Başaran ayaktadır.
Anadolu başarıya odaklanır. Her ne
pahasına olursa olsun başarıya.
Gençliğin önünde hedefler vardır. Hayat
yolunda ilerlerken. Hayat, doğru cevapları olmayan bir sınav.
Önceden doğru-yanlış anahtarına sahip
değil. Hedefler mi? Hedefler kültürün, taşrayı saran havanın içindedir. Biz
onları soluruz. Beraber büyüdüğümüz bütün gençler aynı hedefleri kuşandılar.
Hepimiz Anadolu taşrasından daha ileri tırmanmaya; yükselmeye; başarı,
zenginlik ve saygınlık elde etmeye kilitlendik. Güdümlü füzeler gibi. Bunları
herkes isterdi! Hiçbirimiz oturup kendimize hedef belirlemeye çalışmadık, zaten
önümüzdeydi, zamanımızın, arkadaşların, ailelerin doğal sonuçlarıydı. ‘Çok
büyük umutlar vaat eden bir gençlik” olarak büyükşehirlere, ideolojik
yarışlara, cedelleşmeye, rövanşlara sürdüler bizi.
***
Her şey okuyup adam olma gibi masum bir
hevesle başladı aslında. Her sınavda başarılıydık. Her bir imtihanda kazananlar
listesinde ismimiz okundu. Minareye tırmanır gibi döne döne yükselişimiz göz
önündeydi işte. Üniversiteler kazandık. Akademide, bürokraside, seçkin
mesleklerde masalar işgal ettik.
Önümüze sürekli engeller çıkmasına rağmen.
Mülakat gibi zalim bir tasfiye yöntemine tabi olmamıza rağmen.
Babalarımız bulundukları yere, statüye,
sınıfa, tabakaya bakınca bizi gizli teşviklerle iteklediler. Bizim yaşama
hedefimiz babaların tutkularını gerçekleştirmek biçimini aldı her zaman.
Ukdeleri de diyebiliriz. “İnsan yalnızca genetik değil, ayrıca zihinsel
dünyasında anne ve babasının damgasını taşıyordu.”
***
Biz çocuklar bunu çok çabuk hisseder,
içselleştirir ve yaydan fırlayan ok gibi hedefe kilitleniriz. O yaşta, oyun ve
oynaş arasında, hercai bir hayatın içinde bir an duraklatan, o içten dokunan
kültürel darbeyi hissederiz. Ne olursa olsun başarmak arzusunu.
Ortaokulda, lisede her hazırlığı
tamamlamış, silahlarını kuşanmış bir serdengeçtidir, Anadolu çocuğu. Farkında
olmasa da. O gün tam adını bilmese de. Bu nedenle üniversiteye geldiğinde
kaderini aşan bir rolün arayışına girer. Gündemine, millet, memleket, devlet
hatta dünya oturur. O olmasa ülke parçalanır, kültür bozulur, edebiyat sanat
gayri millî emellerin aracına dönüşür. Aile parçalanır, nesiller heba olur. O
halde kavşakta durup kalabalıkları sevk edecek, yoldaşları ile ülkeyi kendine
yakın düşürecek bir ‘dava’ bulacaktır muhakkak.
***
Okul ve ders kitapları dışında kitaplar,
dergiler vardır. Zaten kasaba kendine ait değerleri olan bir beldedir. Köy
değildir hemen teslim olsun. Bulunduğu kabın şeklini alsın. Kasaba çocukları
bulunduğu yere rengini ve kokusunu sindirecek illaki. Bilinmez tesadüfler
sonucu bir ‘üstadın’ yanına ulaşır. Bilinmeyen bir âlemden gelen şarkıların
genişlettiği bir ruhun, türkülerle kurduğu geleneğe ilişkin kültürün
bedenlenmiş halidir zaten o üstatlar. Ağır abiler, makasçılar gibi Anadolu’dan
yola çıkanlara yürünecek istikameti gösterir, intisap edilecek merkezleri
işaret eder.
Bir harekete katıldığında içindeki dağı
sığdıracak alan bulamaz. Bütün önemli köşeler tutulmuştur. Vakıf dernek
hiyerarşik olan tamamlanmış, sana kalan sempati sandalyesi, bağlılar salonu,
alkış kuyruğudur. Oluşan rüzgâr yola “ilk çıkanın” yelkenini şişirecek. Hiçbir
lider ikinci bir ismin öne çıkmasına katlanamaz Türkiye’de. Liderin, cemaatin,
grubun tayin ettiği kadarı yetmez kendisinin farkında olanlara. Bütünüyle
kopmasa da hareketten, bağımsızlığını koruyacak bir konuma çekilmek hem bir
kaçış hem özgürlüğünü koruyabilmenin savunma hattıdır. Ona göre, düşünmekten,
okumaktan, yazmaktan kaçınanlar sınırlı sorumlu rolleri kabullenir. Hâlbuki
işte oradaki sadakatten ve tarafgirlikten gelecektir izzet, ikbal iktidar.
Akıllı olduğunu sananlar, ahmaklara tabi olmak zorunda kalırlar.
SÜRÜDEN AYRILAN
Anadolu başarıyı ölçü alır sürekli.
Tutunamayan sanatçı, bir kulübeye çekilen filozof, sultan olamayan şehzade, şehirden
yüzgeri dönen ricat ehli, kaybedenler, halkımızın anlayışında kötü yola
düşmüştür. Onlar matah biri sayılmaz. Sait Faik öldüğünde BBC’nin bunu haber
yapmasına şaşırır, yazarı tanıyan halkımız. Aylak aylak gezen, işsiz güçsüz bir
âdem baba! Neden gâvurlar değer verir, bu kadar önemli ne buldu bu insanda diye
hayrete düşer. Diyojen bugün yaşasa çocuklar taşlar, eğlence diye seyrederdi
halkımız.
Sürüden ayrılan, hor görmektedir yığın
faaliyetlerini. İçindeki ülkenin daraltılmış, rolleri tayin edilmiş alanlara
sığmayacağını yazıp konuşur. Büyüklerin tayin ve tespit ettiği çitlerin
arasında iktidara, meclise, yüksek makamlara yürümek yerine Meksika’ya kaçmak,
onuncu köye göçmek, fildişi kulesine çekilmek bir tercih, belki itildiği bir
reddin sonucudur. Her halükârda tecride uğraması kaçınılmaz. Mesafeyi
ayarladığını sandığı bir yakınlık/uzaklıktan seyretmek en güvenli alan gibi
görünse de ailenin, şehrin, toplumun beklentileri, ateşe atılmaya teşne bir
sürece sokar o “gençleri”.
“Vardığımız hedeflerin sahte hedefler
olduğuna inanıyorum; büyük umutlar vaat eden delikanlının asıl alınyazısı
bunlar değildi. Sık sık yolumu şaşırdığımı düşünüyorum: Eski hedefler artık işe
yaramıyor ve yenilerini de bulacak halde değilim. Hayatımın nasıl aktığını
düşündükçe kendimi ihanete uğramış ya da oyuna gelmiş gibi hissediyorum; sanki
göklerdeki birileri bana bir oyun oynuyor, sanki bütün hayatım boyunca yanlış
melodiyle dans edip durmuşum.” (İrvin D. Yalom Nietzsche Ağladığında, s.230)
“Yaşlanan delikanlı, artık daha ilerisini
göremeyeceği bir noktaya ulaştı. Yaşama amacı; benim amacım, hedeflerim,
yaşamayı anlamlı kılan her şey, hepsi şu anda bana çok saçma geliyor. Bu
saçmalıkların peşinden nasıl koştuğumu, bir daha ele geçmeyecek bir hayatı
bunlar için nasıl harcadığımı düşündükçe korkunç bir ümitsizlik çöküyor içime.”
( age. s.232)
MODERN MAKYAVEL
Artık hayatın, ülkenin, ailenin, bütün bir
milletin yanında birlikte yola çıkılanlara da kendini ispat yükü gelip
binmiştir omuzlara. Bu nedenle zengin olmak, seçilmek, atanmak, göz önünde
etkili görevler edinmek, her yerde var olduğunu, yaşadığını, yükseldiğini
göstermek çabasına kapılır. Şöhret için değil, para kazanmak için değil kendini
kabul ettirmek içindir, başkalarının hakkımızda ne düşündüğü beklentisidir bu
yorgunlukların sebebi. Bizim, ülkenin, toplumun, ailenin gözündeki değerimiz,
önemimiz nedir sorusu her yolu mubah kılar. Modern bir Makyavel postunda
postmodern bir Prens’i yazmak toplu yapılan bir faaliyete dönüşür.
Halden hale değişim, ilke ve değerlerden
feragat, inancına aykırı hayat ve iddiasını tekzip eden, tükürdüğünü yalayan
kararları desteklemek, kınadığı ne varsa başına gelmek modern prensin ilk
sayfasında yazılıdır.
Bulunduğumuz hal, depresyona, hicrana,
kedere ve hüzne sürükler bizi. “büyük umutlar vaat eden o gençlik” başarısız
olmuştur. Beklenti büyüdükçe hayal kırıklığı çoğalır. Hâlbuki köyden gelip
okumuş adam olmuştur, evi, arabası, çok şükür orta halli bir statüsü vardır.
Çevresinde arkadaşları, dostları bile var. Onları bağrına içtenlikle basan bir
mahfil, lobi, cemaati olmasa da.
“Yoksul adam evden işe, işten eve gidip
gelirken kimse onu fark etmez. Dışarıda kalabalığın içinde yürümesi ya da hiç
dışarı çıkmadan kendi ‘ininde’ yaşaması hiçbir şeyi değiştirmez: her iki
durumda da aynı silikliğin ve görünmezliğin içindedir.”
Onlar bu görünmezliği sindiremez. Herkesin
bakmaya can attığı, sözlerine kulak verdiği, her hareketi, sözü ilgiyle
karşılanan biri olmaktır muradı. Bir doktor, kaynakçıyla, hukukçu bir hademeyle
aynı masada oturup kahve içmez. Fakir bir işçi kendisini bir müdürle eş
göremez. Bu nedenle her şey ahrete ertelenir, boynuzsuz koçun boynuzlu koçtan
hakkını alacağı söylenir orada. Cennet vaadi, içinde bulunduğumuz kast’a
katlanmanın hem mazereti hem ödülüdür.
STATÜ HER ŞEYDİR
Hâlbuki herkesin işi önemlidir. Çöpçüler
olmasa şehirler kokuşur, sinekler basar, kanalizasyon görevlileri olmasa her
yeri bk. basar. Şimdi Sosyal Sigortada müdürden, hükümette bakandan daha
önemsiz diyebilir miyiz diğer bütün meslekleri?
Batıda statü ve sınıfsal konumlar önemini
kaybetmiştir bugün. Bir şort bir tişörtle herkes aynı kafede bir arada
bulunabilir, aristokrat ve milyonerlerin mekânlarına damlayabilir.
Oysa doğuda statü her şeydir. Doğuda
havaalanını andıran makam odası, milyonluk makam araçları, korumalar, “önemli”
insanların, değersiz, başarısız, fakir insanlardan üstün olduğunu anlatan
göstergelerdir. Seçilmek için halka yalvaranlar, tepeden bakan tiranlara
dönüşür. Şehrine, mahallesine, cenazesine kalabalık konvoylarla memleketine
ziyaret yapanlara ihtiram eder halkımız. Hayranlık duyar ve saygılarını sunar.
Her nasılsa can alıcı bir cümle, kırık bir şiir için kılını kıpırdatmaz.
Bunlarla uğraşanları da boş işlerle meşgul görür.
***
Bir genç, hayat projesini hayal ederken
kültüre bağımlıydı; ama yaşarken gerçeklere ve mensup olduğu çevrenin
(grubun/ağanın/tarikatın/partinin) iradesine tabidir. Kendi seçtiği yolda
yürüse, siyaset ve bürokrasi dışında bir alana yönelse “Senin için büyük
umutlar besleyen insanları hayal kırıklığına uğrattın,” bile denilebilir
onlara; suçluluk duygularını artıran sözler duyarlar. Travmalar da genetik
çünkü. Sağ kalabilmek en büyük başarıdır bu yüzden.
Anadolu başarı diye iktidara, iktidardan
koltuk kapana bakar işte. Doğal ve vatandaşlık haklarını sağlayan hukuk,
adalet, mülkiyet ve çalışma özgürlüğü olmadığı için onurunu ayaklar altına
alarak emniyet ve güven duygusuna teslim olur. Her başarı, biatını verdikten
sonra doğacak lütfa bağlıdır çünkü. O yüzden kültürü, zihniyeti, anlayışı zalim
bir sadakat, yaranma ve yarışa odaklanır. Herkesi bu sürece zorlar. İnsanı
değil, statüyü önemser ahali.
Sizi şölene, ziyafete, kamusal bütçeden
lütuflara, muktedirler davet edebilir ancak. Alinin ‘sözü’ güçlü olsa da
Muaviye’nin zengindir sofrası. Aradan geçen çağlara rağmen insana ve iktidara
ilişkin bir değişim yoktur bu coğrafyada.
Azap askeri iktidarı bu kısırdöngüyü
besleyen bir süreçtir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.