Gassal Baki, kefenlediği her bedenle, kendi kozasını da örüyor. Gasilhane onun güvenli limanı, şifahanesi. Kurtların inlerine çekilip iyileşmek için yaralarını yaladıkları gibi o da gasilhanede kendi yaralarına pansuman yapıyor.
Tarkovski “Sanatın amacı insanı ölüme
hazırlamaktır. İnsanı iç dünyasının en gizli köşesinden vurmaktır.” der. Gassal
tam da böyle bir yerden izleyiciyle buluşuyor.
Konusunun orijinalliği, kamerayı daha önce
işlenmemiş bir alana çevirmesinden geliyor. Televizyon izleyicisi için
yüzülmemiş sular bunlar. Ekranda ölüm ile kefenlenene kadar ki süreci görmeyiz.
Zorlarsak, Red Kit’teki soluk benizli akbaba simalı Mathias Bones adlı cenazeci
akla gelebilir; fakat Baki ile Mathias birbirine tamamen zıt iki karakter.
Ölülere müşteri diyen şoför Merdan’ı azarlayan Baki’nin aksine Mathias bir
ayağı çukurda olanların peşinden elinde mezurasıyla koşar.
Kişinin hayatta karşılaştığı zorluklara
dair yorumu, deneyimlemesi kendine özgüdür. Film bir gassalin varoluşsal
kaygılarıyla izleyicinin dünyasındaki iz düşümleri arasında bağ kurabilen
başarılı bir yapım.
Bir insan düşünün, çocuk yaşta evinin
bahçesine adım attığı gibi annesini çamaşır leğeninin yanında, köpüklü sular
içinde ölü halde buluyor. Aynı çocuk ne koca ne de baba olma hevesi bulunmayan
bir adama, ta ki hapse düşüp onu yalnız bırakana dek “baba” demek zorunda
kalıyor. Annesinin apansız ölümüyle beraber, cenazenin defnedilişini görmesi,
komşularının ölü evine sahip çıkıp, evi boş bırakmaması, helva kavururlarken ki
ince detayları dahi onunla paylaşmaları, Baki’nin tüm hayatını etkileyerek
meslek seçiminin temelini atmış. “Ben gassal olmak için doğmuşum” derken bir
insanın travmalarının meslek kararına, yaşantısına ne denli etki ettiğini
görüyoruz.
Bir insan düşünün hayatının dümenine
geçememiş, kendi sorumluluğunu alamamış. Baki’nin kontrol edemediği kayıplar
sonucu, kendi kontrol alanını oluşturması ne kadar da elzem değil mi? “Gassal
elinde meyyit” sözü buraya tam oturuyor. Gasilhanede, laboratuvar şartlarına eş
değer kontrol alanı oluşturan Baki, yapılacakları belli bir ritüel çerçevesinde
belli bir sırayla yapmak zorunda. Hal böyle olunca yapılandırdığı bu çerçeve
Baki’ye güvenlik, olumsuzluklarla baş etme ve hayatı içinde sınırlı da olsa yeniden
kontrol duygusu sağlıyor. İlk olarak bedeni yıkayacağı suyu, gerekli ısıya
getiriyor. Bedeni çevirme, belli ebatta kesilmiş kumaşı usulüne uygun giydirme,
çörek otları serpme ve dua ile kefenleme ritüelini tamamlıyor.
‘ÖLÜNCE BENİ KİM YIKAYACAK?’ SORUSUNUN
ALTINDAKİ TEMEL MOTİVASYON
Baki’nin “ölünce beni kim yıkayacak?”
sorusunun altında yatan temel motivasyon ise anne şefkat ve özenine duyduğu
ihtiyacın son yolculuğuna çıkarken karşılanma arzusu olabilir mi? Yakınındaki
erkeklerin içerisinden gassali olabilme kriterlerini karşılayanlar Nazmi ve
Ahmet’ti. Çünkü her ikisi de çocuklarına yeri geldiğinde hem anne hem baba
olabilme kapasitesine sahip kişilerdi.
Çocukluluğunu anne babasıyla hak ettiğince
yaşayamamış olan Baki’nin, güvenli bağlanma konusunda sıkıntı yaşadığını
görüyoruz. Geçmiş yaşantısında tamamlanamamış, bitmemiş, eksik kalmış hikayeler
ruhunda büyük boşluklar bırakmış. İhtiyaçlarını dile getirmekte lal kalmış,
ilişkilerindeki sıcaklığa tutunup çapa atamayışının nedeni, küçüklüğünden beri
fırtınalı zamanlarında sığınacak güvenli limanı olmaması. Bir çocuğun ne kadar
itiraz etse de sonunda ebeveyninin sözünü dinlediği gibi etrafındakilerin sözlerine
tutunup kolay yönlendiriliyor. Baki de hayatında onunla ilgilenen tek kişinin
sözünü dinliyor.
Ahmet ve Neslihan’ın dördüncü çocuğu gibi.
Kerime’yi tanımasa da onların isteği doğrultusunda peşlerine takılıp adını bile
bilmediği halde istemeye gidebiliyor.
Dünyaya veda edeceği güne kadar hayatını
tekdüze yaşayan, kendini ilerletecek amaçları olmayan, pause tuşuna basılmış
bir insan Baki. Ruhunu dondurmuş, çocuk kalmış o nedenle Ahmet ile Neslihan
arasındaki romantik ilişkiyi de anlamlandıramıyor. Kendi hayatındaki yakın
ilişkide olduğu kişilere ise son derece mekanik davranıyor, duygularını
harekete geçirme konusunda antrenmansız. Bunun yanında dünyanın erozyona
uğradığını ve iki yüzlü olduğunu düşünüyor.
Uzman Psikolog Dr. Nevin Dölek, “Yaşarken
çocukla anne baba arasında görülmez bir sözleşme vardır: onu sevmek ve korumak”
der. Baki’nin annesini çocuk yaşta kaybetmesinin ardından babasının da çekip
gitmesi, sözleşmenin bozulmasına ve terk edilmişliği çok daha derinden
hissetmesine neden olmuş. Bir de ölüm tek başına gelmemiş kuyruğunda başka
sıkıntılar da getirmiş. Anne yok, baba var ama yok. Baki’nin yetişkinliğe giden
yolda ne denli tökezlediğini günümüzdeki yalpalayışında görüyoruz.
Baki, son durak olan ölümle yüzleştiğinde
kendisini kimin yıkayacağı sorusuna cevap arıyor. Fakat bu yolun ara
duraklarında yaşamak adına neler yapıyor? Hayatın nabzına, dinamizmine
katılamadığı birçok sahne görüyoruz:
Baki, Ahmetlere misafirliğe gider.
-Neslihan: Ooo kimler gelmiş?
-Baki: Her gün geliyorum neredeyse, her
seferinde karın gelişime şaşırıyor Ahmet. Ne zaman alışacak bana?
-Neslihan: Alışkınım ama yine de
seviniyorum Baki, içimdeki yaşam enerjisini o coşkuyu yiyip bitirmene izin
vermeyeceğim.
-Baki: Yaşam enerjisiyle dolu, kendini
dağcılığa adamış biri vardı Neslihan. Yıkadım.
Ahmet’in onu ziyaretlerinde kullandığı
psikolojik söylemleri her defasında sarkastik bir dille savuşturarak
yüzleşmekten kaçınıyor. Çocuk sesine, dokunuşuna tahammül edemiyor. Ahmet’in,
karısının rüyasını gerçeğe dönüştürmek için bahçesine havuz yapma isteğini
yargılıyor. Yıllardır yaşadığı evde en ufak bir değişim yapmamış. Ama ruhunun
soluk da olsa nefes aldığının, Baki’nin yaşadığının kanıtı dokunamadığı o
çocukların düşürdüğü çatlak bir vazo. İç sahnelerde Baki’nin evinde hiçbir
şekilde en ufak bir bulaşık, dağınıklık görmeyiz. Ev içindeki düzenine rağmen
bahçesi hurdalarla doludur. Baki için evi iç dünyasını, bahçesi ise dış
dünyasını simgeliyor. Ne zaman ki Elif’le ilgili duyguları konusunda harekete
geçmeye karar veriyor o zaman bahçesini de düzenliyor.
Ölümün insan ayrımı yapmaksızın herkesin
başına gelebilirliğinin farkında olan Baki, varoluşa dair farklı erdem ve
bilgelik donanımına sahip. Merdan ve Baki’nin birbirine zıt karakterleri,
hikayeye derinlik katıyor. Mafya cenazesindeki lüks kefen takımı, toplumsal
hiyerarşinin boyutlarını gösteriyor. Merdan “Zenginin ölüsü bile olay. Adam
şanslı, nerelerde gezdi, gününü gün etti. Sen cenazen kalabalık olsun istemez
misin? Bizim cenazemiz olsa kaç kişi kalır başımızda? Ölüm yıl dönümünü
anarlar. Manzaralı mezarlık yeri almışlar” der. Mafyanın yakınları ise kalan
paraları kaçırmanın derdiyle çil yavrusu gibi dağılır. Kimsesizlerin kimsesi
Baki sahiplenir meftayı. Merdan’ın dediklerinin üstüne, Baki “demek ne şanslı
adam ha “der. Cenaze gömüldükten sonra toprağa su döken çocuklara cebinde kalan
son bozuklukları verdiği sahnede yine hayatın tuhaflığını, zıtlığını,
anlamsızlığını etkileyici bir şekilde gözler önüne serer. Zira kefenin cebi
yoktur.
Baki için yaşamak, “olmak”tan ziyade
“yapmak” ile eş değer. Kendi olmak için harcamaya değer bulmadığı zamanı
yaşamıyor. Travmalarının etkisiyle, gerçekleştiremediği “bilme ve yaşama”
potansiyelini bastırdığı için duyduğu varoluşsal suçluluk ve kaygı, kendi için
olmasa da Nadir için harekete geçmesini sağlıyor.
ALBERT CAMUS’NUN YABANCI’SINDAKİ
MEURSAULT VE BAKİ
Nazım’ın hesapta olmayan ölümünün
ardından, onu yıkayan Baki’ye gasilhanenin önündeki banka oturan Elif soruyor:
“Hiç üzülmüyor musun?” Baki “Anlayamayacak kadar çok” der. Bu sahne Albert
Camus’nun Yabancı’sını hatırlatır. ‘’Bugün annem öldü. Belki de dün,
bilmiyorum. Bakımevinden bir telgraf aldım: Anneniz öldü. Cenazesi yarın
kaldırılacak.” Yabancı’daki Meursault karakteri herhangi bir kaygı, endişe,
derin üzüntü gibi duygular göstermeyen farklı bir profildir. Meursault’a göre
hayat, yaşamak zahmetine değmeyen bir şeydi. Annesi öldüğünde ağlamaması, sütlü
kahve içmek istemesi, toplumun beklentilerine uygun yaşamaması
ötekileştirilmesine sebep oldu. Burada Elif de ağlamayan Baki’nin duruşundan
gerçekten üzülüp üzülmediğini anlayamadığı için sorgulama gereği duyar.
Üzülmenin en saf hali ağlamak mıdır? Aslında Baki’nin kaygısız, dertsiz ve
sanki bu dünya ile alakası olmayan biriymiş gibi görülmesinin nedeni, toplumla
arasına mesafe koymasıdır. Bu kendini gerçekleştiren kehanetteki gibi bir
durum. Yaşayanı tehdit olarak görüp topluma mesafeli durduğunda insanlar da
burada bir tuhaflık var zannına kapılıp ondan uzaklaşıyor ve Baki
yalnızlaşıyor.
Rollo May, ‘Kendini Arayan İnsan’da,
psikolojik sorunların kök sebepleri olarak; içi boş insanlar, yalnızlık, endişe
ve benliğin tehdidine yer verir. İnsanın en büyük sorununu ne istediğini
bilmemesi değil ne hissettiğine dair fikrinin olmaması der. Baki bu nedenle
arzu ve isteği olmaksızın Kerime’ye evlilik teklif etmeye gider.
İçselleştirmediği ve “mış” gibi davrandığı için de yalpalar. Kendi istediği,
kendine yakın bulduğu ise Elif’tir. Sevmek için yaşamak; yaşamak için de
ölmemeyi isteyecek kadar bir şeylere bağlanmak gerekir.
Ölüm çözülebilir bir problem mi? Var
oluşumuzun özü üzerinde çözmeye çalıştığımız fakat çözemediğimiz bir soru. Ölüm
bir kereye mahsus, deneyimin sahipleri açısından hafızaya işlemeyen, üzerinde
kişisel tecrübe bakımından konuşulamayan bir sınır deneyim. Ölümden korkmak
mantıklı olsun ya da olmasın ölecek olduğumuz gerçeğini değiştirmiyor. Sanırım
asıl mesele insanın yaşamındaki güzellikleri yeteri kadar takdir edip etmediği.
Kişinin buna verdiği cevap hayır ise ölümü kabullenmek, yüzleşmek, kucaklamak daha
da zorlaşan bir durum.
İnsan kendini gerçekleştirme yoluna girme
potansiyelini nasıl bulur ve onu nasıl tanır? İnsan yolunu kaybettiğini nasıl
fark eder?
İrvin Yalom’a göre; ‘suçluluk yoluyla,
anksiyete yoluyla, bilincin çağrısıyla tanır ve fark eder’. Ben buna ambivalan
duyguları da ekliyorum. Çünkü Baki’nin varoluşsal kaygıları ve ölüm konusundaki
düşünceleri onu yaşam potansiyeline çağıran bir rehber de olabilir. Belki de
ikinci sezonda bunu izleriz. İnsanların hayatında patlak veren krizler, Erich
Fromm’un deyimiyle ‘sihirli yardımcılar’ olabilir. Keşke hayata dair tek bir
tılsımlı reçete olsa… Fakat parmak izlerimiz gibi yaşantılarımız da bize özgü,
biricik.
Yıllardır yaşadığı evde en ufak bir
değişim yapmamış. Ama ruhunun soluk da olsa nefes aldığının, Baki’nin
yaşadığının kanıtı dokunamadığı o çocukların düşürdüğü çatlak bir vazo. İç
sahnelerde Baki’nin evinde hiçbir şekilde en ufak bir bulaşık, dağınıklık
görmeyiz. Ev içindeki düzenine rağmen bahçesi hurdalarla doludur. Baki için evi
iç dünyasını, bahçesi ise dış dünyasını simgeliyor. Ne zaman ki Elif’le ilgili
duyguları konusunda harekete geçmeye karar veriyor o zaman bahçesini de
düzenliyor
Gassal Baki, kefenlediği her bedenle,
kendi kozasını da örüyor. Gasilhane onun güvenli limanı, şifahanesi. Kurtların
inlerine çekilip iyileşmek için yaralarını yaladıkları gibi o da gasilhanede
kendi yaralarına pansuman yapıyor.
Tarkovski “Sanatın amacı insanı ölüme
hazırlamaktır. İnsanı iç dünyasının en gizli köşesinden vurmaktır.” der. Gassal
tam da böyle bir yerden izleyiciyle buluşuyor.
Konusunun orijinalliği, kamerayı daha önce
işlenmemiş bir alana çevirmesinden geliyor. Televizyon izleyicisi için
yüzülmemiş sular bunlar. Ekranda ölüm ile kefenlenene kadar ki süreci görmeyiz.
Zorlarsak, Red Kit’teki soluk benizli akbaba simalı Mathias Bones adlı cenazeci
akla gelebilir; fakat Baki ile Mathias birbirine tamamen zıt iki karakter.
Ölülere müşteri diyen şoför Merdan’ı azarlayan Baki’nin aksine Mathias bir
ayağı çukurda olanların peşinden elinde mezurasıyla koşar.
Kişinin hayatta karşılaştığı zorluklara
dair yorumu, deneyimlemesi kendine özgüdür. Film bir gassalin varoluşsal
kaygılarıyla izleyicinin dünyasındaki iz düşümleri arasında bağ kurabilen
başarılı bir yapım.
Bir insan düşünün, çocuk yaşta evinin
bahçesine adım attığı gibi annesini çamaşır leğeninin yanında, köpüklü sular
içinde ölü halde buluyor. Aynı çocuk ne koca ne de baba olma hevesi bulunmayan
bir adama, ta ki hapse düşüp onu yalnız bırakana dek “baba” demek zorunda
kalıyor. Annesinin apansız ölümüyle beraber, cenazenin defnedilişini görmesi,
komşularının ölü evine sahip çıkıp, evi boş bırakmaması, helva kavururlarken ki
ince detayları dahi onunla paylaşmaları, Baki’nin tüm hayatını etkileyerek
meslek seçiminin temelini atmış. “Ben gassal olmak için doğmuşum” derken bir
insanın travmalarının meslek kararına, yaşantısına ne denli etki ettiğini
görüyoruz.
Bir insan düşünün hayatının dümenine
geçememiş, kendi sorumluluğunu alamamış. Baki’nin kontrol edemediği kayıplar
sonucu, kendi kontrol alanını oluşturması ne kadar da elzem değil mi? “Gassal
elinde meyyit” sözü buraya tam oturuyor. Gasilhanede, laboratuvar şartlarına eş
değer kontrol alanı oluşturan Baki, yapılacakları belli bir ritüel çerçevesinde
belli bir sırayla yapmak zorunda. Hal böyle olunca yapılandırdığı bu çerçeve
Baki’ye güvenlik, olumsuzluklarla baş etme ve hayatı içinde sınırlı da olsa yeniden
kontrol duygusu sağlıyor. İlk olarak bedeni yıkayacağı suyu, gerekli ısıya
getiriyor. Bedeni çevirme, belli ebatta kesilmiş kumaşı usulüne uygun giydirme,
çörek otları serpme ve dua ile kefenleme ritüelini tamamlıyor.
‘ÖLÜNCE BENİ KİM YIKAYACAK?’ SORUSUNUN
ALTINDAKİ TEMEL MOTİVASYON
Baki’nin “ölünce beni kim yıkayacak?”
sorusunun altında yatan temel motivasyon ise anne şefkat ve özenine duyduğu
ihtiyacın son yolculuğuna çıkarken karşılanma arzusu olabilir mi? Yakınındaki
erkeklerin içerisinden gassali olabilme kriterlerini karşılayanlar Nazmi ve
Ahmet’ti. Çünkü her ikisi de çocuklarına yeri geldiğinde hem anne hem baba
olabilme kapasitesine sahip kişilerdi.
Çocukluluğunu anne babasıyla hak ettiğince
yaşayamamış olan Baki’nin, güvenli bağlanma konusunda sıkıntı yaşadığını
görüyoruz. Geçmiş yaşantısında tamamlanamamış, bitmemiş, eksik kalmış hikayeler
ruhunda büyük boşluklar bırakmış. İhtiyaçlarını dile getirmekte lal kalmış,
ilişkilerindeki sıcaklığa tutunup çapa atamayışının nedeni, küçüklüğünden beri
fırtınalı zamanlarında sığınacak güvenli limanı olmaması. Bir çocuğun ne kadar
itiraz etse de sonunda ebeveyninin sözünü dinlediği gibi etrafındakilerin sözlerine
tutunup kolay yönlendiriliyor. Baki de hayatında onunla ilgilenen tek kişinin
sözünü dinliyor.
Ahmet ve Neslihan’ın dördüncü çocuğu gibi.
Kerime’yi tanımasa da onların isteği doğrultusunda peşlerine takılıp adını bile
bilmediği halde istemeye gidebiliyor.
Dünyaya veda edeceği güne kadar hayatını
tekdüze yaşayan, kendini ilerletecek amaçları olmayan, pause tuşuna basılmış
bir insan Baki. Ruhunu dondurmuş, çocuk kalmış o nedenle Ahmet ile Neslihan
arasındaki romantik ilişkiyi de anlamlandıramıyor. Kendi hayatındaki yakın
ilişkide olduğu kişilere ise son derece mekanik davranıyor, duygularını
harekete geçirme konusunda antrenmansız. Bunun yanında dünyanın erozyona
uğradığını ve iki yüzlü olduğunu düşünüyor.
Uzman Psikolog Dr. Nevin Dölek, “Yaşarken
çocukla anne baba arasında görülmez bir sözleşme vardır: onu sevmek ve korumak”
der. Baki’nin annesini çocuk yaşta kaybetmesinin ardından babasının da çekip
gitmesi, sözleşmenin bozulmasına ve terk edilmişliği çok daha derinden
hissetmesine neden olmuş. Bir de ölüm tek başına gelmemiş kuyruğunda başka
sıkıntılar da getirmiş. Anne yok, baba var ama yok. Baki’nin yetişkinliğe giden
yolda ne denli tökezlediğini günümüzdeki yalpalayışında görüyoruz.
Baki, son durak olan ölümle yüzleştiğinde
kendisini kimin yıkayacağı sorusuna cevap arıyor. Fakat bu yolun ara
duraklarında yaşamak adına neler yapıyor? Hayatın nabzına, dinamizmine
katılamadığı birçok sahne görüyoruz:
Baki, Ahmetlere misafirliğe gider.
-Neslihan: Ooo kimler gelmiş?
-Baki: Her gün geliyorum neredeyse, her
seferinde karın gelişime şaşırıyor Ahmet. Ne zaman alışacak bana?
-Neslihan: Alışkınım ama yine de
seviniyorum Baki, içimdeki yaşam enerjisini o coşkuyu yiyip bitirmene izin
vermeyeceğim.
-Baki: Yaşam enerjisiyle dolu, kendini
dağcılığa adamış biri vardı Neslihan. Yıkadım.
Ahmet’in onu ziyaretlerinde kullandığı
psikolojik söylemleri her defasında sarkastik bir dille savuşturarak
yüzleşmekten kaçınıyor. Çocuk sesine, dokunuşuna tahammül edemiyor. Ahmet’in,
karısının rüyasını gerçeğe dönüştürmek için bahçesine havuz yapma isteğini
yargılıyor. Yıllardır yaşadığı evde en ufak bir değişim yapmamış. Ama ruhunun
soluk da olsa nefes aldığının, Baki’nin yaşadığının kanıtı dokunamadığı o
çocukların düşürdüğü çatlak bir vazo. İç sahnelerde Baki’nin evinde hiçbir
şekilde en ufak bir bulaşık, dağınıklık görmeyiz. Ev içindeki düzenine rağmen
bahçesi hurdalarla doludur. Baki için evi iç dünyasını, bahçesi ise dış
dünyasını simgeliyor. Ne zaman ki Elif’le ilgili duyguları konusunda harekete
geçmeye karar veriyor o zaman bahçesini de düzenliyor.
Ölümün insan ayrımı yapmaksızın herkesin
başına gelebilirliğinin farkında olan Baki, varoluşa dair farklı erdem ve
bilgelik donanımına sahip. Merdan ve Baki’nin birbirine zıt karakterleri,
hikayeye derinlik katıyor. Mafya cenazesindeki lüks kefen takımı, toplumsal
hiyerarşinin boyutlarını gösteriyor. Merdan “Zenginin ölüsü bile olay. Adam
şanslı, nerelerde gezdi, gününü gün etti. Sen cenazen kalabalık olsun istemez
misin? Bizim cenazemiz olsa kaç kişi kalır başımızda? Ölüm yıl dönümünü
anarlar. Manzaralı mezarlık yeri almışlar” der. Mafyanın yakınları ise kalan
paraları kaçırmanın derdiyle çil yavrusu gibi dağılır. Kimsesizlerin kimsesi
Baki sahiplenir meftayı. Merdan’ın dediklerinin üstüne, Baki “demek ne şanslı
adam ha “der. Cenaze gömüldükten sonra toprağa su döken çocuklara cebinde kalan
son bozuklukları verdiği sahnede yine hayatın tuhaflığını, zıtlığını,
anlamsızlığını etkileyici bir şekilde gözler önüne serer. Zira kefenin cebi
yoktur.
Baki için yaşamak, “olmak”tan ziyade
“yapmak” ile eş değer. Kendi olmak için harcamaya değer bulmadığı zamanı
yaşamıyor. Travmalarının etkisiyle, gerçekleştiremediği “bilme ve yaşama”
potansiyelini bastırdığı için duyduğu varoluşsal suçluluk ve kaygı, kendi için
olmasa da Nadir için harekete geçmesini sağlıyor.
ALBERT CAMUS’NUN YABANCI’SINDAKİ
MEURSAULT VE BAKİ
Nazım’ın hesapta olmayan ölümünün
ardından, onu yıkayan Baki’ye gasilhanenin önündeki banka oturan Elif soruyor:
“Hiç üzülmüyor musun?” Baki “Anlayamayacak kadar çok” der. Bu sahne Albert
Camus’nun Yabancı’sını hatırlatır. ‘’Bugün annem öldü. Belki de dün,
bilmiyorum. Bakımevinden bir telgraf aldım: Anneniz öldü. Cenazesi yarın
kaldırılacak.” Yabancı’daki Meursault karakteri herhangi bir kaygı, endişe,
derin üzüntü gibi duygular göstermeyen farklı bir profildir. Meursault’a göre
hayat, yaşamak zahmetine değmeyen bir şeydi. Annesi öldüğünde ağlamaması, sütlü
kahve içmek istemesi, toplumun beklentilerine uygun yaşamaması
ötekileştirilmesine sebep oldu. Burada Elif de ağlamayan Baki’nin duruşundan
gerçekten üzülüp üzülmediğini anlayamadığı için sorgulama gereği duyar.
Üzülmenin en saf hali ağlamak mıdır? Aslında Baki’nin kaygısız, dertsiz ve
sanki bu dünya ile alakası olmayan biriymiş gibi görülmesinin nedeni, toplumla
arasına mesafe koymasıdır. Bu kendini gerçekleştiren kehanetteki gibi bir
durum. Yaşayanı tehdit olarak görüp topluma mesafeli durduğunda insanlar da
burada bir tuhaflık var zannına kapılıp ondan uzaklaşıyor ve Baki
yalnızlaşıyor.
Rollo May, ‘Kendini Arayan İnsan’da,
psikolojik sorunların kök sebepleri olarak; içi boş insanlar, yalnızlık, endişe
ve benliğin tehdidine yer verir. İnsanın en büyük sorununu ne istediğini
bilmemesi değil ne hissettiğine dair fikrinin olmaması der. Baki bu nedenle
arzu ve isteği olmaksızın Kerime’ye evlilik teklif etmeye gider.
İçselleştirmediği ve “mış” gibi davrandığı için de yalpalar. Kendi istediği,
kendine yakın bulduğu ise Elif’tir. Sevmek için yaşamak; yaşamak için de
ölmemeyi isteyecek kadar bir şeylere bağlanmak gerekir.
Ölüm çözülebilir bir problem mi? Var
oluşumuzun özü üzerinde çözmeye çalıştığımız fakat çözemediğimiz bir soru. Ölüm
bir kereye mahsus, deneyimin sahipleri açısından hafızaya işlemeyen, üzerinde
kişisel tecrübe bakımından konuşulamayan bir sınır deneyim. Ölümden korkmak
mantıklı olsun ya da olmasın ölecek olduğumuz gerçeğini değiştirmiyor. Sanırım
asıl mesele insanın yaşamındaki güzellikleri yeteri kadar takdir edip etmediği.
Kişinin buna verdiği cevap hayır ise ölümü kabullenmek, yüzleşmek, kucaklamak daha
da zorlaşan bir durum.
İnsan kendini gerçekleştirme yoluna girme
potansiyelini nasıl bulur ve onu nasıl tanır? İnsan yolunu kaybettiğini nasıl
fark eder?
İrvin Yalom’a göre; ‘suçluluk yoluyla,
anksiyete yoluyla, bilincin çağrısıyla tanır ve fark eder’. Ben buna ambivalan
duyguları da ekliyorum. Çünkü Baki’nin varoluşsal kaygıları ve ölüm konusundaki
düşünceleri onu yaşam potansiyeline çağıran bir rehber de olabilir. Belki de
ikinci sezonda bunu izleriz. İnsanların hayatında patlak veren krizler, Erich
Fromm’un deyimiyle ‘sihirli yardımcılar’ olabilir. Keşke hayata dair tek bir
tılsımlı reçete olsa… Fakat parmak izlerimiz gibi yaşantılarımız da bize özgü,
biricik.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.