İslami açıdan şehir, salt fiziki-mimari bir olgu değil; aynı zamanda metafizik bir formasyondur. Renkleri ve dillerinin farklılığı, birer “ayet” olan insan topluluklarının, her biri birer “ayet” olan güneş, ay, yıldızlar ve bulutların yani “Gök-kubbe”nin altında; yine her biri birer “ayet” olan ve insanın hizmetine “musahhar” kılınan dağ, ova, orman, vadi, nehir, denizin kıyısında, eteğinde dayanışma amacıyla kurulmuş birer yurt-yuva, mekân-mesken, ikametgâh, mahal-mahalle, ev-barktır. Şehrin bir unsuru olan “Mahalle”, komşuluk ahlakının-hukukunun ve selamın-sabahın hüküm sürdüğü sosyal bir mahaldir. Şehir, insan mayalama merkezi olarak mabetler, makbereler, mahalleler, meydanlar, çarşı-pazar, park-bahçelerden oluşan; kendine has mimarisi, mutfağı, müziği, folkloru, ağzı-şivesi, ruhu-karakteri olan yerleşkedir; metafiziğin yani imanın ve ahlakın mücessem hale gelmesidir.
Türkler, Müslüman olduktan ve Pers-Bizans
topraklarına yöneldikten/göç ettikten sonra kurdukları devletlerde
“Göçebe-Çadır” kültüründen sıyrılarak, yerleştikleri bölgelerde İslami ruha
uygun orta boy şehir ve kasabalar kurdular (Beylikler, Selçuklu, Osmanlı).
Cumhuriyet döneminde Fransa’dan
etkilenerek 2-4 daire üzerine 3-5 katlı “Apartman” binalarından oluşan konut
politikaları geliştirildi. Nüfusun artmasına paralel olarak “şehir” sayısı
arttığı gibi; -sanayileşme ve gelir farklılığından dolayı- 1960’lardan itibaren
ülkenin doğusundan batı bölgelerine bir iç-göç dalgası vuku buldu. Bu durum,
bazı şehirlerin (İstanbul, İzmir, Ankara, Bursa, Adana, Mersin, İzmit, Antep…)
aşırı derecede büyümesine (Metropol) sebebiyet verdi. Bu şehirlerin çevresinde
kaçak “Gecekondu” denen mahalleler oluştu. Master düzeyde bir “Şehir”
fikri/kültürü/metafiziği ve planlaması olmadığı için; bu büyümenin, “Kanser”
tarzında olduğunu söyleyebiliriz. Ancak, -her şeye rağmen- Türkiye’de “Mahalle”
kültürü zayıflayarak da olsa devam ediyordu; Tâ ki, TOKİ’ler (Allah var,
depreme dayanıklılar), Rezidanslar, Siteler (İnsan Siloları-İG) ve “Büyük
Şehir”lerin sayısı artıncaya kadar: Metropole özenti, komşuluğun ve
selamın-sabahın kesilmesi.
METROPOL VE ŞEHİR
Makul bir nüfusa sahip mimari/şehircilik
anlayışını günümüzde –az da olsa- sürdüren ülke Almanya’dır. “Galaksi Sistemi”
ile çok sayıda orta boy şehir-kasaba ile “Metropol” denen canavarların (kanser)
oluşmasını büyük ölçüde engellemişlerdir. Bir Alman düşünürü olan Oswald
Spengler, Metropolü şöyle yorumluyor: “Tamamı ile incelmiş zekânın canavarca
sembolü ve içinde barındığı kap(tır); kültürün, kendine dönerek içinde ömrünü
sona erdirdiği (yerdir) “Megalapolis”. Bu gibi dünya merkezlerinden bir avucu,
bütün bir anavatanı (ülkeyi) değersizleştirir ve kendi dışlarında kalan yerleri
aşağılık ve önemsiz “Taşra Bölgeleri” haline getirir. Babil, Thebes,
İskenderiye, Roma, İstanbul, Pataliputra, Bağdat, Uxmal… ilk metropol
örnekleridir. Paris, Londra, Berlin ve özellikle New York, daha yakın
örneklerdir (Biz, bugün bunlara yüzlercesini ekleyebiliriz. İG)…Bu şehirler,
tümüyle zekâdır. Ruhsuzluğun sembolü olan “satranç tahtası” biçimini
kendilerine örnek alırlar. (Buralar), “Yuva” değildirler (Buralarda ev-bark, mekân-mesken,
mahal-mahalle olmaz. İG) Bu şehirlerin doğumu ve büyümeleriyle, zenginlik ve
yoksulluk karşıtlıklarıyla ve yapay uyarımlarıyla, yaşam sıkıntılarıyla ve
nihayet megalapolis insanının gittikçe artan kısırlıklarıyla ölümlerini
gerektirir. Metropol (Dünya Şehri), ölüme doğru metafizik bir dönüşü gösterir.
Metropol insanı, artık yaşamak istememektedir. Köylü kadını her şeyden önce bir
“Ana”dır; metropol kadını ise,- ister Paris’te ister New York’ta olsun; ister
Lao-tzu Çin’inde Cavraka Hindistan’ında olsun, çocuksuz bir İbsen kadınıdır.
Bir Nora ya da Nana’dır. Kültür insanının bütün piramidi ortadan kaybolur;
tepesinden itibaren yıkılmaya başlar. (Çöküş anında) önce metropoller gider,
sonra “bölgeler”, sonra da en iyi kanı şehre boşaltıp tüketen toprağın kendisi.
Sonunda en iyi unsurlarından soyulmuş olarak yalnızca ilkel kan, canlı kalır.
Bu kalıntı, “Fellah” tipindedir: ahmak, vurdumduymaz, yarı serf, yarı özgür,
köylü-emekçi…” (P.A. Sorokin, Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri. Çev: Mete
Tunçay. İst. 1972. S 100).
“Gökdelen” mimari kültürünün, Batıda
ortaya çıktıktan sonra, Doğuda (Çin, Japonya, Singapur, Güney Kore…) ve Körfez
Araplarında (Abudabi) salgın haline gelmesi, ibretamizdir. Avrupa ve Amerika,
bunu sınırlı kentte ve sayıda tuttu. Örneğin, İngiltere’de Londra’nın kıyı bir
yerinde “Finans Merkezi” olarak inşa ettiler ve “Mesken”e bulaşmasına izin
vermediler. Londra’da yaygın “mesken/ikametgâh” mimarisi, II. Elizabeth
döneminin dubleks evleridir.
Yine bir Alman filozofu olan Heidegger,
aynı kaygıyı çekerek şöyle diyor: “Modern teknolojinin egemenliği altında ve
onun etkisiyle değişen dünyada herhangi bir anlama gelecek “Yurt” olabilir mi?
sorusu, yalnızca bu kent (Meskirch) için, yalnızca ülkemiz için, yalnızca
Avrupa için değil; şu yeryüzünün insanlarının tümü için geçerli hale gelecek.
Belki de insanlık “Yurt” yokluğuna alışacak. Belki de yurt bağı, yurdun
çekiciliği/çağırması (der zug zur Heimat), modern insanın Dasein’ından silinip
gidecek… Öyle görünüyor ki bugünün insanı, her yerde ve hiçbir yerde evinde
olmadığı için “sıla hasreti” de ölmüştür.” (M.Heidegger, Düşüncenin Çağırdığı.
Çev: Ahmet Aydoğan. İst. 2008. S 106)
AK PARTİ VE ŞEHİR
İki binlerin başından itibaren
“Kalkınma”yı, tarım, sanayi ve üretim yerine,- ağırlıklı olarak- “İnşaat”a
kilitlemiş, ona iman etmiş (“İnşaat ya resulullah”) bir “Muhafazakâr” dönem
başladı. Oysa İslamiyet, ticaret ağırlıklı bir kasaba olan Mekke ve tarım
üretimi ağırlıklı bir ekonomiye sahip olan Medine’de doğmuştu. Ticaret,
İslam’ın ruhuna da işlemişti. Mekke’nin ticari vocabularisi (ticaret,
alım-satım, borç, rehin, kâr-zarar…), olduğu gibi ahlaka ve Ahirete
yansımıştır. İlk Müslümanların büyük bir bölümü –Hz. Muhammed dâhil-
“tüccar”dı. Hz. Muhammed’in Mekke dışına çıkmasını fırsat bilen eşlerinden
“Ümmü Seleme, kendi odasına ilave bir oda yaptırıyor. Bunu gören Hz. Muhammed:
“Bir müminin servetini yiyip bitiren şey, faydasız inşaattır.” diyor. (Benedikt
Köhler, İslam’ın Erken Döneminde Kapitalizmin Doğuşu. Çev: İsmail Kurum.
Ank.2016. s 87. Köhler, bu bilgiyi Vakidi’nin Siret’ine atıfla veriyor.). Hz.
Muhammed, ekonominin mihveri olarak “ticaret”in önemini ve inşaatın –kendi
etini yemek olarak- temelsizliğini görmüştü. Benedikt Köhler’e göre, yeryüzünde
“Ticari Kapitalizm”, ilk kez İslam coğrafyasında doğmuştur.
İki binlerin başından itibaren
muhafazakârların, politik iktidarlarında “İnşaat/Rant”a yönelmelerinin sebebi:
1- Tarımı -köylülük/taşralılık- gerekçesi ile küçümsemeleri, 2-Ticarette ve
sanayide/teknolojide behrelerinin olmaması, 3- Göç hareketliliği ve devlete ait
arazı-emlak ve arsalarının bolluğudur. Bu dönemde “Kentsel Dönüşüm” ile
mahalleyi yok eden “TOKİ”, AVM, dörtten fazla daire üzerine 10 kattan az
olmayan, maksimum 70 katlı –her birine birer yabancı isim takılan, misal:
“Gamador-Galya”- Rezidans-Siteler, Gökdelenler, Cam-Kule/Kazıklar ile tanıştık.
Şehirlerin içindeki yeşil alanlar, giderek azaldı; şehirler “Beton Ormanı”na
dönüştü. “Dikey Mimari” ile yükünü tutup, “iş”ini bitirip, ”Yatay Mimari”
edebiyatı yapmayı; “Rüşvet” olarak bu beton ormanlarının arasına ve tepelere
çakılan camileri, şehirlerin içini silme betona boğduktan sonra, dışındaki
“Millet Bahçeleri”ni ve tarihsel dokuların restorasyonunu gördük (Bereket
versin!).
Ak Parti iktidara geldiğinde, merhum mimar
filozofumuz Turgut Cansever, yazdığı kitapları, yaptığı konut projeleri ve
televizyonlarda yaptığı konuşmalar ile iktidarı uyardı ve Cumhuriyet döneminin
şehir, mimari ve konut politikalarını eleştirdi. Ortaya ciddi öneriler koydu.
Kendisine “Cumhurbaşkanlığı Yüksek Sanat ve Kültür Ödülü” verdikleri halde;
rant tutkusu ile gözü dönmüş iktidar çevreleri rahmetliye zerre kadar itibar
etmediler ve tavsiyelerine prim vermediler. Rahmetli şöyle diyordu: “Türk
şehirlerinin sefaleti, konut sorunu ve mimari seviyesizlik karşısındaki
kayıtsızlık, gerçek çözümleme ve gerçek bilginin yol göstericiliği yerine,
şekilciliklerin egemenliğinin tercih edilmesi, bütün Türk halkını kaba, sahte,
seviyesiz ve çirkin bir biçim dünyasında yaşamaya mahkûm ederken; çok küçük
azınlıkların yabancı, taklitçi, pahalı ve gösterişçi sözde (mimari), sanat ve
kültür faaliyetlerinin desteklenmesi, hâkim kılınmaya çalışılması, kabul
edilemez bir yanılgıdır.” (Turgut Cansever, Kubbeyi Yere Koymamak. İst. 2002. s
95). Muhafazakârlara da şöyle diyordu: “Bu yeni şehircilik anlayışı, Türk
toplumunu en yaygın şekilde ahlaki değerlerin dışına iten rüşvet ve her türlü
suistimalin en ücra köşelerine kadar götürdü. İnsanların birine iki kat yapı
hakkı verirken; diğerine 8, ötekine 10, (bugünlerde 60-70-İG) kat vermek,
topraktan farklı şekilde yararlanmaya müsaade etmek; hasedin doğmasına yani
şeytan ile kol kola giren bir toplumun ortaya çıkacağına sebebiyet vereceği
aşikârdır. Ticaret sektöründe 2.5 milyon insan çalışırken; yaklaşık 15 milyon
insan, inşa ettiği ve edeceği evle ilgili olarak rüşvet ile karşı karşıya
geldi; insanlar, şeytanla birlikte yaşamaya mahkûm edildiler. Sonra, her
yapının tasarımı, bir gösterişçilik haline geldi. 30 katlı binayı (Site-Rezidans)
yapıp, bütün dairelerini satarak oradan ayrılmak isteyenler ise, yaptıkları
tanıtım kampanyaları ile dünyanın en modern sitelerini (“Akıllı Ev” İG)
yaptıkları yalanlarını söylüyorlar. Ve bu yalanları, sizin tekzip etme hakkınız
yok.” (T. Cansever, a.g.e, s. 140)
SONUÇ
Heidegger’in “Dil, Varlığın (Hakikat)
evidir” mottosu doğrudur ve “Tesettür” giyim tarzını,-ingilizce- “Setrems”
olarak adlandırıp markalaştıran; yaptığı devasa inşaat yerleşkesine
“Gamador-Galya” adını veren (buna benzer binlerce isim sayabilirim) muhafazakâr
bilincin nasıl bir “Hakikat” algısına sahip olduğunu ele verir. Bursa’nın şehir
merkezindeki eski iki katlı yapıları “temizleyerek” yerine 20-30 katlı en az 20
tane ucube/heyule gökdelen diken; Ankara’da “Çukurambar” semtini cam-kazık ve
insan silosu sitelerle dolduran ve Ankara’nın merkezine “Merkez Ankara” ismiyle
en azı 30 katlı olan 20 tane ucube/heyule gök-delen çakan muhafazakâr iktidar,
benzerini Türkiye’nin her şehrinde yapmıştır. Belediyecilikten gelip
arsa-emlak-emsal konularında uzman olan, “Kupon Arsa”ların satışını tekeline
alan Cumhurbaşkanımızın “Başkan”lığında Türkiye’nin son yirmi yılda
“Şehircilik” teki umumi manzarası budur. Uluslararası mafyanın merkezi haline
gelen, 20 milyonluk metropol İstanbul, -Onca camilerine rağmen- “Dâru’s-Selam”
olduğunu nasıl söyleyebiliriz? Allah, ”Büyük Şehir” olmayan Anadolu şehirlerini
ve kasabalarını korusun!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.