Üniversite, Batıda Kilisenin ortaçağda oluşturduğu dogmalara karşı yine kilisenin içinden yaratılan eleştirilerle başlamış ve daha sonra özerklik kazanıp ona savaş açmış, evrensel bilimi iktisap etmeye çalışan seküler bir kurumdur. On dokuzuncu yüz yılda “Pozitivizm” akımı ile Felsefe ve Dinin yerini almaya çalışmış (“Bilim Kilisesi” P. Feyerabend); daha sonra iç eleştirilerle doğal sınırlarına çekilmiş; son yüz yılda da büyük ölçüde teknoloji ve ekonomiye eklemlenmiş bir kurumdur.
İslam Dünyasında “Medrese”, dini dünya
görüşünü, düşünce ile meşrulaştırma misyonu ile kurulmuş; daha sonra felsefe ve
bilimsel faaliyetleri bünyesine almış; Osmanlı İmparatorluğunun son
dönemlerinde ise, skolastik/dogmatik düşüncesizlik çukuruna düşüp talim/tedris/tahsil
faaliyetine indirgenerek çökmüş bir kurumdur. Çöküş aşamasında yapılan ıslahat
çabaları fayda vermemiş ve II. Abdülhamit döneminde Batıdan üniversite ve
modern eğitim kurumları alınmaya çalışılmıştır. Cumhuriyet döneminde,
medreseler kapatılmış ve “Üniversite reformu” yapılarak bilimsel düşünce taklit
edilmeye ve oluşturulmaya çalışılmıştır. M. Kemal Atatürk’ün “Hayatta en hakiki
mürşit ilimdir, fendir” cümlesi, cumhuriyetin temel telosunu ifade eder.
Teknolojik geri kalmışlık, üniversitelerde “Bilim” olarak sosyal bilimler
değil; fen bilimlere ağırlık verilmesini doğurmuştur. Oysa felsefe, teoloji ve
sosyal bilim nosyonu olmadan pozitif/fizik bilim nosyonu zor gelişir. Bizim
klasik dönemde de Batıda da böyle olmuştur. Sami Selçuk’un, 25. 5. 2024
tarihinde Karar gazetesinde yayınladığı “Aydınlanma” adlı makalesinde
zikrettiği aşağıdaki olay, aktif felsefi ve teolojik düşüncenin olmadığı
medreselerdeki durumu gözler önüne koyar.
“İstanbul’da bulunan François Baron de
Tott’un tavsiyesiyle Padişah Üçüncü Mustafa, matematik okulu (riyaziye mektebi)
açılmasını buyurur. Okulun başına da Baron de Tott geçecektir. Kimi
hendeseciler, geometriyi ve matematiği iyi bildikleri iddiasıyla bu öneriye
karşı çıkarlar. Bunun üzerine bütün mühendishane müderrislerinin (profesörler)
de katıldıkları bir toplantı yapılır. Baron de Tott, üçgenin açılarının
toplamını sorar, onlara. Müderrisler, bahriye subayları, ilkin kendi aralarında
tartışmak için, neyi tartışacaklarsa, izin isterler ve daha sonra şu yanıtı
verirler: “Üçgenine göre değişir.” Oturumda padişah yoktur, ancak o anda iki
hükümet yetkilisi de orada bulunmaktadır. (Baron de Tott, Mémoires sur les
turcs et les tartares, Paris, 1784, cilt III, s. 212-215).
Osmanlı medreselerinde “Felsefe” yapmayı
geçtik, canlı bir “teolojik” düşüncenin bile olmaması, “Bilimsel” düşünceye
(Keşif-icad) geçişi zorlaştırmıştır. Batıda bilim, dinamik bir felsefi ve
teolojik düşünme akabinde-rahminde çiçeklenmiştir. Mitolojik-Menkıbevi
(Tasavvuf-Tarikat) düşünmenin egemen olduğu Osmanlı toplumu, -medreseye rağmen-
“Teolojik Düşünme” aşamasına dahi geçememiştir. Osmanlı coğrafyasında ilk canlı
Türkçe “teolojik” düşünme faaliyeti, İçinde Kabala (Ebced-Cifr), Mistisizm ve
Eşariliğin sentezlendiği Said-i Kürdi’nin “Risale-i Nur” külliyatıdır.
Türkiye’de –Fetö dâhil- bir sürü dini cemaat, bundan çıkmıştır.
Bu akut/kısır geçmişe rağmen, Türkiye’de
üniversiteler nispi olarak gelişme kaydetmiştir. 1950’de Demokrat parti
iktidarı başta olmak üzere, 1960 ihtilali, 1972 muhtırası ve 1980 ihtilalinde
–YÖK ile- Üniversite boğulmaya çalışılmıştır. “28 Şubat Süreci”ndeki
askeri-ideolojik zevzeklik, daha sonra muhafazakâr cenahtaki içerlemeyi ve onun
–üniversiteyi de etkileyecek- semptomlarını hazırlamıştır.
İki binler sonrasında Ak Parti iktidarı
döneminde hem özel hem de devlet üniversitelerinin sayısı artırılmıştır. Ancak
bu kadrolarda “Üniversite” ve “Bilim” kavramları, “Pozitivizm” ve “Devrim”
kavramlarının gölgesinde “İlm”in ve “İslam”ın karşıtı bir “güvensizlik” ve buna
eşlik eden bir de “hayranlık” imgesine sahiptir. “Prof”luk ünvanı,
muhafazakârlarda mit düzeyindendir. Bu unvan, mesleğini icra etmek için değil;
siyasete ve bürokrasiye atlamak için “aparat” olarak kullanılır. Klasik
dönemdeki bilim adamları ve onların keşif ve icatları ile –iflas etmiş bakkalın
veresiye defteri ile övündüğü gibi- övünülür; ancak, “iflas etme”nin üzerine
düşünülmez. Cumhuriyetin erken dönemindeki Lise eğitim seviyesinin, bugünkü
üniversitelerde olmadığı müsellemdir. Bugün siyasetçiler, bürokratlar ve
zenginler, çocuklarını Türkiye’de değil; yurt dışında okutmaktadırlar.
Bu süreçte bir taraftan üniversiteler,
Rektör atamaları ve kadrolaşma ile “ele geçirilmeye” çalışılan ” Kale”ler
olarak görülürken; diğer taraftan da, büyük üniversiteler bölünmeye ve yeni
üniversiteler açılmaya devam edildi. Bu faaliyetleri motive eden üç temel neden
vardı: 1- AVM ve TOKİ… motivasyonunda olduğu gibi inşaat rantı. 2-
Seçmenlere/şehire öğrenci/müşteri temini. 3- Partililere kadro ve istihdam
sağlamak. Kalıbımı basarım ki, bu sürece “ilm”in “İ”si ve “Bilim” in “B”si de
hakkıyla eşlik etmemiştir. İlahiyat fakültelerinin sayısının –İmam Hatip
liseleri ile birlikte- artırılmasındaki temel motivasyonu, muhafazakâr
“seçmen”lerin sayısını artırmaktır. Doğal olarak sayı çoğaltılırken
(Enflasyon), kalite de, gerilemeye başlamıştır. İstanbul’da çok katlı
oto-parktan bozma, otoban üzerinde… özel-vakıf üniversiteleri açıldı. Buralar,
birer “ticarethane” mantığı ile işletilmektedir.
Erzurum’da Atatürk Üniversitesinde bir
fakülteye araştırma görevlisi alımı ile ilgili bir olay anlatılmaktadır.
Sınavlarda en yüksek puanı aldığı halde; aday, mülakatta elenmektedir. Bir
arkadaşı ona Üniversitede “Nurcu” bir fraksiyon olan “Kırkıncı Hoca”nın egemen
olduğunu; eğer görev almak istiyorsa, onlarla irtibata geçmesi gerektiğini
tavsiye ediyor. Delikanlı da, bu tavsiyeye uyarak sonunda mülakatta kazanıyor.
Sonra da şu cümleyi sarf ediyor: “Şimdiye kadar, “birinci” oluyordum; fakat
kazanamıyordum; ne zamanki “Kırkıncı” oldum, kazandım.” Bu cümle, her şeyi
özetliyor. Oysa Akademi, bilimsel merak ve liyakat üzerine kurulması gereken
bir kurumdur; ahbap-çavuş ilişkisi üzerine değil. “Biz, sayıyı artırdık; siz de
kaliteyi artırın” demek, ironiktir; zira çok para basarak (enflasyon), paranın
değeri korunamaz.
Fetullah Gülen’in “Hizmet Hareketi” ile
işbirliği yaptıkları dönemlerde YÖK’ün başına atadıkları “Ali Demir”in
döneminde Türkiye’nin yüz akı olan “Üniversite Seçme Sınavı” nın ne hale
getirildiğini hepimiz biliyoruz (soru çalmalar). YÖK’ü kaldırmayı vadeden Ak
Partinin, iktidar olduktan sonra bundan vazgeçmesi, ibretamizdir. Rektör
seçimlerinin fakültelerden alınıp, Cumhurbaşkanlığının yetkisinde genellikle
belli-başlı Tarikat ve Cemaatlere verilmesi, üniversiteye hangi gözle
bakıldığının bir işaretidir. Oysa demokratik bir hukuk devletinde Üniversite,
Din ve Hukuk kurumları, siyasal erke değil; sadece devlete bağlıdır. Buraları
vicdanı hür, irfanı hür, liyakatli ve öz(ü)-gür insanlar deruhte edebilir.
İkiye bölünen bir Üniversiteye bir mistiğin adının verilmesi (Hacı Bayram Veli)
örneği, bilime mistik gözle bakıldığının kanıtıdır.
Bu dönemde meslek eğitimi, büyük ölçüde
ıskalanarak, üniversite eğitiminin pompalanması, sonuç olarak işsizliğin
ertelenmesi ve ciddi düzeyde –sektörüne göre- istihdam açığı ve fazlası
sorununu doğurmuştur. Uzun süre atanmayı bekleyip; sonra da yurt dışına gitmeyi
veya intiharı tercih eden gençlerimizin sayısı, herkesçe malumdur.
Sayı artınca, içerik de kaybolunca, bari
para kazanalım diye, yurt dışından (ağırlıklı olarak Afrika) öğrenci alımına
başlandı. Son Karabük Üniversitesindeki skandal olaydan sonra, bu öğrenci
alımlarının hangi kriterlere göre belirlendiği hakkında ortalıkta ciddi
dedikodular dolaşmaktadır.
Üniversitelerin kalitesini ölçen
Uluslararası “QS” indeksinde Türk üniversitelerinin derecelerinin/sıralamasının
sürekli düşüşte olduğu bilinmektedir. 2024 ölçümlerinde ilk 500 üniversiteye
Türkiye’den sadece üç; ilk 1000 üniversite arasına da sadece 10 üniversite
girebilmiştir. (https://universityguru.com.te).
SONUÇ
Kavram ve kurum yaratamayan toplumlar,
ödünç aldıkları kavram ve kurumların içeriğini boşaltarak kendilerine
benzetirler. Birbirine “İcat çıkarma!” direktifi veren; “Doğru söyleyeni, dokuz
köyden kovan”; düşünmeye “kara” çalan (“kara kara düşünme!”) bir toplumuz. Eski
âlimler: “İlim, iğne ile kuyu kazmaya benzer; sen ona kendini tümü ile
vermedikçe; o, sana hiçbir şey vermez” derlerdi. Klasik dönemimizdeki “İlmî” ve
modern Batıdaki “Bilimsel” keşif ve teknolojik icatların tarihi, bunu
doğruluyor. “Hayrete düşme” olmadan teemmüli düşünme; “Merak etme” olmadan da
bilimsel keşif ve icat çıkarılmaz. Biyolojik değil; kültürel genetiğimizde uzun
süreden beri ne “Hayret”, ne de “Merak” yeterli olmayınca; “Üniversite” olayı,
ülkemizde böyle oynanıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.