9 Haziran 2024 Pazar

EHL-İ SÜNNETİN KUR’ÂN/VAHİY ALGISI Saadettin Merdin/29 Eylül 2021

Fahreddin er-Râzî istese Fatiha suresinden on bin konu için hüküm çıkarabilir. (istinbatta bulunabilir)

Ehl-i sünnete göre “Allah kelâmı” demek Arapça harflerle telaffuz edilen, kulak ile işitilen, belli bir desibele sahip, söz/konuşmadır.

Kur’an Kadir gecesinde dünya semasına (Beytü’l-izze’ye) bir defada tenzil/indirilmiş, oradan da yeryüzüne peyderpey 23 sene de inzal/ikram edilmiştir.

Onlara göre Cebrâil Levh-i Mahfuz’dan Kur’ân’ı ezberleyerek almış ve onu daha sonra Peygambere getirmiştir.

Üstelik Allah vahyi Cebrâil’e Arapça vermiş, o da vahyi peygambere bunu Arapça olarak getirmişti. Çünkü semanın dili Arapçaydı.

Cebrâil Peygambere ashaptan Dihye veya tanınmayan güzel bir bedevî suretinde gelip, bir öğretmen gibi Kur’an’ı ona talim etmiştir. Vahiy, hem lafız hem de mana olarak Arapça motomot peygambere Cebrail tarafından tebliğ edilmiştir. Ramazan ayında diz dize oturup beraber mukabele okumuşlardır.

Hatta sünnî dogmaya göre sadece elimizdeki Kur’ân değil, onun yedi farklı kıraati de vahiy ile sabittir. Bu kıraatlerden herhangi birini inkâr etmek de küfürdür.

Allah, Âdeme eşyanın isimlerini Arapça olarak öğretmiştir. Göğün/cennetin dili Arapça’dır. 

Ehl-i sünnete göre dil, bir insan icadı olmayıp insana verilmiş ilahi bir armağandır. [2/31]

Bu yüzden Allah kelamının mahlûk olduğunu söyleyenleri tekfir etmekten çekinmemişlerdir.

Kur’ân’ın tarihselliği fikrini ilk destekleyenler aynı zamanda sünnî engizisyonun da ilk kurbanları olmuştur.

Kur’ân’ın mahlûk/yaratılmış olduğunu savunan Ca‘d b. Dirhem bir kurban bayramında camide koç gibi boğazlanmıştır.

Kur’ân kıssalarının tarihi gerçekliğini inkar etmek bunlara göre küfürdür.

-----------

OYSA İŞİN GERÇEĞİ NE?

* Kur’ân bir edebi metindir. Arapları teslim-i silaha zorlayan onun fesahatı ve belâgatı olmuştur. Yoksa 19 mucizesi ya da Big-Bang’ı önceden haber vermesi 😊 değil.

• Elçiler gönderildikleri toplumun tedâvülde olan dilini kullanırlar. Haliyle mitolojik bir evren tasavvuruna sahip olan bu toplumun dilinde de doğal olarak hâkim renk mitolojik düşünce olacaktır.

• İman; bir kültür üzerinde şekillenir, özümsenir ve yaşanır. İlahi mesaj bir tarih ve kültür içerisinde deneyimlenir. Dolayısıyla ilahi mesaj miladi yedinci yüzyıl Arap kültürü içerisinde formüle edilmiştir.

• Şâtıbî’ye göre, vahyin ilk muhatapları ümmi olduğundan, vahiy onların anlayabilecekleri bir hitap düzeyinde inmiştir.

Şâtıbî, şeriatın ümmiliği ilkesinden hareketle, Kur’ân’da her şeyin bulunduğu görüşüne karşı çıkar ve şöyle der: Birçok insan, Kur’ân’a yönelik yaklaşımlarında sınırı aşmış ve ona öncekilerin ve sonrakilerin bütün ilimlerini yüklemişlerdir. İlk muhataplar ümmi olmaları hasebiyle Kur’ân bilimsel hakikatler içermez. Onu anlamak için hassaten Araplara nispet edilen ilimlerle yetinmek gerekir. Kur’ân, yedinci asırda yaşamış muhataplarının seviyesini esas alır. Kur’ân, nüzûl döneminde nasıl anlaşılmışsa, daha sonra da öyle anlaşılmalıdır. Şâtıbî’nin ifadesiyle Kur’ân Arabî, şeriat ümmîdir.

• Arabîlik her şeyden önce Kur’ân’daki dil dizgesinin ilk hitap çevresindeki Arap toplumunun kültür ve zihin kodlarına uygun olması demektir. Ümmîlik ise Kur’ân’daki dinî-ahlakî mesajların üst bir dille değil, kitabî bilgiden ziyade şifahî kültürdeki kıssa ve menkıbe edebiyatından beslenen bir toplumun idrak seviyesine uygun biçimde formüle edilmiş olmasını gerektirir.

• Kur’ân, Arapların veya diğer muhataplarının (ehl-i kitab) bilmediği kıssaları anlatmaz.

Kur’ân kıssalarının illa bir tarihi gerçekliği/ yaşanmışlığının olması gerekmez. Kur'an Arapların (ama doğru ama yanlış) bildiği kıssaları/efsaneleri hisse/öğüt vermek için anlatır. Kur’an bir  hatırlatma (zikra/tezkire) dır. Bilinen şeyler hatırlatılır. Bilinmeyenler ise öğretilir.

• Deyim yerindeyse Kur’ân bir üst dil kullanmak yerine muhataplarının seviyelerine uygun, onların değerlerini esas alan –ki bu diyalog kurabilmenin asgari şartıdır- bir dil kullanmayı tercih etmiştir. Meselâ; onların kullandığı ay takvimini esas alır, onların ölçü birimlerini kullanır. Kur’ân “akleden [22/46]; düşünen [47/24]; marazlı kalplerden [2/10] bahseder. Oysa kalp adı üzerinde “kanı kalbeden/bedende dolaştıran” bir kas yumağıdır. Yani biyolojik olarak kalbin düşünme, akıl yürütme gibi bir fonksiyonu yoktur. Kur’ân bilimsel gerçeği değil, toplumsal kabulü esas almıştır. Zerkeşî  el-Burhan’da “İşin gerçeğine göre değil muhatabın algı ve anlayışına uygun tarzda hitap” şeklinde ilginç bir başlık açmış ve buna dair örnekler vermiştir.

• Kur’ân’ın gönderildiği toplum yarı animist bir toplumdu. Bu toplumun anlayışı vahyin diline de yansımış ve “Allah korkusundan yuvarlanan taşlar [2/74], yürüyen dağlar [27/88], tesbih eden yerler ve gökler [17/44]” gibi animist bir toplumun tabiat tasavvurunu ima eden “canlı bir evren” tasviri yapılmıştır.

Yine Arap mütearifesinde sağ uğurlu, sol uğursuzdur. Bu anlayış ashâbu’l-yemîn ve ashâbu’l-şimâl  [56/90-1] şeklinde âyetlere de yansır. Kur’ân’da “tâir/kuş” kelimesi şans, uğur, kader anlamında kullanılmıştır. [7/131, 17/13, 27/47, 36/19] Çünkü câhiliye Arapları kuş uçurarak geleceği tahmin etmeye çalışıyorlardı. Vahiy onların -ama doğru, ama yanlış- kabulleri, efsaneleri üzerinden mesajını iletmektedir. “Sizin kuşunuz (uğurunuz veya uğursuzluğunuz) sizin yanınızdadır.” [36/19] İslâm şansı, uğur ve uğursuzluğu kaldırmaya çalışırken bile falcıların terminolojisini kullanmaktadır. 

• Hicaz Arapları derin düşünceden yoksun bir toplumdur. Fizik ötesine hemen hemen hiç yer vermeyen bir akıl yapıları vardır. Soyut olaylar ve psikolojik olgularla ilgili pek çok Sami/Arapça kelime, duyularla algılanan maddi fiillere dayanır. "Kibir" başı dik ve boyu uzun olmaktan;" Af" yok etmek ve silmekten; "Münafık" farenin deliğine kaçmasından; "Akıl"; deveyi bağlamak “ikâl” fiilinden  türetilmiştir. Onların nazarında manevî şeylerin kıymeti yoktur.  Araplar eşyaya elde edeceği menfaate göre fiyat biçerdi. Bu yüzden Arapçada soyut kelimeler son derece az olup somut varlıklarla ilgili kelimeler neredeyse sayısızdır. Meselâ bedeviler deveye binlerce (5744 kadar) ad takmışlardır.

• Kur’ân’ın Arapça nâzil olması demek; Kur’ân vahyinin miladi yedinci yüzyıldaki Arap toplumunun eşyayı algılayış ve kavrayış tarzına uygun biçimde formüle edilmesi demektir. Her bir dil belli bir toplum içinde kendine özgü bir kültür ve medeniyet muhitinde biçimlenir. Bu yüzden her bir dil o toplumun evren tasavvurunu, dünya görüşünü, hayat tarzını, âdet ve geleneğini yansıtır. Maalesef Kur’ân’ın Arapça olması böyle anlaşılmamış da Arapça’nın semanın, cennetin dili olduğu, bu yüzden Arapların diğer uluslara karşı bir rüçhaniyeti varmış gibi anlaşılmıştır.

• Ehl-i sünnete göre Allah eşyanın isimlerini Âdem’e (Arapça) öğretmiştir. [2/31] Varlıkların isimlerini Allah vermiştir.

Hatta Kurtubî bu âyete istinaden, Âdem’in bugün insanların konuştuğu tüm dilleri ilk konuşan kişi olduğunu söyler. Bu zihniyete göre dil kıyasî/aklî değil, sem’îdir, tevkîfîdir.

Oysa eşyayı tanımlayan yani eşyaya isim koyan beşerdir. Vahiy, beşerin üretip, bir anlam yüklediği kavramları kullanır. Bu yönüyle vahyin dili, bedevîlerin (Arap aklının) şekillendirdiği ve bedevinin dünya görüşünü ihtiva eden Arapça’dır. 

 Kur’an’da bazı garib/yabancı, ‘acemî kelimelerin bulunması (Garîbü’l-Kur’ân) Nebi’nin dil dağarcığı ile de alakalı olmalıdır. Süyûtî, Kur’ân’da elli kadar Arap lehçesinden başka Farsça, Rumca, Habeşçe, Berberîce, Süryânîce, İbrânîce ve Kıptîce olmak üzere birçok dilden kelimeler bulunduğunu göstermiştir.

Hz. Muhammed; tüccar-kervancı bir ailenin çocuğudur. O Arap yarımadasının dâhilinde olduğu kadar haricinde de birçok bölgeyi ziyaret etmiştir. Kuran’da onlarca Habeşçe kelime olmasının bir nedeni de “Annemden sonraki annem” dediği dadısı Ümmü Eymen ve müezzini Bilal'in  Habeşli olmasıyla bağlantılı olmalıdır. Yine Kur’ân’da bulunan ticaret ile ilgili kelimelerin bu kadar yoğun olması ilk muhataplarının ticaretle iştigal etmesi ve yine kendisinin de uluslararası bir tüccar olmasıyla alakalıdır.

* Hz. Peygamber 23 sene boyunca herhangi bir dilde olmayan (bî huruf u lafz u savt) ilahî mesajı, yani insan doğasını, insanı çevreleyen reel şartları, evreni, tabiatı, olgu ve olayları okuyup, tefsir etmiştir. Beşerî bir dil’le, söz’le, harf’le ve ses’le alakası olmayan bu kevnî ‘âyet’lerin kutsal kitap âyetine dönüşmesinde onun yüksek şahsiyetinin [68/4], kabiliyetinin /dehâsının, fetanetinin, efsahu’l-‘Arab olmasının da katkısı vardır.

*  Kur’ân derin bir şekilde Nebi’nin iç kişiliğiyle/ psikolojisiyle, yaşadığı ortam ve olaylarla da bağlantılıdır. Özetle çağdaş birçok âlim vahyin semavî yönünden ziyade, Nebi’nin selim fıtratını, irfanını öne çıkarmakta; onun ümniyesinin/ülküsünün [22/52] de göz ardı edilmemesi gerektiğini düşünmektedirler.

* Aslında Kur’ân Hz. Muhammed’in hayatı etrafında geçen olayları anlatır. İlk nâzil olan “Oku” son inen âyeti de “Ey Muhammed! Allah’tan bağışlanma iste!” [110/3] kabul edersek, Kur’ân’ın içeriği büyük ölçüde onun hayatının tahkiye edilmesinden biyografi) ibarettir.

 Dinin temel esasları, kuralları sünnet (Peygamber ve ilk kurucu neslin dini pratiği) tarafından önceden belirlenmiş, vahiy ise bunları ya te’yit/tasdik (onaylamak), ya da bazı düzeltmeler/tashih için sonradan gelmiştir.

* Kur’ân; Nebi’nin dilinden sâdır olan şifahî bir hitap olması hasebiyle ilk muhataplar onu peygamber ve onun rehberliğinden bağımsız algılamamışlardır. O; Peygamber ve ilk neslin yaşadığı tecrübelerin yazılı anlatımıdır. Kurucu ümmetin “yaşayan sünneti” önden gitmiş, Kur’ân ise daha çok bir tasdik edici ya da tashih edici olarak arkadan gelmiştir.

* İslam’ın vahyi izah ediş tarzı da muhataplarının algıları ve kabulleri üzerindendir. Muhatapları olan Arap toplumu cin ve şeytanların kâhin ve şairlere gayptan ilham/haber getirdiğine inanıyorlardı. İşte bu verili durumdan hareketle, insanların cin ve şeytanlarla diyalog kurabildiği kabulünü me’haz alarak vahiy fenomenini izah etmiştir. Sizin şairleriniz ve kâhinleriniz cinlerden, şeytanlardan nasıl ilham aldığına inanıyorsanız, Hz. Muhammed’e gelen de bir tür cin olan melektir. O melek/Rûh ise şeytanlar gibi habis olmayıp, mutahhardır.

Ne var ki söz konusu bu izah bütünüyle mahallidir, tarihseldir, arkaiktir.  Beyni, nöro-fizyolojiyi, modern bilimin verilerini dışlayan bu naif izahta ne Hz. Muhammed’in psikolojisi, ne şahsi idealleri, yetenekleri ne de yetiştiği sosyo-kültürel çevre söz konusudur. Vahyin niteliğine dair yapılan tüm izahlar o çağın dünya görüşü, akıl yapısı ve epistemolojik çerçeveyle sınırlıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.