31 Ekim 2020 Cumartesi

Modernleşme ve dindarlaşma eşzamanlı var olmaz/ Volkan Ertit:

Türkiye sekülerleşiyor mu dindarlaşıyor mu? Bazı sosyal bilimcilere ve seküler ideoloji mensuplarına göre hızla dindarlaşıyoruz ya da toplum dini değerlere göre dizayn edilmeye doğru hızla savruluyor. Ancak başka sosyal bilimciler öyle söylemiyor. Onların ellerindeki veriler, dini kodların kadın-erkek ilişkilerinde, güncel hayatta giderek etkisini yitirdiğini gösteriyor. Sosyal Bilimci Volkan Ertit’le Türkiye’nin seküleşme olgusunun boyutlarını konuştuk.

MUHAFAZAKÂRLAR GELENEKSEL DEĞERLERİN GİDEREK SİLİKLEŞTİĞİNİN FARKINDA

Altı baskı yapan kitabınızın başlığı Endişeli Muhafazakârlar Çağı. Neden böyle bir başlık tercih ettiniz? Muhafazakârlar sizce neden endişeli?

Çünkü muhafazakârlar “muhafaza” etmek istedikleri değerlerin, inançların ve bunların gündelik hayata yansıyan davranış kalıplarının gün geçtikçe toplumsal hayatta silikleştiğinin farkındalar. Modernleşme nedeni ile geleneksel ailevi değerler, kadın-erkek ilişkileri, kıyafet kodları ve benzer öğelerde yaşanan dönüşümler muhafazakârların arzu ettiği dönüşümler değildi. Bununla beraber mal/mülk hırsı-statü kaygısı gibi dünyevi arzuların uhrevi kaygıların önüne geçmesi de bu endişeyi arttıran sebeplerden biri.

Sekülerleşme denince ne anlamalıyız? Siz neden yeni bir tanım koydunuz ortaya?

Yeni bir tanıma ihtiyaç duymamın iki temel sebebi vardı. Birincisi İslam’a özcü yaklaşan, yani gerçek İslam’ın ne olduğunu bildiğini iddia eden Türkiyeli akademisyenlerin bana gösterdiği tepkiler. Diğeri ise Hıristiyanlıkla ilgili literatürün sekülerleşme tartışmalarında kullandığı oldukça sığ yöntemler. Yaptığım şey, din kelimesi yerine “doğaüstü” kelimesini kullanmak ve geçmişle-gün arasındaki kıyasa daha fazla vurgu yapmak.

İLAHİYATÇILARIN SEKÜLERLEŞMEYE İTİRAZI OLDUKÇA ŞAŞIRTICI

Biraz daha açabilir misiniz?

Tabii ki. Batı ile ilgili literatür sadece kiliseye gitme sıklığına ve inançlı olup olmamaya indirgenmiş durumda. Hâlbuki inancın hayata yansıdığı birçok alan varken bunu sadece ibadet etme sıklığı ya da inançlı olup olmamaya indirgemek toplumsal dönüşümü yansıtmaktan uzak olacaktır. Zira günün İslam’ı günün Hristiyanlığından çok daha fazla gündelik yaşamı yönlendirmek ister. Bununla birlikte, sempozyumlarda ne zaman “Türkiye sekülerleşiyor” iddiasını dile getirsem ve ardından örnek olarak bazı toplumsal dönüşümlerden bahsetsem, daha çok İslamî İlimler fakültelerinin fıkıh, kelam gibi bölümlerinde yer alan akademisyenler “sizin verdiğiniz bu örnekler dinde yok zaten, o nedenle buna sekülerleşme diyemezsiniz” diye karşı çıkıyorlardı. Verdikleri tepki benim açımdan şaşırtıcıydı, zira gerçek dinin ne olup olmadığını söyleme hakkını kendilerinde buluyor ve hatta dayatıyorlardı. Ben ise sosyolog olarak, dine özcü yaklaşma hakkına sahip değilim. Disiplinim buna izin vermiyor. Sosyologlar, özelde de din sosyologları, dinin "gerçekliğini" değerlendirmezler, onlar var olan olgular üzerinden yaşanan dönüşümü anlamak ve açıklamak isterler.

GERÇEK İSLAM’IN NE OLDUĞU SOSYOLOJİNİN DEĞİL TEOLOJİNİN ALANINA GİRİYOR

Peki “doğaüstü alan” ifadesi size nasıl yardımcı oldu?

Doktora tezimde ortaya attığım tanımın merkezinde “doğaüstü alan” var. Yani, sekülerleşmeyi “doğaüstü alanın geçmişe kıyasla toplumsal prestijinde ve gücünde gerçekleşen azalma” olarak tanımlıyorum. Böylece, artık herhangi bir toplumsal davranış kalıbı kaynağını doğaüstünden (fiziğin ötesinden) alıyorsa, sekülerleşme tartışmalarının parçası durumundadır. “Gerçek” dinin ne olduğunu söyleme hakkını kendinde gören akademisyenlerin de itirazları anlamını yitirmiş oluyor. Zira ben İslam’ın değil, İslam’ın da dahil olduğu doğaüstü referansları olan tüm inançların gündelik hayattaki yansımaları ile ilgileniyorum. Gerçek İslam’ın ne olduğunu anlatmak isteyen akademisyenlere de “bu konu din sosyolojisinin alanına girmiyor, ister gerçek ister değil eğer bir davranışın ardında doğaüstü alan varsa, o konu sekülerleşme tartışmalarının parçasıdır” diyorum.

FAL VE ASTROLOJİYE İLGİ ARTIYORSA ORADA SEKÜLERLEŞME YOKTUR

O zaman son zamanlarda astrolojiye artan ilginin ve ruhçuluk akımlarının sekülerleşme teorisinin iddialarını çürüttüğünü ifade edebilir miyiz?

Eğer elimizde böyle bir bilgi varsa pek tabii. Eğer bir toplumda gün geçtikçe astrolojiye ve bahsi geçen ruhçuluk akımlarına ilgi artıyorsa sekülerleşme tersine gidiyor demektir. Ancak, ne astroloji toplumsal olarak gündelik yaşama dokunacak kadar güçlenmiş durumda, ne de bahsi geçen ruhçuluk akımlarına üye olanlar, baskın dinden uzaklaşanların sayısını kompanse edecek durumda.

ALEVİ DEDELER DE GENÇLERİN HAYATINA DOKUNAMIYOR

“Türkiye sekülerleşiyor” tezinizin sadece Sünniler için değil, Aleviler için de geçerli olduğunu söylüyorsunuz. Alevi sekülerleşmesi denince ne anlamalıyız?

Aleviler ile ilgili yaptığım çalışma ve diğer akademisyenlerin ortaya koyduğu bilgileri bir araya getirdiğimizde şunu açıklıkla ifade edebiliriz: Aleviliğin inanç esasları ve kurumları yeni kuşak Alevilerin gündelik yaşamına daha az nüfuz etmektedir. Nasıl ki cami imamları artık gündelik hayata dair herhangi bir konuda fikir danışılan kişiler değilse ve bir nevi kanaat önderi olmaktan memurluğa evrilmişlerse, aynı şekilde Alevi dedeler de yeni kuşak Alevi gençlerin gündelik yaşamına eskisi kadar dokunamıyorlar. Musahiplik ve Düşkünlük gibi esas kurumlar kentleşme sebebi ile fonksiyonlarını yitirmiş durumdalar.

MUHAFAZAKARLARIN EŞCİNSELLİĞE SERT TEPKİSİ, SEKÜLERLEŞMENİN DAHA GÖRÜNÜR OLDUĞUNUN BİR KANITI

Kitabınızda eşcinsellerin Türkiye’de yaşadığı dönüşümü sekülerleşme olarak ifade etmişsiniz. Peki son dönemlerde özellikle İstanbul Sözleşmesi sebebi ile yaşanan tartışmalarda eşcinselliğe ve eşcinsellere gösterilen sert tepkileri nasıl yorumluyorsunuz? Yumuşama bir tarafa söylemlerde bir sertleşme söz konusu.

Sekülerleşme tartışmalarının temel bir kıstası var. Geçmişle-gün kıyaslaması yapmak. Eğer iki tarih aralığını kıyaslamıyor isek, sekülerleşme tartışması yapma şansımız yok. Şimdi eşcinseller özelinde Türkiye’de yaşanan dönüşümü izninizle birkaç madde ile özetlemek istiyorum. Zaten anlatacaklarım, neden bu kadar sert tepkiler oluştu sorusuna da yanıt olacak. 1. İlk defa 2003 yılında 10 kişi ile gerçekleşen eşcinsellerin onur yürüyüşü, 2013 ve 2014 yıllarında 100 bine yakın katılımla gerçekleşti. Sanırım muhafazakârlar ilk defa bu yürüyüşlerde eşcinselliğin gün geçtikçe normalleştiği gerçeği ile karşılaştılar. Bu yıllardan sonra da sizin bahsettiğiniz sert söylemler devam etti. Ancak, Türkiye’nin dindarlaştığının iddia edildiği 2000’li yıllardan günümüze 19 üniversitede LGBTİ örgütlenmesi gerçekleşti; eşcinseller birçok farklı dernek çatısı altında bir araya gelerek hakları için mücadele vermeye ve kamuoyunu bilgilendirmeye başladılar; aileleri de dernek kurdu (LİSTAG); evlilik törenleri düzenlemeye ve birlikte yaşamaya başladılar; yaşamlarını sosyal medya aracılığı ile geniş kitleler ile paylaştılar. Eşcinsellerin yaşantı biçiminden rahatsızlık duymayacaklarını ifade edenlerin oranı 2006 yılında yüzde 25,7 iken 2012’de bu rakam yüzde 29,1’e yükseldi. Kendimi yanlış ifade etmek istemem. Burada ortaya konulan bilgiler, eşcinsellerin mutlu bir hayatın parçası oldukları ve gündelik yaşamlarında herhangi bir sorunla karşılaşmadıkları anlamına gelmemektedir. Aksine, merkezinde eşcinsellerin ya da trans bireylerin olduğu insan hakları ihlalleri sıklıkla haber sitelerinin konusu olmaktadır. Yine sizin belirttiğiniz son dönemlerde oldukça sert tepkiler ile karşılaşmaktadırlar. İşte bu sert tepkilerin ardında, eşcinselliğin ve eşcinsellerin Türkiye’de “geçmişe kıyasla” daha normal algılanmasına dair bir öfke olduğunu düşünüyorum. Yani daha önce tehlike olarak görecek kadar üzerinde durmadıkları bir konu sosyal medyanın da etkisiyle gündemlerinin parçası olmuş durumda. Bu durumda izninizle soruyu şöyle yanıtlayayım: Muhafazakârların, eşcinsellerin ve eşcinselliğin algılanışındaki ve kabul edilişindeki değişime gösterdikleri sert tepkiler aslında tam da yaşanan sert sekülerleşme sürecinin yansımalarıdır.

HEM MODERNLEŞEN HEM DİNDARLAŞAN BİR TOPLUMLA HENÜZ KARŞILAŞMADIK

Siz Türkiye’nin sekülerleşmesinin en çok 2000’li yıllarda gerçekleştiğini iddia ediyorsunuz. Bu durumda AK Parti bir taraftan toplumun dindarlaşmasını isterken, diğer taraftan da toplumun sekülerleşmesine neden olacak politikaları mı hayata geçiriyor? Bu, paradoks değil mi?

Aslında Türkiye’deki durum bu anlamda oldukça ilginç. Sekülerleşme teorisinin iddiası oldukça basit: Modernleşme sekülerleştirir. Teorinin din sosyolojisi alanındaki gücü bu basit iddiaya dayanıyor. Çünkü hem modernleşen hem de dindarlaşan bir toplumla henüz karşılaşmadık. Olduğunu iddia edenler de ortaya veri koyamıyorlar. Özetle ifade edebiliriz ki, bir toplumun modernleşmesine sebep olacak uygulamalar, aynı zamanda o toplumun -dolaylı olarak- sekülerleşmesini de hızlandırma potansiyeli taşımaktadır. Burada modernleşmeden kastımız Avrupa modernleşmesinin de esas unsurları olan kentleşme, üniversitelileşme, bilimsel gelişmelerin uygulama alanı bulması ve endüstriyel kapitalizm. Sekülerleşme bu dinamiklerin sonucu olarak deneyimleniyor. O nedenle her şehre üniversite açmak, kentleşme oranının artması, internet alt yapısının güçlendirilmesi, modern sağlık kurumlarının sayısının ve ulaşılabilirliğinin 20-30 sene öncesine kıyasla artması, sekülerleşme sürecini besleyen temel öğeler. AK Parti’nin övünerek gerçekleştirdiğini söylediği birçok dinamik aynı zamanda gençlerin sekülerleşmesine neden oldu. Ancak vurgulanmalıdır ki, bu değişim sadece bu topraklara özgü değil. Özellikle Facebook, Twitter, Instagram, Youtube ve akıllı telefonların gündelik hayatın parçası olduğu toplumların gün geçtikçe dindarlaşacağını beklemek çok gerçekçi olmayabilir. İster Türkiye’de ister Breziya ya da İran’da.

SEKÜLERLEŞME İLE DÜNYEVİLEŞME BİRBİRİNE KARIŞTIRILIYOR

Dindarların bir kısmı, diğer dindarların hedonizminden, rahat rahat faiz kullanıyor olmalarından, dünyevi arzu ve hırslarını her şeyin önüne koymalarından rahatsız ve bunları dünyevileşmekle/sekülerleşmekle suçluyorlar. Siz bu iki kavramın arasındaki ilişki için ne söylersiniz?

Bu iki kavram farklı şeylere tekabül etmektedirler. Dindarlar için her dünyevileşen sekülerleşmiş olabilir, zira dünyevileşme aynı zamanda inanç esaslarında da uzaklaşma olarak görülüyor. Buna itiraz edemem. Ama her seküler ya da sekülerleşen kişi dünyevi olmak zorunda değildir. Adı üstünde, dünyevileşme, mal/mülk hırsı, statü kaygısı, unvanlara merak, makam sevdası ve diğer dünyevi arzuları içermektedir. Şimdi şu soruyu sormama izin verin İslam Hocam: Neden bir deist, ateist, agnostik veyahut da inançlı da olsa oldukça seküler biri bu bahsettiğimiz dünyevi hırslara sahip olmak zorunda olsun? Böyle bir sebep-sonuç ilişkisi kurulabilir mi? Bir kişinin herhangi bir doğaüstü öğretiye inanmıyor olması, onu neden ihale peşinde koşan, makam hırsı için dedikodu yapan, sahip olduğu unvanlara sıkı sıkıya bağlı biri haline getirsin ki? Biraz karikatürize bir örnek olacak ama kendimi daha iyi ifade etmek için izninizle ODTÜ Sosyoloji bölümü hocalarından Ulus Baker’i hatırlatmak istiyorum. Oldukça seküler bir kültüre sahip olan Baker’in aynı zamanda dünyevi olduğunu söylemek oldukça zor. Kendisi unvana önem vermezdi, mal biriktirme gibi bir hevesi yoktu ve hatta kendisine ait bir CV’si dahi olmayan kişiydi. Şunu bir kez daha vurgulamama izin verin, dindarlar için her dünyevileşen aynı zamanda sekülerleşmiş olabilir, ama her seküler ihale peşinde koşmak ya da dünyevi arzulara/hırslara sahip olmak zorunda değildir. Bu iki kavramı kullanırken daha hassas bir dilin oluşmasına ihtiyacımız var.

SEKÜLERLEŞMEYİ TERSİNE ÇEVİRMEK ANCAK DOĞAL AFETLERLE MÜMKÜN

Sekülerleşme sürecini engellemek için ya da süreci tersine döndürmek için ne yapılması gerekir?

Sekülerleşmek aslında gündelik hayatta doğaüstüne daha az ihtiyaç duymak demek. Bu durumda desekülerleşmesini istiyorsanız bir toplumun, o toplumun tekrar doğaüstüne ihtiyaç duymasını sağlamanız gerekiyor. Bunu nasıl sağlayabilirsiniz? Oldukça büyük ve telafisi on yıllar alacak doğal afetler, iç savaş, açlık, susuzluk, modern tıp olanaklarının yokluğu vb… Yakın arkadaşım 1999 depreminden sonra başını kapama kararı aldı. Sebebi de şuydu: Babası göçük altında kalmıştı ve o sırada Allah’a “eğer babamı sağ-salim bize bağışlarsan, ben de kapanacağım.” diye dua etmişti. Eğer o gece deprem olmasaydı, ya da o gece farklı bir şehirde olsalardı, ya da evleri daha sağlam olsaydı, Allah’a böyle bir duada bulunmayacaktı.

Volkan Ertit kimdir?

Lisansını Orta Doğu Teknik Üniversitesi Felsefe bölümünden alan Ertit, doktorasını Hollanda’nın eski adı Katolik Nijmegen Üniversitesi olan Radboud Üniversitesi’nden Alevilerin Sekülerleşmesi üzerine yazdığı tez ile almıştır. Ertit’in çalışma alanları içerisinde sekülerleşme teorisi, Batı modernleşmesi tarihi, Aleviler ve Türkiye sekülerleşmesi yer almaktadır. An itibari ile Aksaray Üniversitesi Sosyoloji bölümünde çalışmaktadır.

Vatandaş eve neden ekmek götüremiyor? Mustafa Karaalioğlu/31.10.2020

İzini sürmek, tartışmayı uzatmak gereksiz; Türkiye’de eve ekmek götürememek diye bir büyük mesele vardır. Olmasa bunun bahsi yapılmaz, feryadı da her yerden duyulmaz. Ekonomiyi tarif eden bütün rakamlar alarm sinyali verirken, bilhassa işsizlik ve küçük esnafın gelir kaybı ayan olmuşken gayet tabiidir ki evine ekmek götüremeyenlerin sayısı artar. 

Kimi kelimenin birinci anlamıyla eve somun ekmek dahi götüremez. Kimi iyi beslenemez, kimi çocuğunun okul masrafını karşılayamaz. Kimi kirasını, elektrik faturasını, kredisini ödeyemez… Kimi hak ettiği işi bulamaz, kimi işi bulsa da hak ettiği maaşı kazanamaz… Kimi geleceğini garanti altına alamaz, kimi borç batağından çıkamaz. Bunların hepsi muazzam dertli sosyal sınıfları oluşturur ve tamamı eve ekmek götüremeyen grubuna girer. Fakirlik ve fakirleşme diye de buna denir.

Böylesi durumlarda insanlara söylediklerinin zorla tersini konuşturup, rakamları evirip çevirip, “iyisin iyisin” diyerek veya derdini söyleyenleri türlü bahanelerle yaftalayıp kalabalıklara şikayet ederek gerçeği örtbas edemezsiniz. Ekmek yoksa gerisi boşa çabadır.

Gelin görün ki Türkiye’nin can yakıcı tek meselesi eve ekmek götürememek de değildir. Bununla beraber ve buna sebebiyet veren, birbirini tamamlayan ve sofradan ekmeği eksilten saymakla bitmez meselemiz vardır.

Türkiye’nin o kadar çok yere teslimat eksiği var ki asıl hayret uyandırması gereken hala eve ekmek götürebilmektir.

Türkiye, okula eğitim götüremiyor…

Mahkemeye hukuk götüremiyor…

Medyaya ifade hürriyeti götüremiyor…

Sosyal medyaya ferahlık götüremiyor…

Akademiye bilimsel özgürlük götüremiyor…

Bürokrasiye liyakat götüremiyor…

Siyasete kalite götüremiyor…

Sokağa korkusuzca konuşma hakkı götüremiyor…

Memlekete demokrasi götüremiyor…

Hal böyleyken insanlarına da gelecek umudu götüremiyor…

Hukuku, liyakati, ifade hürriyeti olmayan memleketin ekmeği eksilir, işi azalır, cüzdanı zayıflar, dostu da kalmaz. Türkiye’nin gelip dayandığı çaresizlik ve bugün mahkum olduğu küçülmenin özeti bundan ibarettir. 

Her ne yaşıyorsak kararı kendimiz verdik. Neyimiz eksildiyse tercihi kendimiz yaptık. Mevcut manzara ne tesadüftür, ne şanssızlıktır, ne de dış güçlerin oyunudur. 

Demokrasinin karın doyuran bir sermaye olduğunu, o eksik kalırsa ekmeğin ve işin, refahın ve gelecek umudunun da eksileceği belliyken, Türkiye bu basit kuralı terk etti. Eksilen her demokratik değer, ülkeyi biraz daha fakirleştirdi. Döviz böyle arttı, yatırımlar böyle kesildi, hazine böyle boşaldı, hayat böyle pahalılaştı, işsizlik böyle kontrolden çıktı. Hiçbiri durup dururken, kazara olmadı. Demokrasi geriledikçe kişi başına gelir de 2008 seviyesine kadar indi. Üç yıla kalmaz 25 bin Dolar’ı buluruz diyorduk, 10 bin Dolar bile hayal oldu. Hedefler kaybolunca, iddialar buharlaştı, daha iyi bir hayat umudu kayboldu gitti. Elde, kaygı ve endişe kaldı.  

Neleri, nasıl kaybettiğimiz, nasıl gerilediğimiz aşikar… Çıkış yolu da doğru yere doğru teslimatı yapmaktan geçer. Eve ekmek götürmek istiyorsak hakkı, hukuku, eğitimi, özgürlüğü, temel hakları, liyakati, ehliyeti ait olduğu yere götürmekten başka yol yoktur. Bunun için çok vakit de yoktur.


30 Ekim 2020 Cuma

Artık ekonomi sorunu güven sorunu Ahmet Taşgetiren/30.10.2020

-Dolar 8.32 olmuş. Bu rakam iktidarın 2023 için hedeflediği Dolar kuru (8.02) nun da üzerinde. Hazine ve Maliye Bakanı “Kura bakmıyoruz” diyor. Kuru soranlara da “Siz maaşınızı dövizle mi alıyorsunuz?” tarzında alaycı bir üslup sergiliyor. Maaşını Dolarla almayanları neden ilgilendirsin kur? Ama belli ki birileri Maliye Bakanının bir zamanlar dediği gibi “15’e çıkar diye hesaplanıyordu, Dolar 5 liralara kadar düştü” öngörüsüne inanmıyor ve bu rakam daha yukarılara tırmanır kanaatiyle eline geçen üç kuruşu bile dolara yatırıyor. Ne demiş Davutoğlu: “Dolar o kadar hızlı koştu ki Hazine ve Maliye Bakanının hayalini bile geçti.” Yanlış mı? 

-Merkez Bankası Başkanı da tıpkı Hazine ve Maliye Bakanı gibi “Merkez Bankası olarak reel veya nominal olarak herhangi bir kur seviyesi hedeflemiyoruz” diyor. “Tabi ki mevcut makroekonomik temellere baktığımızda, Türk lirasının oldukça, aşırı değersiz bir noktada olduğunu değerlendirebiliriz. Değersiz TL fiyat istikrarına ilişkin riskler oluşturuyor. Bizim döviz kurlarını hedefleme gibi bir duruşumuz yok” diyor. Demek ki sayın Başkanın demesine göre sorun var ama sorunla kendilerinin işi yok.

-Merkez Bankası Başkanı, yüzde 8.9 seviyelerinde olan 2020 enflasyon tahminini yüzde 12.1’e çektiklerini açıklıyor. Bu da Başkanın tutmayan tahminlerinin peşinden gelen dördüncü enflasyon rakamı revizyonu oluyor. 

-En başta yaşanan ve gittikçe derinleşen hukuk sorunları ve dışardan algılandığı şekilde keyfi ve otoriter yönetim üslubu yüzünden ülkenin risk primi yükselmiş, dünyada sıfırın altında faizle kredi kullandırıldığı bir zamanda yüzde 6’larla zor kredi bulur – bulamaz hale gelmişiz. Üzerimize kondurmuyoruz.  

-Tam bu ortamda hem Cumhurbaşkanı Erdoğan hem Hazine ve Maliye Bakanı ekonominin çok çok iyi durumda olduğuna dair açıklamalar yapıyor: “OECD ve IMF ölçeklerine göre en iyi konumda olan ülkeyiz.” 

-Hele şu askıda ekmek tartışması. Vatandaş evine ekmek götürebiliyor mu götüremiyor mu? Askıda ekmek, herkesin evine bol bol ekmek götürebildiğinin mi, bir ekmeği bile sadaka ile alabilme durumunun göstergesi mi? Askıda ekmek vatandaşın ekmeğe muhtaç hale geldiğini mi gösteriyor yoksa bu bir abartı mı? Askıda ekmeğin bizim toplumumuzun yardımlaşma – paylaşma geleneğinin uzantısı olduğu doğru da sormak gerekir şimdi herkesi o kampanyaya katılmaya davet edenler de herhangi bir fırın veya bakkalın önünde asılmış ekmeklerden evlerine götürüyorlar mı? 

Vatandaş kendi gerçeğinin farkında. Aldığı asgari ücretin (onu da alabiliyorsa) yıldan yıla kaç Dolara tekabül ettiğini ve her gün Liranın nasıl tırtıklandığını biliyor. Ev kirasını nasıl ödeyeceğini düşünüyor, işyeri kirasını nasıl ödeyeceğini düşünüyor, işçi çalıştırıyorsa çalıştırdığı işçinin maaşını nasıl ödeyeceğini düşünüyor, İŞKUR kapılarında bir işe tutunabilmek için nasıl çırpındığını, gidip boş dönmelerin nasıl yüreğine yük olduğunu biliyor. 

Vatandaş yönetime ilişkin ne düşünüyor, biliyor musunuz?

Bakın açık açık yazayım, bunu sizin bu kadar iktidar eksenli duruşlarına rağmen “nefesimizi yansıtmıyor” dediğiniz medya yazmaz. Neden? Ekmek parası yüzünden.   

Bir: Vatandaşın öncelikle sizin problemi anladığınıza dair güveni kayboldu. Yani ekonomi yönetimi yaşanan problemi gördü mü, sebepleri gerçekten anladı mı, vatandaşın ne yaşadığının farkında mı, buna dair güven yok vatandaşta.

İki: Vatandaş, mevcut ekonomi yönetiminin ekonomide ipin ucunu kaçırdığını, çözüm yollarını bilmediğini, acı olan bilmediğinin de farkında olmadığını, çok acayip bir özgüven yaşarken, vatandaşa yabancılaştığını düşünüyor.

Üç: Vatandaş, mevcut ekonomik türbülansta yönetimin başında kim olsa değiştirilmesi gerektiğini, dışarda çok önemli bir ekonomik bilgi birikimi bulunduğunu, bunların her gün seslendirildiğini ama ekonomi yönetiminin bunları bile derleyip toplayıp bir senteze yönelmekten aciz olduğunu görüyor, “Bunca zaafa rağmen bu yönetim neden hala değişmiyor” sorusunu soruyor, cevabında da “Değişmiyor çünkü…”nün devamında liyakatten ziyade akraba ilişkilerini görüyor. Evet efendim, vatandaş bunu görüyor. 

Dört: “Ak Parti iktidarını hala destekleyen kitle bunları görmüyor mu?” sorusu akla gelebilir. Onlar hiç mi sorun yaşamıyor? Bu sorunun birkaç cevabı olabilir: Bir, evet iktidarın uygulamalarından nemalanan, bu iktidar sayesinde zenginleşen bir kesim olduğu doğru. Bunların iktidarı vazgeçilmez görmesi tabii. Ama ekonomi politikalardan zarar görmesine, hatta belki toplumun gelir seviyesi itibariyle en alt tabakalarında olmasına rağmen iktidara desteği sürdüren bir kesim olduğu da doğru. Nedeni, siyasetin inanç eksenli yapısı. İnanç tercihi yapıyor insanlar ve bu noktada Tayyip Erdoğan’dan yana duruyor.  

Beş: Böyle bir durumda insanlara “inanç eksenli davranma” demenin bir mantığı yok. Kaldı ki inanç eksenli duruşun kaçınılmaz olduğu durumlar da söz konusu olabilir. Ancak iktidara “İnsanların inanç duyarlılığını kullanıp, yanlışını onun üzerine inşa etme” deme hakkımız var. Çünkü “Aç insan inancını yer” sözü önemsenirse, inanç duyarlılığı ile hareket eden insanlar bir süre sonra inançlarının istismar edildiği kanaatine sürüklenirler ve ne yazık ki o insanların yüreğini tutma imkânı da kalmaz. Ne diyeyim, insaf edin insanların inançlarını zorlamayın.

Bir ülke batarken... İbrahim Kahveci/30.10.2020

Efendim Yerli ve Milli politikalarımız sürüyor.

Büyük bağımsızlık hamlemizi engellemek için sürekli saldırı altındayız. 

Hem dışarıdan saldırıyorlar hem de içeride işbirlikçileri var. 

Bizim kaderimiz ile Ülkenin kaderi birleşti. Yani bizden başkası bu Ülkeye yaramaz. 

***

Efendim 2001 krizinden sonra İMF-Derviş programında yurtiçinden borçlanacaksan kendi paranla borçlan: Kendi ülkenden kendi vatandaşlarından Amerikan doları ile borçlanma kuralı getirildi. 

Bu kural Damat Bakan Berat Albayrak gelene kadar uygulandı. 

Yerli ve Milli politika uyguladığını, ekonomik bağımsızlığı sağladığını sürekli dile getiren Berat Albayrak, nihayet 2018’den sonra kendi ülkesinden ve kendi vatandaşlarından Amerikan doları ile borçlanmayı yeniden başlattı. 

Böylece Yerli ve Milli kavramını Amerikan doları ile taçlandırabildik. 

Yol yaptık, garantisi Amerikan doları

Köprü yaptık, garantisi Amerikan doları

Havalimanı yaptık, garantisi Amerikan doları

Şehir hastaneleri yaptık, garantisi Amerikan doları

Ama bütün bunları yurtiçinde Yerli ve Milli diye satabiliyoruz. 

Amerikan doları ile bu ülkeyi bu kadar bağlayan başkası oldu mu? Ama asıl soru şu ki; bu kadar Amerikan dolarına bağlanan başka kim çıkıp da Yerli ve Milliyim diyebilirdi? 

***

Amerikan dolarının TL karşısındaki değeri bu yılın başında 5,85 düzeyindeydi. Şimdi 1 dolar 8,30 lirayı geçti. 

Amerikan doları karşısında Türk Lirası on ayda yüzde 40’dan fazla değer kaybetti. 

TL değer kaybettikçe kim kazandı? Elbette sayıları bir elin parmağını geçmeyen Hazine garantili müteahhitler. 

Ya kim kaybetti? 

Elbette tüm Ülke. 

Bakınız dış borçlarımız 421 milyar dolar. Yılbaşındaki kur ile hesapladığımızda TL bazında 2,5 trilyon lira ediyordu. Şimdi aynı borcun TL karşılığı 3,4 trilyon lira. 

Kabaca sadece dış borçlardan kur artışı nedeniyle 1 trilyon lira kaybettik. Ya da şöyle izah edelim: Sadece dış borcun kur artışı zararı GSYH’nın (5 trilyon TL kabul edelim) yüzde 20’sini aldı götürdü.  

İç borçlanmada dolara dönen Ankara’nın bütçesine de büyük zararlar yazılmaya başlandı. 

İthal ürünler vasıtası ile de (yıllık 200 milyar dolar) yurtiçinde hem nihai ürünlerde hem de ara malı kullanılan yerli ürünlerde maliyetler şiştikçe şişti. 

Elbette nihayetinde bütün bu maliyetler Vatandaşın sırtına yüklenecektir. Elektrik zammı, doğalgaz zammı, akaryakıt zammı ve buna ek olarak özel sektörün maliyet zamları peş peşe bizi bekliyor. 

Geçmediğiniz köprüye 45 dolar üzerinden faturayı da siz ödeyeceksiniz. Gitmediğiniz şehir hastanelerinin faturasını da siz ödeyeceksiniz. 

Efendim bu faturaların bir kısmını da şu şekilde ödeyeceksiniz: Vergi verecek ve bölgenize hizmet bekleyeceksiniz. Ama vergileriniz Hazine Garantili Müteahhitlere gideceği için size hizmet gelmeyecek. 

Kısaca ödeyeceksiniz... Hem de her yoldan ödeyeceksiniz. 

***

Dün bir başka meseleyi yazdım. Bazı büyük bankalarımızın piyasa değerleri üzerinden eriyen varlıklarımızı anlatmaya çalıştım. 

2013 yılında 100 dolara alınan bu firmalarımız bugün 15 dolara alınabiliyor. Değerleri yüzde 85 erimiş durumda. 

Şimdi kendi kendimize soralım: Bir ülke bu kadar batarken yönetim ne yapıyor? Ya da Ülkemiz yönetiliyor mu? 

İşte kritik cümle burada...

Ülke gerçekten yönetiliyor mu? Ya da kim için, kimin çıkarları için yönetiliyor? 

Söylemle eylem nasıl bu kadar ters olabiliyor? Yerli ve Milli söylemi ile Ülkemiz yabancılara nasıl peşkeş çekilecek noktaya geldi? 

Lütfen birazcık düşünelim. Kendimiz için olmasa bile evlatlarımız için düşünelim...

Bu ülke batarken siz nerde yer aldınız? Neyi alkışladınız, neye destek verdiniz? Hangi kadrolarda yer aldınız? 

Tarih hepimizi yazacak; unutmayın.

Dindar iktidarın ‘ümmet coğrafyası’ Taha Akyol/30.10.2020

Suud ve bağımlısı Arap rejimleri Türk ihraç ürünlerine ‘boykot’ ya da ‘ambargo’ uyguluyor. Resmi açıklama yapmadan satın almayın diyerek ihracatımızı baltalıyorlar.

Bunu da ‘vatanseverlik’ olarak gösteriyorlar!

Demokratik açık toplumlar olsa, kimi uyar, kimi uymaz. Ama Suud ve uydusu ülkeler despotik rejimlerdir. Hem davranışları ‘kolektivist’tir hem herkesin ekmeği iktidardaki hanedanın elindedir.

Devlet ve doğal kaynaklar, bütün güç ve yetkiler kral ve şeyh ailesinin elindedir.

Kimse itiraz edemez, uymazlık edemez.

Bu olayın Meclis’çe araştırılması için CHP’nin verdiği önerge ve AK Parti ve MHP’nin oylarıyla reddedildi.

Uygur Türkleri üzerindeki Çin zulmünün araştırılması için İYİ Parti’nin önergesi de aynı şekilde reddedilmişti.

‘GÖNÜL COĞRAFYASI’

Suud ve uydusu devletlerin davranışları ciddi sorundur. Numan Kurtulmuş’un “gülüp geçme” sözünü anlamak mümkün değildir. 

Sayın Kurtulmuş’un “hatalarımıza tövbe istiğfar edip yolumuza devam ederiz” sözünü de hatırlıyorsunuz değil mi? (26 Mayıs 2019)

Halbuki demokratik açık toplumlarda hatalar yetkili kurullarda tartışılır, araştırılır, düzeltecek kararlar da yine yetkili kurullarda alınır, kamuya da açıklanır.

Objektif ve kurumsal bir faaliyet alanı olan siyaseti böyle sübjektif duygularla tanımlamak uygulamada ciddi sorunlara yol açıyor. 

“Gönül coğrafyamız” kavramı…

“Şu kadar milyon kilometre kareden bizi Lozan’da bu sınırlara hapsettiler” sözü…

Bunlar sübjektif duygu beyanlarıdır.

Bu sözler miting kalabalıklarını coşturur…  Ama o coğrafyalarda bugün varolan devletlerde ne tür duygulara yol açıyor?!

Ve işte, o coğrafyalarda “dostumuz” diyebileceğimiz kaç devlet kaldı bugün?

TARİHİN DERSLERİ

Laikliğin en radikal versiyonunu uygulayan Atatürk, o zamanki İslam devletleriyle iyi ilişkiler kurmaya ama iç işlerine karışmaya özen gösterdi. Ürdün ve Afgan Kralları ile İran Şahı, radikal Cumhuriyetçi Gazi’nin en yakın dostlarıydı.

Büyük diplomatlarımızdan merhum Feridun Cemal Erkin’in “Dışişlerinde 34 Yıl” adlı anılarını lütfen okuyun. İzmir Marşını dinlerken Ürdün Kralı Abdullah’ın gözlerinin yaşardığını ve söylediklerini görürsünüz.

Suriye’deki askeri darbeler konusunda da tavır almadılar.

Ekim 1931’deki Balkan Konferansı’nda Atatürk’ün “yakın tarihi hepimiz unutalım” diye konuşmasının sebebi neydi, belli değil mi?

Soğuk Harp dönemin kutuplaşma ortamında bile Menderes Arap rejimlerine karışmadı. Devletin artan kapasitesine göre Arap dünyasına açılımı Demirel başlattı. Özal savaşan taraflara eşit mesafede durarak onlara ihracatımızı arttırdı. 

Rejim meselelerine hiçbir karışmadılar.

Araplarla iyi ilişkiler kurmak ama Araplar arası sorunlara, rejim meselelerine karışmamak Türkiye’nin milli politikasıdır.

LABORATUVAR SONUÇLARI

Arap dünyasında hiçbir rejim kendinden emin ve köklü surette kurumlaşmış değildir. O yüzden hep endişelidirler. Despotizmin bir sebebi de bu.

Türkiye, bunu hiç dikkatten kaçırmamalıdır.

Ama Mısır konusundaki tavrımız, darbeyi protesto etmekle kalmadı, sürekli bir kampanya halini aldı. İhvan’ı kendi rejimleri için tehdit sayan Suud ve uyduları Türkiye’nin aleyhine döndü.

Arap rejimlerinin Osmanlı düşmanlıkları da böyle hortladı. 

Suud’ın katil Prensi Bin Selman… 

Medine Kahramanı Fahrettin Paşa’yı ‘haydut’ diye suçlayan BAE Dışişleri Bakanı Abdullah bin Zayed! (10 Mart 2018)

Doğu Akdeniz’de Yunan-Rum ittfakında yer almaları…

Arap Birliği’nin Türkiye karşıtı beyanları…

Terörist YGP-PYD’ye verdikleri destek…

Bu nasıl bir tablo böyle?

Bu tabloya, Türkiye 1923’ten itibaren hiçbir devirde maruz kalmamıştı.

İslamcılar kalben ve zihnen ciddi surette şu soruyu kendilerine sormalıdır: “Ümmet, gönül coğrafyası, üç kıta” gibi coşkularla yürütülen siyaset, üzerimize husumet çekmekten başka ne sonuç verdi?

Muhalefetteyken, hele de gazete sütunlarında, vakıf konferanslarında bu kavramların Türkiye’yi “lider ülke” yapacağını söylemek heyecan vericiydi.

Böyle duygu ve düşünceler elbette olabilir ama bunu devlet siyaseti yapmanın “laboratuvar” sonuçları ortada: “Ümmet coğrafyası”nda Türkiye’nin yalnızlaşması…

 Netice: Siyaset, hele de diplomasi tamamen rasyonel bir faaliyet olmalı, “önce Türkiye” ilkesini hiç akıldan çıkmamalı.

Yeni yerellik ve Türkiye’de ‘yeniden demokratikleşme’ olasılığı E. FUAT KEYMAN/30.10.2020

Yeni yerellik ve Türkiye’de ‘yeniden demokratikleşme’ olasılığı

Sabancı Üniversitesi Rektör Yardımcısı E. Fuat Keyman “Türkiye’nin sorunlarının çözümünün ve demokratik ve adil Türkiye yönetiminin kilit alanı kentli Türkiye düşüncesi, dolayısyla ‘yeni yerellik’tir” diyor.

26  Haziran 1967 günü, Türkiye İşçi Partisi, Diyarbakır Milletvekili Sn. Tarık Ziya Ekinci, partisinin meclis grubu adına kürsüye gelir ve İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planı (1968-72) üzerine konuşmasını yapar.  

Bu çok kapsamlı ve yaratıcı konuşmadan, ve Ekinci’nin o dönem yaptığı diğer önemli konuşmalar ve yazdığı yazılardan, tesadüfen elime geçen ve sahaflardan bulunmuş Doğu Dramı (Ankara, 1967) adlı kitap çalışması ortaya çıkar.  

Tarık Ziya Ekinci, yıllardır, Kürt sorununun şiddetten ayrışmasının gerekliliği, barışçıl çözümü ve genelde Türkiye’de demokrasinin gelişmesi için kritik önemi üzerine ufuk açıcı ve öğretici yazılar yazmaktadır. 

Sn. Ekinci’nin yazdıklarını, söylediklerini hep dikkatle okurum. Doğu Dramı’nı da dikkatle okudum. Dün gibi bugün için de ufuk açıcı, yaratıcı öneriler ve çözümlemelerle dolu bir çalışma.

Doğu Dramı’nı okumak bir yönüyle çok üzücü: yarım asır geçiyor, dünya değişiyor, Türkiye değişiyor ama Kürt sorunu, bölgenin ve bölge insanının dramı değişmiyor. Geleceğe umutsuz bakan, şiddet-işsizlik-yoksulluk-ötekileşme sorunları içinde sıkışmış ve milliyetçilikler tarafından rehin alınmış, her çözüm olasılığından ve umuttan tekrardan umutsuzluğa ve içe kapanmaya defalarca atılmış Doğu’nun Dramı hâlâ  devam ediyor.

Bu konu üzerinde de durmak, tartışmak ve çözüm önerileri üretmek çok önemli. Tarık Ziya Ekinci’de hâlâ Kürt sorununa demokratik ve müzakere temelli çözüm için çalışıyor, düşüncelerini kamusal alanda paylaşıyor.

Bununla birlikte, bu yazı da, yarım asır önce yazılmış Doğu Dramı’nda, Sn. Ekinci’nin yaptığı ve o gün gibi bugünün ve yarının Türkiye’si için de geçerli ve yaratıcı önerisi üzerinde duracağım. Ekinci, Doğu Dramı’nın çözümü için “stratejik şehir merkezleri”nin önemi üzerinde duruyor, ekonomi-kimlik-güvenlik ekseninde yaptığı çözümlemesinin odak noktasına bu kavramı oturtuyor. 

'STRATEJİK ŞEHİRLEŞME MERKEZLERİ’

Ekinci’ye göre, “Bir bölgenin gelişmişliği o bölgede bulunan sanayileşmiş stratejik şehirleşme merkezlerinin bulunmasına bağlıdır. Çünkü sanayileşmiş stratejik şehirleşme merkezlerinin büyük bir gelişme potansiyeli vardır; ve bu merkezler çevrelerini de olumlu bir yönde etkileyerek çevrenin gelişmesini sağlarlar”. Örneğin, Doğu’da, Diyarbakır, Van, Gaziantep bu tür kentler stratejik şehir merkezleri, çünkü bu kentlerin kalkınması, iyi yönetimi ve istikrarı, sadece kendileri için değil, çevrelerindeki kentler için, hatta ülkenin siyasi ve ekonomik istikrarı için kritik öneme sahip.  Ekinci, Doğu Dramı’nın çözülmesi için, bölgenin az gelişmişlikten kurtulması ve demokrasi-ekonomi-güvenlik ekseninde vizyoner ve yaratıcı bir yönetimle yönetilmesini İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nı nı TİP’in plan üzerine görüşlerini dile getirirken öneriyor.  Bu önerinin odağında da, stratejik şehir merkezleri kavramı var. Elli yıl öncesinin kentleşme sürecini daha yeni başlamış Türkiye için çok yaratıcı ve vizyon temelli bir öneri. 

Ekinci’nin stratejik şehir merkezleri önerisini, son on yıldır, akademik dünya içinde kentleşme üzerine yapılan çalışmalarda farklı kavramlar içinde kullanılıyor. Sadece kendisi değil çevresindeki kentler, dolayısıyla bölge için stratejik ve kilit öneme sahip kentler için, “kilit kent”, “kent havzası”, ve “kent bölge” kavramları kullanılıyor. Kent bölgeler, ekonomik olarak dinamik, küresel ve bölgesel ölçekte aktif, olumlu prerformansları hem çevrelerindeki kentler, hem ulusal kalkınma için katma değer yaratan kentler. Küreselleşen dünyada “sermaye-mekan ilişkisi ve müzakeresi” artık sadece ulusal boyuttta değil, giderek artan bir biçimde yerel boyutta, yani “kent ölçeği”nde  gerçekleşiyor. Kentler, ulusal boyut kadar, bazen ondan daha önemli ve etkili oluyorlar; toplumsal ilişkilerin üretiminin ve yeniden-üretiminin, toplum yönetiminin ve demokrasiden çatışma çözümüne uzanan alanda toplum yönetiminin sosyolojik, politik ve ekonomik bağlamını oluşturuyorlar. 

Küreselleşen dünyanın giderek “kentli-küresel dünya” olması; Türkiye’nin de artık (72-75% oranında) “kentli Türkiye” olması gerçeği içinde, kentler, özellikle “kent bölge”ler, kilit öneme sahip alanlar, aktörler, yerel yönetimler konumuna geliyorler. 

Meslektaşım Berrin Koyuncu-Lorasdağı ile yazdığım ve bu yıl Metis’den yayınlanan, Sekiz Kentin Hikayesi: Türkiye’de Yeni Yerellik ve Yeni Orta Sınıflar kitabımızda, “kent bölge” kavramını kullanarak İzmir, Konya, Kayseri, Gaziantep, Denizli, Eskişehir, Diyarbakır, ve Şanlı Urfa’yı inceledik.  Benzer olarak, Fırat Genç, Ayşe Köse Badur, Çağlar Keyder ile yazdığım ve 2021’de İletişim’den yayınlanacak Kentli Türkiye: İmkanlar, Sınırlar, Çatışmalar, kitabında da kent bölge kavramı yoluyla son yıllarda yaşanan değişim ve dönüşüm sürecini masaya yatırdık. 

Araştırmaya dayalı bu çalışmalarımızda, “gücün merkezileşmesine dayalı Cumhurbaşkalığı Hükümet Sistemi ile piyasa merkezli Neoliberalizm arasına sıkışmış Türkiye”nin demokratik ve istikrarlı geleceğinin Kentli Türkiye gerçeğini gören ve kentlerin, özellikle kent bölgelerin, önünü açan bir yönetim tarzında yattığını önerdik.  

Bu öneriyi destekleyen önemli bir örnek de, son dönemde bütün sınırlamalara, baskılara, ve kısıtlamalara rağmen gerek insanlara ayrım yapmadan hizmet götürmek, gerek kent yaşamında birlikte yaşama ve çalışma kültürünü güçlendirme noktalarında başarılı olmuş Kars ve Kars eski Belediye Başkanı Sn. Ayhan Bilgen oldu. Bilgen’i kapsayıcı yönetim tarzı altında Kars, hem hizmet hem de çatışma çözümü alanlarında örnek bir perforans gösterdi.  

Tüm bu örneklerin gösterdiği gibi: Türkiye’nin artık “Kentli Türkiye”ye dönüştüğü gerçeğini anlamadan ne Türkiye’yi anlamak, ne Türkiye’nin sorunlarına çözüm bulmak, ne de Türkiye’yi yönetmek mümkündür.

YENİ YERELLİK

Bu noktada, “yeni yerellik” kavramının önemini vurgulamak istiyorum. Kentli Türkiye içinde, yerellik, sadece belediyeler değil, kent ölçeğinde hareket eden sivil toplumu, sivil insiyatifleri, üniversiteleri, ekonomi aktörlerini, kooperatifleri, medyayı, daha da önemlisi, bu aktörler arası kapsayıcı ve birlikte çalışmayı içeriyor.  

Kapsacılık ve birlikte çalışma, yerelin başarı ya da başarısızlık derecesini belirliyor. 

Altını çizerek vurgulayalım, kentli Türkiye’nin yeni yereli, özellikle, kent bölge potansiyeli taşıyan kentleri, başarılarını, bölgesel ve küresel bağlantılarını güçlendirerek yapıyorlar.  

İşsizlikten mülteciler sorununa, eğitimden hukuka, haklar ve özgürler dilinden birlikte yaşama kültürünün güçlendirilmesine, güvenlikten ekonomik dinamizme, gıda/su/topraktan iklim değişikliğine geniş bir yelpazede Türkiye’nin sorunlarının çözümünün ve demokratik ve adil Türkiye yönetiminin kilit alanı kentli Türkiye düşüncesi, dolayısyla, “yeni yerellik”dir.

Gücün ve yönetimin lider ve yürütme organı etrafında merkezileşmesi üzerine kurulu Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin bugüne kadar gösterdiği zayıf performansın nedenlerinden biri de, yeni yerellik olgusunu göz ardı etmesi olmuştur.

Benzer biçimde, yeni siyasi hayatlarına başlayan DEVA ve Gelecek Partisi gibi siyasi partilerden var olan muhalefet partilerine,  ve İstanbul, Ankara, İzmir’den başlayarak diğer kentlerin yönetimlerine uzanan alanda hareket eden aktörlerin etkili olmasının ve seçim başarısının temel kıstası “yeni yerellik” olgusunu nasıl kullandıkları olacaktır.

Elli yıl önce Tarık Ziya Ekinci’nin stratejik şehir merkezleri fikri, nasıl bir Türkiye, nasıl bir Türkiye yönetimi sorusuna yanıt için önemli bir ip ucu veriyor. Türkiye’nin yeniden demokratikleşme olasılığının önemli bir boyutunu yeni yerellik oluşturuyor. 

*Sn. Tarık Ziya Ekinci’ye teşekkürler, sevgiler.

27 Ekim 2020 Salı

Erdoğan başka bir Türkiye hikâyesi yazmaya soyundu Mehmet Tezkan/27 Ekim 2020

Görünen o ki Erdoğan bazen AKP şapkasıyla, bazen Cumhurbaşkanı elbisesiyle bu politikasını sürdürecek. Batıyı hedef tahtasına koyacak

Erdoğan, AKP Genel Başkanı şapkasını takarak partisinin Kayseri ve Malatya il kongrelerinde konuştu.

Konuşmasında önümüzdeki günlerde izleyeceği politikanın açık seçik işaretleri vardı.

Erdoğan sadece Avrupa'yla değil, ABD'yle de gerekirse Rusya'yla da kavga edeceğini ilan etti.

Belli, açtığı cephe geniş olacak.

Bu yolla, milliyetçi - muhafazakâr seçmeni konsolide etmeyi düşünüyor olmalı veya AKP'deki erimeyi durdurmanın yolunu dış politikayı iç politika haline getirmekte bulmuş olabilir.

Çünkü söyleyecek sözü kalmadı.

Ülkenin hâli perişan.

Ekonomi iflas etmiş.

Uzaktan eğitim tam fiyasko. İnternet alt yapımızın Bulgaristan'dan bile geri olduğu ortaya çıktı.

Pandemi turnusol kağıdı işlevi gördü, aslında zenginmiş gibi duran ülkenin yoksul vatandaşları olduğumuzu ortaya çıkardı.

Ülkenin kötü değil, yönetilmediği anlaşıldı. Düne kadar doları stabil tutmak için Merkez Bankası rezervlerini boşalttıran Hazine ve Maliye Bakanı bugün politika değiştirdi yüksek kur uygulamasına geçti.

Kısaca, iktidarın yegane sahibinin halka söyleyecek sözü kalmadı. Ne dese tutar yanı yok, ortalık delik deşik.

Akşener il il dolaşıyor; esnafla yüz yüze temas kuruyor (oy oranı yüzde 16'ları bulmuş).

Babacan, partisinin il kongrelerinde Erdoğan'ın politikalarını şiddetle eleştiriyor.

Davutoğlu da keza... Makineli tüfek gibi...

İşte tam bu ortamda.

Erdoğan'ın sıkıştığı, gündemi belirleyemediği, "Eyyy Kemal" demekten başka sözü kalmadığı atmosferde Avrupa'daki İslam'a yönelik gelişmeler imdadına yetişti.

Fransa'da onur kırıcı, kabul edilemez karikatürün yeniden gündeme gelmesi, Fransa Cumhurbaşkanı Macron'un sözleri, Almanya'da camiye polis baskını ekmeğine yağ sürdü denilebilir.

Şimdi denilecek ki; "Ne yani sessiz mi kalsaydı, bazı Arap ülkelerinin yaptığı gibi üç maymunu mu oynasaydı?"

Hayır, hayır.

Tepkisinin dozu önemli burada. Eleştirmekten öte kavga çıkarmaya, seçmenini gaza getirmeye, İslam dinini benden başka hiçbir lider savunamaz söylemine yönelik.

Fransa Cumhurbaşkanı'na önceki gün "Zihinsel noktada tedaviye ihtiyacın var" dedi. Dün de "Akli noktada kontrole muhtaç" sözlerini sarf etti.

Almanya Başbakan'ı Merkel de nasibini aldı.

"Siz faşistsiniz" dedi.

"Siz Nazi zincirinin halkasısınız" dedi.

Bu ithamlar bir Fransız için, bir Alman için, Avrupalı için ağır sözler.

Görünen o ki Erdoğan bazen AKP şapkasıyla, bazen Cumhurbaşkanı elbisesiyle bu politikasını sürdürecek. Batıyı hedef tahtasına koyacak.

Hedef de sadece Avrupa yok, ABD'de de var. Washington'a "Sen kiminle dans ettiğinin farkında değilsin Yaptırım neyse geç kalma yap" sözleri kavgaya hazırım anlamı taşıyor.

Peki nihai amaca ne?

Seçimi kazanmak mı? İktidarını korumak mı?

"Hayır daha da ötesi.

Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın'ın "Biz masalları olan bir coğrafyanın çocuklarıyız. Bize yüz elli yıldır modernleşme adı altında başkalarının hikâyeleri anlatıldı. Artık kendi hikâyemizi yazma zamanıdır" tweeti yeni politikanın fikri hazırlığı değil mi?

Diyanet İşleri Başkanı'nın "Ahiret inancı olmayan insandan her türlü kötülük beklenir" sözleri de...

Erdoğan'ın "Evlatlarımızın zihinleri popüler kültür ve sapkın hezeyanlarla doldurulmuştur. Bunun için önümüzdeki dönemde önceliğimiz aileden başlayarak çocuklarımızı hakkıyla yetiştirmek şarttır. Bu değişim sıradan bir müfredat tadilatının ötesinde topyekûn bir eğitim öğretim reformu gerektirir" açıklaması da...

İnşaatın tuğla taşları gibi...

Erdoğan başka bir Türkiye hikâyesi yazmaya soyundu.

Anlatacak başka hikâyesi kalmadı Mehmet Y. Yılmaz/27 Ekim 2020

Artık başka çaresi kalmadı çünkü: Yurtta kavga, dünyada kavga! "Vuruşarak çekilmek" dedikleri şey bu mu yoksa?

Ankara'da elden ele dolaştığı söylenen ancak kamuoyuna resmen açıklanmayan bir araştırmaya göre "siyasi tercihi olmayan, gizleyen veya söylemek istemeyenlerin oranı" yüzde 36'ya çıkmış.

Türkiye gibi bir ülkede, "siyasi tercihi olmayan" bir kitleden daha kalabalık "siyasi tercihini açıklamak istemeyen" olduğunu varsaymalıyız.

Türkiye gibi seçimlerde katılım rekorları kırılan bir ülkede, vatandaşlar siyasi tercihlerini açıklamaktan kaçınıyorlarsa, bunun bir tek nedeni vardır: Korku!

Bu korkularında haksız olduklarını söyleyebilir miyiz?

Anketçi kimin adamı? İhbar eder mi? Memuriyetten atarlar mı? Başıma vergicileri sararlar mı?

Böyle korkular varsa en iyi çözüm "kararsız" görünmektir ama bu kararsızlık bile bir tür karar anlamına gelir.

Ve kuşkusuz ki bundan en çok çekinmesi gereken de iktidar partisidir.

Bu ilginç araştırmayla ilgili bilgiyi Nuray Babacan'ın Hürriyet'te yayımlanan kulis haberinden aldım.

Araştırmanın bir diğer ilginç sonucu, partilerin çekirdek seçmen kitlesinin küçülmesi.

Yani şartlar ne olursa olsun bir partiyi takım tutar gibi tutup, oy veren insanların sayısı azalıyor.

AKP yöneticilerini kara kara düşündürüyor olmalı bu sonuç.

Bir diğer sonuç; oy kullanırken ailenin ortak tutum takınması geleneği çözülüyor.

Kadın ve genç seçmenler, özellikle taşrada "ailenin ortak siyasi tutumunun dışında" davranma eğilimi gösteriyor.

Bu durum taşrada böyleyse, geleneksel ilişkilerin hızla çözüldüğü büyük kentlerde daha da yaygın diye düşünmek yerinde olur.

Babacan, araştırmanın kim için, hangi kuruluş tarafından yapıldığını belirtmemişti.

Ancak bu araştırma Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın son çıkışlarını anlamlandırmamızı da sağlıyor.

Son günlerde sizin de dikkatinizi çekmiş olacağı gibi Mehter gümbürtüsü ortalığı sarmış durumda.

Cumhurbaşkanı bir kez daha "Hristiyan batıya" savaş ilan etti.

Fransızlar meğerse bir geri zekalıyı Cumhurbaşkanı seçmişler.

Almanlar desen Nazilik'ten hâlâ kurtulamamışlar, cami basıyorlar.

Kim olduğunu bilmediğimiz "bir Amerikalı yetkili" Türkiye'ye F-35 filan verilmeyeceğini söylemiş, tabii Cumhurbaşkanı onu söylediğine pişman ediyor!

Çünkü Cumhurbaşkanı'nın "içeride" anlatacağı başka bir hikâyesi artık kalmadı.

Ekmek isteyene "pasta ye" demiyor ama "keyif çayı" teklif ediyor.

Ekonomi pandemi öncesinde de duvara çarpma işaretleri veriyordu, serbest düşüş sürüyor.

Partisinin adı bile boşa çıktı, memlekette ne adalet kaldı, ne kalkınma.

Davet usulü yapılan ballı ihalelerle beslenen bir avuç inşaat oligarkından başka kimse hayatından memnun değil.

Onun için Beylerbeyi, otağını "Davutpaşa'ya" kurdu, sefer Batı'ya yapılacak.

Bir süre Batı'nın ne kadar emperyalist, kötü kalpli, Müslüman düşmanı olduğunu dinleyeceğiz.

Fransız mallarına boykot daveti yapıldı bile. (Ancak Almanların endişe etmesine gerek yok, çünkü o zaman Mercedes'lerden inmek zorunda kalırlar. Mercedes'e binemeyen bir Türk kamu görevlisini, kim adam yerine koyar ki?)

Böyle böyle 2023 Haziran'ına kadar ulaşabileceğini düşünüyor.

Artık başka çaresi kalmadı çünkü: Yurtta kavga, dünyada kavga!

"Vuruşarak çekilmek" dedikleri şey bu mu yoksa?

Ali Babacan/27.10.2020

DEVA Partisi Genel Başkanı Ali Babacan, KARAR TV canlı yayınında Taha Akyol ve Elif Çakır'ın sorularını cevapladı, gündemdeki konularla ilgili çarpıcı açıklamalar yaptı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Fransız mallarına boykot çağrısını yorumlayan Babacan "Gündem değiştirmeye yönelik. 48 saat sonra unutulur. Türkiye'de üretilen Fransız mallarını mı boykot edeceğiz. Küresel dünyada bunlar çocukça şeyler" dedi.

Babacan, doların rekor kırması ve ekonomik krizle ilgili de sert eleştirilerde bulundu. DEVA Partisi lideri, Bakan Berat Albayrak ve Numan Kurtulmuş'un açıklamalarını kastederek "Biri 'dolara bakmıyorum' diyor. Diğeri (Suud boykotu) gülüp geçiyor. Bu nasıl halktan kopukluk! Bu nasıl piyasalardan kopukluk" değerlendirmesi yaptı.

Büyük kamu ihalelerinin hep 3-5 şirkete verilmesini eleştiren Babacan, Devlet Malzeme Ofisi'yle ilgili yeni ekonomi programındaki değişiklik sinyaline dikkat çekti.  

'Müjde' diyerek açıklanan Karadeniz'deki doğalgaz keşfi için de Babacan "Hem bir ülke hem de bir Bakan kurtarılmaya çalışılıyor. Ama piyasaya etkisi sıfır. Çünkü 120 milyar doları harcamışsınız, 120 milyar dolarlık gaz bulsanız kim güvenir?" yorumunda bulundu.

 MÜDAHALE 'OTOSANSÜR' KAYNAKLI

Canlı yayında, DEVA Partisi'nin Malatya'daki billboard ve afişlerine yönelik müdahaleler konusundaki soruyu cevaplayan Babacan, benzer sıkıntılar ile başka şehirlerde de karşılaştıklarını söyledi. Babacan "Billboardlar asılmamıştı ama sözleşmesini iptal ettiler. Fakat afişlerimiz söküldü. Hatta arkadaşlarımız nöbet tuttular. Malatya dışında Diyarbakır'da da bu problemlerle karşılaştık. Fakat burada bir 'otosansür' olduğunu düşünüyorum. Doğrudan merkezden bir yönlendirme olduğunu sanmıyorum. İllere göre yaşadığımız sıkıntılar değişiyor" dedi.

Kongre yaptıkları şehirlerde vatandaşların 'Ben sokakta yatıyorum, eve götürecek ekmeğim yok, param yok, ne yapabilirim' diye kendilerinden yardım istediğini anlatan Babacan "Vatandaşlarımız biraz çekingen davranıyor ama artık korku dağlarının teker teker aşıldığını görüyoruz. Çünkü kaybedecek bir şeyleri kalmadı. O eşiği aşıp eleştirilerde bulunuyorlar artık" diye konuştu.

ASKIDA EKMEK Mİ DOĞRU, 'AL BU ÇAYI İÇ' TEPKİSİ Mİ?

Malatya'da Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın "İşsiziz. Evimize ekmek götüremiyoruz" diyen vatandaşa "Keyif çayı bu. Bu çayı iç" karşılığı vermesini değerlendiren Babacan şöyle konuştu:

"Hükümetin kendi içinde yaşadığı tezatları gösteriyor bu durum. Biliyorsunuz hükümetin küçük ortağı, yoksulluğu ve fakirliğin ne kadar arttığını ve dolayısıyla insanları bir ekmeğe muhtaç olduğunu adeta ispatlarcasına  'askıda ekmek' kampanyası başlattı. Ve hemen aynı günlerde 'Eve ekmek götüremiyorum' diyen bir vatandaşımıza Cumhurbaşkanı'nın 'abartma' demesi, ortada ne kadar büyük bir çelişki olduğunu gösteriyor. Bunlardan hangisi doğru? Bu nasıl bir çelişki? Yoksulluk artıyor ve gerçekten ekmek parasına muhtaç vatandaşlarımızın sayısı hızla artıyor. Buna da gittiğim her ilde şahit olduk. Bu, şu an Türkiye'nin gerçeği. Toplumdan kopmayan herkes de bunu görüyor."

DOLAR ARTIYORSA, BİLİN Kİ HASTALIK VAR

Dolardaki önlenemeyen artışı değerlendiren Babacan, Türkiye'nin enerjide dışarı bağımlı olduğunu, bu yüzden sürekli dövize ihtiyaç duyduğunu belirterek "Böyle bir ülkede kurlar artıyorsa bilin ki orada bir hastalık söz konusu. Hükümet kurlara bakmıyor ama her şey dövizle, kurla ilgili. Özellikle döviz kuru maliyetleri çok etkiliyor. Teknoloji, elektrik her şey döviz. Kurun artması direkt piyasayı etkiliyor ve vatandaşa hayat pahalılığı olarak geri dönüyor" diye konuştu.  

22 AYDA 120 MİLYAR DOLAR NEREYE GİTTİ

Ekonomi yönetiminin kur ve faiz politikalarını eleştiren Babacan şöyle devam etti:

"Rekabetçi kuru savunuyorlar. Peki, neden 1 Ocak 2019'dan bugüne 120 milyar dolarlık döviz satışı ile piyasaya müdahale ederek kuru belli bir noktada tutmaya çalıştınız? Merkez Bankası ya da kamu bankaları aracılığı ile 22 ayda 120 milyar dolarlık operasyon yapıldı. Fakat çok kısa sürede bunlar harcandı. Rezervler azalıp kura müdahale imkanı kalmayınca Merkez Bankası faiz artırmak zorunda kaldı. Geçen yüzde 2 faiz arttı fakat kimse konuşmuyor. Siz Cumhurbaşkanı'ndan bir şey duydunuz mu? Eskiden olsa neler derdi. İkinci faiz artışı ise geçtiğimiz günlerde 'örtü'lü olarak gerçekleştirildi. Sonuç olarak politika faizi arttı. Cumhurbaşkanı 'faiz sebeptir, enflasyon sonuç' diyordu. Erdoğan'ın tezi doğruysa o zaman faizi düşürüp enflasyonun da düşmesini sağlaması lazım. Kuru artık döviz satarak kontrol edemeyecekleri için ve tabii ki rezervler tükendiği için bu sefer faiz artışları ile kuru kontrol etmeye çalışıyorlar. Ama tabii ki bu işin sonu kötü."

 KURALA UYMAYI 'VESAYET' ZANNEDİYORLAR

Kötü yönetimin kuralsızlıkla başladığını vurgulayan Babacan "İstişare anlayışı tamamen yok oldu. Kurallar yok sayıldı, kurumlar adeta tasfiye edildi. Tamamen kuralsız bir yönetim anlayışı var. Anayasa Mahkemesi'nin kararları uygulanmıyor, uygulanmadığı zaman Cumhurbaşkanı uygulamayan mahkemenin arkasında duruyor. Bu çok vahim bir tablo. Bunların hepsi kötü yönetimin emareleri" diye konuştu.

GÖLGE İŞLER YAPILMAYA BAŞLANDI, ÇOK RAHATSIZ OLDUM

AK Parti'den ayrılma sürecinde kötü yönetimin etkili olup olmadığı sorulan Babacan şunları kaydetti:

"İlk istifa mektubumu 2009 yılında verdim. Bunun en önemli sebeplerinden birisi de kurumların bypass edilerek yeni bir iş tutma tarzının emarelerini gördüm. O işlerle ilgili sorumlu bir kurum var fakat tamamen 'gölge' bir ilişki yapısı ile aynı konuda farklı işler yapılabiliyordu. Herhangi bir konuda, o işin sorumlusu ya da görevlisi var. Kurum belli, sorumlu insanlar belli. Aynı alanda bu kişilerin dışında şahsi ilişkilerle belli bir emir-komuta zinciri içinde aynı alanda paralel işler yapılmaya başlanmıştı. Ve ben bu durumdan rahatsızlık duydum. Örneğin, bakanlığım döneminde dışarıdan büyükelçi atanmasına karar verildi."

FORMASYONU GEÇEMEYENE BÜYÜKELÇİLİK İÇİN BASTIRILDI

"Dışişleri Bakanlığım döneminde bakanlığın mesleki formasyonundan geçmeyenlerin, dışarıdan büyükelçi atanması için çok bastırıldı. Ben bunu yapmadım. Büyükelçi, 84 milyonluk Türkiye Cumhuriyeti'ni temsil eder. Dar bir zihniyetin temsilcisi olamaz. Şu an ise dışarıdan büyükelçi atanıyor ve durum çok vahim."

"Kendi çalıştığım dönemde liyakatı olmayan hiç kimseyi bir yere getirmedim, hatta kopmalarımız bu nedenle de yaşandı. Hiçbir kamu kurumuna bir akrabamı getirmedim, o yüzden çok rahattım."

BU HATALARI İKİ AYLIK BAKKAL ÇIRAĞI BİLE YAPMAZ

İnşaat sektörünün büyük rantı nedeniyle çok cazip bir hale geldiğini, sanayicinin bile üretmekten ziyade inşaata yatırım yapmaya başladığını belirten Babacan "Döviz kaynakları, inşaat sektörüne aktarıldı. Fakat inşaat çok az döviz getirisi sağlar. Bu işin çok basit bir mantığı var. Döviz kaynakları yine döviz getirisi yatırımlara ayrılmalıydı. Ekonomiyi yönetenler, öyle hatalar yapıyor ki iki aylık bir bakkal çırağı bunların yaptığı hatayı yapmaz" diye konuştu.

TÜRKİYE'NİN ASKERİ GÜCÜNÜN CAYDIRICILIĞNIN ZAFİYETE UĞRAMASINDAN KORKUYORUM

'Ekonomi konuşulmasın' diye dış politika ve güvenlik konularının ön plana çıkarıldığını söyleyen Babacan "Ekonomik sorunlardan kaçmak için dışarıda macera aranmasına kesinlikle karşıyız. Dış politika ve güvenlik meselelerinde Türkiye’nin geri dönülemez yollara sokulması, askeri gücün caydırıcılığının zafiyete uğramasından çok korkuyorum. Bir kere o caydırıcılık gücünün üzeri çizilirse bedeli ağır olur" dedi.

Babacan "Memleket daha da kötü gitsin' diye bir düşüncemiz yok. Keşke her şey hemen düzelse, kalbimiz ve duamız böyle. Ama bir yandan da mantığımızı ön plana koyduk ve harekete geçtik. Üniversite birinci sınıf öğrenci bile 'Biz ne yapacağız' diyor. Daha birinci sınıftaki öğrenci bunu düşünüyor" diye konuştu.

BİRİ BAKMIYOR, DİĞERİ GÜLÜP GEÇİYOR! BU NASIL BİR HALKTAN KOPUKLUKTUR?

Suudi Arabistan'ın Türk mallarına yönelik ambargo kararına 'Bunlara gülüp geçiyoruz' diyerek cevap veren AK Parti Grup Başkanvekili Numan Kurtulmuş ile dolarla ilgili açıklamaları tartışılan Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak'ın sözlerine tepki gösteren Babacan "(Kur artıyor) deniyor, ilgili Bakan 'Ben kura bakmıyorum' diyor. Önemli ihracat pazarlarımız olan ülkeler, kendi kararları ile Türk mallarına ambargo koyuyorlar. 'Gülüp geçiyoruz' diyorlar. Bu nasıl bir halktan kopukluktur? Bu nasıl piyasadan kopukluktur?" dedi.

Dış politikada 'ülke çıkarı' ile 'insani değer' dengesinin önemli olduğunu vurgulayan Babacan şöyle konuştu:

"Dış politikayı şahsileştirirseniz, 'Ben o masa oturmam', 'Ben o kişiyle tokalaşmam' diyerek yaklaşırsanız ilişkiler yürümez. Siz kendinizi değil; kocaman bir devleti temsil ediyorsunuz. Dar bakış açısı ile diplomatik ilişkilerimizi yürüttüğümüzü görüyoruz. Popülist söylemler, kısa vadede liderlere belki güç kazandırır fakat uzun vadede hiçbir anlam ifade etmez. Dış politika için geniş bir vizyona sahip olmak gerekiyor. Çıkar ile değerleri çok iyi dengelemek lazım. 'Yaşanan ölümlere sessiz kalmayalım' ama çıkar ve değerleri de iyi değerlendirmeliyiz. Şu an Çin'le ilişkilerimizde değerler yerle bir. Hükümet, şu an Çin'e ses çıkartabiliyor mu? Biliyorsunuz iktidarın üçüncü ortağı var. O üçüncü ortak, ezilen Müslümanlar için 'Uygur kışkırtması' ifadesini kullanıyor."

ŞAHSİ İNATLAŞMA YÜZÜNDEN S-400'LER ALINDI

Babacan, ABD ile Türkiye ilişkilerini krize sokan S-400 savunma sistemleri için de dikkat çeken bir değerlendirmede bulundu.

Babacan şunları kaydetti:

"Bu meseleye bir kamu ihalesi gözüyle bakmak lazım. Bir de NATO gözünden. NATO üyesi olduğumuzu unutmadan S-400 meselesine bakmak lazım. Ki NATO 'Bizim sistemlerimize entegre değil' açıklaması yaptı. NATO bir taraf, karşısı da bir taraf. Mesela NATO'ya karşı mı S-400'leri kullanacağız ya da S-400'leri bize satanlara karşı mı kullanacağız? Herhalde S-400'leri bize satanlar, bütün teknik çözümleri de ortaya koymuştur. Sahip olmadığımız bir teknolojiyi kime karşı, nasıl kullanacaksınız... ABD yıllarca bize Patriot vermedi. Bunun üzerine şahsi bir inatlaşma ile S-400'ler alındı. Fakat S-400'ler kurulamadı bile çünkü yaptırımlardan korkuldu. F-35 projesi de sonlandırılırdı ki bu hava savunmasında bizim için ciddi zafiyet oluşturacak. Hem kullanılmayan S-400'le milyar dolarlar verdik hem de F-35'ten çıktığımız için milyarlarca dolar zarar ettik. Kaybet-kaybet yani... "

İHALELER ÜÇ BEŞ ŞİRKETE VERİLİYOR

Çok tartışılan kamu ihaleleri ile S-400'ler arasında bağ olduğunu belirten Babacan "Eğer ortada bir kamu alımı söz konuysa maalesef orada pek çok yanlış şey oluyor. Çok ciddi sorunlar oluyor. Kamu İhale Yasası'nda, büyük projeler için bir istisna maddesi var. Alımlar o istisna madde ile yürüyor. Normalde açık ihale yapılması lazım. İsteyen şirketler ihale şartnamesi alması lazım. Fakat şu anda kamu ihaleleri açık yapılmıyor. Belirli 2-3 şirket var, bunlardan ihale için sadece teklif isteniyor. O teklifler de zaten hazırlanmadan önce arka odalarda ya da başka ofislerde nasıl yapılacağı düzenlenmiş oluyor. Artık öyle kamu ihaleleri için yarış falan yok ortada. Büyük projelerde yok böyle bir şey.

YEP'TE DEVLET MALZEME OFİSİ DETAYI

Yeni Ekonomik Program'ın yapısal reformlar kısmının ikinci maddesi 'Devlet Malzeme Ofisi, uluslararası çapta ve devletin ana satın alma birimi haline getirilecek' şeklinde. Niye? Çünkü Devlet Malzeme Ofisi'nin Kanun'unda diyor ki; yaptığı bütün ihaleler, Kamu İhale Yasası'ndan istisnadır. Yani bir şey satın alırken hiçbir şeye tabii değil. Kamu İhale Yasası'ndan azade bir şekilde süreç işliyor. Bazen gerçekten beyinlerini açıp bakmak istiyorum. Bu maddeyi 'ikinci reform' olarak programa koyan insanların zihinlerinde ne var diye... Gerçekten memleket meselesi mi yoksa şahsi mesele mi?"

Erken seçim tartışmaları için de Babacan, hükümetin dış güvenlik hamleleri ile paralel olabileceğini belirterek şunları söyledi:

"Dış güvenlik, bahane edilerek milletimizi daha da fakirleşmeye mahkum edecek bir söylem tutturabilirler. Dış güvenlik sorunları 'memleket meselesi' diyerek gündeme getirirlerse, erken seçim ötelenebilir. Erdoğan, daha önce de 'Erken seçim istemek; vatana ihanettir' demişti ama Bahçeli çıkıp 'erken seçim' için tarih vermişti. Fakat seçimler yine de 2023'e kalmayacak. Bizim beklentimiz 2021 ya da 2022 yılları arasında."

MECLİS YENİDEN GÜÇLÜ BİR KURUM OLMALI

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile yola devam edilemeyeceğini ifade eden Babacan "'Güçlendirilmiş parlamenter' sistemden yanayız. Ki bu kavrama bizler de çeşitli katkılarda bulunmuş olabiliriz. Bu sistemde Meclis'in yeniden merkeze oturtulması hedefleniyor. Meclis'in tekrar yasama ve denetim yetkisine kavuşmasını istiyoruz. Parlamentonun yeniden güçlü bir kurum olmasını istiyor. Meclis'in temsil gücü daha yüksek, hükümetin temsil gücü yüzde 50 artı bir şimdi. Artık halkımızın yarısından fazlası da parlamenter sistemden yana" dedi.

Babacan'ın açıklamaları şöyle:

İTTİFAK YAPAR MI?

"Her siyasi parti ile görüşüyoruz hatta iktidar kanadı ile de görüşmek için teşebbüslerde bulunduk. Bayramlaşmak istedik fakat kabul etmediler. Partilerle diyaloglarımız var ama işbirliği halinde değiliz. İkili bir işbirliği içinde olabiliriz fakat 3-4 parti ile birleşip işbirliği yapmaktan yana değiliz. Çünkü yeni bir partiyiz ve kendi siyasetimizi ortaya koymaya çalışıyoruz.

BAHÇELİ İLE 'ASKIDA EKMEK' POLEMİĞİ

Türkiye'ye fayda sağlayacak hiçbir iş yapmamışlar ama ağır ifadelerle konuşmak konusunda maharetliler. Tabii bunlar siyasette olan şeyler. Ama burada önemli olan mesele. Parti amblemlerini kullanarak 'askıda ekmek' uygulaması başlattılar. Bizim şahsi derdimiz yok sadece çelişkileri ortaya koyduk.

ERDOĞAN'IN FRANSIZ MALLARINA BOYKOT ÇAĞRISI

Küreselleşen bir dünyada herhangi bir ürün sadece bir ülkenin malı değildir. Türkiye'de üretilen Fransız markalı ürünler var. Onları da mı boykot edeceğiz? Orada bizim vatandaşlarımız çalışıyor. Bunlar küreselleşen dünyada çocukça şeyler. Tamamen hikaye.