Toplumsal eleştiriyi, ilkeleri hedef alan sosyal, siyasal hareketler bireylere nasıl ve hangi yollarla kimlikler giydirmeye çalışmaktadır? Bu kimlikler bazı kesimlerin dışlanması veya önemsenmemesi şeklinde oluşmuyor mu? Tikel bir kimlikle bugünü, geçmişi açıklamak ne kadar doğrudur?
Bu sorular ayırıcı siyasal kurumsal
sorulardır aslında. Hepsinin merkezinde “kimlik” durmaktadır.
Kimlik kavramı Sokrates’in “kendini
tanı”sından başlayarak Freud’a gelinceye kadar felsefenin öncelikli sorunu
olmuştur. Küreselleşmenin sonuçlarının etkin bir şekilde hissedildiği,
modernite ve postmodernite söylemlerinin tartışıldığı günümüz toplumlarında da
kimlik sorunu yeniden gündeme gelmiş; bir yandan yeni kimlik arayışları
sürerken diğer yandan da farklı kimliklerin bir arada var olabilme anlayışları
tartışmaların merkezine oturmuştur. Kimlik; kişilerin, grupların, toplumların
“Kimsiniz?” sorusuna karşı “Ben falanım.” şeklinde ortaya koydukları aidiyet
merkezli bir tanımdır. Kimlik, kolektif aidiyetlerden insanların katıldıkları,
hayalleri, arzuları gibi hayattaki duruş yerlerini bildiren niteliklerin
toplamını belirtir. Kimlik kişilerin niteliklerinin tümüdür ve bireysel bir
tercih veya bir istek üzerine temellendirilir; dayatmayla giydirilmiş kimlikler
bir yana bırakılacak olursa.
Kimliği, farklı boyutlarda gruplandırmak
mümkün olabilir: Birincisi, bir nesnenin kendisi ile özdeş olması halidir. Bu
anlam boyutu “ayniyet”tir. İkincisi, bireyin bir kolektifle özdeşleşme ilişkisi
üzerinden tanımlanması halidir ki kavramın bu boyutu “aidiyet”tir. Üçüncüsü,
bireyin kim olduğu hakkındaki hukuksal, bürokratik vs bilgilerin toplamıdır.
Dördüncüsü ise bireyin psikolojik mânâda “kişilik kazanma”, “kendi olma”
sürecidir. Kimlik kavramının önemli iki boyutu ayniyet ve aidiyettir kuşkusuz. Kimlik
merkezli siyasal, kuramsal tartışmaların odağını da bu iki boyuta atfedilen
içerik ve yapıların farklı değerlendirilişleri oluşturmaktadır. İşin nirengi
noktası şudur belki de: Kimliğe yönelik olarak gerçek bir “öz”den söz
edilebilir mi; yoksa kimlikler, toplumsal kurgu yapılar mıdır? Bu soru,
ardından başka soruları beraberinde getirmiyor değil: Birey objektif olarak bir
gruba mı aittir? Bu objektif aidiyet bireye dışarıdan dayatılan özellikler
kaldırıldığında bir tür gizli ayniyet olarak mı ortaya çıkar? Her siyasal ve
sosyal hareketten dışarıdan dayatılan özellikleri ortadan kaldırıp bireylere
gerçek kimliklerini iade etmeleri beklenir mi? Kimliklerin yapısının birbirine
bağlı beş temel özellik çerçevesinde tanımlanabileceği söylenebilir: Birincisi,
kimlikler öznel oldukları kadar nesnel bir yapıya da sahiptir. Kimlikler
değiştirilebilir, terk edilebilir yanılsamalardır, dense de kimlikleri
değiştirmek, terk etmek kolay değildir.
Türk olmak, erkek olmak gibi klişelerin
uzağında durulsa bile, hayatın birçok alanında davranışlar, tercihler bu
nosyonlara göre belirlenmektedir. Hele, kimlikler değişse bile, içlerinin boş
olması düşünülemez. “Sağanak yağmurda sokak ortasında duran şişeler gibi;
içlerindeki suyun alaşımı sürekli değişse de hiç boş kalmıyorlar.” diyenler
kimlik adı verilen karmaşık örgünün yalnızca bir ucunun bireylerde olduğunu,
diğer ucunun kolektiflere uzandığını ve dolayısıyla yaşanılan toplumda boş
kimliğin mümkün olmadığını ileri sürerler.
Her kimlik bireyleri anlatan birer
hikâyedir aslında. Nesnel bir işlev gördükleri kuşkusuzdur. Gerek insanın kendi
kendini tanımlamasında ve gerekse başkaları tarafından tanımlanmasında temel
bir rol oynamaktadır kimlik.İkincisi, kimlikler soru-cevap ilişkisi bünyesinde
ortaya çıkar genellikle. Bu şekilde bireyler büyük harfli öznelerde kendilerini
yeniden tanımlar ve soru-cevap ilişkisi sonrasındaki çağrıya bir özdeşleşme ile
cevap verirler. Üçüncüsü, kimlikler bazı farklılıkların bazı farklıklar lehine
arka plana itilmesi yoluyla oluşur. “Postmodern” diye adlandırılan
toplumsal-kültürel dönem farklılıkların özdeşliklere nazaran ön plana çıktığı,
aklın yerini bazı kaynaklardan beslenen değişken öznelerin aldığı, aklın bu
farklılıklara göre konumlandırıldığı bir dönem olarak tanımlanır. Gerçekten de
bu dönemde eksenler saf şekilleriyle değil; birbirleriyle kombinezonları
sayesinde kabul görmektedir genellikle. Psikolojik bulgular, insanların
birbirlerini gruplar üzerinden algıladıklarını göstermektedir.
İçinde yaşanılan toplum biçiminde daha
bölücü, karşıtı daha belirgin kimlikler çağrı gücüne sahiptir. “Bütün
ezilmişler! Birleşiniz!” seslenişi belki bölücü ama yaşanılan ayrışmış toplum
biçimine oranla hâlâ çok soyuttur. Kimlikler birer kurgu yapı olmakla birlikte
bir ya da daha fazla “öz”den beslenen işaretlendirme mekanizma larıdır aynı
zamanda.
Postmodern dönemde her kimlik hâlâ var
olan veya potansiyel başka kimlikleri kenara itmek suretiyle ayakta kalabilir.
Çünkü bir fark, diğer farklılıklar aleyhine mutlaklaştırılmadığı takdir de
kimlikler çağrıcı güçlerini elde edememektedir. Yine kimlikler ancak ikilik
mekanizmaları içinde anlam kazanmakta, bu nedenle de her kimlik kendi ile
birlikte karşıtını da oluşturmak ve hatta yaşatmak zorunda kalmaktadır.
Dördüncüsü, kimlikler hiyerarşik bir sistem içinde hizmet görürler. Kimlikler
bir dizi kimliğin bir arada işlemesiyle var olsalar da hiyerarşik bir yapıya
sahiptir ve “merkez-üst kimlik” kişilere, gruplara göre değişmektedir. Zira
bireylerin tek bir kimliği yoktur. Her birey birden fazla kimlik kaynaklarının
bileşimlerinden oluşan bir bütünü kendi kimliği olarak benimser. Etnik, dini,
kültürel, mesleki… Bu çoğul kimlikler farklı alanlarda tek başlarına etkin
olabilmektedir.
Ancak bireyler tek bir kimlik üzerinden en
etkilibiçimde çağrılmakta, siyasal hareketlere katılmakta, tercihlerine tek bir
kimlik merkezinde yön verip diğer kimliklerini bu merkez kimliğin lehine
bastırmakta veya yönlendirmektedir. Bu kimlik bireyin “merkez-üst” kimliğidir.
Beşincisi, kimlikler göreli ve bir karşıta oranla konumlanan adlandırmalardır.
Bir tarafta ezilen insan kimliği var ise diğer tarafta ezen insan kimliği var
demektir. Bu görelilik kimliklerin hiyerarşik sıralamasında da vardır. Birinin
önemsemediği kimlik, diğerinin “merkez-üst” kimliği olabilir.
Kimlik konusunun gizli boyutu kimlikte
karşıtlık ilkesinde yatar aslında. Kimlik biraz da kimlere, nelere karşı
olunduğu ile anlaşılır çünkü. Rasulullah’ın “Ben şöyle şöyle yapanlardan
uzağım.” şeklindeki açıklamaları kimlikte karşıtlık ilkesine göre bir
konumlanmadır. Peki, kimlikler iddia edildiği derecede belirleyici ve aynı
zamanda değiştirilebilir yapılar mıdır? Böylesi paradoks bir çerçevede
kimlikler nasıl bir işlev görmektedir? Kimlik kavramı özellikle göç, din,
milliyetçilik, etnisite ve cinsiyet araştırmalarında neredeyse vazgeçilmez bir
kavram olarak literatürde yerini almıştır, dense yanlış olmaz. Günümüzde kimlik
algısı konusunda kavramsal bir değişim gözlemlenmiş, kimlik kavramının
eksenleri değişmiştir. İnsanın içinde yaşadığı topluma, kültüre karşı bir
tutunma aracı olan kimlik olgusu, modernizmden postmodernizme kadar geçen
süreçte yalnızca değişmekle kalmamış, aynı zamanda kavramsal olarak çeşitlilik
de göstermiştir.
Ya Müslümanlar? Onların kimlikleri ne
halde acaba? “Müslümanlar modern zamanlarda yenilgi ve çöküşlerine defansif,
reaksiyoner ve indirgemeci bir apoloji ile tepki vermişlerdir.” görüşünde
olanları doğrulamamak mümkün değildir. İçinde yaşanılan dönemin tarihsel bir
kırılma ânına tekabül ettiğini söylemek yanlış olmaz. Müslümanların hayata dair
ideallerinin büyük çoğunluğu artık İslam’ın değil; modern zihniyet dünyasının
İslam’la süslenmiş idealleridir. Bu durum dünyevileşmenin açık bir
göstergesidir aslında. Bu nedenle günümüzde Müslümanların kendileri ile ilgili
bir gelecek tasarlama hususunda yine kendilerine ait bir iradenin belirleyeceği
rolden söz etmek zor gibi görünüyor. Görüntüye indirgenmiş yeni bir dindarlık
anlayış içinde olan ve her düşünceye yatkın prototip insanlarla karşı
karşıyadır modern zamanlar.
Öyle ki Müslümanların hayatının akış yönünü
gösteren; onların sevincini, zevkini, umudunu ve mutluluğunu belirleyen ve
anlamlandıran artık modern ideallerin kendisidir. Örneğin bazı farzları yerine
getirecek, ancak zaman ayırarak değil, bunu zaman bulduğunda yapacaktır.
Dindarlığı belli günlerde, belli aylarda yoğunlaştırarak adeta bir karnaval
havasında zamanını geçirecektir.
Her şeyin hızla tüketildiği günümüz
dünyasında artık kimlikler de tüketilir hale gelmiştir. İnanç ve ilahi
buyruklardan uzaklaştıkça değersizleşmektedir insan. “Kimlik Dönüşümü” adlı
kitabımızın önsözünde dile getirildiği gibi tıpkı: “Çürüyen, çöken birey…
Çözülen aile, toplum… Dağılan cemaat… Direnişçi ruhun dönüştürücü damarının
yerini alan muhafazakârlık, renksizlik… Heyecansız, hareketsiz, ilkesiz
kalabalıklar.. Dinde beraberliği yitirmiş, doğru din algısından uzaklaşmış
ümmet… İlimden, irfandan, tefekkürden yoksunluk; başıboşluk, kayıtsızlık…”
Giydirilmiş, tayin edilmiş kimliklere göre davranan milyonlar… Endişelerden
uzak kalmak ve imkânlardan olabildiğince yararlanmak için revaçta olan
kimliklere sıkıca sarılma arzusunda olan eyyamcılar…
Hemen her şey Müslüman kimliğini etkiliyor
mu? Müslümanların birçoğu İslam ahlâkının onaylamadığı durumlara karşı kalbi
mesafe koymakta zorlanmaktadır maalesef. Bu ise onların değişimini kolaylaştırmaktadır.
Değişimle birlikte “İslam merkez-üst kimliği”nden de uzaklaşılmaktadır çoğu
zaman. Değişimi iki aşamalı bir süreç olarak tanımlama mümkündür. Birincisi
bazı eşyaların, kıyafetlerin vs değişimidir ki bu tür değişimler hızlı ve
yüzeysel oldukları kadar bunların etkileri de sınırlıdır. İkinci aşaması ise
orta ve uzun vadede insanların, toplumların ana karakterinin ve duyuş biçiminin
dönüşmesi, başkalaşmasıdır. Bu derin değişimdir ve etkisi kalıcıdır çoğu zaman.
Değişim ile tekâmül arasında da bir ayrım yapmak gerek. Her değişim, insanı
bizatihi tekâmüle götüren şey demek değildir. Dikey değişim, belli sabitelerin
rehberliğinde istikrarlı bir erdemlilik mücadelesi vermeyi gerekli kılar.
Burada insanın yolculuğu geçmişten
geleceğe değil; aşağıdan yukarıya doğrudur hep. İslam’ın tanımladığı hayat atalet ve miskinlik değil;
dinamik bir arayış ve cihad üzerine kuruludur.İnsanın amaç ve pratiklerini
sürekli sorgulaması, ahlâki ve fikrî olgunluğa ulaşmak için gayret göstermesi
de cihaddır. Cihad ise dinamik bir süreçtir. Modern toplumların yatay
hareketliliği tek boyutlu bir yayılmayı hedeflediği için maddi alandaki
değişimler gerçek dinamizm olarak gösterilmeye çalışılmaktadır.
Değişim aşağıdan yukarıya doğru dikey bir
dönüşüm olmakla birlikte aynı zamanda içeriden dışarıya doğru ilerleyen bir
süreçtir. Bu bakış açısı ile değişimin kendisinden çok değişimin öznesine
öncelik verilir. Yani birey ve toplumları değişimin önünde savrulan bir nesne
olmaktan çıkarır, onlara özgür bireyler olarak sorumluluk yükler. Toplumun
dönüşmesi insan özünün değişmesi ile mümkündür. Bu nedenle Kur’an-ı Kerim,
“Gerçekten Allah, kendi ne kadar, .” (Rad, 11) diyor. Kur’an’ın değişim
anlayışı hem içeriden dışarıya hem de aşağıdan yukarıya doğru bir tekâmül
sürecini ifade etmektedir. Bu nedenle gerek dikey ve gerekse yatay mânâda
değişimin öznesi ve öncüsü birey olmak zorundadır. “Zaman değişiyor, yapacak
bir şey yok.” şeklindeki bir teslimiyetçilik, insanın kendisini nesne yerine
koymasından başka bir şey değildir. İslam tarihinde selefin ihya hareketleri
İslam’ın sabiteleri ile değişken koşullar arasında bir denge ilişkisim kurma
çabasının bir ürünüdür. Müslüman toplumların kimlik ve medeniyet bilincini
muhafaza etmesi ve değişimin Müslüman halkların lehine olabilmesi, selefin
samimiyet ve teslimiyetine sahip olmakla mümkündür.
Bauman, teknolojik gelişmelere bağlı
olarak zaman ve mesafenin eski anlamını yitirdiğini, homojenleşme yerine
kutuplaşma eğiliminin artığını ileri sürer. Küreselleşme olgusunun zaman ve
mekân olgularını yeniden düzenlediği varsayıldığında çok zamanlı ve çok mekânlı
bir sistem içerisinde bulunulduğu söylenebilir. Böyle bir sistem içerisinde
küreselleşme standartlaştırıcı, tekbiçimleştirici etkisiyle tüm kimlikleri
sarsmakta ve kültürel referanslarını silmektedir. Neyi değiştirmesi, neyi
yerinde bırakması gerektiğini bilmeyen insanlar, toplumlar, zaman kimlikler
etkilenmekte ve bir köksüzlüğe, yozlaşma çukuruna düşülmektedir. Tüm bu olup
bitenlerde benliğin kaybedilmesinin etkisi büyüktür. Kimliğin serüveni içeriden
dışarıya, psişik olandan toplumsal olana doğru incelendiğinde “benlik” kavramı
ön plana çıkar. Benlik, insanın kendi bilinçli varlığının bilincinde olma
halidir. Bu öz bilinç kimliğin temelidir. Öz bilince dayanan kimlikle
vatandaşlıkta temellendirilen resmi kimlikler birbirinden farklıdır elbet.
Geleneksel devletlerde, imparatorluklarda
resmi kimliğe rastlanmaz. Modern ulus-devletler ise resmi kimliği zorunlu kılar
ve tebaa ile olan ilişkilerini vatandaşlık temelinde belirlerler. Tüm toplumsal
kimlikler modern ulus-devletlerde vatandaşlık potasında eritilmeye çalışılır.
Birçok ulus devlette, örneğin Fransa’da, uyrukların tarihsel-kültürel
kimlikleri, devletin kökenindeki baskın toplumsal grupların çıkarlarına en
uygun olan kimlik lehine bastırılması, inkâr edilmesi üzerine kurulmuştur.
Modern devletler bu durumu vatandaşlarına eşit şekilde muamele edebilmenin
gereği olarak görmektedir.
Dolayısıyla modern devletler bireysel
özgürlüğe sınırlamalar getirmek suretiyle kimlik ve farklılık bağlamında dışlayıcı
bir iktidar anlayışı sergilemektedir genellikle. Modern ulus-devlet tarafından
belirlenmiş resmi bir kimlik tasarımı esas alınıp bu kimlikten farklılaşmış
olanlar ya kültürel asimilasyon sonucu kamusallaştırılmış ya da kamusal alandan
dışlanmıştır. Bauman, modernliğin kültür anlayışını bahçe kültürüne benzetir.
Buna göre, toplumu bahçe gibi gören görüşler toplumsal doğal ortamın bazı
kesimlerini yabani otlar olarak nitelerler ve onların yabani otlar gibi
ayrılması, kısıtlanması, yayılmalarının önlenmesi, yerinden çıkarılması, toplum
sınırlarının dışında tutulması; tüm buçabalar yetersiz kaldığı takdirde ise
öldürülmesi gerektiğini ileri sürerler.
Geleneksel toplum yapısından modern
topluma geçiş ile sorunsallaşan kimlik; günümüzde postmodern söylem ve
küreselleşmenin etkisi altında, farklılık ve çoğulculuğun kutsanmasının bir
sonucu olarak, parçalanmış bir görünüm sergilemektedir. Hızlı sosyo-ekonomik
dönüşümlerin yaşandığı bir dönemde kimlikleri yeniden inşa edilmesi gerekir.
Nesne olmayı reddedip özne olmak isteyenler ancak yarının dünyasını
şekillendirebilir.
Özne, öznellik vs.den söz edildiğinde
benliğin fazla vurgulandığı düşünülebilir. Ancak burada özne, öznellik derken
bireyi merkez kabul edip bireyin dışındakileri küçük görmek, yok saymak gibi
bir yaklaşım söz konusu değildir. Özne, öznellik derken adalet ve hakikate
bireyin kendini katması ve merkez/üst kimlikle olan ilişkisinde kendini olması
gereken yere taşıması konusunda aktif ve kararlı bir çaba içinde olması
kastedilmektedir. Özne olmanın sonuç olarak ortaya çıkardığı şey sorumluluktur.
Sorumluluktan kaçanlar, kendilerine dayatılan kimliklerle nesne haline
gelirler. Yeniden küresel bir medeniyet kimliğine kavuşmak isteniyorsa
değişimin nesnesi değil öznesi olmak zorundadır Müslümanlar. Özne-nesne
yalnızca aktif-pasif farklılığına dayanmaz. Belirleyicilik, yani inisiyatif
sahibi olmak da bir özelliğidir öznenin. O zaman ancak tahkik, vicdan ve
iradenin varlığından, öznenin işlevselliğinden söz edilebilir. İnisiyatif
sahibi olmak sorumluluğu gerektirmektedir. Onlar sözleriyle ve örneklikleriyle
çevresinde ve toplumda adaleti gözetenlerden olmak yükümlülüğü altındadırlar.
Onlar, akıllarını kullanır, bâtıl ne kadar çekici de olsa onun peşine
gitmezler. Allah’ın koyduğu sınırlara riayet eder, O’nun buyruklarına karşı
gelmez, bile bile günaha dalmazlar. Irkçılık,mezhepçilik, meşrepçilik ve
cemaatçilik üzerinden kardeşlik hukukunun çiğnenmesine göz yummazlar. Hakkı ve
sabrı önerirler birbirlerine. İstikamet üzeredir onlar. Boş işlerden yüz çevirirler.
Merhamet sahibidirler. Kötülükleri iyilikle savar, kendi hevaları için intikam
peşinde olmazlar.
İşlerini aralarında istişare ile yaparlar.
İnsanlara iyiliği emreder, onları kötülüklerden sakın dırmaya çalışırlar. Onlar
diğer Müslümanların elinden ve dilinden emin oldukları kimselerdir. Kimseye
zulmetmezler, başkalarının da zulmetmesine göz yummazlar. Yalan söylemez,
kimseyi aldatmaz, sözünde durur, etrafında bulunanlara güven verirler onlar.
“Seküler bir dünyada Müslüman kimliğine sahip olmak ve bu kimliği muhafaza
etmek kolay mı?” sorusu akla gelebilir. Küresel sistem insanlara çeşitli
kimlikler dayatıp onları asıl kimliklerinden uzaklaştırmak istemektedir.
Müslüman kimliği de tamamen yok edilmeye, bu başarılamadığı takdirde asli
içeriği bulandırılmaya, eklektik bir hale dönüştürülmeye çalışılmaktadır.
Küresel sisteme uyumlu, ona hizmet eden bir kimlik…
Müslüman kimliği direnme ve direnerek var
olma bilinci sağlayan temel dayanaktır Müslümanlar için. Müslümanlar kendi
kimlikleriyle hedeflerine ulaşabilirler ancak. Çünkü Müslüman kimliğine sahip
olanların düşüncelerini, inançlarını ve eylemlerini ilkeler belirlemektedir.
İman ve eylem ilişkisi, yaşanılan topluma ve sisteme bakış, İslami mücadelede
izlenecek yöntem gibi tüm temel hususlar Müslüman kimliği ile ele alınabilir.
Bu da ilkesel tutarlılığı ve bütünlüğü gerektirir. İlkesel bir tutarlılık ve
bütünlük içinde sorunlara yaklaşıldığı takdirde çözüm yolları bulunabilir.
Nasıl bir Müslüman kimliği? “Ben kimim, neden varım, hedefim nedir?” gibi temel
sorulara verilen cevaplarla bir kimlik tanımlaması yapılır. Evrene, hayata ve
olaylara bakış açısı, üstlenilen misyon insanın kimliğini oluşturur. Bu
kimlikle bir yandan aynı misyonu üstlenenlerle birliktelik, yardımlaşma ve da
yanışma sağlanırken, bir yandan da başkalarından ayrılma, farklılaşma işlevi
görülür. Din, kimliğin inşasında en temel kabulleri, değerleri, tasavvurları,
anlamları ve sembolleri belirler. Dinin çizdiği anlam haritası insanlara,
toplumlara yön gösterir. Bu kimlik adalet, ihsan, hayırda ve iyilikte
dayanışma, iffet, cesaret, cömertlik ve benzeri erdemlere yönelmeyi ve zulüm,
fesat, fitne, kibir, riya, bencillik, ihanet, cimrilik, yalancılık ve
hayâsızlık gibi kötü hasletlerden de uzak durmayı gerektirir. Zira güzel ahlâka
riayet Müslüman kimliğinin ayrılmaz bir parçasıdır. Bu kimliğin gereği olarak
Müslüman güzel ahlâkıyla örnek olan kişidir. Yalnızca Allah’ı ilah edinir,
Allah’ın hoşnutluğunu hedefler; sabrı, infakı yaşam biçimi haline getirir,
güvenilir insandır.
Vahyin hedefi, tevhid akidesine sahip
bireylerin oluşturduğu bir tevhid toplumudur. Vahyin hedefi, haktan sapmaları
yeniden aslına rücu ettirmektir. Bu bilince sahip olanlar ancak Müslüman
kimliğini koruyabilir ve tevhidin hakikatine varabilir. Zira, Müslüman
kimliğinin özü, tevhidi yeniden kuşanmaktır. Kur’an nasları ile sorunlar
arasında bağ kurmak, toplumsal ve yönetsel alanda tevhidi ilkeler ışığında
değerlendirmeler yapmak, insanları vahyin belirlediği ilkesel eylemliliğe
yönlendirmek ancak güçlü bir Müslüman kimliğinin inşasıyla mümkündür. Bu
yönüyle “Kalk, başla, harekete geç!” buyruğu anlamlı bir çağrıdır. Kimliğin
muhafazası için de sürekli diri ve uyanık olmak gerek. Sapıtmamak için… Yani,
kimliği kaybetmemek için… Bu da İslami bilgi ve birikim bakımından donanımlı
olmayı gerektirir. Bir feda oluş duygusu varsa dirilik ve uyanıklık
kaybedilmemiş demektir. Müslüman kimliği Kur’an’a ve sünnete göre biçimlenir.
“Size sıkı sarıldığınız sürece sapıtmayacağınız iki şey bıraktım: Allah’ın
kitabı ve Rasulü’nün sünneti.” (Ebu Davud, İbni Mace, Ahmed b. Hanbel) Bu
nedenle Müslüman kimliği Müslümanları kucaklayan, tüm insanların İslam’a
yönelmesini arzulayan, hayat modelini konjonktüre göre değil; vahye göre
şekillendirmeye çalışan, vahdeti ve ihlası önceleyen bir kimliktir. Bu çerçevenin
dışında kalan anlayışları, kabulleri, pratikleri dışlamak kimlikte karşıtlık
ilkesi uyarınca Müslüman kimliğinin gereğidir. Giydirilmiş veya tayin edilmiş
kimliklerden sıyrılmadan Müslümanların İslam merkez/üst kimliğiyle kucaklaşması
mümkün değildir. Kimlik inşası dinamik bir süreçtir aslında. Giydirilen veya
tayin edilen kimliklerden sıyrıldıkça sahip olunan öz hazinelerin farkına
varılabilir ve öz gerçekliğe ulaşılabilir. Sürekli iletişim ve dayanışma içinde
olan insanların arasında bir kişi dahi kendi öz benliğine kavuştuğu takdirde bu
kişinin etrafında olanlar da bundan etkilenebilir, öz benliklerine kavuşabilir,
örneklik teşkil edebilirler. İslami kimliğin gereği olan örneklik kuşanılmadığı
takdirde kimlik bunalımı yaşanacak ve kişi bir hiç olmakla karşı karşıya
kalacaktır. İnsan, kendi özgün iradesi ve tercihi ile Allah’a teslim olduğu,
Müslümanca yaşadığı takdirde evren ile uyum içinde olacaktır. Tam da bu
noktadan itibaren Müslüman kimliğinden, örnek kişilikten söz edilebilecektir.
Yine, Müslüman kimliğiyle ancak edilgenlikten, sıradanlıktan kurtulup izzet ve
sorumluluk sahibi bir Müslüman, bir ümmet olma bilincine erişmek mümkündür.
İşte o zaman tevhidi bilince ulaşılabilir ve inanç ile pratik, düşünce ile
eylem ayrıştırılmaz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.