İbni Haldun, İslam ülkelerinde siyaset toplumun kamu kaynakları üzerinden zengin olma veya geçinme aracıdır der. Sanırım bu tanım sadece yöneticiler değil yönetilenleri de kapsamaktadır. Kamu rantından zengin olmaya, malum argoda yağma veya talan da denilmekte. Yağma veya talan ile eksiltilen kamu kaynaklarının sürdürülebilirliği sorunsalı bugünkü söz konusu ülkelerin temel problemi. Öncelikle bu tür ülkelerde sürdürülebilir bir yağma-talan düzeni metot olarak da şeffaflığın-hesap verilebilirliğin veya güncel tabirle demokrasinin olmamasını gerektirmekte. Sadece devlet rantı değil ücretlilerin ve sosyal yardımların da kamu kaynaklarından finanse edilebilmesi bu tür yönetimlerin yoksullar indinde sempatik kılmakta. Seçimle gelinen otoriterlik için halkın rızası sadece sandık için de olsa da gerekli olmakta. Toplumun belirli oranda rızasını da almak gerekmekte. Buna, toplum ve otoriter yöneticilerin bu konudaki akitlerine, bizlerde rıza temelli sandık demokrasisi veya literatürde otoriter pazarlık da denilmekte.
***
Güvenlikçi anlayış sahibi atanmış veya
veteran bir gurubun ise seçilenlerle otoriter ittifak yapmak üzerinden halkın
rızasını almak ise kendi politikalarının rahat uygulanabilirliği açısından bu
durumu kendilerine cazip hale getirmekte. Tabi ki otoriter pazarlığın devam
edebilmesi bir şekilde sürdürülebilir kamu rantına bağımlı olmakta. Rusya ve
Ortadoğu ülkelerinin bir kısmındaki sonsuz denilebilecek enerji kaynakları bu
ülkelerde otoriter sürdürülebilirlik için önemli rol oynamakta. Bizim gibi
demokrasi geleneği kısmen olan ülkeler için ise inşaat sektörü ve alt yapı
yatırımlarıyla hazine arazilerinin rantı özellikle yoksullar için bu
sürdürebilirliğin temel bir diğer unsuru.
***
Enerji kaynakları veya hazine rantı
üzerine kurulan bir ekonomi, otoriter bir yönetim ve bunu taşıyabilecek
popülist bir bekacı ideolojiyi gerekli kılmakta. Katma değer üreten
-rekabetli-yüksek teknoloji ve orta üst sınıf meslek sahibi beyaz yakalılar ise
otoriterlerin çıkar ve ideoloji olarak ilgi alanlarında değil. Bu tür
özellikteki gerçek burjuvanın ise yönetimle ilişkileri her zaman yönetim
açısından belli riskleri taşıtmakta. Bu nitelikli gurupları da otoriterler,
kolayca seslerini batı işbirlikçisi ve Sorosçu gibi yaftalarla kısabilmekte
veyahut beyin göçüyle ülkeden ayrılmalarına dolaylı teşvik de edebilmekteler.
***
Ülkemizde son 20 yılda verilen maden
özelleştirme ruhsatları 385 bin civarında. Halbuki Cumhuriyetin ilk 80
senesinde bu verilen ruhsatların miktarı 1100’ü geçmiyordu. Bu bile son
yıllarda ülkenin otoriter pazarlık konusunda kaynak kullanımına dair ilginç bir
gösterge olabilmekte. Demokrasi ve çoğulculuktan ayrılıp otoriter pazarlık
çevrimine giren Türkiye gibi ülkelerin refah liginde serbest düşüşe geçmeleri
veyahut gelir dağılımı adaletsizliğinde yükselişe geçmesi sürpriz olmamakta.
Sinan Ateş cinayeti örneğinde yaşanan adaletsizlik ve vicdanları yaralayan
toplumun gözü önünde gerçekleşen siyasi pazarlık görüntülerinin seçmende pek
karşılığı olmamakta. Bunda da toplumun hukuk ve demokrasinin olmaması ile
yoksulluk arasındaki doğru orantılı ilişkiyi idrak ettirilmemesi rol oynamakta.
Belki de popülist beka ideolojisinin gerektirdiği sorgulanamaz bir derin
hikmetin toplum tarafından bu işin içinde olduğu da var sayılmakta.
***
Türkiye’de siyasetin belirleyiciliği 1950
seçimlerinden bu yana ara vesayetlere rağmen halkın rızası üzerine.
Belirttiğimiz siyaset üzerinden zenginleşmenin kaynağı, köyden kente sürekli
teşvik edilen göç ve hazine arazilerinin yağmalanması üzerine. Bu durum bize
açgözlü imar değişim planları ile karşımıza mega kentleri değil mega kasabaları
ve tersine gelişmiş köylülüğü çıkarmakta. Bu finansman modelinin yolsuzluk
üzerinden bir hizmet üretmesi de muhafazakar mahallede yolsuzluğu
önemsizleştirmekte.
***
Ülkemizde İbni Haldun’un tabiriyle
“siyasetin asabiyesi” devletten bir kamu finansman, zenginleşme veya geçinme
modeli olarak coğrafi ve sosyolojik iki temel sütün üzerinde durmakta.
Birincisi, Kuzeydoğu Karadeniz üçgeninin
temsil ettiği inşaat-müteahhit lobisi. İkinci sütun ise
Gümüşhane-Bayburt-Erzurum- Erzincan veya K. Maraş-Osmaniye-Adana gibi
üçgenlerin temsil ettiği Dr. Mustafa Çalık’ın doktora tezinde 1bahsettiği
“Refleksif Kasaba milliyetçiliğidir”. Bu milliyetçiliğin kökeninde
İmparatorluktan buyana kurucu unsur ve ülkenin gerçek sahibi olup kan bedelini
ödediği halde takdir göremediklerini inanan bir toplumsal tabanın dışlanmışlık
duygusu söz konusudur. Dedeleri Yemen’den Galiçya’ya asker yazılmış bu
coğrafyanın insanlarının torunlarının da samimi duygularının çetelerce
kullanılmaması için kapalı kaldıkları kasaba milliyetçiliğinden kentli bir
vatanseverlik anlayışı içeren kültür milliyetçiliğine dönüşümleri elzemdir. Bu
unsurun genç milliyetçi aktivistlerinin- aydınların büyük kesiminin dil
bilmemesi, dış dünya pencerelerinin kapalı olması ve kendi kütüphanelerini bile
tam değerlendirememeleri bugünkü örnekleriyle ilgili handikabın temelini teşkil
etmektedir. Zaman zaman şiddetle kendini ifade bu genç kesim için kendilerini
kullananların gelecekleriyle oynadıkları anlatılmalıdır. 68-78 kuşağının Sağ ve
Solda vuruşanları bu kullanma hikayesini acı örnekleriyle yaşamışlardı. Bu
üzücü bir durumdur. Çalık kitabında bunu “Kasaba toplumunun şiddet alışkanlığı:
mahalle ve bölgecilik kavgalarından militanlığa giden yol” bölümünde izah
etmektedir. Her şeye rağmen görünmeyen ama kendini hissettiren dış dünyaya açık
Muhafazakar ve devlet dönüşümünü elzem gören Milliyetçi harekette ciddi bir
Milliyetçi ve girişimci demokrat aydınların da varlığına şahit olmaktayız.
Bunların varlığı aynı yapı içindeki malum irtibatlı unsurları rahatsız
etmektedir. Milliyetçi demokrat aydın siyasetçi ve gençlerin ülkenin geleceğine
ve söz konusu gençlere yapabilecekleri katkı da sorumluk da tartışılmazdır.
Bu iki sütun arasında bazı ortak
özellikler mevcut. Öncelikle bu gurupların kendi coğrafyaları içinde ciddi
feodal toprak rantları ve gelirleri mevcut değildir. Bu koşullarda bu iki sütun
ile temsil edilen toplumsalın bireyi ya kendi ayaklarının üstünde durmaya
çalışacak mücadelesini verecek ya da devlete sırtını dayamak isteyecektir.
Karadeniz insanı çalışkanlığı ve mücadelesinde, diğer söz konusu Anadolu
üçgenlerindeki ilgili parti üzerinden kutsal devlet kapısı ekmek kapısı
anlayışlarını da bunlara bağlamak gerekebilir. Belki de bu durumun amiyane
politik trajik sonucunu da devlet rantından faydalanan ilgili bir kısmın
Karadeniz müteahhit lobisi ve ilgili partinin de bürokrasideki gücü olarak da
özetleyebiliriz. Yoksuldan zengine kadar sürdürülebilir ve sürekli
yapılandırılabilir bir devlet rantının yönetiminin ancak merkez Sağ
becerikliliğine de muhtaç olduğunu da bu arada hatırlatmak gerekir. Siyasi
tarihimiz de bunu bize göstermiştir.
İki sütun arasındaki bir diğer ortak
özellik de rekabete açık nitelikli bir meslekliler, işbirlikçi olmayan beyaz
yakalılar ve ilgili burjuvanın eksikliğidir. Bu durum da şu anki siyasete hakim
olan iki sütun tabanlı bu koalisyonun ekonomik ve sosyal sorunlara kalıcı çözüm
üretemeyeceği kaygısını bizlere taşıttırmaktadır. Ülkemiz hızla milletler
liginde irtifa kaybetmektedir.
***
Muhalefet 3. bir sütunu diğer iki sütunu
da ikna ederek inşa edebilecek mi? Temel soru budur. 3. Sütun başta yaşanmış
tarihin yeniden gerçekleriyle irdelenerek ortak aidiyetle geleceğin birlikte
inşasından başlar. Muhalefet de sorunun özde bir metodoloji sorunu olduğunu
görememektedir. Sorun sadece bir iktidar veya iktidarın değişimi sorunu
değildir. Sorun devleti, değerleri ve niteliği toparlama sorunudur. Belki de
artık 1839’dan sonra artık 2024 model 2. bir Tanzimat’ı tartışmak zamanı geldi.
Ne dersiniz?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.