Çocukluğumda mahalleleri -yaşları erişmeyenlerin en azından Seksenler dizisinden hatırlayacağı gibi- gece bekçileri korurdu. Bekçiler, Roma’daki pretoryen muhafızlar gibi, gerektiğinde mahalleyi mahalleliden bile korumakla ödevli, kanunen de güvenlik güçlerine yardımcı olan silahlı kolluk görevlileriydi. 1995’te durdurulan bekçi alımları sonrasında 2008’de Emniyet Hizmetleri sınıfına dahil edilmeleriyle görevlerine devam ettiler. 2017’de yeniden bekçi alımları başlarken 18 Haziran 2020 tarih ve 7245 sayılı Çarşı ve Mahalle Bekçiliği Kanunu ile 14 Temmuz 1966 tarih ve 772 sayılı Çarşı ve Mahalle Bekçileri Kanunu’ndaki çalışma şartları güncellendi. Genelde Osmanlı-Türk modernleşmesi ve özelde bu sürecin bir kırılma mı yoksa devamlılık mı olduğu tartışmalarına dair çalışanlar için bir kamu spotu olması için aslında 1966’daki güncelleme de 24 Nisan 1914 tarihli Çarşı ve Mahallât Bekçileri Hakkındaki Muvakkat Kanun’un o günün koşullarına uyarlanmasından başkası değildi.
Bekçi denilince
aklıma kötü bir renk tercihi olarak kahverengi üniformaları ve bir Hıdırellez
akşamı (fonda Emir Kusturica’nın Çingeneler Zamanı filmi ile özdeşleşen
Ederlezi çalsın lütfen) sokağın her iki tarafı araba doluyken yol ortasında
yakılan ateş yüzünden bekçinin copundan nasiplendiğimiz olmuştu. Hatırladığım
kadarıyla 7-8 yaşlarındaydım ve kendimizden büyüklerin akıldaneliğine kurban
olmuştuk. Zira o zamanki birbirine sıkışık beş katlı apartmanların -bırakın
hane başı bir tane araba ve park yerini- asansörü bile yoktu (Komik olma kuzen
Larry, tabii ki yangın merdiveni de yoktu o apartmanların ama Amerikan
filmlerinde klasik yangın merdiveninden kaçma sahnesine hepimiz müptelaydık).
Sonrasında yukarıda belirttiğim istihdam düzenlemeleriyle bekçiler hayatımızdan
kayboldu ama Kemal Sunal’ın hayat verdiği Bekçiler Kralı filmi özel televizyon
kanallarında bugün bile en beklenmedik zamanlarda karşımıza çıkmaya devam
etmektedir. Bir anlamda gecikmeli olarak hayatlarımıza özel televizyon
kanalları girmişti ama bekçiler de çıkmıştı.
Bitişik nizam
apartmanların yerini duruma göre daire başı bir hatta bazen iki araçlık kapalı
park, evinizden kapalı devre kamera sistemiyle çocuklarınızı izleyebileceğiniz
çocuk oyun parkı ve yangın merdiveni (ama lütfen turşu bidonlarını ve
bodrumdaki depoya indirmeye erindiğiniz ıvır zıvırı koymayın yangın
merdivenine) gibi açık ara daha steril yaşam alanları sunan siteler almaya
başladı. Ben de çocuğumuzu rahat takip edelim diye bir tanesine taşındıktan
sonra aklımı kurcalayan meselelerden bir tanesi sitenin özel güvenliği oldu.
Madem özel güvenlik hizmeti için aidatın bir parçasını ödüyorduk haliyle
kamusal güvenlik hizmetlerinden daha az faydalanıyorduk. Buna rağmen hem
oransal hem de toplamda toplum olarak her geçen gün daha fazla vergi ödüyorduk.
Öte yandan, devletin sunduğu güvenlik hizmetlerinin -en azından görünür
olanlarından- daha az ediniyorduk ama biz mışıl mışıl uyurken beyaz şapkalı
hacker’lar farklı renklerde şapka tercih eden hacker’lara karşı malımızı ve
canımızı koruyorlardı (Her seferinde Polat Alemdar olası bir siber saldırıda
tüm fişleri kopartırcasına çekemezdi ya…). Modern toplumda üretilen ve haliyle
de tüketilen hizmetlerin hem sayı hem de yoğunluk artışından dolayı aklıma ilk
gelen teselli cevabı istihdam olanakları da yaratmak adına emek yoğun
düzenlemelerdi.
Klasik
liberalizmde “gece bekçisi” metaforu ile olabildiğince sınırlı bir çerçeveye
indirilen devlet, gece bekçilerinden de vazgeçtiyse -evlerden eşiklerden ırak-
anarşistlerin ütopyasına bir adım daha yaklaşmıştık. Halbuki, devleti şeytanı
(necessary evil) ne kadar gerekliyse o kadar içselleştiren klasik liberalizm
çoktan yenilgiye uğramış; önce Büyük Buhran sonrasında Keynesyen politikalar ve
akabinde de II. Dünya Savaşı sonrası kıta Avrupa’sında yükselen sosyal demokrat
politikalar sayesinde kamu istihdamı başını alıp gitmişti zaten. Her ne kadar
Reagan, Thatcher ve Türkiye’de de Özal sayesinde özellikle kamu istihdamı ve
kamu fonlarının daraltılması merkezli neoliberalizm yükselişe geçse de bilginin
giderek metalaşmasıyla bilgi toplumu yükseldikçe, hizmet sektörü sanayinin ve
tarımın önüne hem istihdam hem de ürettiği katma değer ile biteviye
ivmeleniyordu. Endüstri Devrimi’nin ilk başta daha çok ihtiyaç duyduğu mavi
yakalıların yerini daha fazla beyaz yakalı istihdamı almıştı ama hizmet sektörü
bütün otomasyon hamlelerine rağmen bugün bile emek yoğun özelliğini korumaya
devam ediyor.
TIP SEKTÖRÜ
Benzer bir emek
yoğunluğunu ister kamu hastaneleri ister özel hastanelere gittiğimde de her
seferinde fark ediyorum. Eskiden kraldan çok kralcı bir hastabakıcının
“Yassagh, başhekimin emri var” diye ziyaretçileri içeri almadığı, daha az
doktor ve hemşirenin dolaştığı hastaneler artık Sağlık Liselerinden mezun
envaiçeşit renkteki üniformalarıyla hemşireler, laborantlar, acil tıp
teknisyenlerinin dolaştığı oldukça emek yoğun alanlar haline geldi. Eskiden
tedavi amaçlı bulunamayan sağlık personelinin -hassaten doktorlar- şimdilerde
bazı vandalların şiddetine maruz kalacak kadar arttığını da söylemeden
edemeyeceğim. O yüzden sağır sultanın bile duyduğu üzere tıp sektöründe Almanca
öğrenip yurt dışına giden nitelikli büyük bir emek göçü var. Genel sağlık
sigortası yeterli olmadığı için soluğu yine özel hastanelerde alan ve bunu da
en azından tamamlayıcı sağlık sigortası ile daha ucuza halletmeye çalışanlar
açısından baktığımızda ödenen bu vergiler ve sigorta primleri hastalandığımızda
tedaviye yetmiyorsa, sorgulamaya dermanımız yoksa bile kafamızda evhamların
oluşmasına engel olamıyorlar.
EĞİTİM
SEKTÖRÜ
Sadece tıp sektörü
değil eğitim sektörü de eskisine oranla daha emek yoğun hale geldi. En azından
X ve Y kuşağının hatırlayacağı üzere köy ilkokullarında beş sınıf -o zamanlar
ilkokul beş yıldı- bir arada okurdu. Bunun biraz daha zengin duruşlusu ise ilk
üç sınıfın bir derslikte diğer iki sınıfın ise diğer derslikte olanıydı.
Şehirlerdekiler de eğer tayinle veya kendilerinin okul değişikliği olmazsa tek
bir öğretmenle beş yılı bitirirdi. Genellikle ilkokul öğretmenleri birinci
sınıftan aldıkları öğrencileri son sınıfa getirip öyle emekli olurlardı. Bundan
kelli, ilkokul öğretmenleri bizleri kamusal hayatla tanıştıran figürler olarak
hepimizin hayatında oldukça özel şahıslar olagelmişlerdir. Köy Enstitüleri
kapatılmış ve Ecevit’in köy-kent projesi gerçekleştirilmemişse de eğitim
şehirlere doğru mobilize oldu ve haliyle de şehirleşti. Taşımalı eğitim
sistemiyle eğitilmek üzere sürüklendiğimiz şehirler parıltılı ışıkları ve daha
fazla materyal imkânlarıyla hepimizi ayartırken kimse “tarım öldü, köyler
boşaldı” diye ağıt yakmasın bir zahmet. Bu ağıtçılara soracağım tek soru, siz
neden tercihinizi köyden yana kullanmıyorsunuz o zaman? Haklısınız, sizin de
Avrupa’daki gurbetçiler gibi şehirlerde kurulu düzeniniz var.
Şimdilerde
ilkokullarda sınıf öğretmenleri eskiden olduğu gibi derslerin hepsine de
girmiyor. Ebeveynlerin özel değil sıradan bir eğitim için bile dişlerinden
tırnaklarından arttırdıklarını da özel okullar ve kurslara harcadıklarını
hepimiz temaşa ediyoruz ya da bizatihi onlar biziz. Özel okullara rağbeti göz
önüne alırsak -güvenlik meselesinde olduğu gibi- devletin eğitim hizmetinden
daha az faydalanmamıza rağmen daha fazla vergi verdiğimiz ortada. Elbette
Gençlik ve Spor Bakanlığı’nın yurt sathında ve yerel yönetimlerin de kendi
mücavir alanlarında sağladığı yaz spor kursları ve kamplarını da yabana atmamak
lazım. Bu yüzden emeklilere tatil beldelerinde Bakanlığın yurtlarında kalma
olanağını da nazar değmesin diye saymıyorum bile.
YARIN
ENDİŞESİ
İnsanın kendine
dair tek bilinçli canlı olmasının getirdiği yükün uzantısı olarak yaşadığımız
hayatın her geçen gün karmaşıklaşması ve bu karmaşayı çözmek için daha fazla
teknolojik desteğe muhtaç olmamız bu paradoksa ışık tutuyor. Organik birer
canlı olarak yaşamasını bırakın, katlanması bile daha zor hayatlar hepimizi
çevrelemiş durumda. Modern öncesi insan gibi doğal afetlerde veya vahşi
hayvanların saldırılarıyla yaşamlarımız son bulmayabilir ancak yarın endişesini
iliklerimize kadar içselleştirdiğimiz bir çağdayız. O yüzden nüfus
istatistiklerinin Türkiye açısından alarm verdiği bu süreçte hükümet önümüzdeki
dönemde hangi teşviklerle çocuk sahibi olmayı özendirebilir bilmiyorum.
İnsanların kendilerini zar zor geçindirebildikleri, özellikle dar gelirlilere
bir dokun bin ah işit söz konusu iken bu teşviklerin de sadra şifa olacağını
zannetmiyorum. Zira modern toplumu oluşturan modern birey günün sonunda
çıkarlarını maksimize etmeye çalışan bir Homo Economicus’tur ve vereceği cevap
da filmlerdeki klişe repliklerden biri olarak “Bu dünyaya mı çocuk getirelim?”
olur.
10 yıl öncesine
kadar Türkiye’deki ateşli tartışmaların ana temalarından birisi ülkenin orta
gelir tuzağına düşmeden bir üst lige nasıl çıkacağı ve bu çerçevede Türkiye’nin
en azından Hollanda hastalığına yakalanmayacak derecedeki ihracat çeşitliliği
ile iç piyasanın da genç bir nüfus tarafından beslendiğiydi. 10 yıl içinde
artık orta gelir tuzağına tutulmuş ve haliyle de her anlamda fakirleşen
kitlelerinin endişelerine, feryatlarına veya kuyruğu dik tutma pozlarına şahit
oluyoruz (Evet, bayramda Alaçatı’daydık canım). 10 yıl içinde iki katına çıkan
kamu istihdamına rağmen eğitimde giderek artan kalitesizleşme kaçınılmaz olarak
hem Türkiye’yi demokratik ligden düşürdü hem de orta sınıfı bir soykırıma tabi
tuttu. Şimdi onların hepsi prekarya. Orta sınıf için havf ve reca dengesi, bir
alt sınıfa düşme korkusuyla bir üst sınıfa çıkma arasındaki tahterevallide
kendini olabildiğince geliştirip koluna yeni yeni altın bilezikler takmaktır.
Böylece göreceli meritokratik bir piyasada aranan niteliklerini artırarak bir
üst sınıfa değilse bile sınıf içi yukarı harekete ulaşabilir. Eğer artan kamu
istihdamından memnunsanız, maaşların düşüklüğünden ve özlük haklarının
daralmasından şikâyetiniz havada kalıyor. Eğer bu enflasyonist artış nedeniyle
kamu hizmetlerinin kalitesinde genel bir düşüklük yaşadığınızı düşünüyorsanız,
o zaman kamu istihdamındaki artışa dair duruşunuzu gözden geçirmeniz
gerecektir.
MURAT
ÇEMREK KİMDİR?
ODTÜ Siyaset
Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nde lisans, Bilkent Üniversitesi Siyaset Bilimi
ve Kamu Yönetimi Bölümü’nde yüksek lisans ve doktora çalışmalarını tamamladı.
Bilkent, Atatürk Alatoo (Kırgızistan) Selçuk, El Farabi (Kazakistan)
Üniversitelerinde ve Polis Akademisi’nde dersler verdi. Ahmet Yesevi
Uluslararası Üniversitesi’nin (Kazakistan) Avrasya Araştırma Enstitüsü’nün
Kurucu Müdürlüğünü yaptı. Halen Necmettin Erbakan Üniversitesi’nde Bölüm
Başkanlığı yürütmektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.