Bizim aşağı yukarı bin iki yüz yıllık tarihimiz, Müslüman kitlelerin Tanrı’da ve Nas’ta yabancılaştığı bir tarihtir. Yani bizim tarihimiz dinsel bir yabancılaşmadır. Oysa Kur’an’a baktığımız zaman, tam tersine Cahiliye döneminde atalarda yabancılaşmış olan bir halkı, müşriklerin mantığını sökerek insanların düşünme kapasitesini ve vicdanlarını ayıklaştıran bir çaba olarak İslamiyet doğuyor.
İslam dünyası ve düşüncesinin içine
düştüğü krizin kökenleri ve muhtemel çıkış yollarına dair iki asırdır çok fazla
soru soruldu ancak çok az cevap verilebildi. İlhami Güler özgün bir yaklaşımla
krizin teolojik kökenlerinin izini sürerken bugüne ve yarına da ışık tutmaya
çalışıyor. Mekke toplumunun ‘atalarda yabancılaşmasına’ müdahale eden İslam’a
rağmen, ilerleyen asırlarda ortaya koyulan teoloji ile ” ‘Tanrı’da ve ‘nas’da
yabancılaşmanın” önünün açılarak vahyin hedeflerinden uzaklaşıldığı tesbitini
yapıyor.
Kitabınızla başlamak istiyorum. Allah’ın
Ahlakiliği Sorunu kitabınızda çizdiğiniz çerçeve aslında belki de bugün
yaşadığımız krizin Tanrı tasavvuru boyutuyla doğrudan alakalı. Tanrı tasavvuru
önce dini, sonra da hayatı şekillendiriyor. Kitabınızdan anladığımız; Allah’ın
bir ahlakı olduğuna dair sağlam, muhkem bir kanaatı olmayan yaklaşımın
kendisinin de bir ahlak krizi yaşamasının mukadder olduğunu söylüyorsunuz. Bunu
aşmak için sizin gördüğünüz genel çerçeve nedir? Tanrı tasavvuru değişir mi,
değiştiğinde din ve hayatla ilişkimiz değişir mi? Yoksa, bunun yerine
demokratik hukuk devletinin sağlıklı bir şekilde oturması mı meseleyi çözer?
Batı da bu krizi yaşadı, onların çözümleri de aslında birçok açıdan ele
alınabilir. Burada çözümü nerede görüyorsunuz?
Bugünkü İslam anlayışımızı etkileyen iki
önemli kırılmadan bahsedebiliriz; birincisi Tanrı tasavvurunda, ikincisi de
Kur’an, yani metin tasavvurunda yaşandı. İslam’ın erken döneminde iki tip Tanrı
tasavvuru ortaya çıkıyor. Mutezile ve daha geç dönemde Maturidilik kanalıyla
teorik ve teolojik olarak aktüelleşen ve Kur’an’daki Allah tasavvuruna daha
yakın olarak hissettiğim, insana irade özgürlüğü bahşeden bir tasavvur. Bir de
daha sonra Mutezile’den ayrılan Eşariliğin geliştirdiği kadir-i mutlak, alim-i
mutlak, mürid-i mutlak ve dolayısıyla insana özgürlük bırakmayan bir
tasavvur.
Tarihi süreç içerisinde, özellikle
Abbasiler’in ortasından itibaren, Hanbeli olan Mütevekkil’in ihtilalinden sonra
ikinci tasavvur egemen oluyor. Ondan sonra İslam tarihine egemen olan Tanrı
tasavvuru; Eşariliğin geliştirdiği, insana özgür irade vermeyen bir tasavvur.
Selçuklu’da da Eşarilik ideolojisi öğretilmiştir. Daha sonra Osmanlı’ya da aynı
şey sirayet ediyor. Dolayısıyla Sünniliğin tasavvuru büyük ölçüde bu tarzda
gelişiyor.
Tanrı tasavvurunun yanı sıra Kur’an
tasavvuru da kırılmaya uğradı. Tarihi süreç içerisinde ikinci büyük kırılma
budur. Erken dönemde, yine Mutezile’nin reyine, Hz. Ömer’in öncülüğünde onun
içtihatlarından da baktığımız zaman; Kur’an’ın söylevi insan vicdanına ve insan
reyine açık bir konuşma. Teolojide, Hz. Ömer’in, Ebu Hanife’nin içtihatlarında
ve Mutezile’nin mahlûk Kur’an teorisinde bunu rahatça görebiliyoruz. Yani
Kur’an, tarihi şartlar içerisinde Tanrı’nın insan vicdanını ayıktırmak için
tarihi şartlara göre konuşarak gerçekleştirdiği bir söylem olarak ortaya
çıkıyor. Emeviler ve Abbasiler’in erken döneminde bu tasavvur aktüel. Ama bizim
kritik kırılma noktamız Eşari ve Şafii. Şafii, Hıristiyanlığa benzer şekilde,
Mushaf yerine Hz. Muhammed’i ve onun sahabesini merkeze koydu. Hıristiyanlık’ta
din, Hz. İsa ve havariler etrafında teşekkül etmiştir. Dolayısıyla Şafii’nin
kurmuş olduğu fıkıh usulü, Kur’an’ı bir kere ve bütün zamanlar için verilmiş
bir dogma olarak kuruyor. Yani bizim “Edille-i Şer’iyye”, “Edille-i Erbaa”
dediğimiz olay; Kitap, sünnet, icma, kıyas. Sünnilik dört mezhep olmasına
rağmen usul tektir, o da Şafi’nin kurduğu usuldür. Dolayısıyla ikinci kırılma
da burada gerçekleşiyor. Yani düşünce, vicdan ve Mushaf üzerine bir düşünce mi,
yoksa Hz. Muhammed, Hadisler ve mutlak bir Kur’an imgesi mi?
Sünniliğin belirleyici iki dogması bu
şekilde. Eş’arilik kanalıyla kadercilik, Şafi kanalıyla da mutlak bir Kur’an ve
Hz. Muhammed’in ve Kütüb-i Sitte dediğimiz, 7. yüzyılın şartlarında canlı insan
suratına söylenmiş olan sözlerin mutlaklaştırılarak dinin teolojik, epistemik
merkezine yerleştirilmesi.
Aslında bizim aşağı yukarı bin yüz, bin
iki yüz yıllık tarihimiz, Müslüman kitlelerin Tanrı’da ve Nas’ta yabancılaştığı
bir tarihtir. Yani bizim tarihimiz dinsel bir yabancılaşmadır. Oysa Kur’an’a
baktığımız zaman, tam tersine Cahiliye döneminde atalarda yabancılaşmış olan
bir halkı, müşriklerin mantığını sökerek insanların düşünme kapasitesini ve
vicdanlarını ayıklaştıran bir çaba olarak İslamiyet doğuyor. Ama maalesef
tarihi süreç içerisinde, Cahiliye insanının içine düşmüş olduğu o putlarda
yabancılaşma sürecine; İslam’ın kendisi de İslam toplumu da -Tanrı dolayımıyla
ve kutsal kitap-mutlak dogma dolayımıyla– tekrar dinsel bir yabancılaşma
sürecine girmiş oluyor.
Kitap orada duruyor ama metni, Şafii’yle
birlikte “bir kere ve bütün zamanlar için” diye dogmalaştırdığınız andan
itibaren artık siz yeni söz söyleyemiyorsunuz. Çünkü Tanrı’yı yansılama;
Ömer’in yaptığı gibi, “Tanrı böyle söyledi, ben de böyle söylüyorum”. Tanrı’yı
takip etme odur. Hayatı, insanı, dış gerçekliği göz önünde tutarak hayatı
deruhte etme.
Peki, bu hangi ihtiyaçtan ortaya çıktı?
Niye Şafii’den sonra bu ta 18-19. yüzyıllara kadar ciddi bir meydan okumaya
uğramadı?
Bu tarihsel bir şey. Tarihte genelde Mitos
egemen, Logos biraz daha zordur. Kur’an’ın yapmaya çalıştığı da mitosa karşı
logosu diriltmektir. Dikkat ederseniz Kur’an çok zorlandı; 23 sene boyunca o
Logos’u, reyi devreye sokmak, vicdanı devreye sokmak çok zor oldu. Kur’an belki
bunu başardı ama biz “Sünnet” kavramıyla tekrar Cahiliye’nin; atalar, toplum,
tarih, selef koduna aynen geri döndük. Sadece içerik değişti; içerik Kur’an,
sünnet oldu, insanlar değişti ama mantık ve mantalite olduğu gibi kısa sürede
Cahiliye’ye geri döndü. Trajedi bu, insanlığın trajedisi. Mutezile, Ebu Hanefi,
İmam Malik…, Kur’an’ın atmış olduğu adımı tekrar ilerletmek, devam ettirmek
istiyorlardı. Yüz-iki yüz yıl öyle bir egemenlik görüyoruz ama Abbasiler’in
ortasından itibaren tekrar geriye dönüyor.
AVRUPA TEOLOJİK DÜŞÜNCEDEN BİLİMSEL
DÜŞÜNCEYE GEÇTİ, İSLAM DÜNYASI TEOLOJİK DÜŞÜNCEDEN MİTİK DÜŞÜNCEYE GERİ
DÖNDÜ
Şimdi bu dediğiniz evreden sonra, 18.
yüzyıl sonu, 19. yüzyıl başında İslam dünyasının Batı’yla karşılaşıp, “Biz niye
geri kaldık?”, “Acaba Kur’an’la, Tanrı’yla, dinle ilişkilerimizi yanlış mı
kurguladık?” sorularıyla başlayan yeni hareketler var. İslamcılık düşüncesinden
Selefiliğe, o hengamede çıkan birçok yeni arayış ve teşekkül var. Sanayi
toplumu öncesinde güçlü Müslüman devletlerin olduğu bir ortamda bu dediğiniz
İslam anlayışı sorun üretmedi, çünkü zaten iktidarla bir toplumsal düzen inşa
edebilmek için iktidarların da ihtiyaç duyduğu bir teoloji imkânı sunuyordu.
Fakat Müslümanların siyasal tecrübelerinde yenilmelerinden sonra başlayan o
özeleştiri sürecinde bir yol alabildik mi? Ya da niye buradan çıkarken bir şey
üretemedik? O günden bu zamana geçen sürecin değerlendirmesini nasıl
yaparsınız?
Orada benim dikkat edebildiğim kadarıyla,
bu dediğim iki yabancılaşmadan; yani Tanrı’dan kader yoluyla yabancılaşma ve
Vahiyden dogma yoluyla yabancılaşmadan ciddi düzeyde bir çıkış gayreti
toplumsal olarak yok. Belki Cemalettin Afgani, Muhammed Abduh, Muhammed İkbal
gibi isimlerde bu klasik Sünni teolojiyi gözden geçirip, onu tekrar Mutezile
veya daha özgürlükçü bir çizgiye çekme çabaları var, fakat toplumsal düzlemde
bunun karşılığı yok. Toplumsal düzlemde en çok karşılığı olan, İslamcılık
denilebilecek İhvan’dır. O da aslında öz itibariyle ideolojik olarak bakarsan
yine tasavvufa, yine Eşariliğe, yine Selefiliğe, Nas’a bir geri dönüş; yani
imparatorluk dönemlerindeki içtihatlarla ortaya konmuş olan sapmalardan tekrar
ana kaynaklara, erken döneme dönüş eğilimine sahip.
Ancak erken döneme dönüşte hem teolojik
anlamda hem de usul anlamında bir yenilenme de ortada yok. Mesela Mutezile’ye
ve Maturidiliğe yakın veya Naslar konusunda Ebu Hanife’ye yakın, insana
özgürlük tanıyan yeni bir usul ben göremiyorum. Dolayısıyla şu ana kadar
geldiğimiz noktada, İslam toplumunda kendini çok ciddi ifade edecek, sahici
anlamda Kuran’a ve Hz. Muhammed’in ortaya koymuş olduğu İslam’ın ruhuna uygun
bir başarı ortaya konamadı.
Bu arada Batı’nın saldırısı da çok güçlü
oldu tabii. Yani düşünsenize, imparatorluk döneminde uzu bir süre boyunca
yatmışsınız; skolastik olarak sürekli tekrar etmiş, cepten yemişsiniz ve orada
çok ciddi bir kırılma olmuş: Aydınlanma, Rönesans, Reform, Fransız İhtilali,
Endüstri Devrimi… Büyük bir dalga bu. Dolayısıyla o dalga vurduğu andan
itibaren, son temsilci Osmanlı’yı tümüyle çökertmiş. Osmanlı, bu dediğim
ideolojinin çok kötü bir versiyonuyla, yani tarikat ile tasavvuf dediğimiz
mitolojik düşünceyle kendini kurmuş ve devam ettirmiş bir imparatorluk. Çünkü
Osmanlı medreselerine bakarsanız tamamen skolastiktir.
Ayrıca, Selçuklulardan itibaren Türkler, İslamiyet’in
tasavvuf versiyonuyla Müslüman olmuş ve onu büyük ölçüde içselleştirmişler. O
da büyük ölçüde mitolojiye ve tarikatların örgütlenmesine dayanıyor. Yani bir
Amerikalı tarihçinin nitelemesi ile “Derviş Devlet”tir. Bu Derviş Devlet, kendi
dışında meydana gelen olayları idrak edebilecek, dış dünyada referansı
olabilecek bir düşünce üretemiyor. Kendi döneminde toplumsal formasyonların
nasıl çöktüğüne ve bunların nasıl yenilenmesi gerektiğine ilişkin, ayağı yere
basan, dış dünyada gerçekliği olan bir düşünce üretemiyor.
Tanzimat’tan başlayarak bütün o çabalarla
gerçekten bir şey yapılmaya çalışılıyor; ama yetmiyor, çünkü dalga çok güçlü,
vurduğu gibi yıkıyor. En sonunda Cumhuriyet devrinde olduğu gibi tarikat,
hilafet, şeriat hepsini kaldırıp bir kenara atıp orayı taklit eden bir yapı
kurmak zorunda kalıyorsun. Bu böyle basit bir şey değil.
Kabaca şunu söylemiş oluyoruz: Dünyanın
ciddi bir kısmında, gerçekten kırılma olarak kabul edebileceğimiz devrimler
yaşanıyor. 18-19. yüzyıllarda, bu kırılma evrelerinde, İslam dünyası yaşanan
gelişmeleri gözlemleme ve gereğini yapma imkanına sahip. Ardından da güçlenen
batı İslam dünyasına müdahale etmiş; sömürge dönemi başlamış. Klasik teori şunu
söylüyor: Bu türden hercümercin olduğu dönemlerde, hiç değilse bir dünya
görüşü, düşünce hareketi eksenleri, arayışları ortaya çıkar. Ancak İslami
hareketler ve onların düşünsel çabaları başı sonu belli, muhkem diyebileceğimiz
dünya görüşü üretemedi. Bu nasıl bir krizdir? Normalde böylesine sıcak
çatışmanın olduğu yerlerde muhakkak bir şeyler çıkması beklenir, dünyada bir
sürü örneği var. Çünkü bir cevap verme ihtiyacı ortaya çıkar. Bizde niçin hâlâ
bugün bile kendi gerçekliğimiz, değerlerimiz ile küresel gelişmeleri
eklemleyen, İslam’ı modern hayatta da muhkem kılabilecek yaygın ve etkili bir
cevap, bir düşünce geleneği üretme krizi devam ediyor? Bununla bağlantılı
olarak niçin bir kamu fıkhı da üretemiyoruz?
Bana öyle geliyor ki burada 12-13.
yüzyıllara kadar İslam dünyasında teolojik düşünce, felsefi ve bilimsel düşünme
aşamasına belli oranlarda geçmiş. Filozoflar çıkmış; Yunanlı filozoflarla
hesaplaşan İbn Rüşd’ü takip edenler veya Farabi gibi ona itiraz edenler var.
Yani kendi döneminde belli oranda bir aktivite, bilimsel keşifler söz konusu.
Ama aşağı yukarı Selçuklulardan itibaren skolastik düşünce, yani medrese
tarzındaki örgütlenme çok uzun sürüyor ve teolojik aşamada kalıyor. Felsefe ve
bilim, Osmanlı medreselerinden büyük ölçüde dışa atılıyor veya buralarda
hakkıyla yer almıyor. Araplarda da düşüncenin teolojik aşamada kalması ve o ilk
adım atılan felsefe ve bilimsel düşüncenin hakkıyla devam edememesi, siyasal
örgütlenmeyle, belki kavimlerin kültürel kodlarıyla ilişkilidir.
Avrupa, 13-14. yüzyıllardan itibaren
teolojik düşünceyi paranteze alarak, yavaş yavaş felsefi düşünceyi tekrar
yeniden İslam üzerinden tercümelerle alıp, onu bir müddet daha ilerletip
akabinde bilimsel düşünceye geçtiği halde; bizim coğrafyada genel olarak
teolojik düşünceden mitik düşünceye bir gerileme söz konusu. Türklerin
egemenliği döneminde teolojik düşünce medreselerde sadece skolastik olarak yani
Şerh, Hâşiye, Telhis,Hamiş tarzında tekrar ediyor. Biraz metafizik, mantık,
bazı ontolojik konular tartışılıyor. Ama dış dünyada, Avrupa’da toplumsal
formasyonlar, kozmoloji veya astronomi, fizik, matematik gelişme alanı
bulurken; bunlar, Osmanlı medreselerinde gelişmiyor. Oralarda sadece olduğu
gibi metin tekrar ediliyor. Türklerin hegemonyası, Maveraünnehir’de ortaya
konan o rasyonel, teolojik çaba Anadolu’ya yeterince gelmiyor.
Kastınız kim, Maturidi gibi isimler
mi?
Maturidi ve oradaki ulema ve medreseler.
Osmanlı’ya uzayın araştırılması konusunu getiren, padişahların
Maveraünnehir’den çağırdıkları âlimler var. Orada da belli bir ciddi rasyonel
teoloji var; ama bu Anadolu’ya gelmiyor. Anadolu’ya gelenler daha ziyade
Alperenler ve Ahmet Yesevi’nin müritleri, yani tasavvuf düşüncesi oluyor.
Tasavvuf dediğiniz şey mitik düşüncedir; teolojik düşünceden bir adım daha
geridedir. Bunu anlamak lazım. Sizin soru çok doğru bir soru. Adamlar 200-300 sene
her alanda ciddi düzeyde sıçramalar, öncü isimler ortaya çıkarıyorlar her
alanda, fakat burada hiç ses yok. Bu tesadüf değil.
Bu yönüyle İslam teolojisi ve mistik
düşüncesi, bugün baktığınızda hangi yüzyılda?
Aşağı yukarı 11-12. yüzyıllarda, hiç farkı
yok. Şu anda gidin İlahiyat Fakültelerindeki tezlere bakın aynısı; onu olduğu
gibi Türkçeye çeviriyorlar sadece. Düşünce, dış dünyayla olan referansını ciddi
düzeyde kaybetmiş ve kuramıyor. Temel sorun bu. Bunun da arkasında yatan
Osmanlı’daki skolastik zihniyetin çok güçlü olması, bir de bunun üzerine
tarikat ve tasavvuf dediğimiz mitik düşüncenin ciddi düzeyde, devlet katında
dahil itibar görmesi.
NEDENSELLİĞİ YADSIYAN TEOLOJİK VE
ONTOLOJİK ANLAYIŞ DÜŞÜNCE ÜRETİMİNİ DURDURDU
20.yüzyıla kadar bu yaptığınız açıklama
var olan durumu tasvir etmek için yeterli bir çerçeve sunuyor, fakat 20.
yüzyılda başka bir şey oldu. İnsanlık tarihi birkaç yönden dönüşüme uğradı.
Bir, İslam coğrafyası seküler iktidarların hegemonyasına girdi ve Batı’yla
entegrasyon sorunu çözüldü. İki, İslami kurumlar büyük oranda alternatif
olmaktan çıkarak yerlerini modern batılı kurumlara bıraktılar. İlk dönemlerde
rastlanan ikili yapılar kalmadı. Mesela artık medrese sistemi neredeyse
Afganistan, Pakistan gibi münferit birkaç örnek dışında yok. Her yerde
alternatifsiz bir kurum olarak üniversite var. İslam ülkelerinde de bu modern
üniversiteler, bu üniversitelerin içerisinde İlahiyat Fakülteleri var. Bunlar
akademinin Batılı evrensel formlarında eğitim, sistematik bilgi üretiminden geçiyor.
Bu perspektiften baktığınız zaman, İlahiyat Fakültelerinin ürettiği bilgiyi
nasıl görüyorsunuz? İçinde bulunduğumuz çağla hesaplaşan, yüzleşen bir bilgi ve
düşünce üretimi var mı?
Teolojinin ve Tanrı tasavvurunun, doğa
tasavvurunun, yani klasik ontolojinin hâlâ egemenliğini sürdürdüğü
kanaatindeyim. Avrupa’daki kırılma nasıl oldu? Kilisenin her şeyi Tanrı ile
izah eden teolojisi kaldırılıp atıldı; onun yerine seküler bir bakış açısıyla,
yani bir merakla, felsefeye geri dönüldü. Felsefe, doğada olup biteni merak
etmektir. Eski Yunan’da da öyleydi: “Bu (nesne) nedir?” ve “Bu (olay-olgu)
nasıl oluyor?” soruları sorulmaya tekrar başlanıyor. Dolayısıyla Avrupa’da
bilimi ve teknolojiyi yaratan temel kırılma budur.
Toplumda çok yaygın olan bir inanç var (Azer
Bülbül’ün şarkısından): “Her an her şey olabilir”. Bu cümle çok enteresan bir
cümle. “Her an her şey olabilir” demek, Eşariliğin, Cabiri’nin
kavramsallaştırması ile “Tecviz”e dayanan ontolojidir. Yani nedensellik yoktur.
Bunu, Gazali yerleştirdi, İbn Rüşd buna karşı çıktı. İbn Rüşd nedenselliğin
Tanrı’nın varlığının kanıtı olduğunu, mucizenin kanıtının doğadaki nedensellik
olduğunu ifade etmeye çalışırken; Gazali, bunu tümden reddetti ve tecvizi
meşrulaştırdı: “Her an her şey olabilir. Doğada nedensellik yoktur.”
Böyle bir ontoloji ve Tanrı’nın her şeye
müdahale ettiği, her şeyi çözdüğü tarzdaki bir teolojinin olduğu yerde, “merak”
doğar mı? Bilimin temeli meraktır. Benim kanaatim, İslam dünyasında nedensel ve
farklı bir tarzda düşünme, ciddi anlamda düşünce üretme olayı, klasik kodların
çok güçlü olmasından dolayı gerçekleşmedi. Dikkat edin, seküler kesimlerde bile
üniversitelerde şimdiye kadar bu anlamda ciddi bir şey üretilemedi. Oralarda da
Arap dünyasında da yok.
Tanrı ile doğa arasındaki ilişki ve Tanrı
ile insan arasındaki ilişkinin ta başından teolojik olarak, ontolojik olarak
yanlış kurgulanmış olduğu kanaatindeyim. Yani doğru bir Tanrı-doğa ilişkisi İbn
Rüşd’de ve bazı Mutezili düşünürlerde olduğu gibi tasavvur edilebilseydi.
Cahız, 8-9. yüzyıllarda, “İnsan, isterse insan yaratabilir” diyor. “İnsan
yaratabiliriz” diye ta o tarihte ortaya düşünce koymuş. Erken dönemde, Tanrı
ile doğa arasındaki ilişkiyi kavrama ve Tanrı ile insan arasındaki ilişkiyi de
özgürlükçü bir tarzda kavrama yönünde bir sürü çaba var. Ama bunlar
olmadı.
Eşarilikle, Şafilikle birlikte 11-12.
yüzyıldan itibaren onlara söyleneni folk düzlemde halka yayan tasavvuf ve
tarikat gelişti ve onlar bütün İslam toplumlarına, özellikle Türk dünyasına
egemen oldular. Dolayısıyla uzun bir süreden beri bu düşüncenin etkisi altında
yaşamış olan insanların böyle kısa sürede, olayları nedensel olarak merak edip
bunları anlama ve bunları idrak etme olayı olmuyor. Görebildiğim kadarıyla
arkada böyle bir geçmiş var.
KLASİK USULE
DAYANAN KELAM, FIKIH VE TASAVVUF AYDINLANMAYA CEVAP ÜRETEMEDİ
Burada tabii dediğiniz çerçevenin ötesinde
şöyle bir kriz de yaşanıyor: Özellikle son 10 yıl içerisinde, neo-ehli sünnet
ve elitist tasavvuf şeklinde tarif edilebilecek güçlü bir akımın tezahürlerine
rastlıyoruz. Bu sadece bize özgü de değil, Arap dünyasında da böyle bir damar
güçleniyor. Düşünce geleneğimizdeki gerilimleri ve modern dönem tecrübemizi
hesaba katmadan geleneğe yönelip oradan çıkarılan malzemeler tekrar dolaşıma
sokuluyor. Bu damar güçlü bir şekilde geliyor. Biz mi yanlış okuyoruz? Bu
duruma yönelik bir projeksiyon yapabilir misiniz?
Buradan bir şey çıkmaz. Türkiye için en
azından buna benzer şeyleri ben de görüyorum. İlahiyatlarda Arapça olan,
tarihsel olan her şeyi bugüne aktarıp orada moderniteye ve çağa karşı
alternatif bir şey görme durumu var. Ben onun ciddi düzeyde Batı’nın felsefi,
bilimsel, teknik ve iktisadi hegemonyasına -ki çok güçlü bir hegemonya, sadece
Batı değil, bütün dünyayı kuşatmış durumda şu anda- karşı alternatif, İbrahimi
öğretiyi veya Kudüs’ün davasını ciddi bir düzeyde entelektüelin diline
çevirecek bir kapasiteyi görmüyorum. Çünkü o teolojilerin dili ve
metodolojileri yanlış. Bir defa onların baştan düzeltilmesi lazım.
Mesela felsefi düzlemde veya düşüncenin
toplamında Ortaçağ’daki yarılmalar, mücerret düşünce, felsefe, kelam, fıkıh
veya Selefilik; Nas’ı önemseyen bir düşünce. Bana sorarsanız Kur’an’daki;
hayata bütüncül bakan, hatta hayatı Avrupa felsefesindeki, epistemolojideki o
meşhur, “varolan ve olması gereken”deki ayrımı bile aşan, varlığı bile
Tanrı’nın bir rahmeti olarak görüp, olması gerekeni de varlıkla birlikte ele
alan ve insanın hem duygu hem sezgi hem mantık hem beş duyu yetisini birlikte
ifade eden o bütüncül düşüncenin yeniden diriltilmesi gerekiyor. Şahsen
görebildiğim kadarıyla benim çözüm yolum bu. Bu da çok köklü bir yeniden
düşünmeyi gerektiriyor.
Oysa bahsettiğiniz tarzdaki çabalar;
Ortaçağ’da parçalanmış olan tasavvuf, mistisizm, panteizm; İbn Arabi, Mevlana
veya Selefilikten, klasik fıkıhtan bazı çeviriler, ki o fıkıh yetmedi
biliyorsunuz, Ortaçağ’da Osmanlı’ya da yetmedi; oradan biz, “Hile-i Şer’iye”yi,
“kitabına uydurma”yı yarattık. Yani klasik usulün fıkıhta ortaya koymuş olduğu
epistemoloji dış dünyadaki olguları zamanında algılayıp onu Kur’an’ın davası ve
metafiziği doğrultusunda çözüme kavuşturmaya engeldi. Onlar, ancak tarım
toplumunda ortaya çıkan bazı küçük sorunları çözebildi. Ne zaman ki sorunlar
sökün etmeye başladı; Aydınlanma yeryüzünün topografyasını değiştirmeye
başladı; ne Kelam ne Tasavvuf ne de Fıkıh buna cevap veremedi.
Dolayısıyla benim iddiam, bizim şu ana
kadar miras aldığımız düşüncenin temel epistemolojik kalıplarında ciddi
sorunlar olduğu yönündedir. İbrahim ile beraber devam eden ve Kur’an’da son
olarak aktüelleşen ve insanın bütün ruhsal donanımlarını işin içine katan
mantığı, nedenselliği, ahlaki duygulanımı, sezgiyi, beş duyuyu, bunların
hepsini birlikte Kur’an’da görüyorum. Avrupa’daki düşünce, biliyorsunuz ciddi
düzeyde bir parçalanmadır. Hamdi Yazır’ın deyimi ile Avrupa medeniyeti “çatlak”
bir medeniyettir. Mantıkçı pozitivizm ile teknolojiye evrilen sürecin bugün
insanları getirdiği nokta korkunç. Son 300 yılda Avrupa’nın dışındaki
bölgelerin tümüyle kolonileştirilmesi, asimilasyonu, kaynaklarının sömürülmesi
ve tamamen hümanist, seküler, ilerlemeci ve Batı’yı merkeze alan bir düşünce.
Bugün insanlığın geldiği nokta o anlamda çok matah bir yer değil.
Batı düşüncesinin de ciddi ciddi içine
saplanmış olduğu çıkmazları, insanları getirdiği noktayı görebilecek bir
alternatif düşünceye bugün çok ciddi düzeyde ihtiyacımız var. Ancak, İslam
dünyasına baktığım zaman, maalesef, bu anlamda iki kişi benim gözüme çarpıyor:
Biri Fazlur Rahman, diğeri de Taha Abdurrahman. Bu iki alim hem Batı’nın hem de
bizim hikâyemizin problemlerini görmüş. Bunun dışında, sadece Müslümanlara
değil, tüm insanlara da söz söyleyebilecek bir yeni düşünce üretme kapasitesi
çok zayıf. Dolayısıyla ben yakında böyle bir şey göremiyorum.
CUMHURİYET
DÖNEMİNDE CİDDİ BİR DÜŞÜNME ÇABASI OLMADI
Dini düşünceyi konuştuk, biraz daha güncel
konulara gelelim. İslam’la ilgili ya da İslam adına konuşan, Türkiye’de kabaca
iki kesimden bahsedilebilir. Bir, profesyonel olarak zaten ilahiyatlarda İslami
ilimlerle uğraşan hocalarımız, akademisyenlerimiz var. İkinci olarak da
Türkiye’de 1960’lardan itibaren farklı İslami cemaatlerin, İslami hareketlerin
kendi halkalarında tartıştıkları bir İslam gündemi var. Fakat bu iki farklı
aktöre de baktığımızda, birisi neredeyse tamamen dini ilimlerle ilgilenip
sosyal bilimlerin kapsama alanına girecek başlıklarla veya örneğin Türkiye’nin
ulusal sorunlarıyla da dünyanın küresel sorunlarıyla da ilgilenmiyor. İkincisi,
bu İslami cemaatlerin gündemlerine de baktığımız zaman, tamamen o cemaate
mensup üyelerin tüketimine uygun hazırlanmış, o dünyanın dışına çıktığında da
tamamen anlamsızlaşacak bir terminoloji, bir gündem, bir öncelikler sıralaması
görüyoruz. Dini alan ile toplumun genel yaşantısı arasında bir etkileşim yok.
Din üretimi ya da toplumsal hayatı Müslümanlaştırma iddiasıyla yola çıkan
akademisyenlerin veya İslami hareketlerin Türkiye tarihiyle, darbelerle,
asker-siyaset ilişkileriyle, demokrasiyle, adaletle, eşitlikle, sosyal
adaletle, çevreyle… ilgilenmemesini nasıl açıklarsınız? Niye din hayatın
kenarında kalıyor? Türkiye’de ana gündemi din olan kişi ve yapıların toplumla,
hayatla bu denli kopuk oluşlarının gerekçeleri ne olabilir?
Aslına bakarsanız Osmanlı’da bir yanıyla
bu medreselerin sürekli dış dünyadaki toplumsal gerçeklikle irtibatının
olmaması, tasavvuf, tarikat dediğimiz o yapıların da yine kendi içlerinde doğal
olarak kapalı yapılar olması, Cumhuriyet’e intikal ettiği andan itibaren
görebildiğim kadarıyla, seküler devrimden dolayı dinin temsil olayı önce
tarikat ve cemaatlerde kaldı uzun süre. Yetmişlerden itibaren Erbakan’ın ortaya
çıkmasıyla, temsil iddiasını, bu sefer siyaset aldı. Dolayısıyla ilahiyatlar
biraz geride kaldı. İlahiyatlara Ankara İlahiyat’ın 1949’da devlet tarafından
biçilen “aydın din adamı yetiştirme” misyonundan dolayı, muhafazakar kamuoyu
tarafından, zaten şaşı bakılıyordu. Ondan sonra belki sayıları biraz
çoğaltıldı; ama şu anda baktığım zaman, İlahiyatlardaki söylem daha çocukluk
aşamasında, yani hâlâ klasik kaynakları tanıma, onları tercüme etme, onların
üzerine doktora yaptırma aşamasında. Ama dış dünya ile İslami düşüncenin
irtibatını koparması bence çok daha gerilere gidiyor.
Bu klasik kaynaklar yine İslam dini
çerçevesindeki kaynaklar. Aynı dönemde hayata, tabiata, insana dair bir sürü
başka kaynak da var. Buraya hiç ilgi yok zaten.
Mesela ötekinin ürettiği düşünceyle,
Batı’da üretilen antropoloji, sosyoloji, psikoloji, felsefeyle ilgilenmiyor.
Hatta son dönemlerde İlahiyatlarda bazı felsefe derslerini bile azaltarak salt
dini düşünceyi, dinsel o klasik söyleme dönüştürme durumu var. Hatta devlet
tarafından, doktora projelerinde Batı’ya gitmek isteyenleri engelleyip, “Ne
işiniz var?” diyerek Arap dünyasına, İslam dünyasına yönlendirme çabaları var.
Bana sorarsanız, İlahiyat Fakültelerinin
dini temsil iddiası değil ama en azından klasik dönemde ulemanın İslamiyet’i
mutlak anlamda değil, nispi olarak temsil-tebliğ etme yetkisi vardır.
Türkiye’nin, seküler devriminden dolayı, trajik bir şekilde dinsel temsilin
cemaatlere ve siyasete transferi söz konusu. Bizim yaşadığımız çok trajik bir
olay. Dikkat edin hâlâ öyle. Şu anda dini temsil iddiası siyasette ve
tarikatlarda. İlim heyeti henüz dini düşüncenin otoritesi olmaya ehil değil ve
onu düşünemiyor. Ama bu çapsızlığın arkasında da uzun süren geçmişteki o dış
dünyadan kopmanın, dogmatik, skolastik olmanın rolü olsa gerek diye düşünüyorum.
1960’larda başlayan, 1990’larda biraz daha
güçlenen ve AK Parti iktidarıyla da merkeze taşınan bir İslami canlanma süreci
yaşandı. Dinle, tarihle, toplumla bir barışma, bir normalleşme süreci yaşandı.
Fakat son zamanlarda hem genel olarak toplumda hem de dindar kesimde
İslamcılığa, İslami hareketlere yönelik bir hoşnutsuzluk var. Bu anlayışın iyi
sınav vermediği, iddia ettiği özgürlük, adalet, İslami hayat tarzı gibi
konularda hayal kırıklığı ürettiğine yönelik eleştiriler var. Siz bu gözleme
veya eleştirilere katılıyor musunuz? Sizce de, bu durum, iddia edildiği gibi,
Türkiye toplumunun dinle, İslam’la ilişkisinde bir kırılmaya yol açar mı?
Önce bir defa çok genel söyleyeyim, dinsel
bilinç veya dindarlık, kuruluş aşamasından, kurucu tecrübeden sonra zaman
içerisinde dumura uğrar. Bu genel bir yasadır. Mesela Kur’an’dan bir ayet
söyleyeyim: “İman edenlerin Allah’tan kendilerine inen hakikate karşı
kalplerinin ürpermesi ve ona karşı huşu duymaları zamanı gelmedi mi henüz?
(57/16)?” diyor. Bunu müminlere söylüyor. “Onlar kendilerinden önce kitap
verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti, kalpleri
katılaştı ve çoğu da fasıktır.” Bu tecrübe Ehl-i kitabın başına gelen dinsel
tecrübe durumunu ifade ediyor. Bizim üzerimizden bin dört yüz sene geçti. Aynı
psikolojik, antropolojik tecrübeyi göz önünde tutarsak, zaman uzayınca dinsel
hassasiyetin, dinsel bilincin dumura uğraması ve zayıflaması genel bir yasadır.
Bir defa önce bunu söylememiz lazım.
İkincisi, bizim hikâyemize gelelim. Benim
görebildiğim kadarıyla, Osmanlı çöktüğünde, merhum M. Akif’in Safahat’ını,
dinsel bilincimizin bir “tasvir”i olarak alacak olursak; Mehmet Akif bu
yüzyılın başında, yani Osmanlı’da veya İslam dünyasındaki durumu da orada çok
net bir şekilde ortaya koyuyor. Kur’an’dan, imandan, hassasiyetten, düşünceden
nasıl koptuğumuzun çok net bir kanıtı olarak tasvir ediyor. Biz, bunun üzerine
seküler, sert bir devrim yaşadık. 60-70 yıl boyunca din halının altına
süpürüldü ve devlet tarafından, üniversite tarafından veya toplum tarafından
ciddi bir şekilde bakımı, ele alınması, işlenmesi ta 50’lere, 60’lara gelinceye
kadar teolojik olarak mümkün olmadı.
Ondan sonra ortaya çıkan yapılar olan
tarikatlara, cemaatlere ve siyasete baktığımız zaman, onlar da o çökmüş olan
teolojik ve etik yapı ne ise, ona bir nostalji, tekrar onu geri getirme ve ona
öykünme davası olarak ortaya çıktı. Mesela İslamcı hareketin temsilcileri
Cumhuriyet döneminde şairler veya şeyhlerdir. Yani ortada ciddi bir teoloji ve
ciddi bir düşünme çabası olmadı. Dolayısıyla bunu söylerken bütünüyle
Türkiye’deki dini hassasiyeti, dindar insanların çabalarını bütünüyle bir
tarafa attığım anlamına gelmiyor. Çok ciddi, dürüst işler, yardımlar yapılıyor;
dini hassasiyetler var, insanlarımızın çabaları var.
Burada önemli bir diğer nokta da
sekülerizmin hem dünyada hem de Türkiye’de iyice gelişip yaygınlaştığını ve
yerleştiğini gözlemliyorum. Bir taraftan Türkiye’deki tarikat, cemaat ve
siyasetteki o söylemde bir dini yeşillenme, artma var. Ama derinden derine
baktığınız zaman, yani iktisadi süreçleri ana kriter olarak alacaksak,
kapitalizmin giderek yerleşmesi ve insanların bakış açısı olarak giderek
teknolojinin bütün dünyayı bir kafes gibi iktisatla birlikte çepeçevre
kuşatması söz konusu.
Türkiye’deki bu şikâyet ettiğimiz şeyi
biraz İslam’ın ne olduğunu bilen insanlar yapıyor. Buna hayal kırıklığı
diyoruz, değil mi? Tarikat yapılarından bir tanesi Türkiye’yi az daha
batırıyordu 15 Temmuz’da. Dolayısıyla ben biraz tarihsel perspektiften baktığım
zaman, bir yanıyla dinin tarihi süreç içerisinde merkezden uzaklaşması,
ikincisi de bizim kendi hikâyemiz, sek bir devrim gerçekleştirmemiz ve o
hikâyenin giderek Türkiye’ye yerleşmesini temel dinamikler olarak görüyorum.
RUHU(MUZU) MODERN
TEKNOLOJİ KALBURA ÇEVİRDİ
Sekülerleşme ile tarif ettiğiniz sürecin
en doğrudan yansımalarından biri deizm üzerinden yaşanıyor. Gençlerdeki deizm
tartışmasının içinde bulunduğumuz çağın etkilerinin yanı sıra özellikle İslam
ve Müslümanlarla ilgili iki boyutu var gibi görünüyor. Bir, bugüne kadar
bahsettiğiniz hayatla, güncel yaşanmışlıklarla, rasyonalizmle, akılla bağını
koparmış, dolayısıyla da aslında vahiy ve Allah’ı yabancılaştırmış bir İslam
anlayışının doğurduğu sorunlar. İkincisi de belki bunların etkisiyle, belki
başka bir sürü gerekçeyle, bugün karşısında gördüğü somutlaşmış, cisimleşmiş
İslami aktörlerin, İslami görünümlerin ürettiği hayal kırıklığı. Bu iki
gerekçeyi bugün gençlerin bilgilenme kaynaklarıyla, yaşam tarzlarıyla,
sorgulama düzeyleriyle beraber ele aldığınızda muazzam bir çelişkinin doğurduğu
bir bocalama evresi var. Bizim 20. yüzyılda başlayıp beceremediğimiz ya da
yapılamayan bu geleneği restore etme durumu tam da şimdi bu kriz üzerinden
başlayabilir mi?
Genç kuşakların özellikle internetle
irtibatlı olmalarından ötürü ruhları modern oluşuyor. Hatta biz de dahiliz
bence; bu modern dünya bizim ruhlarımızı da oluşturuyor. Dolayısıyla modernite,
seküler hümanizm, kapitalizm veya teknoloji toplumu öyle yabana atacağımız
şeyler değil. Heidegger’in meşhur bir lafı var: “Aydınlanmayla birlikte
insanlık ruhtan zekâya geçti” diyor. Yani ruhtan zekâya geçiş çok müthiş bir
şey, çünkü zekâ, mantık anlıktır, olay sayımına, matematiğe dayanır. Oysa ruh,
bizim bildiğimiz, bütün İbrahimi dinlerin vaaz ettiği anlamda ayrı bir şeydir, ilahi
bir şeydir. İnsanı insan yapan şeydir. Onu maalesef Hıristiyanlık koruyamadığı
gibi İslam dünyası da koruyamadı. Dolayısıyla toplamda ruhun kaybedilmesi söz
konusu.
Geriden gelen kuşakların deizme kaymaları
çok ciddiye alınacak ve önemli bir şey, çünkü çocukların ruhu modern teknoloji
ve enformasyon tarafından örülüyor, oluşturuluyor. Kalbura çevrilmiş durumda.
Kaldı ki diğer tarafta da İbrahimi dinlerin vaaz ettikleri bir ruh var. İnsanda
vicdan var. Çok ciddi düzeyde bugünkü modernitenin dilini bilen, bunlara ciddi
bir kritik yöneltebilecek ve geleneksel olarak dinlerin ortaya koymuş olduğu
dilin de anakronikliğini görüp belirli politik koşullarda üretilmiş bir dil
olduğunu idrak edecek ve o kutsal kitaplarda insanlara tavsiye edilen o ruhu, o
davayı yeni bir entelektüel dile kavuşturacak bir çabaya ihtiyaç var.
Bu çaba ortaya konmadan, Türkiye’nin bu
anlamda gidişatı durdurulamaz. AK Parti, burada tamamen dış bir unsur;
belirleyici bir aktör değil, kendisi ona maruz kalmış. Erbakan Hoca’nın kadroları
ile 2000 sonrası Erdoğan’ın kadrolarını mukayese ettiğimiz zaman, öncekiler
bana göre daha ruhlu insanlar olarak gözüküyor. Sivas’a gittik, Temel
Karamollaoğlu oranın belediye başkanıydı. Oraya gittiğimde gördüm, “Şeriat
budur” dedim. Ama bu tarihsel olarak yeni dönemde, 2000 sonrasında giderek
ortadan kalktı.
Bana sorarsanız, İslam’ın en manevi, en
uhrevi tarafını söylemine almış olan bir cemaatin ortaya koymuş olduğu son
performans, yani ülkeyi getirdiği nokta, bu bile bu çürümenin semptomudur. Ortaçağ’da
bile böyle bir şey olamazdı; bir tarikatın kalkıp da böyle bir herzeye girişmiş
olması mümkün değil. Dolayısıyla olayın ne kadar vahim ve büyük olduğunu ortaya
koyuyor.
FETÖ İLE SONU BİZE
DOKUNACAĞI İÇİN YÜZLEŞEMİYORUZ
FETÖ veya daha eski ifadesiyle Gülen
cemaatini kastediyorsunuz. Bu yapı darbeye teşebbüs etti ve bu teşebbüs millet
tarafından püskürtüldü. Bu yapının örgütsel boyutu büyük ölçüde zayıflatıldı.
Ancak, bu örgütsel yapıyı ete kemiğe büründüren teoloji, usul ve fıkıh da var.
“Fethullah Gülen Fıkhı” diye kitaplar yazıldı hatta. Usul, teoloji ve fıkıh
anlayışları itibarıyla Fethullahçılıkla birçok ortak paydaya sahip pek çok
İslami yaklaşımın varlığından bahsedilebilir. Türkiye’de Fethullahçılığın
örgütsel yapısıyla mücadele edildi ama ne toplum ne de siyaset ve akademi
Fethullahçılığın İslam tasavvuruyla yeterince yüzleşmedi. Bu gözlemi paylaşıyor
musunuz, bir zihni yüzleşme gerekliliğine katılıyor musunuz?
Aşağı yukarı 2007’den itibaren bu hareket
üzerine yazıyorum. Oradan itibaren benim söylediğim, bunun tamamen Türkiye’deki
mevcut Osmanlı’dan devraldığımız bu tarikat, tasavvuf ve Eşarilikle mecz olmuş
olan ideolojinin aynası olduğu. Yeni bir icat değil, sadece örgütlenme tarzında
yeni bir icat var. Örgütlenme tarzı şimdiye kadar diğer cemaatlerin
tarzlarından farklı bir şekilde, üniversiteler, yurtlar, okullar, bürokrasi…
Diğerleriyle mukayese ettiğim zaman orada bir yeniliğin olduğunu görüyorum ama
bahsetmiş olduğunuz usul, teoloji, fıkıh açısından baktığınız zaman orada hiç
diğerleriyle, hatta siyasi olan tezahürlerle de herhangi bir fark yok.
Dolayısıyla bunun üzerine gidilemeyişinin sebebi de, üzerine gidildiği zaman
olayın kendimize dokunacağıdır. Yani kendimizin, mevcut aktörlerin kendilerini
sorgulaması gerektiği ortaya çıkacağından dolayı, insanlar bu özgüveni ve bu
cesareti, bu dürüstlüğü gösteremiyorlar. Onu ne kadar günah keçisi olarak
gösterip ilgilenirlerse, kendilerini daha temiz görüyorlar. Ana hatlarıyla
görebildiğim şey bu.
Bu dini yapı ve grupların devletçilik ve
milliyetçilik anlayışları üzerine de konuşmak lazım. Dini grupların büyük
çoğunluğu niçin milliyetçi ve devletçi? Bunu nasıl yorumlarsınız?
Bu da bizim tarihimizle alakalı. Zekeriya
Işık diye bir arkadaşımız, ‘Şeyhler ve Şahlar’, ‘Tekkedeki İktidar’, ‘Devlet ve
Tarikat’ diye üç tane kitap yazdı. Orada ortaya koyduğu, bütün bir Osmanlı’nın
böyle olduğu. Yani tasavvuf devletle, siyasi iktidarla iç içe. Yani kuruluştan
çöküşe kadar Türkiye’nin hikâyesi bu.
Benim bütün iddiam şu: Biz bu yapıyı
gözden geçirip bunu reddetmek zorundayız. Osmanlı’da bütün bir 600 sene boyunca
böyle geldi ise, böyle gidecek diye bir şey yok, çünkü o yapı sorunluydu.
Devleti çökerten o yapı, o ideolojidir. Cesaret edip de bunu kritik etmeden
bizim modern bir devlet, modern bir toplum kurma ihtimalimiz yok. “Modern”
derken, Ulus Devleti aynı ile taklit edelim demiyorum.
Cemaat yapıları olur; cemaate sosyolojik
anlamda karşı çıkmak zordur. Ancak, en azından daha eşitlikçi, daha sorgulayıcı
olabilir. Mesela Hz. Muhammed de karizmatik bir liderdi, karizması vardı,
peygamberdi ama onun etrafında oluşan cemaat, yani müminler topluluğunun onunla
olan ilişkisi son derece eleştirel ve neredeyse eşit ilişkiye dayanıyor. Adam
saygısını ifade edip, “Anam babam sana feda olsun Ya Resulullah” diyor; ondan
sonra da ikinci sorusu: “Bu Allah’tan mı, yoksa senden mi?” oluyor. Yani bu
görüş sana mı ait, yoksa Allah’a mı ait? Hudeybiye Barış Antlaşması’nı düşünün.
Ali’yle Ömer, yakasına yapışarak peygamberi ağlattı. O anlaşmaya imza atma
taraftarıydı, onlar karşı çıkıyorlardı. Sonuna kadar karşı çıktılar ve
onaylamadılar, ta ki ayet gelip Hz. Muhammed’i onaylayana kadar. Hatta ayet
geldikten sonra, Ömer’e yolda haber veriyorlar, “Yahu ayet geldi, Allah
peygamberi temize çıkardı” diyorlar. “Ne fethi ya?” diyor. Hâlâ devam
ediyor.
Cemiyetin amorf, insanı kendinde
yabancılaştıran yapısına karşı insanlar daha sınırlı çeşitli amaçlara yönelik
bir araya gelebilirler. Sosyolojik olarak buna karşı çıkmam; ama, bizde sakat
olan, bütün bir tarihi kesen, kişi kültü etrafında tamamen ona mutlak itaat
tarzında insanların bireysel özgürlüklerini ve ahlaki kapasitelerini dumura
uğratan bir yapı ortaya çıkması. Bunun İslam’la hiçbir alakası yoktur. Ama
maalesef, bizde hem cemaat ve tarikatlarda hem de siyasette bu yapı devam
ediyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.