Kurumların siyasi mühendislik için bir aparata dönüştürülmesi her açıdan yanlıştır. Yanlışı tevile dönük her girişim de gayrı ahlakidir. Son dönemde yaşananlar maalesef ibretliktir. Bu kaydı düştükten sonra Türkiye’de meseleyi bir iktidar kavgası olarak betimleyen, tartışmayı oraya hapseden mevcut işleyişin oluşan maliyeti nasıl görünmez kıldığı üzerinde ciddiyetle durmamızda yarar var.
Mao’nun “yeryüzünde kargaşa çıktı,
dolayısıyla işler yolunda” dediği söylenir. Çıkan kargaşa ortamının radikal sol
siyaset için uygun koşullar oluşturduğunu belirten bu sözleri kendi
gerçekliğimize transfer ettiğimizde işin başka bir boyutu karşımıza çıkıyor.
Türkiye’de herhangi bir siyasetin zemin bulması için değil doğrudan iktidarın
temini veya sürekliliği için kargaşa çıkarılması şeklinde bir yönetsel gelenek
var. Bu gelenek zaman zaman tartışmaya konu edilse de Türkiye’nin parçalı
yapısı maalesef geleneği yaşatmak için son derece elverişli bir ortam
hazırlıyor. Diploma iptali dolayımında yaşadığımız süreç, kargaşa çıkarılması
ve bunun için normal şartlarda kargaşa önleme mekanizmaları olarak var olan ve
bu yönde işlev görmesi beklenen yapılar üzerinden işliyor.
Geldiğimiz yer, acı gerçeğin altını
çizmemizi zor ve zorunlu kılıyor: Anlamlı bir düzenin unsurları olması gereken
kurumsal yapıların neredeyse tümü tam da düzenin belirli şekilde çalışması için
ayarlandıkları gerçeğidir. Normal koşullarda Türkiye’nin sağlıklı bir mesafe
alışı, devlet organizasyonunun mütemmim parçaları olan kurumsal yapıların yerli
yerine oturtularak topluma gelişip serpilme imkânı sağlayacak bir dengeye
getirilmesi ile ilintilidir. Devleti bir imtiyaz aygıtı olmaktan çıkaracak
dolayısıyla ülkeyi taht kavgalarının kışkırtıcı odağı olmaktan alıkoyacak bir
mücadele yürütülmesi gerekirken maalesef her adımda bu geleneğin öldürücü
ayaklanışına şahitlik ediyoruz. Ülkenin takatsiz düşüşü, devletin kapanın
elinde kalan bir özel mülk olarak algılanması ile doğrudan bağlantılıdır.
İktidar savaşlarının kızıştığı durumlarda,
işleyişin nasıl ölçü tanımaz bir hale geldiği insanlık tarihinin en sevimsiz
gerçeği olarak bilinmektedir. Bu açıdan bakıldığında Türkiye’deki tablonun da
bunun son sürümlerinden birisi olduğunu söylemek mümkündür. Tablo ne söylersek
söyleyelim, ne yana çekersek çekelim özü itibariyle budur. Bunun böyle olmadığı
hukuk sistematiği üzerinden meşrulaştırmaya çalışılsa da yapılıp edilenlerin
birer siyasal mühendislik faaliyeti olduğu ortadadır. Nitekim yapılıp edilenlerin
meşrulaştırımına yönelik özenli bir çabanın varlığından bahsetmek de mümkün
değildir. Zaten yapılıp edilenleri bir güç gösterisi olmanın ötesinde
değerlendirmek ancak gerçekliğe gözlerimizi kapamakla mümkündür.
Bu yüzden bizim için, Türkiye için en
kritik ve hayati nokta burasıdır. Herhangi bir hadde bağlı olmayan bir iktidar
mücadelesinin gösterdiklerine, ima ettiklerine ciddiyetle bakmak gerekiyor.
Basit gibi görünen bu gerçek, hayatın tüm akışını tayin eden belirleyici bir
unsur olarak öne çıkıyor. Belirli angajman kurallarının geçerli olmadığı, ortak
normların tartışmaya açıldığı, kurumsal yapıların iktidar aracına dönüştüğü bir
vasatta anlamlı bir düzen tesisinden, insani ve ahlaki kapasitemizi geliştiren
bir yaşam alanından bahsetmek nasıl mümkün olacak? Geldiğimiz noktada karşı
karşıya olduğumuz acı ve temel gerçek maalesef budur. Küresel ölçekte herhangi
bir ilkesel sınırlamaya tabi olmayan mutlak gücün hoyratlığında seyreden
günümüz dünyası, bu haliyle içerde yapılanlar meşrulaştırıldığında veya bu
haliyle yapılanların meşrulaştırımına yol verecek bir performans
sergilendiğinde kim, kimi, neyle, nasıl yargılayacak? Eleştiri hangi zemin
üzerinden hayat bulacak? Nereye yaslanarak yapılıp edilenler değerlendirilecek?
Belirleyici olanın güç olduğu, önemli
olanın iktidar istenci olduğu ve bunun için her şeyin meşru olduğu yerde
Serengeti düzlüklerinde işleyen bir yaşam formuna mahkûm edildiğimizi görmek
durumundayız. Hobbesvari bir “doğa durumu”na bizi geri fırlatan bu gerçeklik,
ülkeyi güvensiz, istikrarsız ve yaşanmaz kıldığı gibi insanların aidiyet
duygusuna da darbe indirmektedir. Hele hele yeni çözüm sürecinin konuşulduğu
bir eşikte bu yaşananlar, bu şekilde yaşananlar göz önüne alındığında. Usulün
gözetilmediği, normların geçersizleştiği, keyfiliğin alan genişlettiği yerde
meseleyi sadece oluşan kargaşayla sınırlı görmek hem aşırı yüzeysel hem de çok
yanıltıcıdır. Burada çok daha derin bir krizle karşı karşıyayız. Kargaşaya yol
veren şey normlara, ortak bir düzene olan inancın tahrip ediliyor olmasıdır.
İlke ve değer sisteminin çözülüşünden, çöküşünden kaynaklı bir düzensizlik hali
yaşıyoruz şu an. İlkelerin, kuralların bağlayıcılığı kalmadığında veya kurumsal
yapılar belirli amaçları gerçekleştirmek üzere araçsallaştırıldıklarında bunun
Türkiye için ciddi bir varoluş tehdidi anlamına geldiği açıktır.
Bunun çıkardığı maliyet elde edilen veya
elde tutulan iktidarın getirisinden çok daha fazladır. Dostoyevski “Tanrı yoksa
her şey mübah olur” demişti. Bir sistemin meşruiyet zeminini yitirmesi,
yaslandığı dayanaklardan yoksun kalması doğrudan beka meselesidir. Gerçekten de
önümüzde tam da bu tarz kritik bir durum var. Normların çözüldüğü,
geçerliliğini yitirdiği bir durumla karşı karşıyayız. Şu an yaşadığımız şey
temelde bir egemenlik krizidir. Yeni bir egemenliğin tesis edilmeye
çalışıldığı, bu egemenliğin sistematize edilmeye çalışıldığı düzen öncesi veya
düzen ötesi bir noktadayız.
Schmitt’in“egemen olağanüstü hale karar
verendir” şeklindeki meşhur formülasyonu malum. İstisnaya karar veren
dediğimizde sadece hukuki alanı vücuda getiren ilk politik karardan
bahsetmiyoruz bugün. Veya bahsetmememiz gerektiğini düşündürten bir eşiğe vardığımız
noktadayız bugün. Dolayısıyla buyurgan, tahakküm arzusunda olan layusel bir
“Leviathan” ile ilgili konuşmuyoruz. Bir düzenin, üzerinde insan yaşamının
yükseleceği bir hayat alanının varlığına ve işleyişine kefalet edecek ve bu
sürecin seyrinde kendisinin en büyük imtiyazının eşitlerden bir eşit olarak
gören kurucu bir irade, otorite talebiyle yol alınması meselesi söz konusu
edilmelidir. Egemen olma, kendi iktidarını garantileme dolaysıyla mevcudun
yürürlükte olduğu şekliyle, yukarıda da değinildiği üzere, bir imtiyaz düzeneği
olarak işlemesini istemek olarak anlaşılamaz. Türkiye, iktidar kanadının da
çokça kullandığı üzere, Türkiye ötesi bir anlam merkezi olma arzusu ve
çabasındaysa, gerçekten de emperyal bir takım hülyaların peşinde yol alma isteğindeyse
neredeyse tek seçeneği bu tarz siyasal, kültürel yönetsel bir başarı hikâyesini
hayata geçirebilmektir. Bundaki özeni, çabası ve bugün politik söylemin
dolgusuna dönüştürülen “insanı yaşatma”daki ciddiyeti bu hikâyeye olan
adanmışlığı üzerinden sınanmaktadır.
İnsanı yaşatmayan, yaşamdan soğutan,
potansiyelini tahrip eden dolayısıyla iktidarın dehşetinden yaşama sevinicini
yitirten ve vasat bir ülkenin koşullarına mahkûm eden yerde oluşan dehşeti
kapatmaya dönük her türlü çaba yaşanan krizi biraz daha derinleştirmekten öte
anlam taşımayacaktır. Türkiye’nin “emin” bir yer olmasına imkân vermeyen iş ve
işlemler iktidar eliyle hayata geçirildiğinde, yaşama sevincini yükseltecek,
uyruklarını gönendirecek bir performanstan uzak işleyişe iktidar alan açarsa
kendi eliyle kendisine tuzak kurmuş demektir. Türkiye’yi ve dolayısıyla
herhangi bir iktidar güçlü kılacak şey ilke ve değerlere olan bağlılığı ve bu
konudaki yüksek titizliğidir. İktidar uğruna her şeyin yapılabildiği bir
Türkiye’nin ne kendisine ne de iktidarda olanına bir fayda gelebilir. Anlaşılan
o ki Türkiye’den kimseye özellikle de muhtaç olanlara bir fayda temin
edilmemesi için canla başla çalışılıyor. Evet, kargaşa çıkıyor ve ancak Mao’nun
aksine bu kargaşadan işlerin yolunda olduğuna ilişkin bir sevinç duymamızı
gerektiren bir şey yok maalesef.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.