Fahreddin er-Râzî istese Fatiha suresinden on bin konu için hüküm çıkarabilir. (istinbatta bulunabilir)
Ehl-i sünnete göre “Allah kelâmı” demek
Arapça harflerle telaffuz edilen, kulak ile işitilen, belli bir desibele sahip,
söz/konuşmadır.
Kur’an Kadir gecesinde dünya semasına
(Beytü’l-izze’ye) bir defada tenzil/indirilmiş, oradan da yeryüzüne peyderpey
23 sene de inzal/ikram edilmiştir.
Onlara göre Cebrâil Levh-i Mahfuz’dan
Kur’ân’ı ezberleyerek almış ve onu daha sonra Peygambere getirmiştir.
Üstelik Allah vahyi Cebrâil’e Arapça
vermiş, o da vahyi peygambere bunu Arapça olarak getirmişti. Çünkü semanın dili
Arapçaydı.
Cebrâil Peygambere ashaptan Dihye veya
tanınmayan güzel bir bedevî suretinde gelip, bir öğretmen gibi Kur’an’ı ona
talim etmiştir. Vahiy, hem lafız hem de mana olarak Arapça motomot peygambere
Cebrail tarafından tebliğ edilmiştir. Ramazan ayında diz dize oturup beraber
mukabele okumuşlardır.
Hatta sünnî dogmaya göre sadece elimizdeki
Kur’ân değil, onun yedi farklı kıraati de vahiy ile sabittir. Bu kıraatlerden
herhangi birini inkâr etmek de küfürdür.
Allah, Âdeme eşyanın isimlerini Arapça
olarak öğretmiştir. Göğün/cennetin dili Arapça’dır.
Ehl-i sünnete göre dil, bir insan icadı
olmayıp insana verilmiş ilahi bir armağandır. [2/31]
Bu yüzden Allah kelamının mahlûk olduğunu
söyleyenleri tekfir etmekten çekinmemişlerdir.
Kur’ân’ın tarihselliği fikrini ilk
destekleyenler aynı zamanda sünnî engizisyonun da ilk kurbanları olmuştur.
Kur’ân’ın mahlûk/yaratılmış olduğunu
savunan Ca‘d b. Dirhem bir kurban bayramında camide koç gibi boğazlanmıştır.
Kur’ân kıssalarının tarihi gerçekliğini
inkar etmek bunlara göre küfürdür.
-----------
OYSA İŞİN GERÇEĞİ NE?
* Kur’ân bir edebi metindir. Arapları
teslim-i silaha zorlayan onun fesahatı ve belâgatı olmuştur. Yoksa 19 mucizesi
ya da Big-Bang’ı önceden haber vermesi 😊 değil.
• Elçiler gönderildikleri toplumun
tedâvülde olan dilini kullanırlar. Haliyle mitolojik bir evren tasavvuruna
sahip olan bu toplumun dilinde de doğal olarak hâkim renk mitolojik düşünce
olacaktır.
• İman; bir kültür üzerinde şekillenir,
özümsenir ve yaşanır. İlahi mesaj bir tarih ve kültür içerisinde deneyimlenir.
Dolayısıyla ilahi mesaj miladi yedinci yüzyıl Arap kültürü içerisinde formüle
edilmiştir.
• Şâtıbî’ye göre, vahyin ilk muhatapları
ümmi olduğundan, vahiy onların anlayabilecekleri bir hitap düzeyinde inmiştir.
Şâtıbî, şeriatın ümmiliği ilkesinden
hareketle, Kur’ân’da her şeyin bulunduğu görüşüne karşı çıkar ve şöyle der:
Birçok insan, Kur’ân’a yönelik yaklaşımlarında sınırı aşmış ve ona öncekilerin
ve sonrakilerin bütün ilimlerini yüklemişlerdir. İlk muhataplar ümmi olmaları
hasebiyle Kur’ân bilimsel hakikatler içermez. Onu anlamak için hassaten
Araplara nispet edilen ilimlerle yetinmek gerekir. Kur’ân, yedinci asırda
yaşamış muhataplarının seviyesini esas alır. Kur’ân, nüzûl döneminde nasıl
anlaşılmışsa, daha sonra da öyle anlaşılmalıdır. Şâtıbî’nin ifadesiyle Kur’ân
Arabî, şeriat ümmîdir.
• Arabîlik her şeyden önce Kur’ân’daki dil
dizgesinin ilk hitap çevresindeki Arap toplumunun kültür ve zihin kodlarına
uygun olması demektir. Ümmîlik ise Kur’ân’daki dinî-ahlakî mesajların üst bir
dille değil, kitabî bilgiden ziyade şifahî kültürdeki kıssa ve menkıbe
edebiyatından beslenen bir toplumun idrak seviyesine uygun biçimde formüle
edilmiş olmasını gerektirir.
• Kur’ân, Arapların veya diğer
muhataplarının (ehl-i kitab) bilmediği kıssaları anlatmaz.
Kur’ân kıssalarının illa bir tarihi
gerçekliği/ yaşanmışlığının olması gerekmez. Kur'an Arapların (ama doğru ama
yanlış) bildiği kıssaları/efsaneleri hisse/öğüt vermek için anlatır. Kur’an
bir hatırlatma (zikra/tezkire) dır.
Bilinen şeyler hatırlatılır. Bilinmeyenler ise öğretilir.
• Deyim yerindeyse Kur’ân bir üst dil
kullanmak yerine muhataplarının seviyelerine uygun, onların değerlerini esas
alan –ki bu diyalog kurabilmenin asgari şartıdır- bir dil kullanmayı tercih
etmiştir. Meselâ; onların kullandığı ay takvimini esas alır, onların ölçü
birimlerini kullanır. Kur’ân “akleden [22/46]; düşünen [47/24]; marazlı
kalplerden [2/10] bahseder. Oysa kalp adı üzerinde “kanı kalbeden/bedende
dolaştıran” bir kas yumağıdır. Yani biyolojik olarak kalbin düşünme, akıl
yürütme gibi bir fonksiyonu yoktur. Kur’ân bilimsel gerçeği değil, toplumsal
kabulü esas almıştır. Zerkeşî
el-Burhan’da “İşin gerçeğine göre değil muhatabın algı ve anlayışına
uygun tarzda hitap” şeklinde ilginç bir başlık açmış ve buna dair örnekler
vermiştir.
• Kur’ân’ın gönderildiği toplum yarı
animist bir toplumdu. Bu toplumun anlayışı vahyin diline de yansımış ve “Allah
korkusundan yuvarlanan taşlar [2/74], yürüyen dağlar [27/88], tesbih eden
yerler ve gökler [17/44]” gibi animist bir toplumun tabiat tasavvurunu ima eden
“canlı bir evren” tasviri yapılmıştır.
Yine Arap mütearifesinde sağ uğurlu, sol
uğursuzdur. Bu anlayış ashâbu’l-yemîn ve ashâbu’l-şimâl [56/90-1] şeklinde âyetlere de yansır.
Kur’ân’da “tâir/kuş” kelimesi şans, uğur, kader anlamında kullanılmıştır. [7/131,
17/13, 27/47, 36/19] Çünkü câhiliye Arapları kuş uçurarak geleceği tahmin
etmeye çalışıyorlardı. Vahiy onların -ama doğru, ama yanlış- kabulleri,
efsaneleri üzerinden mesajını iletmektedir. “Sizin kuşunuz (uğurunuz veya
uğursuzluğunuz) sizin yanınızdadır.” [36/19] İslâm şansı, uğur ve uğursuzluğu
kaldırmaya çalışırken bile falcıların terminolojisini kullanmaktadır.
• Hicaz Arapları derin düşünceden yoksun
bir toplumdur. Fizik ötesine hemen hemen hiç yer vermeyen bir akıl yapıları
vardır. Soyut olaylar ve psikolojik olgularla ilgili pek çok Sami/Arapça
kelime, duyularla algılanan maddi fiillere dayanır. "Kibir" başı dik
ve boyu uzun olmaktan;" Af" yok etmek ve silmekten;
"Münafık" farenin deliğine kaçmasından; "Akıl"; deveyi
bağlamak “ikâl” fiilinden türetilmiştir.
Onların nazarında manevî şeylerin kıymeti yoktur. Araplar eşyaya elde edeceği menfaate göre
fiyat biçerdi. Bu yüzden Arapçada soyut kelimeler son derece az olup somut
varlıklarla ilgili kelimeler neredeyse sayısızdır. Meselâ bedeviler deveye
binlerce (5744 kadar) ad takmışlardır.
• Kur’ân’ın Arapça nâzil olması demek;
Kur’ân vahyinin miladi yedinci yüzyıldaki Arap toplumunun eşyayı algılayış ve
kavrayış tarzına uygun biçimde formüle edilmesi demektir. Her bir dil belli bir
toplum içinde kendine özgü bir kültür ve medeniyet muhitinde biçimlenir. Bu
yüzden her bir dil o toplumun evren tasavvurunu, dünya görüşünü, hayat tarzını,
âdet ve geleneğini yansıtır. Maalesef Kur’ân’ın Arapça olması böyle
anlaşılmamış da Arapça’nın semanın, cennetin dili olduğu, bu yüzden Arapların
diğer uluslara karşı bir rüçhaniyeti varmış gibi anlaşılmıştır.
• Ehl-i sünnete göre Allah eşyanın
isimlerini Âdem’e (Arapça) öğretmiştir. [2/31] Varlıkların isimlerini Allah
vermiştir.
Hatta Kurtubî bu âyete istinaden, Âdem’in
bugün insanların konuştuğu tüm dilleri ilk konuşan kişi olduğunu söyler. Bu
zihniyete göre dil kıyasî/aklî değil, sem’îdir, tevkîfîdir.
Oysa eşyayı tanımlayan yani eşyaya isim
koyan beşerdir. Vahiy, beşerin üretip, bir anlam yüklediği kavramları kullanır.
Bu yönüyle vahyin dili, bedevîlerin (Arap aklının) şekillendirdiği ve bedevinin
dünya görüşünü ihtiva eden Arapça’dır.
Kur’an’da bazı garib/yabancı, ‘acemî
kelimelerin bulunması (Garîbü’l-Kur’ân) Nebi’nin dil dağarcığı ile de alakalı
olmalıdır. Süyûtî, Kur’ân’da elli kadar Arap lehçesinden başka Farsça, Rumca,
Habeşçe, Berberîce, Süryânîce, İbrânîce ve Kıptîce olmak üzere birçok dilden
kelimeler bulunduğunu göstermiştir.
Hz. Muhammed; tüccar-kervancı bir ailenin
çocuğudur. O Arap yarımadasının dâhilinde olduğu kadar haricinde de birçok
bölgeyi ziyaret etmiştir. Kuran’da onlarca Habeşçe kelime olmasının bir nedeni
de “Annemden sonraki annem” dediği dadısı Ümmü Eymen ve müezzini Bilal'in Habeşli olmasıyla bağlantılı olmalıdır. Yine
Kur’ân’da bulunan ticaret ile ilgili kelimelerin bu kadar yoğun olması ilk
muhataplarının ticaretle iştigal etmesi ve yine kendisinin de uluslararası bir tüccar
olmasıyla alakalıdır.
* Hz. Peygamber 23 sene boyunca herhangi
bir dilde olmayan (bî huruf u lafz u savt) ilahî mesajı, yani insan doğasını,
insanı çevreleyen reel şartları, evreni, tabiatı, olgu ve olayları okuyup,
tefsir etmiştir. Beşerî bir dil’le, söz’le, harf’le ve ses’le alakası olmayan
bu kevnî ‘âyet’lerin kutsal kitap âyetine dönüşmesinde onun yüksek şahsiyetinin
[68/4], kabiliyetinin /dehâsının, fetanetinin, efsahu’l-‘Arab olmasının da
katkısı vardır.
*
Kur’ân derin bir şekilde Nebi’nin iç kişiliğiyle/ psikolojisiyle,
yaşadığı ortam ve olaylarla da bağlantılıdır. Özetle çağdaş birçok âlim vahyin
semavî yönünden ziyade, Nebi’nin selim fıtratını, irfanını öne çıkarmakta; onun
ümniyesinin/ülküsünün [22/52] de göz ardı edilmemesi gerektiğini
düşünmektedirler.
* Aslında Kur’ân Hz. Muhammed’in hayatı
etrafında geçen olayları anlatır. İlk nâzil olan “Oku” son inen âyeti de “Ey
Muhammed! Allah’tan bağışlanma iste!” [110/3] kabul edersek, Kur’ân’ın içeriği
büyük ölçüde onun hayatının tahkiye edilmesinden biyografi) ibarettir.
Dinin temel esasları, kuralları sünnet
(Peygamber ve ilk kurucu neslin dini pratiği) tarafından önceden belirlenmiş,
vahiy ise bunları ya te’yit/tasdik (onaylamak), ya da bazı düzeltmeler/tashih
için sonradan gelmiştir.
* Kur’ân; Nebi’nin dilinden sâdır olan
şifahî bir hitap olması hasebiyle ilk muhataplar onu peygamber ve onun
rehberliğinden bağımsız algılamamışlardır. O; Peygamber ve ilk neslin yaşadığı
tecrübelerin yazılı anlatımıdır. Kurucu ümmetin “yaşayan sünneti” önden gitmiş,
Kur’ân ise daha çok bir tasdik edici ya da tashih edici olarak arkadan
gelmiştir.
* İslam’ın vahyi izah ediş tarzı da
muhataplarının algıları ve kabulleri üzerindendir. Muhatapları olan Arap
toplumu cin ve şeytanların kâhin ve şairlere gayptan ilham/haber getirdiğine
inanıyorlardı. İşte bu verili durumdan hareketle, insanların cin ve şeytanlarla
diyalog kurabildiği kabulünü me’haz alarak vahiy fenomenini izah etmiştir.
Sizin şairleriniz ve kâhinleriniz cinlerden, şeytanlardan nasıl ilham aldığına
inanıyorsanız, Hz. Muhammed’e gelen de bir tür cin olan melektir. O melek/Rûh
ise şeytanlar gibi habis olmayıp, mutahhardır.
Ne var ki söz konusu bu izah bütünüyle
mahallidir, tarihseldir, arkaiktir.
Beyni, nöro-fizyolojiyi, modern bilimin verilerini dışlayan bu naif
izahta ne Hz. Muhammed’in psikolojisi, ne şahsi idealleri, yetenekleri ne de
yetiştiği sosyo-kültürel çevre söz konusudur. Vahyin niteliğine dair yapılan
tüm izahlar o çağın dünya görüşü, akıl yapısı ve epistemolojik çerçeveyle
sınırlıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.