Bu ülke ve bu ülkenin insanları olarak durumumuzun ne olduğu ve ne olacağı mevzusu modernleşme hikâyemizin temel varlık gerekçesi. Bunun temel nedeni de mevcudiyetimizin tatminkâr bir hüviyet teşkil etmediği gerçeğidir. Gerek iç işleyişimizde gerekse de içinde yer aldığımız dünyayla münasebetlerimizde bu nitelikteki varlığımızın varoluşsal bir tehdide dönüşmesi özellikle de dış gelişmelerle ve içerdeki yansımalarıyla bu tehdidin tüm yakıcılığı ile görülmesidir. Dolayısıyla varlığımızın bütün boyutlarıyla anlamlı bir bünyeye ulaşması, bize yönelen tehditleri püskürtecek ve içine düştüğümüz varlık krizini aşmamızı sağlayacak direniş ve diriliş hamlesi bir zorunluluk olarak önümüze gelmiştir. Bu zorunluluk nedeniyle verdiğimiz cevapların, uyguladığımız çözümlerin ne kadar işlevsel olduğu, içine düştüğümüz bu derin krizi ne oranda giderdiği hâlâ önemli bir sorudur. Bu soruya herkesi(mi)n kendince bir cevabı var şüphesiz. Ancak nihayetinde soruya dair yaptığımız değerlendirme ne olursa olsun bu değerlendirmeye eşlik eden somut bir gerçekliğin varlığı önümüzdedir.
Bilindiği üzere pis gerçekler güzelim
teoriyi berbat ediyor çoğunlukla. Durumumuza ilişkin anlatımız ne şekilde
olursa olsun gerçekliğin kendisinin esas şeyi söylediğinin altını çizmemiz
gerekiyor. Diğer taraftan tarihsel olarak yakalandığımız bu derin varlık
krizinin bitmeyen bir anafora dönüşmesi karşısında kurtuluş vadeden her
söylemin esas itibariyle krizin varlığını teyit ettiğini, bu varlık üzerinden
bir gelecek vaadinde bulunduğu gerçeğini göz ardı etmememiz gerekiyor. Anlamlı
yarınlara ilişkin destek talebindeki tüm siyasal söylemlerin dayandıkları
temel, tevarüs edegelen derin krizin ciddiyetini koruduğu hatta akut hale
geldiği iddiası ve itirafıdır. Bu iddia ve itirafın gerçekliğe ne oranda
tekabül ettiği ayrı bir tartışma olmakla birlikte sosyal-siyasal hayatımızın
kaderini tayin edecek nitelikte olan bir söylem olması hasebiyle bile başlı
başına krizin, kırılganlığın göstergesidir. Zaten seçim süreci boyunca koca bir
ülkenin kazanma-kaybetme dikotomisinde sıkışması yaşadığımız savrulmanın nasıl sınır
tanımaz boyutlarda olduğunu gösteriyor. Türkiye varoluşsal sorunlarını
görmezden gelerek, geleceğe öteleyerek anlamlı çözümler ürettiğini varsayıyor.
Anlamı, önemi, etkisi sınırlı
hususları alabildiğine abarttığında, bunun sorunları çözmekten ziyade hasıraltı
ettiğini fark etmemiş gibi yapmayı tercih ediyor. Zaten “mış gibi yapmak”
neredeyse temel alamet-i farikamız maalesef. Seçimleri kimin kazandığının
elbette bir anlamı var. Ancak bizatihi kazanmanın büyük anlamlar taşıdığı bir
yaklaşımın yüzeysellikle malul olduğu izahtan varestedir. Nitekim bir toplumun
tüm enerjisini kimin kazandığı veya kaybettiği lokasyonunda tüketmesi
yaşadığımız derin krizin neden kuşaklar boyu katlanarak devam ettiğinin
göstergesi olduğunu gösteriyor. Bu vesileyle tekrar altını çizmekte yarar
var. Odağımızı kaydıran bu tarz okumalar bizi kendi gerçekliğimize
yabancılaştırıyor, kronik sorunlarımızı, yapısal problemlerimizi çarpan
etkisiyle büyütüyor.
Şüphesiz meselemiz derin ve zor. Mareşal
Foch'un dediği gibi zaten "zor olmasaydı mesele olmazdı." Ancak
meselenin zor olması, büyük olması sadece çözüm bulmanın ciddiyetine ve
aciliyetine vurgu yapar. Topluma ve onun tarihine musallat olan ve def edilmesi
mümkün olmayan bir lanet anlamına gelmez, gelmemelidir. Türkiye; yaşadığı sorunu,
tarihsel olarak maruz kaldığı problemi kendi varlığına kasteden ve mutlak
surette giderilmesi gereken bir sorun olarak görmek yerine adeta kimliğinin bir
parçası kılmış, varlığının mütemmim cüzü haline getirmiştir. Bulunduğu
hastalıklı hale bir gerekçe, köklü ve zorlu atılımlarla yüzleşmeme,
kalkışmamanın dayanağına çevirmiştir.
Türkiye'yi sorumsuzluğa, ergin olmayışa
yazgılı hale getiren bu durum her türlü saçmalık için alan açmakta,
istinailikleri, olağandışılıkları beslemektedir. Çünkü istisnai, olağandışı
koşulları haklı-haksız şekilde söylem mimarisinin omurgasına yerleştiren bir
varoluş tarzı, açık konuşmak gerekirse tüm iddialı çıkışlara, stratejik bir
şekilde hedef seçilen yüklü şuuraltına rağmen tarihin bekleme odasında takılıp
kalmayı iradi olarak tercih etmektedir. Başkaları tarafından bu tarz bir
bekleme odasına mecbur edildiği için değil kendisi böyle bir konumlanışı kabul
ettiği için durum böyledir.
Çok uzun ve teferruatlı bir bahis burası.
Şimdilik tam da ikinci yüzyıla giriş vurgularının yapıldığı bu tarihsel süreçte
durumun altını yeniden çizmek ve yapısal anlamda bazı şeyleri dönüştürmediğimiz
sürece bir deja vu halinde bazı şeyleri yaşamaya devam edeceğimizi belirtmek
durumundayım.
Mevcut durumumuza yönelik söylemimiz,
sıraladığımız sorun başlıkları, geliştirdiğimiz cevaplar daha da önemlisi sorun
tanılama ve cevap üretme sistematiğimizde paradigmatik anlamda bir dönüşüm
yaşadığımızı söylemek imkansız. Elbette gerçekliğe örtülen ideolojik bir tülün
varlığı ortada. Ancak yoğunluğu, rengi, karışımı konjonktürel ihtiyaçlara göre
yeniden ayarlansa da esas itibariyle ana yapı varlığını aynıyla sürdürmektedir.
Muhtemelen gerçekliğe ilişkin yoğun ideolojik örtmece gayreti de bir değişim
yaşandığı sanrısı oluşturmak içindir. Statükoyu değişime karşı koruma, dirençli
hale getirme çabasıdır. Değişime karşı direnilmez mottosuna kolayca teslim
olmanın gereği yok. Elbette direnilebilir. Pek çok komplikasyonlara mal olsa da
denilebilir ve bu yönde şiddetli arzularla gerçekliğin sert devinimine karşı
savaş açılabilir, açılıyor. Bu savaşın beklentileri karşılaması elbette zor
ancak değişimin bizatihi belirlenmiş bir hedef doğrultusunda bizi deterministik
şekilde götüreceği varsayımı da büyük bir yanılgıdır.
Değişimin varlıkları aleyhine işleyen bir
tür komplo olduğu ve mutlak surette direnilmesi gerektiği ne yeni bir şey ne de
bizimle sınırlı bir şey. Gelgelelim bu değişim baskısını ve kaçınılmazlığını
yönetmek, ihtiyaç ve gereksinimleri doğrultusunda yönlendirmeye çalışmak kendi
gereksinimleri ile bu değişimin yönü ve hızı arasında bir senkronizasyon
oluşturmak zor, çok zor elbette. Ancak siyasetteki maharet ve anlamlılık tam da
bu mahareti gösterebilme becerisiyle ilintili ve Türkiye’nin iki yüzyılı aşkın
süredir istisnai bir kaç periyod dışında muhtaç olduğu şey de budur.
Bekaya, güce, güvenliğe dönük bitmeyen
vurgularımızın yeniden pik yaptığı bu süreç toplumsal genetiğimize yönelmiş,
hem zaaflarımızı hem de zaaflarımızın arka yüzüne yapışık arzularımızı
kışkırtıyor. Kısır çekişmelerin, ideolojik-politik kamplaşmaların, ideoloji
örtüsüyle kamufle edilmiş basit çıkarların çekişmesinde olduğu için ne anlamlı
konuşmak ne de nitelikli bir seviye edinmek mümkün. Ötekinin varlığının sorun
edildiği yerde sorun çözmekten, anlamlı bir düzen kurmaktan bahsetmek zor. Hele
hele siyasetin bu yönde paralize olması bırakın sorunları çözmeyi bizatihi
soruna, sorun üretim merkezine dönüşmesine yol açıyor. O yüzden zaten
Türkiye’de kazanmak-kaybetmek Türkiye’nin yapısal sorunlarının çözümünden daha
önemli, daha anlamlı, daha hayati geliyor.
Nurettin Topçu’nun 'millet mistikleri'
arasında saydığı 1. Meclis’in sıra dışı vekili Hüseyin Avni Ulaş’ın arkadaşı,
Erzurum Kongresi’nin hazırlayıcılarından ve yine 1. Meclis vekili Süleyman
Necati’nin (Güneri) Yunan ordularının Eskişehir önlerine geldiği (1921)
sıralarda yazmaya başladığı “Türkiye’nin ihyası ve tecdidi için düşündüklerim”
kitabının ele geçen müsveddelerindeki şu satırları paylaşmakta yarar görüyorum:
“Milletin ihyası ve tecdidi yolunda bugünküler de dünküler gibi her şeyi
süngünün ucunda görüyor ve harp cephesinde kazanılacak bir zaferden başka şey
düşünmüyorlar. Böylelikle gün gelip Yunan ordusu denize dökülse ve Misak-ı
Milli dahilinde hür ve müstakil Türkiye kabul eden sulh yapılsa bile, bu zafer
dahi Kanuni’nin zaferleri yanına kuru bir unvan ile yazılmaktan başka bir işe
yaramayacak, bilakis Türk’ün omuzuna yapışmış olan binlerce tufeylinin bir
müddet daha istirahat ve tahakkümünü temin edecektir. Bu taktirde pek çok
sevdiğim milletimin ve vatanımın tecdit ve ihyası ümitlerini mahşere talik
etmek lazım gelecektir.
Türk'ün düştüğü saha muharebe meydanı
değil, iktisat ve ahlak çukurudur. Kişi düştüğü yerden kalkar.” Süleyman Necati
haklı olarak o günkü şartlar içerisinde sorunun sadece askeri değil aynı
zamanda ve daha temelde ekonomik ve ahlaki yönleri olduğunu belirtiyor. Bugün
de aynı şeyin altını çizmek durumundayız. Türkiye’nin çok köklü, yapısal ve
bütüncül meseleri var ve meseleler bütüncül ele alınmadıkları sürece ne seçim
kazanmanın ne de aktörlerin değişimleri üzerinden hâl yoluna koyulmasının imkân
ve ihtimali yoktur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.