‘Şenlik Sanat ve Sabotaj’ kitabının yazarı Halil Turhanlı, modern kapitalist dünya sistemini dönüştürme girişimi olarak doğan kurtuluş felsefesine mercek tutuyor.
***
Enrique Dussel, Latin Amerika’da köklü bir
gelenek oluşturan kurtuluş felsefesinin ve kurtuluş teolojisinin günümüzdeki en
önemli temsilcisi, en sistematik düşünürü. Dünyaya ezilenlerin, dışlananların,
mülksüzlerin yurtsuzların, Fanon’un “yeryüzünün lanetlileri” olarak
adlandırdığı insanların perspektifinden bakıyor. Ezilen halkların küresel
kurtuluşu için öncelikle Avrupamerkezcilikle hesaplaşmanın gereğini vurguluyor.
Eşitsizliğe dayalı, hiyerarşik ve hegemonik ilişkiler üzerine kurulu neoliberal
küreselleşmeye alternatifler öneriyor. Sömürgeciliğin gönümüzde aldığı yeni
biçimlere karşı eşitlikçi, adil, çoğulcu bir değişimi etik açıdan da zorunlu
görüyor.
Dussel, 1970lerin ortasında Arjantin’de
üniversitede dersler verirken sivil- askeri diktatörlük tarafından görevinden
uzaklaştırıldı; akademik ve entelektüel etkinlikleri engellendi, yazıları
sansürlendi. Nihayet, paramiliter grupların evine saldırı düzenlemeleri üzerine
Meksika’ya sürgüne gitmek zorunda kaldı.
***
Arjantinli kurtuluş felsefecisi, Simon
Bolivar, José Marti gibi devrimcilerin ve bağımsızlık savaşçılarının Latin
Amerika ve Karayipler’de sömürgeciliğine karşı yürüttükleri mücadelenin zaferle
sonuçlandığının, İspanyol ve Portekizlilerin bu toprakları terk etmek zorunda
kaldıklarının altını çiziyor; fakat Monroe doktrininden sonra ABD’nin Latin
Amerika’yı bir arka bahçe olarak gördüğünü, bunun da yeni bir kurtuluş ve
özgürleşme mücadelesini gündeme getirdiğini ekliyor.
Latin Amerika halklarının sömürgeciliğe ve
emperyalizme karşı mücadeleleri gerçekten köklü bir geleneğe sahip. Dussel’nin
özgürlük felsefesi de bu gelenekten besleniyor. Toplumsal taban hareketlerini
yakından ve dikkatle izliyor. Bolivya’daki değişim sürecini savundu.
Meksika’daki demokratik sol parti MORENA’nın (Ulusal Yenilenme Partisi) siyasal
eğitim sekreteri oldu. Bolivarcı hareketlerin destekçisi. Bu hareketlerin,
siyasi-iktisadi politikalarını günümüze uyarlayarak uygulama imkânı bulan
partilerin bir bakıma Dussel’nin geliştirdiği ve savunduğu kurtuluş felsefesini
hayata geçirdiklerini söylemek de mümkün.
Dussel’e göre yaygın kabul gören ve hâkim
olan modernite anlayışı aslında Batının Avrupamerkezcilik temelinde inşa ettiği
bir kurgudur. Avrupamerkezci modernite yerli halkları vahşi ve barbar olarak
görüyor, onların kültürlerini değersizleştiriyor. sömürgeciliği
meşrulaştırıyor.
***
Dussel Avrupamerkezci dünya düzeninin,
başlangıç yılı olarak 1492’yi gösteriyor. Neden? 1492’de ne olmuştu? 1492
İspanyolların fetih ve zafer yılıydı. Önce Kastilya Kraliçesi I. Isabel ve
Aragon Kralı II. Fernando’nun evlenmesiyle İspanya İmparatorluğu’nun siyasi
birliği konusunda ciddi bir adım atıldı. Sonra 1492’de fetihlere girişildi.
Önce Gırnata’da Müslümanlar kılıçtan geçirildiler. Endülüs Müslümanlarının
İspanya’da asırlar süren hâkimiyetine son verildi, incelikli kültürlerine
saldırıldı. İspanyolların “Yeniden Fetih” (Reconquista) adını verdileri bu
katliamı Yahudilerin kitlesel olarak İspanya’dan sürülmeleri izledi, Elhamra
Kararnamesi ile Yahudiler kovuldular.
Ardından gemiciliğin, coğrafya bilgisinin
genişlemesiyle denizaşırı toprakların keşfine ve sömürgeleştirilmesine
girişildi.1492’de Kristof Kolomb Amerika kıtasını keşfetti. İspanya Krallığı
kısa sürede büyük bir sömürge imparatorluğuna dönüştü. İspanyollar
fethettikleri topraklardaki yerli halklara Endülüs’teki Müslümanlara
yaptıklarını yaptılar. Yerlilerin başına gelen Gırnata’daki şiddetin devamı,
İber Yarımadası’ndaki Müslüman kıyımının uzantısıydı. Dussel’e göre birbirini
tamamlayan bu katliamlar modern Avrupa’nın kurucu şiddetidir. (1995: 13)
***
İspanyol fatihler sömürgeleştirdikleri topraklardaki
yeri halkların barbar ve gelişmemiş olduğunu söylüyorlardı. Oysa İspanyolların
kıtaya ayak basmasından önce Latin Amerika’da üç büyük uygarlık mevcuttu. Maya,
Aztek ve İnka uygarlıkları. İspanyollar bu uygarlıkları ortadan kaldırdılar.
Yetmezmiş gibi yerlilerin kitlesel ölümlerine yol açan salgın hastalıklar
getirdiler. Bölgenin gasp edilmesinden sonra oradaki yeraltı zenginliklerini
talan ettiler; ele geçirdikleri altınları, diğer madenleri İspanya’ya
taşıdılar.
Fatih-kâşifler gasp ettikleri topraklardaki
yerli halkları kendi tanrılarına tapınmaya zorladılar. Hıristiyan inancını
yayma esasen ‘keşifler’in amaçları arasındaydı. Yerli halkların zihinsel ve
ruhsal açıdan da sömürgeleştirilmesi amaçlanıyordu. Kurtuluş teolojisinin bu
dayatmaya bir tepki olduğu ve alternatif olarak geliştiği de söylenebilir.
On beşinci yüzyıl sonunda keşifler ve
fetihler çağının açılmasıyla Avrupa genişlemesi gerçekleşti. Bir diğer deyişle,
1942’de Avrupalıların Atlantik’i geçmeleriyle, Atlantik’in fethedilmesiyle dünyanın
jeopolitik organizasyonu tamamen değişti. Asırlardan beri dünyanın jeopolitik
merkezi olan Akdeniz havzası yerini Atlantik’e bıraktı. Arapların hakimiyeti
altında buluna Orta Doğu’daki yolların kullanılmasına artık gerek kalmadı,
ticaret deniz yoluyla yapılacaktı. Çin ve Hindistan’a deniz yoluyla gidip
gelinecekti. (1978:3)
***
Dussel bunun “zararsız bir jeopolitik
gerçek” olmadığını belirtir. (1978:8). Çünkü söz konusu değişiklik ve genişleme
katliamların, kıyımların neticesinde gerçekleşmiş, derin bir eşitsizliğe,
adaletsizliğe yol açmış, sömürgeler dünyasını doğurmuştu. İspanyollar Amerika
ve Asya’da, Portekizliler Brezilya, Afrika ve Asya’da sömürge sahibi oldular;
onları izleyen Britanya İmparatorluğu Afrika ve Hindistan’da sömürgeler oluşturdu.
Merkez ve çevreden (çeperlerden) oluşan “bütünlük” ortaya çıktı.
İşte, Dussel bu olayları ve gelişmeleri
göz önüne alarak Avrupamerkezli dünya düzeninin yükselişinde İspanyol
fatihlerin Amerika’yı sömürgeleştirmelerini kurucu olay olarak işaret ediyor ve
Avrupa modernitesinin köklerini 1492’de buluyor. Gerçekten, İspanyol
İmparatorluğu okyanus ötesi keşiflerin, ticaret yolları açmanın öncüsüydü; bu
sayede dünyadaki ilk küresel imparatorluk ve Avrupamerkezli modernitenin
kurucusu oldu.
***
Avrupa dışındaki halkları tarihin dışında
bırakan, onları tarihsizleştiren, tarihin değişik dönemlerinde Avrupalı insanın
deneyimlerini belirleyici kabul eden, kültürel ve bilimsel gelişmeleri onların
çabalarından ibaret gören, önemli dozda ırkçılık barındıran Avrupamerkezci
tarihyazımı Avrupa ve kolonileri arasındaki hiyerarşik güç ilişkilerini
olumluyor, sömürgeciliği meşrulaştırmada Batılı moderniteye eşlik ediyor, hatta
onu tamamlıyor, ona temel kazandırıyordu. Dussel insanlık tarihinin yaratıcısı
olarak Batı Avrupalı insanı gören bu tarih anlayışının en belirgin ifadesini
Hegel’in tarih felsefesinde, onun ‘dünya tarihi’ anlayışında bulduğunu ileri
sürüyor.
***
Alman idealizminin doruğunu temsil eden
filozofun 1837’de yayınlanan Tarih Felsefesi Ьzerine Dersleri’ndeki teorisi
aslında Avrupa’nın dünyanın geri kalanına üstünlüğü açıklama girişimidir. Ona
göre akıl, bilim, medeniyet hep Batıya özgüdür, hep oraya aittir. Avrupa
dışındaki halklar güçsüz ve ilkeldir. Kuzey Amerika yerlileri “ aydınlanmamış
halklar”dır. Köleliğin nedeni de (Batılıların acımasızlığı, insanlık dışılığı
değil de) yerli halkların zayıflıklarıdr. Avrupa’yı merkeze alan bu dünya
tasarımı böylelikle Batı’nın kurduğu hegemonik güç ilişkilerini meşrulaştırır.
Akıl sahibi ve yaratıcı Avrupa’nın kültürel üstünlüğü çoğu kez açıkça savunur,
insanlığın ortak geçmişini reddeder. Jack Goody’nin ifadesiyle söyleyecek
olursak “tarih hırsızlığı” yapar.
***
Hegel’e göre ‘Avrupa’nın ruhu’ kimseye bir
şey borçlu olmaksızın kendi aracılığıyla kendini gerçekleştirmiştir. Dussel,
Hegel’in “mutlak geçek” olarak öne sürdüğü modernitenin kendine gönderme yapan
bağımsız bir sistem olduğu tezine karşı çıkar ‘Avrupamerkezli paradigma’ olarak
nitelediği bu tezin Batı epistemolojisini inşa ettiğini belirtir. Arjantinli kurtuluş
felsefecisine göre bu tek yanlı, sınırlı, yanlış, dar ve indirgemeci bir
değerlendirmedir; bunun ideolojik bir kurgu olduğunun altını çizer.
Modernite Avrupa’da meydana gelmiştir,
ancak Avrupa’nın dışıyla kurduğu diyalektik ilişkiyle gerçekleşmiştir. Avrupa
kendi dışındaki toprakları sömürgeleştirerek ‘dünya sistemi’ni düzenlemiş,
kendini bu sistemin merkezine yerleştirmiştir. Oysa bu sistemin çevresi de
mevcuttur; modernite merkez ile başta Latin Amerika ve Karayipler olmak üzere
çevreyi oluşturan topraklarla ilişki içinde ortaya çıkmıştır. Özetle,
modernite, Avrupalının öteki ile karşı karşıya gelmesinden doğmuştur. (1995:12)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.