1- HARBİN/HİLENİN KUCAĞINDA DOĞUM: İSLAM
İslam, 23 senelik bir “İç-savaş
(Mümin-Kafir, Mümin-Münafık, Hizbullah-Hizbuşşeytan….)” sürecinde doğdu. Hz.
Muhammed’in ölümünden, Muaviye’nin intikam , ihanet ve zorla hakimiyetini
kuruncaya kadar da, iç savaş/”el-Fitnetu’l-Kübra” olarak (Ridde, Cemel, Sıffın,
Harre….) devam etti. Abbasi İhtilali de, bir iç savaştı. Siyaset, Nazi filozofu
Carl Scmith’in kavramsallaştırması ile defacto “Dost-Düşman” kavramsallaşması
üzerine kurulu idi. İslam, Araplar’ın çöl coğrafyasında yüzlerce yıllık süre
içinde oluşmuş şiddete teşne olma, kabilecilik ve çapulculuk tabiatlarını
geriletemediği için; islam’ı çevrelerine anlaşmalar(Feth Suresi/48) ile barış
içinde tebliğ etme yerine; komşuları ile de işgal, gasp, talan, ganimet uğruna
savaşa giriştiler. Siyaset, “savaş” olarak icra edilince; bu iç ve dış
savaşlarda/siyasette Arapların bu işte uzmanlaşmış dört tane “Dâhi” leri vardı:
Muaviye, Amr ibn As, Muğire b. Ş’ube ve Ziyad b. Ebih. Bu bağlamda “dahi” -icat
çıkaran veya sanat eseri yaratan değil-; kurnaz, hilekâr, kurt, çakal siyasetçi
demekti.
2- KUR’AN VE AHLAK OLARAK SİYASET
Real politik bu olmasına rağmen; Allah,
Kur’an’da siyaseti “Harp/Hile” üzerine değil; barış ve anlaşma üzerine kurmak
istiyordu. Peygamberimizin dediği gibi: “Harp,- siyaset değil- hiledir”. Tamam,
doğru. 60. Mumtehine suresinin 7-9 ayetleri, siyasetin neyin üzerine
kurulmasının gerektiğini, sarih bir şekilde ortaya koyar: “ Allah, gerektiğinde
sizinle düşmanlarınız arasına bir sevgi koyabilir; Allah, her şeye kadirdir,
affedicidir, rahimdir. Allah, dini aidiyetinizden dolayı sizinle savaşmamış;
sizi yurtlarınızdan zorla çıkarmamış (gayri müslim) kimselere iyilik
etmenizden, onlara adil davranmanızdan sizi men etmez.
Allah, adil davrananları sever. Allah,
ancak, sizinle dini aidiyetinizden dolayı savaşan, sizi yurtlarınızdan zorla
çıkaran veya çıkarılmanız için destek verenleri dost edinmenizden meneder. Kim,
onları dost edinirse; işte onlar, zalimlerin ta kendileridir.” Allah, iç ve dış
siyasetin daima ahit/akit, misak(“Toplum sözleşmesi”) üzerinden adalet
prensibine bağlı olarak yürütülmesini ister. “Zalimlerden başkasına düşmanlık
yoktur.”(2/193). Yahudi Kıralları Davut ve Süleyman’ı da, bu bağlamda
Müslümanlara “örnek” olarak gösterir(37/15,27/16,38/30-34…). Hz. Muhammed de,
Medine’ye hicret ettikten sonra, oranın Yahudi, Müşrik ve Müslüman kabileleri
ile ortak sorumluluk ve haklarını belirleyen(Ümmet) bir
anlaşma(ahit/akit/misak) metni oluşturmuştur(“Medine Sözleşmesi”). Yönetim,
ilke olarak “Şura”(3/159, 42/38) ile, sorumluluklar ehliyet/liyakat ilkesine
göre dağıtılır(4/58) ve adalet/hukuk ile icra edilir. Devletin/yönetimin dini
adalettir.
Bu siyaset içeriğini, ahlak felsefesini,
Yunan felsefesinin genetik özü olan aynılık/kendiliğin ontolojik emperyalizmi
yerine; “Başkası” ve onun insani dolayımı olan “Yüz” üzerine kuran E.Levinas’ın
“Radikal Çokluk” kavramında da buluruz. Totaliterlik veya konsensüs,
“Başka”sını aynıya/kendine emerek onu yok etmektir. Daimi “ötekilik” ise,
özgürlüğün penceresi olarak daima açık kalır: “ Radikal çoğulculuk, bir araya
geldiğinde, daha büyük bir bütünlük içerisinde, aynılaşarak kapsanamayan
bireylerin oluşturduğu birçokluğu ifade eder. Çokluğu oluşturan bireylerden
biri, diğerinin olumsuzlanması olduğunda, birleşerek bir bütünü
oluşturabilirler. Oysa Radikal çokluk, tümlenmenin imkânsızlığıdır. Çünkü,
öznenin, bir diğeri tarafından olumsuzlanması yüzünden değil; sonsuz bir
fazlalık, sonsuz bir uzaklık ve radikal mutlak başkalık yüzünden tümlenme
imkânsız hale gelir. Savaşta, varlıklar bir bütüne ait olmayı reddederler.
Toplumu reddederler, yasayı reddederler;
hiçbir sınır, bir varlığı diğeri yüzünden durduramaz veya onları tanımlamaz.
Kendilerini bir bütündeki yerleri ile değil, kendi benlikleri ile tanımlayarak
bütünü aşan konumları ile onaylarlar.” (Emmanuel Levinas: Sonsuza Açılan Yol
Benliğimizin Ötesindedir. Haz: Melis Uygur Biibika. İst. 2025. S 100). Özetle
Platon-Aristo ve Farabi’de olduğu gibi, Kur’an’da da siyaset “Pratik Ahlak”tır.
Filozoflarınki “Site/Medine” devletinde; Kur’an’ınki ise, bütün bir yeryüzünde.
3- SALTANAT VE SİYASET
Oysa Müslüman toplumlarda yönetim, Muaviye
ile birlikte tek kişiye/aileye tapulanmıştır(Saltanat/Meliklik). Gayri
müslimler “ikinci sınıf(zımmi)” vatandaş olarak görülmüş ve Müslüman muhalifler
ise, maslahat/zaruret/rahmet olarak değil; “Fitne-Fesat” olarak kodlanmıştır.
Dolaysıyla siyaset, tarih boyunca “Harp-Hile” olarak icra edilmiştir.
4- DEMOKRASİ VE SİYASET
Demokrasi teorisi, siyaseti –içerde. İG-
savaş ve hilekârlık olmaktan çıkararak barış içinde aleni bir “yarış olarak
kurmuştur. Toplumu-devleti yönetmek için iktidar kadar muhalefet de meşrudur.
Nasıl yöneteceklerini “Parti programı” olarak halka anlatırlar; halk da,
tercihini yapar. İktidar, silaha ve savaşa başvurmadan, kansız bir şekilde
değiştirilebilir. Hukuk Devleti, Kuvvetler (Yasama-Yürütme-Yargı) Ayrılığı,
Anayasal Vatandaşlık ve Laiklik, bu yönetim tarzının bileşen kavram ve
kurumlarıdır. Batı toplumları, dış siyaseti savaşın silahsız olarak hile
ile(diplomasi-istihbarat) devamı olarak görmeye devam etmişlerdir
(Makyavalizm). Burjuva sınıfının, demokrasiyi manipüle etme teşebbüslerine
karşı işçi sınıfı, siyasal ve sendikal hareketler ile mukabelede bulunmuştur.
M. Kemal ve arkadaşları, Kurtuluş
Savaşından sonra, siyaseti “Devrim” yani zor/savaş mantığı ile yaparak, eski
rejimi(Hilafet-Şeriat-Tarikat) ilga ederek, yerine cumhuriyet rejimini
kurdular. Muhalefeti bastırmak için de “Darbe” geleneğini sürdürdüler. Demokrasiye
geçildikten sonra, muhafazakâr-sağcı muhalefet, Demokrasi kurallarına uyarak
siyaset yapmaya çalıştı.
5-TÜRKİYEDE HARP/HİLE OLARAK
SİYASET
Şair Mehmet Akif, “Safahat” adlı manzum
eserinde, Osmanlı toplumunu ve devletini çöküş noktasına getiren Türk-Tasavvuf
Sünniliğini eleştiriye tabi tuttu. Said Nursi de “Risaleler” adlı külliyatı ile
kendince Sünni ilahiyatı estetize etmeye çalıştı. Her iki şahıs da, Devrimciler
tarafından mağdur edilmiş olmalarına rağmen; devlete/yönetime karşı
hilekâr-düşmanca bir tavır takınmadılar. Benzer tutumu, düşünür Nurettin Topçu
ve şair Sezai Kararkoç’ta da görmek mümkündür. “Sultanu’l-Şuara” olarak anılan
N.F.Kısakürek ise, devrimcilere karşı sert-düşmanca bir sövgü
dili(müstevlilerden beter, kubur fareleri, maymun….) ile onları eleştirdi.
Devrim, muhafazakârlarda bir travma yaratmıştı. Yetmişli yıllarda Türkiye’nin
“Daru’l-Harp” olduğunu söyleyen bazı katı muhafazakârlar, “Daru’l-Harp Fıkhı”
nın uygulanmasını savunurlardı. “Milli Görüş”, “Hizmet Hareketi” ve Ak Parti,
bu travmanın(N.F. Kısakürek) değişik kristalleşmeleridir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.