Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Bey amcası Dündar Bey’i okla vurup öldürmüştü. Kosova Meydan Savaşında şehit olan I. Murad’ın yerine apar topar tahta çıkan Yıldırım Beyazıt babasının ölümünden habersiz düşman birliklerini kovalayan kardeşi Yakup Çelebi’yi savaş alanına döner dönmez boğdurdu.
I. Murad’ın küçük oğlu Savcı da saltanat
iddiasıyla babasına isyan ettiği için öldürülmüştü. Bilahare Yıldırım’ın
oğulları arasında yaşanacak olan savaşlar zaten malum ve aslında bu dönem daha
“normal” bir dönem. Ölmeler, öldürmeler “daha mertçe” çünkü.
Buna karşılık, ilk Osmanlı kaynakları
iktidar hırsı taşımayan, hatta gerektiğinde tahttan feragat eden ve tahttaki
kardeşlerine ve yeğenlerine fedakârca yardımcı olan şehzade örneklerinden söz
ederler hep…
Fatih’in kanunnamesinden sonra bu “resmî
görüş” değişmiştir.
Fatih’in babasıyla arasında geçenler ve
hepsi kendisinden önce vefat eden kardeşlerinin başına gelenler ise ayrı bir
araştırma konusudur.
Şehzade Cem vakası, Yavuz’un babasıyla ve
kardeşleriyle mücadelesi ibretlik hadiseler olarak ortak hafızımıza
yerleşmiştir.
Kanuni’nin sekiz oğlundan yalnızca biri
hayattaydı babaları vefat ettiğinde. Diğerleri acımasız taht mücadelesi içinde
ya kardeşleri ya da bizzat babaları tarafından katledilmişlerdi.
III. Mehmed tahta çıkarken sarayın arka
kapısından 19 şehzadenin cenazeleri çıkıyordu. Şehzade öldürme adeti I.
Ahmed’in saltanatına kadar devam etti, ondan sonra “kafes” trajedisi ortaya
çıktı.
***
Kimi bir yandan saltanat rüyası görecek
bir yandan da ölümün nefesini ensesinde duyacak yaştayken, kimiyse daha anne
kucağındayken katledilen şehzadelerin baş rolünde olduğu trajedilerden söz
ediyoruz…
Gelgelelim tarihimizde yaşanan bu büyük
trajediler bizim edebiyatımızda kendilerine pek yer bulamamıştır. Tabiatıyla
bunların kolektif bilincimizde nasıl yankı bulduğu konusu da işlenmiş değildir.
Devrin edebiyatı bundan uzak durduğu gibi
modern dönemde kaleme alınan eserler de bu konuları çoğunlukla yüzeysel bir
bakışla geçiştirmiştir.
Günümüzde yazılan eserlerin neredeyse
tamamı ecdadın kahramanlık hikayelerinden ibarettir. Bunların dışında edebiyat
iddiası olan az sayıda romanda veya sinema ve tiyatro eserlerinde ise
bahsettiğimiz hadiseler derinlemesine ele alınmamıştır.
Olayların sıcaklığı içinde yazılmış olarak
yalnızca iki örnek aklıma geliyor. Biri Necati Bey’in Şehzade Abdullah
Mersiyesi. Tanpınar’ın hep tekrarladığı “Yanında bunca kulundan bir ademi bile
yok / Beğim bu nice seferdir ki ihtiyar ettin” beytinin de yer aldığı şiir.
Necati Bey kuşkulu bir şekilde hayata veda
eden şehzadenin divan kâtibiydi. Şairimizin daha önce yanında Nişancı olarak
görev yaptığı Şehzade Mahmud da genç yaşta ölüvermişti.
Taşlıcalı Yahya Bey’in, babası (Kanuni)
tarafından öldürtülen, Şehzade Mustafa için yazdığı mersiye ise siyasi eleştiri
de barındıran öfkesiyle çok daha cesur bir çığlık olacaktır: “Meded, meded! Bu
cihanın yıkıldı bir yanı / Ecel Celâlileri aldı Mustafa Han’ı”
***
Trajedi kavramını biz günlük dilde “acıklı
olay” anlamında kullanıyoruz. Ancak tiyatro edebiyatının bir türüdür esas
olarak trajedi. Antik Yunan’dan Roma’ya ve sonra modern Avrupa’ya intikal
ederken yapısı biraz değişmiş olsa da temel özelliği değişmemiştir. Trajedi
insanın kendi gücünü aşan durumlar karşısındaki çaresizliğidir.
“Kırk katır mı, kırk satır mı?” sorusuna
muhatap olmak vardır trajedilerde. Trajedi bir açmazdır. İki seçeneği vardır
sahnedeki karakterlerin ama ikisinin de sonunda mutsuzluk, ızdırap ve pişmanlık
vardır. Hangisini seçerseniz seçin, mutlu olamazsınız. Ne kadar mücadele
ederseniz edin sonunda kaybeden siz olursunuz.
Osmanlı ailesinin “şehzade trajedisi” de
tastamam böyle bir olay. Ya babanı, oğlunu, kardeşini öldüreceksin ya da onlar
seni ortadan kaldıracak… Toplumun geri kalanı için ise ya sarayda kundaktaki
bebekler boğdurulacak ya da yönetimin istikrarı tehlikeye girecek.
Sofokles’in, Corneille’in, Shakespeare’in
eserlerindeki karakterlerin yaşadığı türden açmazlar…
Bu arada, hatırlatmakta fayda var: Klasik
trajedi edebiyatının en büyük kalemlerinden Jean Racine, IV. Murat’ın kardeşi
Bayazıt’ı öldürtmesi olayını -hem de o dönemde- “Bajazet” adıyla kaleme
almıştır. (Karıştırmayalım: Vivaldi’nin aynı isimli operası Timur’a esir düşen
Yıldırım Beyazıt’ın çektiklerini anlatır.)
Bizde ise tiyatroda Orhan Asena’nın Taht
ve Baht Dörtlemesi, Turan Oflazoğlu’nun İktidar Üçlemesi var. Roman aklıma
gelmiyor. Popüler romancılarımızın -çoğu Cem Sultan’ın yaşadıklarını konu alan-
eserleri sayılmazsa…
***
Modern dönem edebiyatımızın böylesi
verimli bir kaynağa karşı gösterdiği tuhaf ilgisizliğe mukabil, Beşir Ayvazoğlu
şimdi tarihimizin trajedi tablolarına farklı bir yaklaşımla eğilen yeni
eseriyle karşımızda…
Ancak, yanlış anlaşılma olmasın, şehzade
kavgalarının trajik boyutunu işleyen bir eser değil Ayvazoğlu’nun kitabı. Keza
söz konusu olayların halk arasında nasıl yankılandığı sorusunu doğrudan
cevaplamaktan ziyade şair, ressam, bilgin, bürokrat gibi entelektüel
karakterlerin meseleyi farklı açılardan tartışıp değerlendirişlerine yer
veriliyor. Hem geçmiş zamanlarda hem de günümüzde geçen epizotlarda…
Muradiye Hikayeleri alt başlığını taşıyan
Çiçek Hanım’ın Rüyaları, kimilerinin “üstkurmaca” dediği “çerçeve anlatı”
(hikaye içinde hikaye) tekniğiyle kaleme alınmış. Kitapta birbirinden bağımsız
ama aynı zamanda bir arada okununca bir büyük metnin alt bölümlerine dönüşen on
bir ayrı metin var. Bu bakımdan hikayeler diye sunulan eser -postmodern
yapısıyla- pekala roman olarak da tanımlanabilir.
Hikayelerin ana ekseninde Muradiye
Camii’nin haziresindeki “maktul şehzade” türbeleri yer alıyor. Maktul
şehzadelerin başına gelen acıklı olayların yansıttığı değişik sosyal ve
kültürel gerçekler yani.
Ana hikayenin kahramanı Cem Sultan
hakkında bir roman yazmış ve şehzadeye karşı platonik bir bağlılık geliştirmiş
olan tarihçi Çiçek Hanım. (Galiba, kitabın başka sayfalarında da benzerleriyle
karşılaştığımız bir “edebi latife” olarak, Bulgar tarihçi ve romancı Vera
Mutafçiyeva’yı anıştıran bir kişilik bu.)
Maktul şehzadelerin dramları yanısıra bu
alandaki akademik literatüre de göndermelerle dolu olan kitapta yine
şehzadelerin trajik hikayeleriyle bağlantılı olarak işlenen ikinci bir “ana
izlek” daha var: Müslüman Türk muhayyilesini ve dünya algısını temsil eden
Osmanlı sanat anlayışıyla bir başka dünya görüşünün yansıtıcısı ve taşıyıcısı
olan Avrupa sanatının karşılaşmaları.
Yayımlanan ilk eseri İslam sanat
anlayışının felsefi zemini üzerine olan Beşir Ayvazoğlu bu kez meseleyi kurmaca
bir metinde hayali kahramanlar ve hayali olaylar aracılığıyla işliyor.
Her bakımdan ilgiyi hak eden, dahası
keyifle okunan bir eser çıkmış ortaya. Öneririm...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.