MEŞRUTİYET VE DEMOKRASİ TARTIŞMALARININ BAŞLANGICI
İslam’ın meşruti demokrasi ve sonrasında
Cumhuriyet ile uyum tartışmaları, I. ve II. Meşrutiyet dönemine kadar uzanır.
İslam ve bugünkü Batı demokrasisinin uygunluğu merakı ise ülkemizde ve dünyada
1990’ların sonlarında başlamıştır. Bu dönem özellikle Türkiye, Tunus ve
Cezayir’deki İslamcı siyasetin, belediyeler ile başlayan iktidar yürüyüşünün
eski merkez ile uzlaşmaya kadar giden mücadelelerinin ilgi çekiciliği ve hayal
kırıklıklarıyla dikkati çekmiş ve bu şekilde tarihe notu düşülmüştür. Ülkede ve
dünyada büyük umut yaratan AK Parti deneyimi de bu sürecin öznesi olarak başı
çekmiştir.
1908 Meşrutiyet Meclisinde Said Nursi gibi
bazı medrese mollaları ve İslamcı kökenli aydınlar, meşrutiyet ve dolaylı
olarak Cumhuriyetin, aslında gerçek İslam’ın emrettiği şey olduğuna dair ikna
risaleleri yazdılar. Bunlardan en ilgimi çeken risale, Konyalı Nakşi Şeyhi ve
Hürriyet ve İtilaf Fırkası yöneticisi Mehmet Zeynelabidin Efendi’nin “İslamiyet
ve Meşrutiyet” risalesiydi. Sultan’ın otoriterliğine karşı tavır alarak, bu
yetkilerin sınırlandırılabilmesi için anayasal meşrutiyeti savundular. Batıda, kralın
yetkilerinin sınırlandırılmasını talep edenler aristokratlar ve toprak
burjuvazisi iken, bizde bu talebin din adamları ve aydınlardan gelmesi dikkat
çekiciydi. Bu İslamcı aydınlar, Peygamber ve arkadaşlarının hayatlarından
örneklerle tek adam otoriterliğine karşı güçlerin ayrılığını ve denetlemeyi
dolaylı olarak savundular. Said Nursi’ye meşrutiyet konusunda en sık sorulan
sorular, gayrimüslimlerle eşit statüde olma ve kadının sosyal statüsünün
değişimine ilişkindi. Said Nursi’nin cevapları liberal, müphem ve esnek olup,
Peygamber hayatındaki özel seçilmiş uygun uygulamaların yorumlarını
içermekteydi.
HANGİ İSLAM HANGİ CUMHURİYET VE
HANGİ DEMOKRASİ
Bugünkü İslam fıkıh-hukuk kitapları 11. ve
12. yüzyıl temellidir. Taliban ve IŞİD kütüphanelerindeki Hanefi fıkıh
kitaplarıyla ülkemizdeki ilahiyat ve medreselerdeki Hanefi fıkıh kitapları
arasında pek fark bulunmamaktadır. IŞİD’in veya Taliban’ın tartışılan köle
cariye veya ululemir uygulamalarının çoğunun referansları bu kitaplardan
alınmıştır.
Dünyada tatbikata baktığımızda, Cumhuriyet
ve demokrasi kavramlarının uygulamada iç içe geçmediği birçok ülke görmekteyiz.
Hatta demokrasiden farklı şeylerin anlaşıldığı ve uygulandığı örnekler de
mevcuttur. Mesela ABD, İran, Almanya, G. Kore ve Türkiye’deki Cumhuriyet
anlayışlarının birbirine ne kadar benzeştiğini söylemek zordur. Britanya, İsveç
veya Hollanda gibi krallıkların demokrasi seviyelerinin tartışılmazlığı diğer
Cumhuriyetler karşısında söyleyebiliriz. Macaristan ve Türkiye gibi otoriter
rekabetçi popülist sandık demokrasileri ile AB ülkelerinin büyük bir kısmındaki
çoğulcu demokrasi farkından da bahsedebiliriz.
TEORİK UYUM ÇABALARI VE AÇIK OLAN
İHTİYAÇ
Bugünkü İslam dünyasında, Cumhuriyet ve
demokrasiye uyum tartışmalarında ana çelişki, kendilerinden oldukları kabul
edilen otoritenin (imamın) sorgulanamazlığı ve onun kurduğu düzenin
yanlışlıklarına karşı durmanın fitne sayılmasıdır. Halbuki Endülüs, Tanzimat ve
Meşrutiyet İslamcı aydınları ululemir konusuna bunlar, dini ilim ve ahlakta
temayüz etmiş siyaset üstü kişilerdir olarak açıklık getirmişlerdir. Şeriatın
temeli olan canın, malın, aklın ve ailenin korunması hususunda demokrasi ile
İslam arasında temelde herhangi bir çelişki gözükmemektedir. Ancak çağdaş Batı
demokrasilerinde teşvik edilen trans hümanizm, eşcinsel yaşam ve toplumsal
cinsiyet tanımları gibi hususlardan duyulan dindar rahatsızlığı da görmek
gerekir. İslam dünyası, kendi uygun demokrasi konseptinde bu tür tehditlere
karşı önlemlerini alabilir ve yorumunu evrensel nitelikte yapabilir.
Meşrutiyet dönemi İslamcı aydınların fikir
üretme gayretleri gibi, ülkemizde de 1980 öncesinden ders alan kültürel İslamcı
aydınlar ve sermayenin, BİSAV gibi vakıf ve dernek faaliyetlerinde yeni
paradigma üretme çabaları olmuştur. O dönemlerde, ABD veya İngiltere’deki
muhafazakarlar veya Hıristiyan demokratlar gibi Müslüman-muhafazakar
demokratların olabileceği tartışmaları da gündeme gelmiştir. Davutoğlu’nun
“Alternatif Paradigmalar” ve “Medeniyet Dönüşümü” kitapları, ontolojik düzeyde
bu uyum tartışmalarını kökten ele almaktadır. İslam ontolojisi ve Batı
medeniyeti arasında özgürlük temelli ayrılıklar mevcuttur. İslam’da özgürlük,
aklı ve ruhu esir alan her türlü arzunun tutsağı olmamak iken, Profan Batı
medeniyetinde bu unsurların metalaştırılmasından veya Ruhun özgürlüğü yerine
nefsin özgürlüğünün savunulduğundan bahsedebiliriz. Ancak bu farklar, Batı
demokrasisi ve İslam arasındaki ortak pratik uygulama alanlarını ortadan
kaldırmamakta, tersine zorunlu kılmaktadır.
GEÇMİŞİN BİRİKİMİNDEN DERS ALMAYAN
SİYASAL İSLAM
Ülkemizde mevcut ve geçmiş politik İslamcı
hareketlerin demokrasi konusunda kafalarının karışık olduğunu görmekteyiz. Ana
ajandaları “yorumlanmamış 12. yüzyıl Emevi Hanefi fıkhını” hakim kılmak olan bu
hareketlerin, amaçlarını gerçekleştirmek için demokratik sistem imkanlarını
pragmatik biçimde kullanmaya çabaladıkları söylenebilir. Halk medresesi gibi
kurulan din amaçlı partilerin teorik bir içeriği barındıramadığı, kadın ve para
gibi konularda trajikomik sorunlar yaşadıkları, ancak kimlik popülizmi ve halka
hizmet gerçeği ile ayakta kaldıkları son 50 yıllık siyasi hayatımızda
görülmüştür.
Türkiye politik İslamcı hareketi,
ululemir’e fasık da olsa kayıtsız itaat, onun denetlenebilirliğini fitne kabul
etmek ve yöneticilerinin beytülmalden meşru pay alabileceklerini savunmak gibi
tezleri benimsediğinin ip uçlarını vermektedir. Bu tezler, Taliban ile ortak
fıkıh kütüphanemizin de savundukları konulardır. Kapalı fıkıh Müslümanlığında,
Eşari itikadi doktrinin de etkisiyle ahlak ve vicdan felsefesi yaklaşımı
olmayacaktır. Bugünkü Siyasal İslamcı hareket, Meşrutiyet ulemasının
arayışlarının gerisinde kalarak selefi fetvalarla hareket etmektedir. Bazı
cemaatler ve tarikatlar, benzer fetvaları ilgili siyasilere tavsiye edip onları
motive etmektedir. Ülkenin derin yolsuzluk, yoksulluk ve değerlerin çürüme
tartışmalarında bu bakışın etkileri net gözlemlenmektedir. Bu durum, insanların
dinden soğumalarının ve ilgili simgelerden nefret etmelerinin sebebini teşkil
etmektedir.
SORUNUN TEMELİ VEYA İŞİN ASLI
Tüm bu İslam ve demokrasi tartışmalarının
ardında, Batı karşısında alınan 18. yüzyıldan itibaren askeri ve siyasi
yenilgiler ile medeniyetin kaybedilen moral-psikolojik üstünlüğü yatmaktadır.
Osmanlı İmparatorluğu’ndan başlayan, Cumhuriyetimiz ve laiklik ile devam eden
bugünkü sandık demokrasisi tartışmalarının özünde bu duruma ilişkin arayışlar
vardır. Tartışmaların gizli iki kökeni mevcuttur. Kayıplarımızın ve bugünkü
halimizin nedeni, dinden mi veya dini hayatın kurumsaldan tamamen
soyutlanamamasından mı yoksa dinden uzaklaşmamanızdan mı kaynaklanmaktadır? Bu
duruma verilebilecek en güzel yanıt, hangi İslam ve hangi demokrasi şeklinde
olacaktır. Belki de mütedeyyinler için en doğrusu, İslamcı kimlik partilerini
kurma ve benzer iddialardan vazgeçmektir. İslami değerlerin tapusu kimsede
değildir. Yapılması gereken, bu değerlere zarar vermeyecek tavrı koyacak siyasi
oluşumları destekleyip bireysel siyaseti de din adına değil, kendi adına
yapabilmenin samimiyetini taşıyabilmektir. Velhasıl kelam topluma karşı uygun
bir ahlak ve insanlık modeli olabilmektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.