Daha 18 yaşında bir genç kızdım mürid olduğumda. Dünyadan bu kadar kopmak, ölüm merkezli bir tasavvur içinde yaşamak bana gerçekten ağır geldi. Hocama karşı sevgi ve saygım hep sürse de, rabıtayı, zikri, nafile ibadetleri bıraktım, yoluma sade bir ilahiyat öğrencisi olarak devam ettim. Dinin ilk kaynağından çıktıktan sonra tamamen insanların elinde şekillendiğini fark ettiğimde, bu olgu daha çok ilgimi çekti ve sonraki süreçte tamamen buna odaklandım.
Tarikat meselesine çocukluğumdan beri
aşinayım. Baba tarafından dedem Ohri’de bulunan Halveti tekkesinin müridiydi.
Tekke arkadaşları ve şeyhi hakkında epeyce anekdot anlatırdı. Türkiye’ye göç
edip, oralardan uzaklaşmış olmasına rağmen, bence sadece bedeni buradaydı;
aklı, fikri, gönlü Ohri’de, müzzinliğini yaptığı Ali Paşa camisinde ve tekkede
kalmıştı. Sesi çok güzeldi, Rumeli şivesiyle ve Rumeli tarzıyla çok güzel
ilahiler okurdu. Namazları kıldırırken adap ve erkana öylesine riayet ederdi ki, sanki evde değil,
Ramazan’da İstanbul’un meşhur camilerinden birinde namaz kıldırıyor gibi,
tekbirleri, salavatları, dualarıyla tam tekmil bir ritüel ve müzik ziyafeti
olurdu. Tabii biz çocuk olduğumuz için bunun kıymetini takdir edebilecek
durumda değildik ama İlahiyat Fakültesinin mescidinde o erkana tekrar
kavuştuğumda, benim için nostaljik bir deja vu mahiyetine bürünmüştü namaz
vakitleri. Evde çok katı ve despot bir adam olmasına rağmen, dini muhabbetler
açıldığında ağzından bal damlayan dedem bu hasletlerini içinde büyüdüğü ve var
olduğu tekke kültürüne borçluydu. Allah rahmet eylesin.
Anneannem de dini kimliğini her şeyin
önüne koyan bir kadındı. Çok genç yaşında kocasıyla beraber hicret ettiği bu
ülkede Kuran okutmanın yasak olduğunu bir türlü kabullenmemişti. Oturduğu
mahallelerde isteyenlere Kuran öğretmiş, CHP yönetimine ve batılılaşmaya karşı
açıkça muhalefet etmiş bir insandı. Dedem onun bu açık tavrının başlarına bir
iş açacağından endişelendikçe ‘Ben buraya dinim için geldim, gerekirse başka
ülkeye giderim!’ diyerek restini çeken bir kadındı. Hatta Demokrat Parti’nin de
girdiği -gizli oy açık tasnif- usulü ilk seçimlerde dedem korkusundan oyunu
CHP’ye verirken, o Demokrat Parti’ye vermekten çekinmemişti. O da bir tarikata
bağlıymış, ama nedense bu tarikatın ismi cismi konusunda bir şey konuşulmazdı,
biraz sır gibiydi galiba. Bütün gün elinde tespihi, kıpır kıpır ağzıyla
herkesin hem sevdiği ve saygı duyduğu hem de biraz çekindiği bir kadın olan
anneannem, o günlerin deyimiyle ‘dini bütün’ bir kadındı ama aklına yatmadığı
konularda -günahını üstlenme pahasına- dini hükümlere de itiraz ederdi.
Ailemizin bu iki büyüğü evde dindarlığı,
muhafazakarlığı ve siyaseten muhalifliği temsil ederken, anne ve babamın
jenerasyonu modernliğe daha yakın bir konumdaydılar. Düğünlerde Farah Diba’nın
saç stili ve makyajıyla annemin babamla dans ederkenki fotoğrafları hala o sarı
albümlerden bana bakıyor. Anneannem, annemdeki modernlik sevdasından haz
etmezdi ve babamı bir gün uyararak ‘Bak Sami, ben ona öldükten sonra da
karışırım, bilesiniz!’ demişti. Hakikaten, anneannem öldükten sonra bu uyarıyı
unutan, belki de ciddiye almayan babamla annem, standartların biraz dışında bir
kıyafet satın almışlar anneme. Fakat daha o akşam babam rüyasında ‘Sami! O
elbiseyi hemen paralayacaksın!’ diye hışımla kükreyen anneannemi görünce, biz
bile görmeden elbise ortadan kayboldu. Benim örtünme, ilahiyat fakültesine
gitme serüvenime bu iki büyüğüm de yetişemedi. Yetişebilselerdi, konuşacak ne
çok şeyimiz olurdu diye düşünmekten kendimi alamıyorum.
Bunlar çocukluk hatıralarım. Sonra ben
büyüdüm, lisede düzenli namaz kılmaya başladım ve bitirdikten sonra da
örtündüm. Tesadüfen ya da belki tevafuken A.Ü. İlahiyat Fakültesini kazandım.
Sene 1980, 12 Eylül darbesi yeni olmuş, okuldaki hava bir tuhaf, hiç
beklemediğim şekilde politize bir ortam var. En belirgin gruplar akıncılar ve
ülkücüler… Ayrıca çeşitli Nurcu gruplar, İrancı radikaller, mealciler,
darulharpçılar, selefiler var, bir de bizim gibi lise çıkışlı acemi çaylaklar…
Ülkücüler hariç, kızlar erkeklerle hiç
konuşmuyor, okulun içinde sessiz hayaletler gibi dolaşıyorlar… Erkekler acaip
baskın bir konumda… Zaman içinde öğrencilerin bir de tarikatlarının olduğunu
öğreniyorum. Benim için her şey çok yeni, sanki başka bir zaman dilimine
ışınlanmış gibiyim… Aslında ailemde dindarlık, tarikat var ama bunlar
anneanne-dede jenerasyonuna ait şeylermiş zihnimde demek ki, şaşırıyorum. ( O
yıl yeni örtündüğümde, her yıl yaptığımız gibi kampa gitmiştik. Kamptaki tek
örtülü genç kız bendim ve kıyafetim de bir kot pantolon, bir bluz ve başıma
türban şeklinde dolanmış yemeniden ibaretti. Yani gayet soft bir tesettürdü,
ancak yine de bayağı bir ilgiye sebep olmuştu. Bir gün abdest alırken kamptaki
küçük kızlardan biri beni gördü ve ne yaptığımı sordu. Namaz kılmak için abdest
alıyorum, dediğimde : ‘ Aaaaa, babaanneler namaz kılar, sen niye kılıyorsun?’
dedi şaşkınlıkla… İşte benimki de o hesap, tarikat büyüklerin işiydi bana göre
de, bu kadar genç insanların ehli tarik olması aklımın almayacağı bir şeydi.)
Okuldaki gruplar yeni gelen öğrencileri
kendilerine çekebilmek için kıyasıya bir rekabet halindeydiler. Bir sınıf
büyüğümüz abla ya da abiydi o yıllarda. Ben de çeşitli grupların ilgisine
mazhar oldum. Kimseden kaçmıyordum, herkesi merak ediyordum. Çağırdıkları
yerlere gittim, anlatılanları dinledim, eve gidince de heyecanla evdekilere
anlattım. Okulda, sene içinde vize final gibi bir sistem olmadığı, sadece yıl
sonu sınavları olduğu için, dersler pek kimsenin umurunda değildi, o yüzden bu
tür faaliyetler rahatlıkla yapılabiliyordu.
Ülkücülerden bir grup daha sonra Kurtlar
Vadisi dizinden tanıdığımız Necati Şaşmaz’ın amcasının şeyh olduğu Kadiri
tarikatına mensuptu. Başka bir grup Galip Hasan Kuşçuoğlu’nun -zikir esnasında
şişlerle yanaklarını, karınlarını delmekle tanınan tarikat- halkasına devam
ediyordu. Akıncılar ise, Mahmut Sami Ramazanoğlu’na ya da İskenderpaşa’ya
bağlıydı. Menzil’e bağlı olanlar da vardı. Tarikata girmeyen kişiler
azınlıktaydı. Genel eğilim, ‘Şeyhi olmayanın şeyhi Şeytandır’ fehtvasınca
herkesin mutlaka bir kapıya bağlanması yönündeydi. İlim ise bir ‘kıylü kaal’
idi ve pek de önemli değildi. Kopya çekmek caizdi. Asıl mesele bir tarikat ya
da cemaate dahil olmak, orada hizmet etmek ve bu şekilde mertebe kazanmaktı.
Nurcu gruplar zaten tarikata benzeyen bir
yapılanma içindeydi, bu arkadaşların ayrıca tarikatlara intisab edenleri var
mıydı, şimdi hatırlayamıyorum ama varsa da istisnai olmalı. Radikaller,
mealciler gibi gruplar ya tasavvufa karşıydı, ya da uzaktı, onların gündeminde
tarikat yoktu. Sonraları tanıştığım, Ercüment Özkan liderliğindeki İktibas dergisi camiası ise, ülke çapında bir
tasavvuf/tarikat karşıtlığı mücadelesi yürütüyordu.
Hocalarımız ise talebelere epey uzaktılar.
Bunda, okuldaki siyasi kavgaların payı vardı muhakkak. Kendi akademik
çalışmalarına gömülüp, okulu öğrencilere teslim etmiş gibiydiler. Zaman içinde
12 eylül rejiminin baskıları arttıkça ve vize/ final sistemi gelince, hocalar
okulda yavaş yavaş güç kazandılar. ‘Biz bu okuldan, besmele yazmayı bilmeyen
adamları mezun ettik!’ hayıflanmasını da duyduk hocalarımızdan. Neyse bu arada,
benim de bir tarikat maceram oldu.
Tarikata girmedikçe sanki doğru dürüst bir
Müslüman olamayacakmışım gibi bir kanıya kapıldım bu ortamda. Fakat
korkuyordum, benim için bilinmezliklerle ve aklımın almadığı şeylerle dolu bir
alandı tarikat. Bağlanmak, sorgusuz sualsiz bağlanmak çekindiğim bir şeydi.
Aklımdan geçenleri şıp diye anlayacak, rüyalarıma girecek ve beni yönlendirecek
biri ile böyle bir bağlılık ilişkisine girmek ürkütücü bir şeydi. Ama bana
yardımcı olmayı kafasına koymuş bir ablanın yoğun teşvikleri altında, okulda
hocam olan, şeyh olduğunu bilmeden önce sevdiğim ve hayran olduğum Esat Coşan
hocanın müridi oldum.
Hocamız, esas olarak öğrencileri sürekli
okumaya, çalışmaya, alanlarında iyi olmaya, dünyayı tanımaya yönlendiren, ufuk
açan bir insandı ve bu yönüyle ona hayrandım. Şeyh olduğunu öğrendiğimde ilk
düşündüğüm: ‘Esat Hoca yalan söylemez, şeyhim diyorsa şeyhtir!’ oldu. Ancak
yine de müridi olmaya hemen ikna olamadım,
çünkü çok sıkı bir talim sistemine girmek olarak algılıyordum tasavvufu.
Farz namazların yanı sıra günde 3 vakit daha nafile namaz kılmamız gerekiyordu.
Her an Allah’la birlikte olduğumuz, dolayısıyla en özel hallerimizde bile gayet
edepli bir biçimde davranmamız öğütleniyordu. Yalan, dedikodu, gıybet yasaktı.
Başkalarıyla ilgilenmeyecektik, kendi kusurlarımızı keşfetmeye çalışacaktık.
Boş laf ve boş işlerden kaçınacaktık. Gönlümüzü her an Allah düşüncesi,
dilimizi de Allah zikri ile meşgul edecektik. Gurur, kibir, kendini
beğenmişlik, övünmek şeytani özellikler olduğu için bunlardan uzak duracaktık.
Ve her akşam ‘rabıta’ yapıp, dersimiz olan zikri çekecektik.
Bunları yapmaya gayret ettim aşağı yukarı
iki sene kadar. Rabıta yapmak ilginç bir deneyimdi. Her akşam öldüğümü,
cesedimin yıkandığını, tabuta konulduğumu, mezara indirildiğimi, yakınlarımın
etrafımda ağladığını düşünerek başlıyordum rabıtaya. Sonra başka aşamalara
geçiyordum. Bu arada tasavvufi kitaplar da okuyordum. Kitaplarda genellikle
dünyayla ilgili bütün isteklerden, heveslerden, arzulardan, emellerden vaz
geçmek öğütleniyordu. Ölmeden önce ölmüş gibi yaşamaya dair pek çok menkıbe
anlatılıyor, bu konuda yoğun bir telkinde bulunuluyordu. Ancak bunlar zaman
içinde bana ağır gelmeye başladı. Daha 18 yaşında bir genç kızdım mürid
olduğumda. Dünyadan bu kadar kopmak, ölüm merkezli bir tasavvur içinde yaşamak
bana gerçekten ağır geldi. Hocama karşı sevgi ve saygım hep sürse de, rabıtayı,
zikri, nafile ibadetleri bıraktım, yoluma sade bir ilahiyat öğrencisi olarak
devam ettim. Dinin ilk kaynağından çıktıktan sonra tamamen insanların elinde
şekillendiğini fark ettiğimde, bu olgu
daha çok ilgimi çekti ve sonraki süreçte tamamen buna odaklandım.
Ancak zaman içinde farklı tarikat
ortamlarında da izleyici olarak bulundum. Bunlardan en ilginci rahmetli Oruç
Güvenç hocanın, Yalova’daki bir dergahta gerçekleştirdiği 40 gün 40 gece sema
etkinlikleriydi. Dünyanın her tarafından, hekimler başta olmak üzere, çeşitli
mesleklerden ve farklı dinlerden insanların katıldığı bir etkinlikti bu. 40 gün
40 gece hiç durmadan ilahilerin söylendiği, semaların yapıldığı, sohbetlerin
edildiği bir ortamdı. Daha önce hiç sema tecrübesi olmayan genç yaşlı pek çok
insan burada doğaçlama bir şekilde sema yapıyor, kitap okuyor, tefekkür
ediyordu. Hoca müzikle terapi üzerine çalışıyordu, oraya katılan hekimleri de
bu konuda eğitiyordu, sanıyorum artık eşi bu faaliyetleri sürdürüyor.
Sözü çok uzattım ama, tasavvuf alanı buna
kökten karşı olan grupların dışında, pek çok kişinin ilgisini çeken bir alan.
İnsanlar görünen dünyanın görünmeyen taraflarıyla ilgilenmeyi, maneviyat alemi
denilen bir alandan haberdar olmayı talep ediyorlar. Böyle bir talep olunca,
tabii ki arz da oluyor, bu talebe karşılık üreten pek çok kişi, ekol, grup
ortaya çıkıyor. Sorun talepte değil, ama işin arz kısmında sorunlar var
gerçekten. Gelecek hafta devam edelim inşallah
Tasavvuf alanının sorunlarıDoç. Dr. Hidayet Tuksal
Tasavvuf araştırmaları alanında tanınmış bir isim olan yakın bir arkadaşımın görüşü: “Şu ortamda ben müridlerine tasavvufi terbiye verebilecek, seyr-i sülûk yaptırabilecek ehliyette mürşidler göremiyorum, çünkü çoğu icazetsiz, babadan oğula/damada geçen bir sistem içinde bu makama geliyorlar. Ürünlerine bakıyoruz, bu kanaatimiz pekişiyor.”Tasavvuf geçmişten bugüne, tarihe mal olmuş büyük isimlerin kurduğu ekoller, yetiştirdiği müritler ve yazdığı kitaplar ile hem bir ilim dalı olarak, hem de kültürel kodlarımıza damgasını vurmuş bir olgu olarak varlığını sürdürüyor. İslami literatürde hatırı sayılır bir külliyatın desteğiyle, İlahiyat ve İslami İlimler fakültelerinde tasavvuf dersleri okutulmakta, yüksek lisans ve doktora tezleri hazırlanmaktadır. Müslüman kültürde tasavvufun ortaya çıkışı konusunda, kaynağın Hint ve Çin mistik öğretileri, Hıristiyanlık, Maniheizm gibi İslam dışı din ve kültürler olduğu konusunda çeşitli iddialar varsa da, genel olarak tasavvufun, Hz. Peygamberin Hz. Ebubekir ve Hz. Ali gibi seçkin arkadaşlarına aktardığı bâtınî bir bilgi ve yöntem olduğu kabul edilir. Bu kabule bağlı olarak hemen hemen bütün tarikatlar, silsilelerini bu iki sahabi yoluyla Hz. Peygamberden başlatırlar. Ancak, bazı mutasavvıflara göre tasavvuf dinlerden önce ortaya çıkmıştır. Ülkemizde tasavvufun seçkin simalarından Cemâlnur Sargut’un, hocası ve mürşidi Ken’an Rifâî’den aktardığına göre “tasavvuf aslında herhangi bir din kaydından müstakil olarak mevcut olup, insanla başlayan ve insanla tekâmül eden bir düşünce silsilesi ve hayat tecrübesidir. Din ise tasavvufun şerh ve tefsirine muhtaçtır.”Tasavvufun kimilerine çekici kimilerine de endişe verici gelen tarafı, tasavvufi muhayyilenin çok zengin bir sembolizmle yüklü olmasıdır. Arapça, Farsça ve Türkçe dillerinde üretilen tasavvufi terminoloji bu muhayyilenin genişliğini göstermektedir. Yine bu dillerde yazılan pek çok kitap, ünlü mutasavvıfların hayat hikayelerini, görüşlerini, tasavvufi anlayışlarını günümüze taşımaktadır. Tasavvufi ekollerin kendi aralarında çeşitli farklar olsa da ortaklaştıkları nokta, Allah’ın tüm kâinatı bir aşkla yaratmış olduğu, insanların da nefis terbiyesi ve ilahi aşk yoluyla Allah’a ulaşabileceği anlayışıdır.İnsan sahip olduğu potansiyellerin farkına varmaksızın, içine doğduğu kültürün uysal bir taklitçisi olarak yaşarsa, bilinç sahibi olmayan hayvanlardan bir farkı kalmaz; sürünün bir üyesi olur. Ancak esas olarak ondan beklenen, yeryüzü zamanında ve mekânında geçici bir yolculuk halinde olduğunun bilincinde olarak, asıl büyük hikâyenin farkına varması ve varoluş bilmecesini, Allah’la ilişki halinde çözmesidir. Bunun için insanın alemde ve kendi nefsinde gösterilen delillere/işaretlere karşı duyarlı olması, dünyanın hevâ ve hevesine kapılmaktan kendisini alıkoyması, büyük hikâyeyi merak edip araması, doğruluk ve merhamet ehli olması gerekmektedir. Bu idrak seviyesi kimi zaman herhangi bir yardım almadan da insanda oluşabilir; ancak tasavvufî ekoller bu idrakin insanda oluşmasına yardımcı olma amacına yönelik olarak çalışırlar. Mürşitlerin görevi, genel anlamda insanlarda büyük hikâyeye dair farkındalık oluşturmaya çalışmak ve bu arayış yoluna giren kişilere de kendi usul ve erkânları dairesinde yol göstermek, öğretmenlik yapmaktır.Tasavvuf literatüründe bu yöntemlere, usul ve erkâna dair detaylı pek çok bilgi bulunmaktadır. Ancak kısaca özetlemek gerekirse, mürşidin rehberliğinde derviş önce kendisini tanımayı öğrenir. Bu rehberlik mürşidin sohbetlerine katılmayı, onun verdiği görevleri (zikir, vird, rabıta, nafile ibadetler, halka hizmet vb) yapmayı, toplu şekilde yapılan ritüellere (zikir, hatme, devran) katılmayı içerir. Mürşit, müridinin iç hallerine vakıf olma kabiliyetine sahiptir; adım adım müridinin de bu hallerden haberdar olarak, kötü huylarından ve zaaflarından arınabilmesine yönelik, kişiye özel bir program uygular. Amaç, kişide Allah’ın isimlerinin tecelli edebileceği bir safiyet yaratmak, beş duyu ve aklın ötesinde bir keşf ve ilham alanının açılmasına zemin hazırlamaktır. Bu zorlu sürecin akamete uğramadan yönetilmesi mürşidin de ehliyeti ve liyakati ile yakından alakalıdır. Tarikatlarda “icazet” yani bir tür yeterlilik/diploma usulü vardır; irşad etmeye icazet almış kişiler ancak mürşid olarak kabul edilirler.Şimdi, bu kadar kitâbî bilgiden sonra, gelelim günümüzdeki durumlara… Önceki yazımı şöyle bitirmiştim: “İnsanlar görünen dünyanın görünmeyen taraflarıyla ilgilenmeyi, maneviyat alemi denilen bir alandan haberdar olmayı talep ediyorlar. Böyle bir talep olunca, tabii ki arz da oluyor, bu talebe karşılık üreten pek çok kişi, ekol, grup ortaya çıkıyor. Sorun talepte değil, ama işin arz kısmında sorunlar var gerçekten.”Aslında bu cümleyi tekrar okuyunca, talepte hiçbir sorun yokmuş gibi bir ifade serdetmiş olmaktan pişman oldum; çünkü hem talepte hem de arzda sorun olduğunu söylemek daha doğru belki.Talep kısmındaki en önemli sorun bence hazırlıksız ve birikimsiz olmak. Eski zamanlarda okuma yazma yaygın değildi, kitaplara ulaşmak çok zordu, bu koşullarda insanların belki hazırlanması ve talip oldukları alanla ilgili bir altyapıya sahip olmaları mümkün değildi; ancak günümüzde koşullar çok farklı. Tasavvuf literatürü, en çetrefil eserlere varıncaya değin, büyük ölçüde Türkçeye çevrilmiş ve yayınlanmış durumda. Ekoller, yöntemler, yaklaşımlar, farklılıklar ve tartışmalar da dahil olmak üzere, yığınla bilgi kitaplar ve tezlerde mevcut. Bunları hiç okumadan bu alana girmeye niyetlenmek, bence çok tehlikeli bir iş; neticelerini zaten medyaya düşen kötü örneklerden biliyoruz. İnsanlardaki bu arayışı para ve nüfuz, duygusal ve cinsel sömürü amacıyla suiistimal eden pek çok sahte mürşit ve bunlara yem olan pek çok insan var. Böyle bir ortamda, sağdan soldan duyarak, arkadaşa uyarak, reklamlara kanarak böyle bir işe kalkışmak, sonucu genellikle kötü biten bir maceraya dönüşebiliyor. Kısaca bilgi, altyapı, birikim şart. Bunlar sağlandıktan sonra bile çok dikkatli olmanın; bir mürşide bağlanma tercihinde bulunulduğunda, telkin edilenin aksine, sorgulama butonunu kapatmamanın, ilişkiyi hedeflenen amaçlar doğrultusunda sürekli gözden geçirmenin şart olduğuna inanıyorum.Gelelim işin arz kısmına, yani tarikatlara ve mürşidlere… Burada tasavvuf araştırmaları alanında tanınmış bir isim olan yakın bir arkadaşımın görüşünü aktaracağım. Küçük yaşlarından itibaren bir tarikat çevresine intisap ederek seyr-i sülûk sürecini tamamlamış bir sûfi olmasının yanı sıra ilahiyatçı bir akademisyen olan arkadaşımın, ülkemizdeki mürşid profiline dair kanaati şöyledir:“Şu ortamda ben müridlerine tasavvufi terbiye verebilecek, seyr-i sülûk yaptırabilecek ehliyette mürşidler göremiyorum, çünkü çoğu icazetsiz, babadan oğula/damada geçen bir sistem içinde bu makama geliyorlar. Ürünlerine bakıyoruz, bu kanaatimiz pekişiyor. Bu yüzden zaten artık tarikat olmaktan çok cemaat yapısına dönüşüyorlar.”Konuyu tasavvuf karşıtlarının bir nüktesi ile bitirelim: Belki de bu zamanda ‘direkt Allah’a bağlanmak’ en doğrusu, en risksizi…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.