Hayatımızda liderlikten sevgiye kadar her alana yön veren bu iç monoloğa çeki düzen vermek için yapmamız gerekenler!
“Daha az hayal kuranlar kuşkusuz ki
hayatta daha az şeyi hak ederler.” sözünün sahibi olan Debbie Millman, bugüne
dek yapılan en iyi mezuniyet konuşmalarından birinde şunu tavsiye etmişti:
“Sevdiğiniz şeyi yapın ve neyi sevdiğinizi anlayana kadar sakın pes etmeyin.
Mümkün olduğunca çok çalışın, büyük hayaller kurun…” Polyanna bayağılığından
uzak bu tavsiye, modern psikolojinin yeteneklerimiz ve potansiyelimiz
hakkındaki inanç sistemlerimizin davranışlarımıza nasıl yön verdiğini ve
başarımıza dair hangi öngörülerde bulunduğunu bildiğini göstermektedir. Bu
anlayışın kaynağı büyük oranda Stanford Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak
çalışan psikolog Carol Dweck’in Aklını En Doğru Şekilde Kullan: Başarının Yeni
Psikolojisi [1] adlı kitabıdır.
Dweck’in araştırmasına göre, kendimiz
hakkında taşıdığımız en temel inançlardan biri kişiliğimizde yer eden şeyleri
nasıl gördüğümüz ve yaşadığımızla ilgilidir. “Sabit zihniyet”e göre,
karakterimiz, zekâmız ve yaratıcı yeteneğimiz anlamlı bir şekilde
değiştiremeyeceğimiz statik ögelerdir ve başarı da doğuştan gelen bu zekânın
doğrulanması, bu ögelerin eşit sabit standartlara uygun olup olmadığının bir
değerlendirmesidir. Her ne pahasına olursa olsun başarı için çabalayıp
başarısızlıktan kaçınmak akıllı ya da yetenekli olma hissini devam ettirmenin
bir yolu hâline gelir. “Gelişim zihniyeti” ise kendine meydan okuyarak gelişir
ve başarısızlığı yeterince zeki olmamanın kanıtı olarak değil, gelişimimiz ve
mevcut yeteneklerimizi ilerletip genişletmemiz için cesaret verici bir sıçrama
tahtası olarak görür. Davranışlarımız, profesyonel ve kişisel anlamda başarıyla
ve başarısızlıkla ilişkimiz ve en nihayetinde mutluluk kapasitemiz kaynağını
çok erken yaşlardan itibaren sergilemeye başladığımız bu iki zihniyetten alır.
Dweck’in yirmi yıl boyunca çocuklar ve
yetişkinlerle yaptığı araştırmalarda, zekânın ve kişiliğin insana dair
kökleşmiş ve değişmez özellikler olmayıp geliştirilebileceğine inanmanın ortaya
çıkardığı sonuçlar oldukça kayda değerdir:
Yirmi yıl süren araştırmalarım kendinize
bakış açınızın hayatınızı sürdürme biçiminiz üzerinde derin bir etkisinin
olduğunu göstermiştir. Olmak istediğiniz kişi olup olmayacağınız ve değer
verdiğiniz şeyleri elde edip etmeyeceğiniz bu görüşe bağlı olabilir. Peki bu
nasıl olur? Nasıl olur da basit bir inancın psikolojinizi ve bunun sonucu
olarak da hayatınızı dönüştürecek gücü olur?
Mizacımızın değiştirilemez olduğuna
inanmak (sabit zihniyet), kendinizi tekrar tekrar kanıtlamaya yönelik bir baskı
doğurur. Sadece belirli miktarda zekânız, belirli bir kişiliğiniz ve belirli
bir ahlaki karakteriniz varsa tüm bunların yeterli seviyede bulunduğunu
kanıtlasanız iyi edersiniz. Bu en temel niteliklerden yoksun gözükmek ve
bunların eksikliğini hissetmek sizin için pek de iyi olmaz.
[…]
Okullarında, kariyer yaşamlarında ve
ilişkilerinde kendilerini içten içe tüketen “kendini kanıtlama amacını” güden
pek çok insan gördüm. Bu insanlar her durumda zekâlarının, kişiliklerinin veya
karakterlerinin onaylanmasını isterler. Her durumu “Sonunda başarabilecek miyim
başaramayacak mıyım? Akıllı biri gibi mi görüneceğim aptal biri gibi mi? Kabul
görecek miyim göremeyecek miyim? Kendimi popüler biri gibi mi hissedeceğim
yoksa ezik biri gibi mi? . . .” diyerek değerlendirirler.
Başka bir zihniyete göre ise bu
özellikler; aslında elinizdeki onlu perden içten içe endişelenmenize rağmen kendinizi
ve dünyanın kalanını elinizde floş royal olduğuna ikna etmeye çalıştığınız
poker oyununda dağıtılan bir el değildir. Bu zihniyette size dağıtılan el
yalnızca gelişim için başlangıç noktanızı teşkil eder. Bu gelişim zihniyeti
temel özelliklerinizin, göstereceğiniz çabalarla geliştirebileceğiniz şeyler
olduğu inancına dayalıdır. İnsanlar her yönden (doğuştan gelen yetenek ve
becerileri, ilgi alanları ve mizaçları açısından) birbirinden farklı olsa da
herkesin uygulama ve deneyimle değişmesi, gelişmesi mümkündür.
Bu zihniyete sahip kişiler herkesin her
şey olabileceğine; yeterli motivasyonu ve eğitimi olan herkesin Einstein veya
Beethoven olabileceğine mi inanırlar? Hayır, fakat bu kimseler bir kişinin
gerçek potansiyelinin bilinmez (ve bilinemez) olduğuna, yıllarca süren tutku
dolu bir çalışma ve eğitimle neler yapılabileceğini öngörmenin imkânsız
olduğuna inanırlar.
Dweck’e göre, “gelişim zihniyetini” bu
kadar çekici kılan şey, kişide onaylanma açlığından ziyade öğrenme tutkusu
yaratmasıdır. Bu zihniyeti diğerinden ayıran özellik, zekâ ve yaratıcılık gibi
insani niteliklerin, hatta aşk ve arkadaşlık gibi ilişki rollerinin çaba ve
planlı uygulama sayesinde geliştirilebileceğine yönelik kanıdır. Bu zihniyete
sahip insanlar başarısızlık karşısında cesaretlerini yitirip köşeye
çekilmezler. Kendilerini bu tarz durumlarda başarısız olarak görmek yerine bu
durumlardan ders çıkarırlar. Dweck şöyle yazar:
Kendinizi geliştirmek varken neden
zamanınızı tekrar ve tekrar kendinizi kanıtlamak için harcarsınız? Eksik
yanlarınızın üstesinden gelmek varken niçin bu eksik yanlarınızı gizleyesiniz?
Sizi gelişmeye zorlayacak arkadaşlar veya partnerler yerine niçin sadece
pohpohlayacak kişileri seçersiniz? Son olarak, sizi ileriye taşıyacak
deneyimler yerine niçin denenmiş ve doğruluğu kanıtlanmış şeylerin peşine
düşesiniz? Hayatınız yolunda gitmediğinde bile (veya özellikle böyle
zamanlarda) kendini geliştirme tutkusu ve buna duyulan bağlılık, gelişim
zihniyetinin ayırıcı özelliğidir. Bu zihniyet insanların hayatlarının en zor
dönemlerinde kendilerini geliştirmelerine imkân sağlayan zihniyettir.
Bu fikir elbette yeni değil; hatta tam
aksine kişisel gelişim kitapları ve içi boş “her şey senin elinde!” klişeleri
için kullanışlı bir malzeme. Fakat Dweck’in çalışmasını farklı kılan şey zihnin
(özellikle de gelişmekte olan zihnin) nasıl çalıştığına dair titiz
araştırmalara dayanması ve sadece bu zihniyetlere yön veren ögelerin değil,
aynı zamanda bu ögelerin nasıl yeniden programlanabileceğini de tanımlamasıdır.
Dweck ve ekibi, sabit zihniyete sahip
kişilerin risk ve çabayı yetersizliğin bir göstergesi olarak gördüklerini
keşfetti. Oysaki zihniyetle çaba arasındaki ilişki iki yönlüdür:
Kişinin bu zihniyeti benimsemesi bir anda
kendisine meydan okumanın değerini ve çabanın önemini fark edivermesiyle olmaz.
Araştırmamız bunun doğrudan gelişim zihniyetinden kaynaklandığını göstermiştir.
İnsanlara gelişim zihniyetini ve bu zihniyetin ilerlemeyi merkezine alışını
anlattığımızda meydan okuma ve çaba ile ilgili fikirler hemen ardı sıra geliyor.
Sabit ve gelişim zihniyetlerini kavramaya
başladıkça bir şeyin başka bir şeye nasıl yol açtığını, niteliklerinizin
değiştirilemez olduğuna dair inancınızın sizi ne tür düşünce ve eylemlere
sürüklerken, geliştirilebilir olduğuna dair inancınızın sizi ne gibi düşünce ve
eylemlere yönlendirerek tamamen farklı bir geleceğe taşıdığını göreceksiniz.
[…]
Zihniyetler, kişinin uğruna çaba
gösterdiği şeyleri ve başarıya bakış açısını değiştirir … hatanın tanımını,
önemini ve etkisini değiştirir … çabanın en temel anlamını değiştirir.
Dweck, yaratıcı başarıyı destekleyen bir
numaralı özelliğin tam olarak gelişim zihniyetine atfedilen dayanıklılık ve
başarısızlık azmi olduğu düşüncesine katılan 143 yaratıcılık araştırmacısının
katıldığı bir anketten şöyle söz ediyor:
Bir zihniyetin içine girdiğinizde yeni bir
dünyaya girmiş olursunuz. Sabit özellikler dünyasında başarı, akıllı veya
yetenekli biri olduğunuzu kanıtlamanızla; kendinizi onaylamakla ilgilidir.
Değişken özellikler dünyasında ise başarının temel şartı yeni şeyler öğrenmek
için kendinizi zorlamanızdır, yani kendinizi geliştirmektir.
Dünyaların birinde, başarısızlık hata
yapmakla ilgilidir. Kötü bir not almak, bir turnuvayı kaybetmek, işten
kovulmak, reddedilmek… Tüm bunlar akıllı da ve yetenekli de olmadığınız
anlamına gelir. Diğer dünyada ise hata gelişmemekle ilgilidir. Değer verdiğiniz
şeylere ulaşamamak. Bu durum potansiyelinizi ortaya koymadığınız anlamına
gelir.
Dünyaların birinde çaba kötü bir şeydir.
Hatalarınız gibi bu da akıllı da ve yetenekli de olmadığınız anlamına gelir.
Öyle ya, akıllı veya yetenekli olsaydınız çabalamanıza gerek kalır mıydı ki?
Gelgelelim diğer dünyada, sizi akıllı veya yetenekli kılan şey çabadır.
Fakat Dweck’in en önemli araştırması, bu
zihniyetlerin nasıl doğduğunu ortaya koymaktadır. Çocuklara, başarıyla sağlıklı
bir ilişki kurmayı öğretirken, kişinin varlığını hissettirmesinin çocuğu
övmesinden neden daha önemli olduğuna dair teoriler üzerinde bu çalışmanın
etkileri görülebilir. Araştırmaya göre bu zihniyetler yaşamın çok erken
dönemlerinde ortaya çıkmaktadır. Yaptıkları çığır açıcı çalışmada Dweck ve
meslektaşları dört yaşındaki çocuklara şöyle bir seçenek sundular: Çocuklar ya
kolay bir yapbozu tekrar yapacaklardı ya da daha zor bir yapbozu yapmayı
deneyeceklerdi. Bu küçük çocuklar bile iki zihniyetten birinin özelliklerine
uygun şekilde davrandılar. “Sabit” zihniyete sahip olanlar güvenli tarafta
kaldılar: Mevcut yeteneklerini doğrulayacak daha kolay yapbozları seçecek,
araştırmacılara akıllı çocukların hata yapmayacağını göstereceklerdi. “Gelişim”
zihniyetine sahip olanlar ise yeni bir şey öğrenmeyeceklerse neden herkesin
aynı yapbozu tekrar tekrar yapmak isteyeceğini sordular. Başka bir deyişle,
sabit zihniyetli çocuklar zeki görünmek için başarılı olmak istiyorlardı. Gelişim
zihniyetine sahip olanların amacı ise kendilerini geliştirmekti. Zira onlara
göre başarı her geçen gün daha zeki olmakla ilgiliydi.
Dweck, iki zihniyet arasındaki farkı gayet
güzel yakalayan bir yedinci sınıf öğrencisinin sözlerini şöyle aktarır:
Bana kalırsa zekâ çalışarak elde
edebileceğiniz bir şey … doğuştan gelen bir şey değil. … Çoğu çocuk vereceği
yanıttan emin değilse soruyu yanıtlamak için el kaldırmaz. Fakat ben genellikle
elimi kaldırıyorum çünkü yanıldığım zaman hatamın düzeltileceğini biliyorum.
Kimi zaman da el kaldırıp “Bu soru nasıl çözülebilir” veya “Bu soruyu
anlamadım. Yardım edebilir misiniz?” diyorum. Böylece zekâmı geliştiriyorum.
Dweck insanları, beyinlerinin zor sorulara
yanıt verirken ve geri bildirim alırken nasıl davrandığını incelemek için
Kolombiya’daki beyin dalgası laboratuvarına getirdiğinde işler daha da ilginç
bir hâl alacaktı. Sabit zihniyete sahip olanlar sadece mevcut yeteneklerini
yansıtan geri bildirimlerle ilgileniyorlar; yeni şeyler öğrenip kendilerini
geliştirmelerine yardımcı olabilecek bilgilere ise kayıtsız kalıyorlardı.
Yanlış yanıtladıkları sorunun doğru yanıtını duymaya bile ilgisizlerdi çünkü
bunu en baştan başarısızlık sayıyorlardı. Gelişim zihniyetine sahip olanlar ise
yanıtlarının doğru veya yanlış olmasına bakmaksızın, mevcut bilgi ve
becerilerini genişletmelerine yardımcı olabilecek her şeye dikkatle
yaklaşıyorlardı – başka bir deyişle onlar için öncelik öğrenmekti; kendilerini
başarı ya da başarısızlık cenderesine sokmamışlardı.
Bu bulgular özellikle eğitim ve kültürel
zekâyı değerlendirmemiz bakımından önemlidir. Çoğunluğu ergenlik çağında olan
yüzlerce öğrenci üzerinde yapılan bir başka çalışmada Dweck ve çalışma
arkadaşları her 10 öğrenciye sözel olmayan bir IQ testinden alınmış oldukça zor
problemler verdiler, sonrasında da öğrencileri performanslarından ötürü övdüler
– çoğu öğrenci soruları doğru cevaplamıştı. Fakat bu övgüler iki farklı şekilde
iletildi: Bazı öğrencilere “Tebrikler, [X sayıda] problemi doğru yanıtladın ve
çok iyi bir sonuç elde ettin. Sen bir dahi olmalısın,” denirken diğerlerine
“Tebrikler, [X sayıda] problemi doğru yanıtladın ve çok iyi bir sonuç elde
ettin. Çok çalışmış olmalısın,” dendi. Kısacası bazı öğrenciler yeteneklerinden
ötürü övülürken bazıları çabalarından dolayı övüldü. Elde edilen bulgular bu
noktada şaşırtıcı olmasalar da rahatsız edici sayılırlar.
Yeteneğe yapılan övgü öğrencileri doğrudan
sabit zihniyete sürükledi ve öğrenciler bu zihniyete uygun belirtiler
göstermeye başladılar: Onlara bir seçenek sunduğumuzda kendilerini zorlayacak
ve onlara bir şeyler öğretecek yeni görevleri reddettiler. Eksik yanlarını
ortaya çıkaracak ve yeteneklerinin sorgulanmasına neden olacak hiçbir şeyi
yapmak istemediler.
[…]
Bunun aksine çabalarından ötürü
övüldüklerinde, öğrencilerin %90’ı yeni şeyler öğrenebilecekleri zorlayıcı
görevin kendilerine verilmesini istediler.
Çalışmanın en ilginç kısmı ise bir sonraki
adımdı: Dweck ve çalışma arkadaşları öğrencilere daha zor problemler verdiler.
Öğrenciler bu problemleri çözmekte o kadar da başarılı olamadılar. Yeteneğinden
dolayı övgüler dizilen çocuklar bir anda aslında o kadar da akıllı veya
doğuştan zeki olmadıklarını düşünmeye başladılar. Dweck bu olayı şu sözlerle
aktarıyor:
Başarılı olmaları dâhi olduklarını
gösteriyorsa başarısız olmalarının anlamı yetersizliklerinden başka ne
olabilirdi ki.
Oysa çabalarından dolayı övülen çocuklar
için karşılaştıkları zorluklar bir hata veya zekâ zayıflığı göstergesi değil;
sadece daha fazla çaba sarf etmeleri gerektiğinin belirtisiydi. Belki de en
önemlisi, bu iki zihniyet çocukların süreçten aldıkları zevkin dozunu da
etkilemişti. Kolay soruların sorulduğu ilk tur, çocukların tümü için keyif
vericiydi. Ancak ne zaman ki sorular zorlaşmaya başladı, işte o zaman
yeteneklerinden dolayı övülen çocuklar için süreç artık keyif verici olmaktan
çıkmıştı. Çabalarından dolayı övülen çocuklar ise problemleri çözerken keyif
almakla kalmıyor; sorular zorlaştıkça daha çok eğlendiklerini de söylüyorlardı.
İkinci gruptaki çocuklar problemler zorlaştıkça performanslarında önemli
iyileşmeler yaşarken ilk gruptakiler “ya başarırsın ya da hata yaparsın”
şeklindeki zihniyetleri yüzünden cesaretleri kırılmışçasına gittikçe daha kötü
bir performans ortaya koymaya başlıyorlardı.
IQ soruları tamamlandıktan sonra
araştırmacılar çocuklardan diğer arkadaşlarına bir mektup yazıp deneyimlerini
anlatmalarını ve problemlerden kaçını doğru yanıtladıklarını söylemelerini
istediklerinde araştırmanın en sarsıcı bulgusuna ulaşılacaktı. Sabit zihniyetin
en zehirli yan ürününün sahtekârlık olduğu bu bulguyla anlaşılmıştı:
Yeteneklerinden dolayı övülen çocukların yüzde 40’ı aldıkları puanları
şişirerek yazmış, yalan söylemişlerdi. Dweck’in bu konuda ne kadar sarsıldığını
kendi yazdıklarından anlamamız mümkün:
Sabit zihniyette, hele bir de yetenekli
biriyseniz, eksiklikler utanç vericidir. Çocukların bu yalanları söylemeleri bu
sebeptendi. Sıradan çocuklara sadece zeki olduklarını söyleyerek onlardan
yalancı kişiler yaratıyor oluşumuz gerçekten endişe verici.
İki düşünce yapısının farkı işte tam da
burada anlaşılmaktadır: Gelişim zihniyetine sahip kişiler için “kişisel başarı,
kendinizin en iyi versiyonunu ortaya çıkarmak için çalıştığınız zaman gelir”.
Hâlbuki sabit zihniyete sahip birisi için “başarı, kendi üstünlüklerini kolayca
tesis etmekten ibarettir. Herkesten daha değerli olmaktır.” İkinci grup için,
başarısızlıklar bir ceza ve bir etikettir. İlk grup için ise bu tür aksilikler
motive edici ve öğretici girdilerdir, bir uyarı işaretidir.
Fakat bu anlayışın en büyük etkilerinden
biri iş veya eğitim hayatında değil aşkta karşımıza çıkar. Dweck’in bulgularına
göre, aynı zıtlık insanların kişisel ilişkilerinde de kendisini göstermektedir:
Sabit zihniyete sahip kişiler ideal eşlerinin kendilerini bir kaidenin üzerine
koyup “tek kişilik bir dinin tanrısı” muamelesi yapacaklarına inanırlar.
Gelişim zihniyetine sahip kişiler ise kendilerini eksiklikleriyle birlikte
sevecek ve o eksikliklerini gidermede kendilerine seve seve yardım edecek, yeni
şeyler öğrenmeye ve daha iyi bir insan olmaya teşvik edecek kişileri tercih
ederler. “Gerçek aşk” hakkındaki pek çok toksik kültürel mitimizin temelinde
sabit düşünce yapısının olduğunu Dweck şöyle aktarır:
Gelişim zihniyeti her şeyin
geliştirilebilir olduğunu söyler. Herkesin -sizin, eşinizin ve ilişkinizin-
gelişip değişmesi mümkündür.
Sabit zihniyette ideal olan anlık,
mükemmel ve sürekli uyumluluktur. Zira böyle olması gerekir. Yepyeni ve
mutluluk dolu bir hayata adım atmak gibi. “Sonsuza kadar mutlu mesut
yaşadılar…” gibi.
[…]
Tek sorun sabit zihniyete sahip kişilerin,
güzel olan her şeyin kendiliğinden gerçekleşmesini beklemeleridir. Bu kişilerin
ilişkilerinde eşler sorunlarını birbirlerine yardım ederek çözmezler. Sorunlar
birbirlerine duydukları aşk sayesinde sihirli bir şekilde çözülür, tıpkı
uykusundan prensinin öpücüğüyle uyanan Uyuyan Güzel veya acınası hayatı prensi
tarafından bir anda değişiveren Sinderella gibi.
Zihin okuma miti de böyle
değerlendirilebilir. Bu mite göre ideal bir çift birbirinin zihnini
okuyabilmeli ve birbirinin cümlelerini tamamlayabilmelidir. Dweck, insanların
ilişkileri hakkında konuşmaya davet edildikleri bir çalışmadan şöyle bahseder:
Sabit zihniyete sahip olanlar hem
kendilerinin hem de eşlerinin ilişkilerini nasıl gördükleri konusundaki küçük
tutarsızlıklar hakkında konuştuktan sonra, bunu bir tehdit olarak görüp
düşmanca tavırlar sergilediler. En küçük bir tutarsızlık bile aynı görüşleri
paylaştıklarına dair inançlarına yönelik bir tehditti.
Fakat tüm ilişki mitleri arasında en
yıkıcı olanı, emek isteyen bir ilişkinin son derece kötü bir ilişki olduğu ve
herhangi bir görüş veya tercih ayrılığının kişinin partnerindeki bir karakter
kusurundan kaynaklandığı inancıdır. Dweck ise gerçeklerle yüzleşmeyi öneriyor:
Hiçbir aksilik yaşanmadan bir başarı elde
etmek nasıl mümkün değilse, çatışmaların ve sorunların olmadığı mükemmel bir
ilişki de aynı şekilde mümkün değildir.
Sabit zihniyete sahip kimseler
ilişkilerindeki çatışmalardan bahsederken suçlayıcı konuşurlar. Suçladıkları
taraf kimi zaman kendileridir, kimi zaman ise partnerleri. Sonrasında da suçu
bir özelliğe, bir karakter kusuruna atarlar.
Fakat konu orada kapanmaz. İnsanlar söz
konusu sorundan dolayı partnerlerinin kişiliğini suçladıklarında, partnerlerine
karşı öfke ve nefret hissederler.
Sorunun kökeni değiştirilemez özellikler
olduğundan, nihayetinde çözüme ulaşılamaz. Bu nedenle sabit zihniyete sahip
kimseler partnerlerinin herhangi bir kusurunu gördüklerinde ona duydukları
saygıyı yitirip ilişkilerine dair bir memnuniyetsizlik yaşamaya başlarlar.
Gelişim zihniyetine sahip kişiler ise
kimseyi suçlamadan partnerlerinin eksikliklerini kabullenebilir ve
ilişkilerinden tatmin olmaya devam edebilirler. Onlara göre yaşanan çatışmalar
bir kişilik veya karakter sorunu değil, bir iletişim sorunudur. Bu dinamik,
romantik birlikteliklerde olduğu kadar arkadaşlıklarda hatta insanların
ebeveynleriyle aralarındaki ilişkilerde dahi geçerlidir. Dweck bulgularını şu
şekilde özetliyor:
İnsanlar bir ilişkiye başladıklarında
kendilerinden farklı bir partnerle karşılaşırlar. Fakat o zamana kadar
farklılıkların üstesinden nasıl gelineceğini henüz öğrenmemişlerdir. İyi bir
ilişkide taraflar bu becerilerini geliştirirler. Onlar bu becerilerini
geliştirdikçe de hem kendileri ilerleme kaydeder hem de ilişkileri sağlamlaşır.
Fakat bunun olması için insanların partnerleriyle aynı tarafta olduklarını
hissetmeleri gerekir… Bir güven ortamı oluştukça taraflar birbirlerinin
gelişimine son derece ilgili hâle gelirler.
Tüm anlatılanları özetlemek gerekirse
zihniyetimiz; bize çevremizde olan biteni anlatan yorumlayıcı bir süreçtir.
Sabit zihniyette bu süreç, iyi bir insan olup olmadığınızı, partnerinizin
bencil biri olup olmadığını veya yanınızdaki kişiden daha iyi biri olup
olmadığınızı değerlendirirken en ufak bir bilgiyi dahi kanıt olarak kullanan,
her şeyi sürekli yargılayan ve ölçüp biçen bir iç monolog tarafından puanlanır.
Gelişim zihniyetinde ise bu iç monolog yargılayıcı olmaktan ziyade kendine yeni
şeyler katmaya ve yapıcı bir eylem ortaya koymaya yarayacak her türlü girdinin
arayışında olan, yeni şeyler öğrenmeye duyulan müthiş bir istektir.
Aklını En Doğru Şekilde Kullan: Başarının
Yeni Psikolojisi kitabının kalanında Dweck, bu temel zihniyetlerin nasıl
oluştuğunu, hayatın farklı alanlarında bu yapıların ne gibi ayırt edici
özelliklerinin karşımıza çıktığını ve çok daha verimli ve besleyici olan
gelişim zihniyetini benimsememiz için bilişsel alışkanlıklarımızda nasıl
değişiklikler yapmamız gerektiğini soruşturmaya devam ediyor.
Dweck C.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.