunduğunuzu belirttiniz. Bu yeni kurulan partilere daha önce AK Parti'nin kuruluşunda öncü isimlerden biri olarak ne tavsiye ediyorsunuz, öncelikli olarak ne yapılması gerekir?

Abdullah Gül: Herkese, ve şu anda mevcut yönetime de, söyleyeceğim şu; Türkiye’nin özgürlükçü bir yola girmesi gerekir. Salt güvenlikçi yol, sizi tedbir üzerine tedbir almaya mecbur eder. Bu nedenle hukuk ve adalet en önde gelir. Bu ise en kolay düzeltilecek mesele, burada sadece bir irade gerekiyor. İnsan hakları standartlarının uygulamasını yükseltmekten geçiyor bunun yolu. Türkiye gerçeğini ve imajını çok süratli bir şekilde değiştirebilirsiniz. Özellikle gazeteciler, basın yayın ve sivil toplum örgütleri ve siyasetçilerle ilgili bazı davalar var. Anayasa Mahkemesi bile bunları yanlış buluyor. Bunlar çok süratli bir şekilde düzeltilebilir. Türkiye’nin üzerinden bu yük alınmış olur. Bu tür davaların nelere mâl olduğunu yakın zamanda hep beraber gördük. Eğer AİHM’nin ve bizim Anayasa Mahkemesi’nin kararları dikkate alınarak hareket edilirse bunun Türkiye’ye birden iyimser bir hava getireceğine inanıyorum.

BAŞBUĞ'UN SÖYLEDİĞİ YASAYI AB KRİTERLERİ İÇİNDE İMZALADIM
Yıldıray Oğur: Başka bir güncel tartışmadan devam edelim. FETÖ’nün siyasi ayağı diye bir tartışma çıktı. Eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ 2009’da Meclis’ten askerlerin sivil mahkemelerde yargılanmasıyla ilgili geçen bir maddeye atıfla o yasayı FETÖ’nün çıkardığını ima etti. Cumhurbaşkanı ona sert bir cevap verdi. Siz o sırada Cumhurbaşkanıydınız, o yasayı onayladınız. Bu tartışmayla ilgili ne dersiniz?

Abdullah Gül: Hatırlarsanız o sıralar Türkiye AB ile müzakerelere başlamış, büyük AB hedefi var ve iddialı bir reform sürecine girmişiz. Benim de AB sürecine ne kadar önem verdiğimi, nasıl öncülük ettiğimi bilirsiniz. AB sürecine salt bir AB ülkesi olmak açısından bakmadım. Ama şuna da inanıyorum ki AB üyesi bir ülkenin sahip olduğu hukuk, ekonomi ve siyaset standartlarını uygulayan, AB üyesi olmayan Norveç gibi bir ülke olursak bu bizi her bakımdan hem mutlu hem zengin hem güçlü yapar. Burada iki önemli kriter vardır; siyasi kriterler ve ekonomik kriterler. Siyasi kriterler içerisindeki maddelerden biri de sivil asker ilişkileriydi. Bunlar daima gündemimizde olan meselelerdi. MGK kanununun değişmesine de bakarsanız, o da aynı şekilde AB reformları çerçevesinde yeniden düzenlenmiştir. O zaman MGK bir nevi gölge hükümet gibiydi. Operasyonel tarafları vardı MGK'nın. Bunlar sivil asker ilişkilerinin AB standartlarına taşınmasıyla ilgili yasalardı. Türkiye'nin zaten Katılım Ortaklığı Belgesi’nde taahhüdüydü bu değişiklikler. Dolayısıyla bu çerçeve içerisinde bana gelmiş bir maddeydi. Kanunlaşırken ne Meclis bürokrasisi ne de partiler tarafından Anayasa’ya aykırılığıyla ilgili bir itirazda bulunulmamış, ben de imzaladım. Cumhurbaşkanları kendilerini Anayasa Mahkemesi yerine koymazlar. Ben Abdullah Gül tekrar cumhurbaşkanı olmasın diye gelen yasayı da onayladım, gönderdim.

NOTERLİK YAPMADIM, PR PEŞİNDE KOŞMADIM
Elif Çakır: Tam da bununla ilgili eleştiriliyorsunuz. Çankaya'da noter gibi çalıştığınız, her gelen yasayı onayladığınız söyleniyor. Neden böyle oldu?

Abdullah Gül: Doğrudur, fakat benim geri gönderdiğim yasalar oldu ama sayı olarak azdır. Sebebi şu; benim o zaman hukuk büromda kurduğum ekip, yasalar komisyonlardayken çalışmaya başlıyordu. Bunu meclistekiler de bilir. Yasaların çoğunu Meclis komisyonlarında düzelttiriyordum. O da şundan dolayıydı; Açıkçası yasa Genel Kurul’a da benim önüme de düzgün gelsin, yani veto edip de kendi hükümetimi zor durumda bırakmayayım, ülke zaman kaybetmesin hassasiyetiydi bu.

Elif Çakır: Bugün baktığınızda keşke daha çok veto etseydim diyor musunuz?

Abdullah Gül: Ben PR peşinde koşmadım. Benim yaklaşımım genelde iyilik yap suya at, balık bilmezse Hâlık bilsin anlayışı oldu. Ama bugün bunun tam anlaşılmadığını ben de görüyorum.

FETÖ’DEN DEVLETİN ÇIKARACAĞI DERS; ŞEFFAFLIK
Ahmet Taşgetiren: Siyasi ayak diye gündeme girdi ama Türkiye uzun süredir FETÖ travmasını yaşıyor. Birkaç boyutu var. Bir paralel devlet yapılanması boyutu var. 15 Temmuz sonrasında yoğun biçimde süren yargılamalar ve mahkumiyetler var. KHK ile görevden almalar yaşanıyor. Toplumsal anlamda çok geniş bir travma yaşanıyor. Devlette bu kadar yapılanma nasıl oldu. Nerede hata yapıldı?

Abdullah Gül: Buradan çıkartılacak esas ders şu; Kimsenin aklını, fikrini mutlak bir şekilde bir din adamına, bir siyasetçiye veya ideolojik bir gruba teslim etmemesi lazım. İşte bu grubun her şeyi gasp etmesinin, hain darbe girişimine kadar gelebilmesinin altında bu zihniyet yatar. “Düşünmez misiniz, akletmez misiniz” diye sürekli telkin eden bir dinin mensuplarıyız. Koca koca okumuş insanlar aklını fikrini hiç muhakeme etmeden bir yerlere teslim etmiş. Dediğim gibi bu teslimiyet ister dinî bir motivasyon sonucu, isterse bir ideoloji adına olsun her zaman felaketle sonuçlanıyor.

Yıldıray Oğur: Devlet buradan nasıl bir ders çıkarmalı?

Abdullah Gül: Her türlü düşünceye, şiddet içermeyen her fikre karşı devletin eşit olması ama şeffaflığı şart koşması gerekiyor. Şeffaflık burada önemli. Devlet bir zamanlar farklı düşüncelere eşit mesafede durmadığı için herkes devlete sızma teşebbüslerinde bulundu. Bu sızma girişimi bazen sağ, bazen sol, bazen din adına olmuştur. Her türlü düşüncenin, şiddet içermeyen fikrin, örgütlenmesi serbest olacak ama şeffaflık şartıyla.

Yıldıray Oğur: Darbe gecesi cep telefonuyla canlı yayınlara bağlandınız. İlk defa sizi o kadar öfkeli gördük. O gece ne hissettiniz?

Abdullah Gül: Olup bitenlere gerçekten inanamadım. Yurtdışında bana en çok “Türkiye'de tekrar bir darbe teşebbüsü olur mu” diye sorarlardı. “Out of question!, yani söz konusu değil” derdim. Böyle düşünürken bir darbe teşebbüsüyle karşılaşmak büyük bir şoktu.

KİTLESEL CEZALANDIRMA OLMAZ
Elif Çakır: Tabii sadece güvenlik sorunları değil söz konusu olan artık. Yüzbinleri aşan tutuklamalar var. Yüzbinlerce KHK’lı var. Ciddi adalet sorunları ortaya çıktı. Bu mağduriyetleri görüyor musunuz, ne düşünüyorsunuz? Bunları söylemek bile suçlamaları göze almayı gerektiriyor.

Abdullah Gül: Tabii çok doğru söylüyorsunuz. Bazen çok yakın tanıdıklarımızdan, en ufak alakası olmayan hatta en başından beri bu gruba çok tepkili olan insanlardan bile örnekler var. Onun için adalet meselesi çok önemli. Duygularla ve sübjektif kanaatlerle hareket etmemek gerekir. Bunları soğukkanlılıkla hep ayrıştırmak lazım. Büyük haksızlıklar oluyor. Kitlesel cezalandırma diye bir şey ne modern demokrasilerde ne de bizim anlayışımızda söz konusudur.

Elif Çakır: 28 Şubat'la bu dönemde çok sık mukayeseler yapılıyor. O dönemde de cadı avına dönen fişlemeler, ihraçlar vardı. Bu döneminde en büyük karakteristiği KHK ihraçları. Nasıl görüyorsunuz?

Abdullah Gül: Temel gördüğüm meseleler haricinde Cumhurbaşkanlığı’ndan ayrıldıktan sonra çok az açıklama yaptım. Onlardan biri de buydu. KHK’larla birçok akademisyenin, görevlilerin ihracı söz konusuydu. Bunlar hukuk devletinde olmaması gereken şeyler. Her kesimden çok büyük haksızlıkların ve acıların yaşandığını görüyorum.

15 TEMMUZ'DAN ABD’NİN HABERİ YOKTU DEMEK BÜYÜK SAFLIK OLUR
Ahmet Taşgetiren: ABD'nin bu örgütün, darbenin arkasında olduğu yönünde bir kanaat var.

Abdullah Gül: Bu işin başındaki ve önde gelenleri uzun süredir ABD’de. Böyle bir şeyin ABD'nin en azından güvenlik ve istihbarat kurumlarının bilgisi dışında olduğunu düşünmek çok büyük saflık olur. Bu mümkün değil.

EN İYİSİ TAM DEMOKRATİK PARLAMENTER SİSTEM
Elif Çakır: Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçildi, üç yıla yaklaştı. Siz o zamanlar “Türk işi başkanlık olmaz” demiştiniz. Sistemi nasıl görüyorsunuz, oturdu mu sizce?

Abdullah Gül: Ben siyasete öğrencilik yıllarımda başladım. Birçok hususu kendi içimizde tartışarak olgunlaştırdık. Söylediğim şeyleri hep içselleştirerek söylemişimdir. Tabii ki yanıldığım yerler olur, noksanım eksiğim çıkar ama söylediklerimi inanarak söylüyorum. Cumhurbaşkanı iken de parlamenter sistemin Türkiye için daha doğru olduğunu söyledim. Hatta Cumhurbaşkanı olarak yetkilerimin azaltılmasının bile demokratik nizama daha uygun olacağını sık sık ifade ettim. Çünkü o Anayasa'da Cumhurbaşkanına tanınan yetkiler bir darbe anayasasında darbenin başının cumhurbaşkanı olduğu düşünülerek verilmişti. O yetkileri parlamenter sisteme inanan benden önceki Cumhurbaşkanları da kullanmamaya çok özen göstermişlerdir. O zaman yeni anayasa taslağı ortaya çıkınca açıkça söyledim. Şimdiye kadar Türk tipi bir parlamenter sistemle yönetildik. Vesayet sistemleri vardı, gölge kabineler vardı. Bunlar Türkiye'nin başına neler açtı. Bundan sonra da Türk tipi bir başkanlık sistemi olmasın dedim. Benim tercihim tam demokratik parlamenter sistemden yanadır. Bunu o zaman da konuştum tavrımı da ona göre koydum.

Elif Çakır: Peki o zaman keşke daha güçlü itiraz etseydim diye düşünüyor musunuz?

Abdullah Gül: Aktif bir siyasi figür olarak eğer devam ediyor olsaydım yapardım onu. Ama fikrimi açıkça onlarca TV kamerasının önünde paylaştım. Tabii içeride de önemli isimlerle açık açık bunun yanlış olacağını konuştum.

Yıldıray Oğur: Bu 23 Nisan Meclis'in 100'üncü yılı olacak. Uzun bir Meclis tarihi var Türkiye'nin. Hem yeni kurulan partiler hem de mevcut muhalefet partileri parlamenter sisteme dönüş açıklamaları yaptılar. Siz de parlamenter sisteme geri dönülmesi fikrine katılıyor musunuz?

Abdullah Gül: Biraz evvel tam demokratik parlamenter sistemden yana olduğumu beyan ettim. Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan önce Osmanlı Devleti Yemen'de dahi sandık kurmuş, seçim yaptırmış. Meclis-i Mebusan var. Parlamento geleneği Cumhuriyet'in öncesinde de var. Meclis öncülük etmiş Kurtuluş Savaşı'na. Zaman zaman meclisin ağırlığı tartışma konusu olmuştur ama meclis her zaman politikanın, Türk siyasetinin merkezidir. Milli irade her daim Meclis’in şahsında tecessüm etmiştir. Siyasi partilerin ağır topları diye söylediğimiz önemli siyasi figürler hep Meclis’ten gelmiştir. TBMM bugüne kadar hiç bu kadar önemsizleştirilmemişti. Bunun noksanlığını Türkiye hissediyor.

BANA YAPILAN YANLIŞ BAŞKASINA DA YAPILMAMALIYDI
Yıldıray Oğur: 31 Mart’taki İstanbul seçimlerini YSK iptal edildiğinde siz bir tweet attınız. 27 Nisan’daki 367 kararına benzettiniz. Tepkiler de aldınız. Neden öyle bir tweet attınız?

Abdullah Gül: Bana yapılan yanlışın başkasına yapılmasını istemem. Özel hayatımda da buna dikkat etmeye çalışırım. O gün o yanlış yapılmıştı bana. Şahsımda bütün millete yapılmıştı. Millet de karşılığını o zaman verdi sandıkta. Burada da bir yanlış yapıldı. Yanlışın karşılığını da hep beraber görmüş olduk. Tutarlı olmamız lazım.

Yıldıray Oğur: CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu'yla röportaj yaptık. “Başörtüsü konusunda biz zamanında hata yaptık” dedi. CHP’de bir değişim çabası var. En son sayın Kılıçdaroğlu Kudüs mitingine de gitti. CHP’deki değişimi nasıl görüyorsunuz?

Abdullah Gül: Bunlar güzel, takdir edilmesi gereken davranışlar. Çok katı bir laiklik anlayışından buraya gelinmesi çok önemli. Biliyorsunuz bu cumhurbaşkanlığı sisteminin yolunu da o 367 kararı açtı. Eski Genelkurmay Başkanı’nın konuşmasını da izledim. O da bu başörtüsü yasağının arkasında TSK olarak durmakla çok yanlış yaptıklarını söyledi. Aslında gelinen bu nokta normalleşme için büyük bir fırsat.

KÜRT SORUNU ARTIK ULUSLARARASI BİR MESELEYE DÖNÜŞTÜ
Elif Çakır: Peki, başka bir meseleye geçelim. 2009 yılında siz “iyi şeyler olacak” dediniz ve Türkiye'nin kadim sorunlarından Kürt meselesinin çözümü için adımlar atıldı. İyi şeyler de oldu. Ama sonu kötü bitti. Nerede yanlış yapıldı? Tekrar çözüm sürecine dönülür mü?

Abdullah Gül: Bu mesele Türkiye’nin en önemli konularından biridir. Buna şöyle bakarım; tüm ülkelerden daha fazla Kürt nüfusumuz var. Barzani’nin referandum tartışmaları olurken çok çarpıcıydı. CNN Türk’te bir harita üzerinde tartışılıyor, dört ülkedeki Kürtler gösteriliyordu haritada. Sonra CNN International’e geçtim aynı harita üzerinde konuşuluyor, ama bir farkla. Türkiye'nin üzerinde 15 milyon, Irak'ta 4 milyon, Suriye'de 2 milyon, İran’da 6 milyon yazıyor. Türkiye'deki haritada ise bu yoktu. Bu bir realite, bu kadar Kürt nüfusumuz var. Cevaplanması gereken asıl soru, bu nüfusumuzu ne kadar eşit vatandaş kılabiliyoruz, nasıl mutlu ve ülkesine bağlı hale getirebiliyoruz? Bu meseleye her yönüyle bakacaksınız. Kendi içerimizde bu meseleyi hallettiğimiz takdirde, hem kendi ülkemizi hem bölgeyi sağlamlaştırırız. Ama kendi ülkemizde bu meseleyi halledemezsek, meselenin kendi ülkemizde kalmayıp bölgesel ve uluslararası boyutlara ulaşmasından korkardım.

Yıldıray Oğur: Artık uluslararası bir meseleye dönüştü.

Abdullah Gül: Uygulanan politikaların neticesi, burada kimseyi suçlamak istemem. Hepimizin sorumluluğu. Kendi içimizde, kendi inisiyatifimizle yüksek insan hakları standartlarıyla halledemeyince bölgesel ve uluslararası boyutlara gitti, zor işler.

Ahmet Taşgetiren: HDP'ye yönelik bir tecrit, izolasyon var. Sağlıklı buluyor musunuz?

Abdullah Gül: Cumhurbaşkanlığımda hepsini angaje etmeye çok önem verirdim. Her dış ziyaretimde bütün partilerden olduğu gibi onlardan da temsilci alırdım. Bu beni gittiğim yerde güçlü yapardı. Masaya şöyle oturunca hepsini tanıtırdım. MHPli arkadaşımı da HDP’li arkadaşımı da tanıtırdım. Bütün gezilerimde de olmuşlardır. Hiçbir ayrım yapmadan bütün belediyeleri Batman'ı da Diyarbakır'ı da ziyaret etmişimdir. Onlara bu ülkeye ait olduklarını hep bu şekilde hissettirdim.

Elif Çakır: Dünyada mı böyle bir eğilim var acaba. Popülist hareketler, milliyetçilikler yükseliyor.

Abdullah Gül: II. Dünya harbinden önce bunlar hep yaşandı, hamaset, popülist akımlar… Sonra maliyeti dünya 50 milyon insanını kaybederek ödedi. Arkasından demokratik kurumlar kuruldu, Avrupa Konseyi, İnsan Hakları Mahkemesi gibi. Ama söylediğiniz gibi son birkaç yıl içerisinde korkunç bir şekilde başta İngiltere'de, ABD'de olmak üzere kazanmak için kutuplaştırmak, kazanmak için her şeyi mubah görmek anlayışı ortaya çıktı. Bu çok büyük bir tehlike. Çok olumsuz neticeleri de oldu. İngiltere'deki referandum, ABD'deki seçim gibi. Şimdi buna karşı reaksiyon da başladı. Bunların hepsi bir maliyet ödetiyor ondan sonra insanlık başka bir yol buluyor. İnsanlık şimdi de bunu deneyerek görecek.

ÜLKEYİ NORMALLEŞMENİN KISA YOLU; TUTUKSUZ YARGILAMA
Elif Çakır: Türkiye'de çok sayıda gazeteci, siyasetçi hiçbir dönemde olmadığı kadar hapiste. Osman Kavala, Ahmet Altan, Mümtazer Türköne, Selahattin Demirtaş cezaevinde. Ne düşünüyorsunuz?

Abdullah Gül: Yönetimin Türkiye'deki iklimi pozitife çevirme meselesinin en kısa yolu işte bu siyasetçilerin, yazarların, gazetecilerin ve sivil toplumcuların tutuksuz yargılanmasıdır. Zaten AYM'nin de AİHM’in de kararı bu yönde. Yüksek mahkeme kararları uygulanırsa bu adım içeride ve dışarıda çok takdir edilir ve olumlu hava, ekonomi dahil, birçok şeye yansır.

VAKIFLARIN BİLİM VE SANAT VAKFI TEPKİSİ ÖNEMLİYDİ
Yıldıray Oğur: Şehir Üniversitesi ve Bilim Sanat Vakfı’na kayyım atandı. Cumhurbaşkanı Erdoğan kendisiyle bu konuda telefonda konuştuğunuzu açıkladı. Bilim ve Sanat Vakfı'na kayyım kararı sonrası da ilk defa İslami vakıflar ses çıkardılar. Bu konuda ne dersiniz?

Abdullah Gül: Üniversiteyi hep beraber kurduk. Sayın Cumhurbaşkanı'yla beraber açtık. Üniversiteye kayyım atanma sürecinde açıklamalar yapsam faydası olmayacaktı. Bu gidişatın yanlış olduğuna inandığım için kendisiyle konuştum. “Hep beraber kurduk” dedim, o da bana “Bu işi ben yaptım, tahsisi sonradan devire çevirmişler” dedi. “Devri ben de doğru bulmuyorum, ama tekrar tahsis yapılabilir” dedim. Sonuçta iyi bir üniversite. Neticede sizin kararınız ama düzeltilirse bütün arkadaşlar çok sevinir memnun olur, tersi kararda da çok üzülürler dedim. Öte yandan, diğer vakıfların bilahare Bilim ve Sanat Vakfına da kayyım tayin edilmesine tepkisini de önemli buluyorum.

GİT DENMİŞ, GELDİLER, SÖYLEDİKLERİMİ DİNLEYİP GİTTİLER
Elif Çakır: Bu size bugüne kadar hiç sorulmadı. O yüzden sormamız gerek. 2018 Cumhurbaşkanlığı seçiminde CHP ve Saadet Partisi sizi ortak cumhurbaşkanı adayı göstermek istedi. Siz bu girişimi kabul ettiniz ama aday olmadığınızı açıkladınız. Bu arada şu an bulunduğumuz ofisinizin olduğu yere bir helikopterle o günlerde Genelkurmay Başkanı olan sayın Hulusi Akar ve Cumhurbaşkanı sözcüsü İbrahim Kalın’ın gelip sizi ikna ettikleri söylendi. O süreçte tam olarak ne yaşandı? Neden aday olmadınız?

Abdullah Gül: Aslında bunları o günlerde şeffaf bir şekilde açıkladım. Açıklama metnimi okursanız bugün konuştuğumuz pek çok şeyin özünü de orada söyledim. Benim tekrar aday olmak gibi bir düşüncem olsaydı çok daha erkenden organize olurdum. Hayatı dernekçilikle ve siyasetle geçmiş biri herhalde oturup beklemezdi, süreci organize ederdim.

O günlerde görüşlerimi arkadaşlarla paylaşıyordum. Sonra Temel Bey geldi, size de görev düşüyor dedi. Ben artık yapacağımı yaptım, ne yapılacaksa artık siz yapacaksınız dediğimde, anketlere göre siz olursanız kazanırsınız bu gidişat düzeltilebilir dedi. Tabii ben memleketin gittiği istikameti görüyordum. Yakın arkadaşlarımla da konuştum. Şunu dedim; ben böyle ateşten bir gömleği giyerim. Ama şartlarım da var. Gerçekten böyle bir talep var mı, yok mu onu bilmem lazım. Hiçbir partinin adayı olmadan, bağımsız aday olurum dedim. Daha sonra bilinen sebeplerden dolayı adaylık konusu kapadı.

Yıldıray Oğur: Helikopter gerçekten bahçeye mi indi?

Abdullah Gül: (Gülüyor) Yok canım. Hemen yan taraf Üçüncü Kolordu zaten, oraya inmişler. Zaten bizim ofisimizle kolordu arasına bir bahçe kapısı var.

Yıldıray Oğur: Hulusi Akar liseden arkadaşınız galiba değil mi. Hatta İngiltere’de çekilmiş bir fotoğrafınız var, oradaki de Hulusi Bey mi?

Abdullah Gül: Evet doğrudur. Geçmişteki ilişkilerimiz çerçevesinde onlar bana herhangi bir şeyi telkin etme durumunda değillerdi. Onlara git denmiş, geldiler ve saygılı bir şekilde anlattıklarımı dinleyip gittiler.

DEVLET ADAMLARI RİSK DEĞİL, SORUMLULUK ALMALI
Yıldıray Oğur: Bu olay üzerine sizinle ilgili şöyle bir algı oluşturdu. Muhakkak duymuşsunuzdur. Sizin çok garantici olduğunuz, riske girmediğiniz, her şey hazır olsun öyle gelirim diyen bir yaklaşımınız olduğu söylendi. Pek çok şeyi arka planda yaptığınızı anlattınız. Ama toplumda da böyle yaygın bir algı var, ne dersiniz?

Abdullah Gül: Doğru, öyle derler (Gülüyor) Ben toplum meselelerinde toplumunun sorumluluğunu taşıyan siyasetçilerin, devlet adamlarının risk almasını çok yanlış görürüm. Onlar risk değil, sorumluluk almalılar. Bir tüccar olsa tabii ki çok kazanmak için riskli işlere girebilir. Ama risk alıyorum diye Devlet adamı olarak aldığınız kararların sonunda binlerce kadın dul, yüzbinlerce çocuk yetim kalıyorsa, milli çıkarlarınızla ilgili bir sürü gelişmeler yaşanıyorsa, içeride de bir kısım insan kar ediyor, bir kısım insan da zarar ediyorsa, bu benim devlet anlayışıma uygun değil doğrusu. Ben siyasetçi ve devlet adamının riskten ziyade sorumluluk duygusunu çok derin taşıması gerektiğine inanırım. Savaşta ölecek çocuğun kendi ailesinden bir çocukmuş gibi sorumluğunu hissetmesi gerekir. Aldığı ekonomik kararların sonuçlarını kendi ailesinin düşeceği büyük ekonomik sıkıntı gibi düşünmesi gerekir. Toplumla ilgili meselelerde muhakkak enine boyuna ölçüp biçmek tabii ki son kararı verdikten sonra da cesur olarak davranmak gerekir. Ama bunları yapmadan risk almak benim tarzım değil.

2007’DE PARTİ İÇİNDE AKSİ TELKİNLER OLDU, ADAYLIĞIMI AÇIKLADIM
Elif Çakır: Aslında riske girmediğiniz eleştirisini yanlışlayan bir örnek var. 2007’deki cumhurbaşkanlığı adaylığındaki kriz sırasında, seçimlerden sonra AK Parti'nin sizi tekrar aday göstermek istemediği ama sizin inisiyatif alarak aday olduğunuz yazıldı. Onun doğrusu nedir?

Abdullah Gül: O zaman parti içerisinde ve dışarıda çeşitli kulisler ve telkinler yükselmeye başlayınca ben tabii ki milletin gösterdiği istikameti görmezlikten gelemeyiz diyerek basın toplantısı yaptım. Adaylığımı açıkladım.

Elif Çakır: Garantici olduğunuz, riske girmediğiniz eleştirilerine cevap verdiniz. Ama sizin hakkınızda şöyle bir eleştiri de var. Sizin bugünkü duruma gelirken sessiz kaldığınız düşünülüyor, bu yüzden hem laik kesimde hem de muhafazakâr kesimde size kızgın olanlar var.

GEZİ OLAYLARI İLE GURUR DUYUYORUM DEDİM
Abdullah Gül: Nerede sessiz kaldım. Mesela en büyük olaylar Gezi olaylarıydı değil mi? Bana o zaman ilk sorulan soruya verdiğim cevap şuydu: “Bununla büyük bir gurur duyuyorum” dedim. Şaşırdı herkes. Çünkü “Türkiye'nin problemlerinin mahiyetini değiştirmişiz. Eskiden insanlar insan hakları için sokağa çıkardı. Faili meçhuller dursun diye çıkardı. Yolsuzluk dursun diye sokağa çıkardı. Şimdi insanlar ağacı kestirmem diye sokağa çıkmış, çevre duyarlılığı için sokağa çıkmış. Türkiye'nin problemlerini İngiltere'nin, ABD'nin problemleri haline çevirmişiz” dedim. Daha sonra bu toplumsal olay iyi yönetilemeyince terör örgütlerine büyük bir fırsat çıktı ve bildiğimiz vahim olaylar, vandallıklar cereyan eti. Açık söyleyeyim; benim birçok tavrım anlaşılmamış olabilir. Kendi camiamız da anlamamış olabilir. Ondan sonra daha ileri aşamalarda “demokrasi sadece seçim değildir” dedim. Bana o zaman bizim camiadan bazıları milli irade dersi vermeye kalktı. Milli idarenin ne olduğunu anlattım. Demokrasi sadece seçim değildir, seçimin ötesi vardır dedim. Halbuki ben şimdi bunları söylerken bu kadar tatsız politik ortamın içinde bunları tekrar konuşmak istemiyorum. O zamanlar tutuklu yargılamalarla ilgili yaptığım açıklamalara da bakın. Bireysel başvuru hakkı nasıl çıktı zannediyorsunuz, Haşim Bey’e gidin sorun.

27 NİSAN İÇİN GELİP HAKKINIZI HELAL EDİN DİYENLER OLDU
Yıldıray Oğur: Bugün yaşanan bazı sorunları muhafazakâr kesim şöyle değerlendiriyor. Bize de geçmişte çok kötü şeyler yapıldı, mağduriyetlere uğradık. Hatta sizin cumhurbaşkanlığı kriziniz hatırlatılıyor. 28 Şubat dönemi hatırlatılıyor. Tabii ki birçok alanda ilerlemeler yaşandı. Sorunlar çözüldü, evet başörtü meselesi çözüldü. Ama şimdi başka büyük sorunlar var. İleri mi gittik, geri mi gittik?

Abdullah Gül: Yıldıray, ben şöyle bakarım bu meselelere. Siyaset niçin yapılır? Halkına, bulunduğun topluma hizmet etmek için. Toplumun temel hak ve özgürlükleri olsun, mutlu olsunlar, zengin olsunlar. Bu konularda sıkıntı varsa siyasete girersiniz. Ben siyasette şunu gördüm. Biz dindar kesimler çok katı bir laiklik uygulamasıyla karşı karşıya kaldık. Solcuların, Kürtlerin ve azınlıkların da tabii başka problemleri vardı. Siyasette siz bunları çözerken eğer herkesi işin içine katarsanız, sorunları aşarsınız. İlerleme dediğiniz şey de böyle olur. Ama siz herhangi bir problemi tek başınıza, bunun primi bana ait olsun diye çözerken öbürünü dışlarsanız, anti tezinizi oluşturursunuz ve çatışma sürer gider. Türkiye birçok şeyi böyle kaybetti. Biz özgür ve demokratik bir ülkede dindar insanların da daha mutlu olacağına inandık. O yüzden Türkiye'deki problemleri bir daha geri gelmeyecek şekildei başkalarını da  dahil ederek çözmemiz lazım. Çözüm de kapsayıcı olmalı. Cumhurbaşkanı olduğum dönemde Cumhuriyet mitinglerini, şunları bunları hepsini arkamda bıraktım. Ayrılırken o kesimlerin de gelebildikleri tek kapı bendim doğrusu. Benim eşim neler yaşadı başörtüsü yüzünden, ama ayrılırken de o günlerde en büyük itiraz eden çevreler kendisine iltifat ettiler. Hatta hakkınızı helal edin diyenler çok oldu. Önemli olan kendinize yapılanın başkasına yapılmasını istemeyeceksiniz. İşte beraber yaşamak böyle oluyor.

MUHAFAZAKARLAR ULUSALCILAŞIYOR
Yıldıray Oğur: Özellikle sosyal medyada muhafazakâr kesimde sizinle ilgili İngiltere’de Exeter Üniversitesi’nde bulunmanız, Kraliçe’nin davetindeki fraklı fotoğrafınız yüzünden “İşte Kraliçe’nin adamı” deniyor. Herhalde görmüşsünüzdür. Ne düşünüyorsunuz kendi camianızdan böyle yorumlar alınca?

Abdullah Gül: (Gülüyor) Güler misin ağlar mısın derler ya. Ben yüksek lisansımı da doktoramı da Türkiye'de İstanbul Üniversitesi'nde yaptım. Ben dil eğitimi için İngiltere'ye gittim. Bir sene Londra'da bir sene de Exeter Üniversitesi’nde doktora araştırmaları yaptım, kütüphanesinde çalıştım. Oradan bir diplomam yok. Araştırılırsa bu görülür. Daha sonra Dışişleri Bakanı'yken beni Exeter’e davet edip fahri doktora unvanı verdiler. Talebeliğimde ilk yurtdışı çıkışım İngiltere oldu. Orada ilk arkadaşlarımı Müslüman Talebeler Birliği’nde edindim, onlarla birlikte kaldım. Cumhurbaşkanı olduğumda Kraliçe Elizabeth Türkiye'ye resmi bir ziyaret için geldi. Sonra da onlar karşılık olarak davet ettiler. Londra Türk bayraklarıyla donatıldı, görkemli merasimler oldu. Bütün bunlar tabii ki Türkiye’nin itibarının göstergesiydi. Türk-İngiliz ilişkileri her alanda en iyi dönemine şahit oldu.

Yıldıray Oğur: Eskiden bu komplo teorilerini ulusalcılar dillendirirdi, şimdi muhafazakârlar dillendiriyor.

Abdullah Gül: Evet öyle, aslında muhafazakârlar ulusalcılaşıyorlar.

Ahmet Taşgetiren: AK Parti de aslında kendini restore etmeyi konuşuyor. Fabrika ayarlarına dönmek dendi, Cumhurbaşkanı “Ömerler lazım” gibi şeyler söyledi. Diyorum ki acaba siz bu partinin kurucusu olarak ne tavsiye edersiniz?

Abdullah Gül: Benim fikirlerimi arkadaşlar biliyorlar. Yeri geldiğinde de kendilerine doğrudan ifade ediyorum. Kongrelere davet ettiklerinde çektiğim telgraflarda verdiğim mesajlar kuruluş ilke ve değerlere hep vurgu yapar.

SİYASAL İSLAM TÜM DÜNYADA ÇÖKTÜ
Yıldıray Oğur: AK Parti tecrübesi dindar insanların, İslami hareketlerin demokrasiyle bir araya gelebileceği tecrübesi İslam dünyasındaki ülkelere ve İslami hareketlere de model olmuştu.

Abdullah Gül: Bu söylediğiniz çok doğru. Benim de en önem verdiğim konulardan biridir. Dindar insanların ve siyasi hareketlerin özgürlükçü olabilmesi olağanüstü önemi haiz bir konu. İslami kimlikli siyasi hareketler demokrat ve özgürlükçü olduklarında, temel insan haklarını evrensel anlamda benimsedikleri ve uyguladıkları takdirde, iktidar geldiklerinde de iyi yönetişimi gerçekleştirmiş olurlar. Bunun örneğini ilk dönemimizde verdik ve dindar insanların devlet yönetimini nasıl rasyonel esaslara göre yönetebildiklerini sergiledik. Bu başarı tüm İslam dünyasına ve hatta İslami hareketlere bir dönem ilham kaynağı oldu. Şimdi Siyasi İslam’ın çöküşü diye çok tartışmalar var.

Yıldıray Oğur: Siyasi İslam’ın çöktüğünü mü düşünüyorsunuz?

Abdullah Gül: Öyle, tüm dünyada. Biz bunu görüp, paradigmadan kopuşu gerçekleştirmiştik, ama sürdürülemedi.