21’inci yüzyılın ilk çeyreğinin son senesine girdik. İlk çeyrek, dünya açısından nispeten sakin geçerken, küresel jeopolitik gerilim üssü bölgemiz oldu. Afganistan’dan Irak’a, Suriye’den Rusya’ya uzanacak şekilde işgaller, iç savaşlar, darbeler ve Gazze’de devam eden soykırım bütün bölgeyi altüst etti. 21’inci yüzyıla gireli 25 sene oldu ama bölgemiz 20’nci yüzyılın açık yaralarının sancıları içerisinde kalmaya devam etti. Takvimi 21’inci yüzyılda ilerleyen, siyaseti 20’nci yüzyılda kaybolmuş bir bölgenin sancılarını yaşamaya devam ediyoruz. Türkiye’nin de bu sancılardan beri olduğu söylenemez. Bu yönüyle bakınca 2025’e dair değerlendirmeler yapmak ve tahminlerde bulunmak hem zor hem de tedirgin edici bir çabaya dönüşüyor. Diğer yandan, geçen sene jeopolitik ve ekonomik istikameti belirleyecek o kadar aşikâr gelişmelerle tamamlandı ki 2025’e dair projeksiyonların çerçevesi çoktan çizilmiş oldu.
Ünlü Fizikçi Bohr’un “Tahmin yapmak çok
zor bir iş, özellikle de gelecekle ilgili” dediği rivayet edilir. Bohr böyle
demiş midir, dememiş midir tam olarak bilmiyoruz. Ancak bildiğimiz, sadece
gelecekle ilgili tahmin işinin zor olduğu değil, aynı zamanda bir modern Rus
deyiminde dendiği gibi artık “mazinin gelecekten daha zor tahmin edilir hale
gelmesine” de şahitlik ediyoruz. Ülkelerin bazılarında maziyi tahmin etmek daha
önemli ve zorken, bazılarında gelecek projeksiyonu daha karmaşık bir uğraş. Bir
kısmında da her ikisi. Mesela Ruslar, bize benzer bir şekilde hem maziden hem
de atiden mustaripler. Svetlana Aleksiyeviç’in İkinci El Zaman’daki bir
anekdotu ile durumu özetlersek: “Beş yıl içinde her şey değişebilir Rusya’da,
ama iki yüzyıl içinde hiçbir şey değişmez.” Zira geçmişi manipüle etmenin
geleceği inşa ve tahmin etmekten daha kolay olduğu sahneler karşımıza çıkıp
duruyor. Geleceğin yükü ve meydan okumalarına karşı kendi zindanlarımızdan
çıkamadıkça, mazinin pasif dünyasında olabildiğince aktif hale geliyoruz.
Edmund Burke, Fransız devrimine dair,
toplum “sadece yaşayanlar arasındaki ortaklıktan zuhur etmez, aynı anda
ölmüşler, yaşayanlar ve doğacaklar arasındaki ilişkiden” oluşur diye yazmıştı.
Biz henüz ölmüşlerle, hatta ölmüşler arasında bile, meselelerimizi
halledebilmiş değiliz. Neredeyse hiçbirisinin amel defterinin kapanmadığını
söyleyebiliriz. Zira siyasal imar rantının hâlâ en yüksek olduğu yerler
mezarlıklarımız. Siyasi arsa simsarlarımız, herkesten daha fazla bu durumun
farkında olduklarından bugün bile “ölü yatırımını” tercih ediyorlar. Ümidimiz,
öncelikle bu meselemizi bir şekilde hal yoluna sokabilirsek, yaşayanlar ve
doğacaklar için de kafa yorma azmimizin olacağı yönünde. 2025’e ve sonrasına
dair ufkumuzun oluşması için öncelikle bugüne gelmemiz gerekiyor. Hâlâ
dünyadaki yerimizin ne olduğu, hatta kim olduğumuz ve olmamız gerektiği
tartışmalarından bitmez tükenmez yeni bir toplumsal sözleşme yazma derdine
varıncaya kadar bir dizi anakronik krizin içerisinde bocalayıp duruyoruz.
TÜRKİYE'NİN BİTMEYEN 20'İNCİ
YÜZYILI
Belli ki iç dinamiklerimizle, bir asırdır
bastırılmış toplumsal ve devlet aklımızla bugün elimizde olan tabloyu
çıkarabiliyoruz. İyi kötü sürdürülebilir bir demokrasi momentini ortaya
çıkaracak enerjimizi israf edecek dertlerimiz fazlasıyla mevcut. Seçimlerde
bizi kimin yöneteceğine sağlıklı bir şekilde karar veriyoruz. Bu konuda iyiyiz.
Medeni ve kansız bir iç savaşla, halkın ezici çoğunluğunun katılımıyla
kararımızı etkin bir şekilde veriyoruz. Hatta keskin bir kanaat haline dönüşmüş
şekilde kimin yönetmemesi gerektiğine dair tahkim edilmiş bir mutabakatımız
bile var. Ancak nasıl yönetmemiz ve yönetileceğimiz konusunda demokrasiye
fazlaca ilgi duyduğumuz söylenemez. Oysa nasıl bir devletin olacağı
demokrasimizin derinliğini belirlemektedir.
Cumhuriyet’in ikinci yüzyılına seneleri
tamamlayarak girmenin dışında, zihnen 20’nci yüzyılın ilk yarısındaki bir
yerlerde olduğumuzu, fiziken yer aldığımız 21’inci yüzyılda ise mazinin yükü
altında tuhaf bir mülteci haleti ruhiyesi içerisinde yaşadığımızı, dürüst
olabildiğimiz anlarda biliyoruz. Hatta mülteci halini bir kült dünyası
içerisinde yaşayanlar, bir gün muhakkak 21’inci yüzyıldaki sürgünlerinin bitip
1920’lerdeki asr-ı saadet devrine, “nostos”a, yani yuvalarına döneceklerine
dair keskin bir inanca da sahipler. Bu ve benzer travmaların farklı
kesimlerdeki tezahürleri etrafındaki tarihsel eşzamanlama sancılarının
içerisinde yüzleşmelerimizi erteleyip duruyoruz. Oysa zihinsel olarak belli bir
düzeyde tarihsel adaleti tesis etmekten başka çaremiz de bulunmuyor. Maziyi bir
hamur gibi şekillendirip bugünlerimizi tüketenlerin kahramanları ve hainlerinin
gerilimi ile Cumhuriyet’in ikinci yüzyılına kimlik parçalanmasını aşarak geçmek
mümkün olmayacak. Bunun basit anlamı, sürdürülebilir bir demokrasi başlangıcına
gelemeyeceğimizdir. Burke’ün güzel tespitiyle “ölmüşlerin, yaşayanların ve
doğacakların” ilişkisini sağlıklı bir toplumsal sözleşme ile taçlandırmaktan
başka da gerçekçi bir çıkış yolu görünmemektedir.
Elimizdeki yazılı “toplumsal sözleşmenin”
daralttığı gömlek yetmiyormuş gibi görünmeyen yasaklar, korkular ve tabuların
baskıladığı demokrasimiz fazlasıyla yorulmuş durumda. Tam da bundan dolayı
mecali ancak seçim yapmaya yetiyor. Daha ötesi için tam demokratik bir
anayasaya, sağlıklı bir hukuk düzenine, şeffaf ve verimli bir kamu idaresine,
adil bir gelir bölüşümüne, devlet desteği olmasa çökmeyecek sivil topluma, kamu
kaynağı ve imtiyazı olmasa hızla tökezlemeyecek olan şirketlere, medyaya,
üniversitelere ihtiyaç var. Kralın çıplak olduğunun herkes farkında. Ancak
değişim korkusu o denli büyük ki kral çıplak diyenlerin telef edildiği ve
meselenin kapatıldığı bir düzenin aciz bir şekilde devam etmesini
seyrediyorlar. Bu duruma bütün aktörler o kadar alıştılar ki siyasetfobi açık
ara en önemli korkuya dönüşmüş durumda. Bu krizin ortasında 2025’te ne olup
biter sualine bir cevap aramak kolay değil. Elimizde hiç malzeme de yok değil.
En azından, artık Trump’lı bir dünyada, Esed’siz bir bölgede yaşayacağımızı biliyoruz.
Trump’lı dünya ve Esed’siz bölge,
zannedilenden çok daha fazla yapısal kırılmanın önünü açacaktır. Biden’ın,
COVID ve Trump şoku sebebiyle istenmeyen bir isim olmasına rağmen Trump
dönemlerini bölmesi, 2017’de başlayan kırılmaları durdurduğu veya yavaşlattığı
yanılsamasına yol açtı. Oysa Biden ticaret savaşlarını Trump’tan devraldığı
şekilde sürdürdü, Amerikan jeopolitik yönsüzlüğü derinleşti ve Gazze’de İsrail
soykırımının fanatik bir destekçisi oldu. Şimdi pervasız bir şekilde gelmesi
beklenen II. Trump dönemine giriyoruz. Esed de Trump’ın iktidara geldiği
yıllarda Rusya ve İran desteğiyle kendisine bir nefes buldu. İki ay öncesine
kadar da Suriye’de devrim sürecinin durdurulduğu ve Esed’li statükonun
yerleştiği zannı hâkimdi. Oysa 2024 her iki hikâyenin de bitmediğini gösterdi.
2024’ün, ilerleyen yıllarda, birçok başlıkta bir dönemin sonunun başlangıç yılı
olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Belki de Fukuyama’nın 1992’den beri bir türlü
nihayete ermeyen “tarihin sonunun” sonu, 2024’te Trump’ın ikinci dönemine seçilmesiyle
gerçekten gelmiş olabilir. Zira insanoğlunun binbir zahmetle ulaştığı demokrasi
tecrübesini zehirleyen liberal siyasetsizliğin felç olmuş uzuvlarının yeniden
canlanması artık uzak bir ihtimale dönüşmüş durumda. Bunun dünya için oldukça
ciddi yapısal kırılmalar anlamına geleceği muhakkak. Türkiye için de maziden
nihayet atiye geçiş için bir fırsat sunması mümkün. 2024’te, hiç kimsenin
beklemediği bir üslup ve dille, PKK’nın ilk terör eyleminin üzerinden 40 yıl
geçtikten sonra, Kürt Meselesi’nin donduğunun düşünüldüğü bir zaman diliminde
hem Türkiye içerisinde hem de sınırlarımızın öte yanında yeni bir hareketlilik
başlamış oldu.
SURİYE SONRASI TÜRKİYE'DE SİYASET
Türkiye’nin artık bir Suriye gerçeği var.
Yakın gelecek Türk dış politikasına ve jeopolitiğine dair riskler ve fırsatlar
en fazla Suriye zemininde şekillenecek. Benzer şekilde iç siyaset de aynı
zeminde yürüyecek. Bu durum iktidara açık bir avantaj da sağlayacak. Zira
Suriye’de işler kötüleşirse, Türkiye’ye yönelik riskleri yönetebilecek, güven
veren aktör olarak tabii bir şekilde iktidar öne çıkacaktır. İşler iyi giderse
zaten iktidarın hanesine artı yazacaktır. Her iki senaryoda da iktidarın
avantajının olması iktidarın kerametinden değil muhalefetin konumlanmasından
kaynaklanmaktadır. Muhalefetin öncelikle başı sonu belli, Türkiye’ye yönelik
tehditler dünyasındaki korkuların şekillendirdiği yabancılaşmış bakış açısından
kurtulup bölgesine Türkiye merkezli bakmayı öğrenmesi gerekiyor. Bu bilgiyle de
pozitif bir jeopolitik dil inşa ederek ahaliyi ikna etmesi lazım. Bu oldukça
zorlu parkuru aşıp aşamayacaklarını bilemiyoruz. Bildiğimiz, önümüzdeki ilk
seçim ne zaman yapılırsa yapılsın, o güne kadar bütün aktörler Suriye’nin
merkezde olduğu bir siyasal parkurda yürümek zorunda kalacaklar. Daha da
önemlisi, Suriye’de yıkılan düzenin bir yönüyle ve belli kodlarıyla oldukça
tanıdık olduğudur. Bu kodlara Baas’ın çöküşüne rağmen sarılma derdinde olanlar
için Suriye, istemedikleri kadar güzel ve sahici bir yüzleşme imkânı
vermektedir. Suriye’de hitama eren tarihsel anomaliyi Türkiye’de belli düzeyde
suni teneffüsle hayatta tutma girişiminin siyasal anlamsızlıktan başka bir şey
üretmeyeceğini görmeleri gerekiyor.
Muhalefetin dertleri olması iktidarı
tasasız kılmıyor. Hatta iktidarın Suriye sonrası oluşan risklerle küresel
kırılmaların birleşeceği önümüzdeki yıllarda açık bir şekilde yükünün arttığını
görmek gerekiyor. Bu yükün aynı anda iki dinamik üzerinden ilk anda baskı
oluşturması mümkün. Birincisi, Kürt Meselesi ve PKK konusunda oluşacak
sıkıntılar. Uzunca bir zamandır yerleşen siyasetfobinin ana eksene dönüştüğü
bir atmosferde, en son beklenecek isimden gelen çarpıcı yol haritası hâlâ
askıda duruyor. Bahçeli kendi meşrebinde ve diliyle sorunun çözülmesini en sert
ve iştahlı bir şekilde aylar önce dillendirdi. Bu pozisyonundan da geri adım
atmadı. Her hafta fikri takibini de sürdürdü. Suriye devrimi öncesi başlattığı
girişim, Esed’in devrilmesi sonrasında hem daha can alıcı ve sahici bir süreç
olma imkânına kavuştu hem de atılacak adımlar için zemin daha da müsait hale
geldi.
SİYASETFOBİNİN MALİYETİ
Ancak bütün bu gelişmelere rağmen siyaset
korkusunun ortadan kalktığını söylemek mümkün değil. İktidarından muhalefetine
aktörler siyaset korkularını yenemedikleri sürece, ülkenin en can alıcı
meselesinde derli toplu bir süreci yürütmeleri oldukça zor olacaktır. Zira
Bahçeli’nin çıkışına gelen ilk tepkilere dikkatlice bakıldığında, parmağıyla
işaret ettiği ve herkesin bildiği asırlık sorunu görmek yerine ısrarla parmağın
evsafını tartışma kolaylığına gidenlerin asıl sancılarının siyaset korkusu
olduğu da kolaylıkla görülebilir. Bir an için Kürt Meselesi’nin ve PKK’nın
olmadığı bir Türkiye’de nelerin ve kimlerin nasıl boşa düşeceğini hesap etmek,
korkularını anlamak için yeterlidir. Hatta Bahçeli’nin bu korkuyu aşan cesareti
göstermesinin kendilerini açıkta bıraktığını bilenler, kızgınlıklarını da
gizleyememektedirler. Herkesin kanıksadığı ve ezberlediği rolü kesintisiz bir
şekilde sürdürme konforunun bozulup, sahici bir siyaset üretme baskısı altında
kalması her durumda 2025 için hayırlı bir gelişme oldu.
Ayrıca, Türkiye’nin Suriye için düşündüğü
ve dile getirdiği gelecek vizyonunun bazı temel unsurları ülkemiz için de
geçerli. Anayasadan bir arada yaşama iradesine varıncaya kadar birçok başlıkta
kendimiz için yapmadığımız veya adım atmakta zorlandığımız alanlarda Şam’ın
başarılı olmasını ister duruma düşmememiz lazım. Böylesi bir çelişki
sürdürülebilir değildir. Sözün özü, Türkiye’nin 20’nci yüzyıla ait siyasal
statükosuyla 21’inci yüzyılda daha müreffeh ve etkin bir şekilde yer alması
imkânsız bir misyona denk gelmektedir.
İkincisi, küresel jeopolitik kırılmaların
sebep olacağı risklerdir. Küresel ticaret savaşının doğrudan etkileyeceği
ekonomik ve jeopolitik zeminimiz ciddi bir baskı altına girecektir. 2016
sonrasında başlayan demokratik erozyonun COVID’le birleşmesiyle sekiz yıldır
çift haneli ve ortalaması yüzde 30’un üstünde kalan enflasyonla fazlasıyla
hırpalanan Türkiye ekonomisi bu risklere zor bir zamanda yakalanıyor. Buna
rağmen küresel ticaret savaşı Türkiye’ye önemli fırsatlar da sunacak. Bu
fırsatları değerlendirip değerlendirmemek de doğrudan Türkiye’nin tercihlerine
bağlı olacak. Türkiye’nin demokrasisi ve ekonomisi, dolayısıyla jeopolitik gücü
arasında neredeyse kusursuz bir ying-yang ünsiyeti bulunuyor. Türkiye’nin
demokrasisi derinleştiği oranda ekonomisi ve jeopolitik gücü ortaya çıkıyor.
Trump’ın sebep olacağı küresel enflasyonu ve ticaret savaşlarının sonuçlarını
hesaba katarak Ankara’nın hızla ve sahici bir şekilde bağlantılı iki başlıkta
adımlar atması gerekiyor. Bir taraftan sahici bir demokratikleşme ve reform
sürecine ihtiyaç var diğer yandan ise jeopolitik, ekonomik ve güvenlik
zemininde AB ile yeni bir pozitif gündem inşasına. Her ikisi için de hem
şartlar müsait hem de vazgeçilmez ihtiyaçlar.
31 Aralık gecesi herkesin kendi zaman
dilimine göre sıralanarak girdiği yeni yıl gibi, yüzyıllara da dünyadaki bütün
ülkeler siyasal, ekonomik ve toplumsal olarak aynı anda girmiyorlar. Senelere
saat farklarıyla giren ülkeler, yüzyıllara bazen on yıllar sonra bazen de asrı
aşan zamanda girebiliyorlar. Sıralamada makul bir yere gelebilmek için
Türkiye’nin sahici bir fırsatı bulunuyor. En azından dünya ve bölge
dinamiklerinin bu yönde baskı yapacakları 2025 senesi; geride kalan 10 yılın
türbülansı ardından yeni bir başlangıç sunabilir. Son tahlilde son 10 senemizin
kırılganlık hikâyesi biraz da Suriye hikâyemizdi. Yeni Suriye 2025’e girerken
Türkiye’nin de yeni bir başlangıç için fazlasıyla sebebi ve imkânı bulunuyor.
Yeter ki siyaset de 2024 sonu itibarıyla küresel ve bölgesel anlamda yeni bir
dalganın kaçınılmaz olduğunu ve 2025’e girmesi gerektiğini fark etsin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.