Türkiye’nin sorunu ekonomi değil. Ekonominin kötü yönetilmesi, cebimizdeki paranın hiç uğruna eriyip gitmesi, iktisadi manada önümüzü göremez durumda olmamız vs… elbette ciddi sorunlar ama bunların da gerisinde, bunları da üreten bir ana sorun var. Aslında bu “ana sorun”, yalnızca ekonomideki felaket tablosunu değil, eğitim sistemindeki çarpıklıkları da dış politikadaki yanlışları da tarımdaki aksaklıkları da ilah… üreten kaynak.
Çok sayıda ekonomistin ve az sayıda
siyasetçinin her fırsatta sözünü ettikleri -ve çözümü için “yapısal reform”
önerdikleri- yapısal problemlerin de kaynağı aynı.
Dünyaca ünlü ekonomistimiz Daron Acemoğlu
geçen hafta -İskender Öksüz Hocamızın da okunmasını hararetle tavsiye ettiği-
euronews röportajında, “Türkiye’nin problemleri çok daha yapısal, bir tek
enflasyonu azaltarak çözülecek şeyler değil” dedikten sonra bu yapısal
problemlerin neler olduğunu açıklıyordu: “Yolsuzluk, verimsizlik, teknolojiye
yeterince yatırım yapılmaması, eğitimin durumu, kurumların kötüleşmesi…”
diyerek.
Peki, bu yapısal problemler niye ortaya
çıkıyor? Hadi yolsuzluğu anladık, işin içinde para var. Hukuk milletin parasını
koruyamıyorsa, siz de helal haram dinlemiyorsanız anlaşılır bir sonuç. Tamam da
diğer alanlarda bozulmaya neden izin veriliyor? Kurumların çökmesinde, eğitime
boş verilmesinde, yönetimde rasyonalitenin kapı dışarı edilmesinde kimin
menfaati var?
Aradığımız cevap galiba bütün bu
sorunların birbiriyle bağlantılı olmasında. Hepsinin bileşik kaplar gibi
çalışmasında.
Görüyoruz ki bir kurumda yolsuzluk varsa o
kurumda zaten iyi yönetim de olmuyor, liyakat da gözetilmiyor, kurumsal
gelenekler de önemsenmiyor. Şu ya da bu sebeple devlet yönetiminde hukukun
dışına çıkılınca yine diğer bütün olumsuzluklar hemen sökün ediveriyor. İpin
ucu bir yerden kaçtı mı gerisi geliyor.
Zaten yolsuzluk, liyakatsizlik, keyfi
yönetim, kurumların çürümesi vs. temel işlevleri itibarıyla aynı kapıya
çıkıyor. Mesela liyakatsizlik de bir tür yolsuzluk. Hak edenin yerine hak
etmeyeni getirince kurumların yozlaşması da rasyonaliteden kopuş da yolsuzluk
da kendiliğinden beliriyor.
Demek ki bir yönetim anlayışı veya bir
siyasi zihniyet üretiyor bütün bu sorunları.
***
Mevcut iktidarın taşıdığı zihniyeti
kastetmiyorum yalnızca. Her ne kadar 2017’den itibaren en büyük bayraktarı
olmuş olsa da bu zihniyeti mevcut iktidar üretmedi. Seksenleri, doksanları
hatırlıyoruz mesela.
Ama yirmi küsur yıldır tek başına iktidar
olmanın avantajıyla, son dönemde de tek kişilik yönetim modelinin rahatlığıyla
AK Parti çıtayı çok yükseklere çıkardı.
Göç politikamıza bakın mesela:
Afganistan’dan çoban alıyoruz, Avrupa’ya doktor ve mühendis gönderiyoruz. Geçen
yıl üç bin doktor yurtdışına gitmiş, bu yıl bu sayının dört bine ulaşması
bekleniyormuş.
Burada tek mesele ekonomi değilse de
neslinin en parlak zekaları arasından seçilen ve yıllarca okuyarak yetişen bir
doktorun maaşıyla müstahdem maaşı arasında sembolik denebilecek bir fark var
bugün.
Müstahdemin maaşı da açlık sınırının
altında gerçi ama eğitimin, kariyerin, kişisel donanımın değersizleşmesi
bambaşka bir sorun.
Dar gelirli vatandaş enflasyonun altında
ezilmesin diye asgari ücrete sık sık zam yapıyorlar, sağ olsunlar.
Buna mukabil doktorun, mühendisin, mimarın
maaşları veya esnafın kazancı aynı oranda artmadığı için eğitimli kalifiye
çalışanın geliri her geçen gün asgari ücrete biraz daha yaklaşıyor.
Türkiye’deki “ortalama ücret” 2006’da
asgari ücretin iki katıydı. Bugün aradaki fark yüzde 5 civarında. Demek ki Türk
toplumunun bir orta sınıfı yok artık. Küçük bir zenginler zümresi var, bir de
geri kalan yoksullar.
Son dönemde uygulanan politikalar hepimizi
yoksullukta eşitledi. Bu politikaların arkasında toplumun orta sınıfını teşkil
eden eğitimli seçkinleri hor gören bir anlayış mı var? Buna ihtimal vermek çok
abartılı bir komploculuk olur ama netice itibariyle böyle bir kuşkuya yol
açıldığı da ortada.
İşin gerçeği, bizim toplum olarak eğitime
de eğitimli zümrelere de bir süredir eskisi kadar sıcaklık hissetmiyor oluşumuz
belki. Baksanıza, dünyada öğretmenlerinin aldığı ücret en düşük seviyede olan
ülkeler arasındayız. Eğitim konusunu önemseme seviyemiz bu.
Üniversitelerin ve üniversite mezunlarının
sayısı dünya ortalamasının epeyce üstünde ama akademik üretim kalitesi yerlerde
sürünüyor. Dünyadaki en iyi üniversiteler sıralamasında ilk beşyüze veya ilk
bine bazı dallarda bir iki üniversitemiz girebiliyor, bazı dallarda ise hiçbiri
giremiyor. Yine de eğitimin sayısal boyutuyla övünmekten geri durmuyoruz. Dağa
taşa, köye mezraya fakülte açılmasını iyi bir şey zannediyoruz.
***
Takdir edeceğiniz üzere, bütün bunlar
ekonomiyle ilgili sorunlar değil. Toplumda egemen durumdaki zihniyetin ürettiği
çarpıklıklar. Onun için genellikle devlet yönetiminde izlerini fark ettiğimiz
ehliyet ve liyakat sorununun aslında hayatımızın her alanında örnekleri var.
Geçenlerde bir tarikat şeyhinin vefatı
vesilesiyle bir kere daha gördük: Tarikatlarda manevi rehberlik ve irşad makamı
olduğu varsayılan şeyhlik postu hanedan sistemiyle tevarüs ediliyor. Bir şeyh
efendi ölünce yerine geçecek kişi tarikatların çoğunda aile içinden çıkıyor.
Oğullar, kardeşler, damatlar dışında bu göreve layık biri bulunamıyor.
Tarikatlar veya tasavvuf konusunda görüşünüz ne olursa olsun burada bir liyakat
sorunu olduğunu görmek zor değil.
Kimilerimiz tüyü bitmemiş yetimin hakkının
bulunduğu devlet malına el uzatılmasını en büyük günah olarak görüyor ama
yolsuzluklar, hukuksuzluklar günlük hayatımızın olağan pratikleri.
Hazine arazisini gasp edip üstüne bina
diken vatandaşın ne kendisi yaptığının hırsızlık olduğunu aklına getiriyor ne
de başkaları “Burada benim de hakkım var” diye düşünüyor. Çünkü modernite
öncesi asırlardan bugüne taşıdığımız devleti bir ailenin mülkü sayma anlayışına
göre millet değil, devleti yönetenler devletin sahibidir. Devlet bizim millet
olarak sahip olduğumuz ortak hukuk çatısı değildir. Zaten burada millet yoktur,
birbirine düşman veya rakip gruplar vardır.
Ve böyle bir toplumda siyaset, devleti
“onların” mı “bizimkilerin” mi ele geçireceğine ilişkin bir mücadele demektir.
Bu yaklaşım dolayısıyla hukukun üstünlüğü
veya kanun hakimiyeti kavramlarına da aşinalığımız pek yok.
Yasaların ve kuralların her şart altında
herkes için geçerli olması gerekmiyor. Parayı veren düdüğü çalıyor. Mühür
kimdeyse Süleyman o oluyor. Bu çifte standart yolsuzluğu da hukuksuzluğu da
kurumsal çürümeyi de mümkün hale getiriyor. “Yapısal problem”lerin yolu işte
böyle açılıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.