Son dönemlerde, gerek siyasal, gerekse bilimsel toplantılarda, İslam kültür ve uygarlığının, çeşitli boyutlarıyla yeniden tartışıldığı görülmektedir. Özellikle, ülkemizdeki muhafazakâr iktidarın, geleceği geçmişte arayan tutumunun bunda yadsınamaz bir rolünün olduğunu sanıyorum. Geçmişi araştırmak, nesnel bir değerlendirmeye tabi tutmak, elbette önemlidir; ancak F. W. Nietszche’nin de haklı olarak söylediği gibi, dönüp dolaşıp sürekli tarihe odaklanmak, bir tür gelecek yoksunluğu olarak da görülebilir. Kanımca Türkiye’de böylesi bir sorun bulunmaktadır; son on yıllarda gençlerimizin önüne ideal olarak geçmiş konulmaya çalışılmaktadır. Sunulan geçmişte gerçekçi bir geçmiş değil, idealize edilmiş bir geçmiştir. Geçmişte her şey çok güzelmiş gibi sunulmakta, geçmiş ütopyalaştırılmaktadır. Oysa klasik İslam kültürüne kabaca bakıldığında, Hint, İran ve Helenistik kültürün Süryanilerce İslam dünyasına aktarılmasıyla, 9-12. yüzyıllar arasında başarılı bir uygarlık kurulmuş olsa da, 13. yüzyıllardan sonra bu uygarlık bilgi ve değer üretme dinamizmini yitirmiştir. Hatta bu uygarlığın kurulmasında rolü olan büyük düşünürler, dönemlerinde zındık ve kâfir sayılmışlardır. Kurulan uygarlığın dinamizmini yitirmesinde, kanımca, İslam dünyasında, bilgi ve değer üretiminin önemli bir ayağını oluşturan felsefi düşüncenin krize girmesi yatmaktadır. Bu kriz, görebildiğim kadarıyla hala devam etmektedir. Geçmiş önümüze konularak da aşılabilecek gibi gözükmemektedir; çünkü krizin kökleri geçmişteki zihniyettedir. Bu yüzden, tarihe nesnel ve eleştirel bakmak için, İslam kültür ve uygarlığının felsefeyi krize sokan felsefe karşıtı tutumunu gün ışığına çıkartmak ve uyarıcı olması için sık sık vurgulamak gerekmektedir.
Ben bu yazımda, İslam kültüründe,
felsefenin krize girmesine yol açan ve bilgi ve değer üretiminin önünde engel
olarak duran, kimi anlayışları yorumsuz sunmaya ve felsefe aleyhine verilmiş
kimi fetvaları gün ışığına çıkartmaya çalışacağım.
Kimileri örtmeye çalışsa da, biliyoruz
ki, İslam kültüründe, felsefenin ve
felsefeyle ilgilenmenin dinen caiz olmadığı yönünde pek çok fetva vardır. Bu
fetvalarda İslam kültürünün aydınlık yüzünü temsil eden ve bugün İslam kültür
ve uygarlığı adına adları ön plana çıkarılıp övülen filozoflar ve bilim
insanları, genellikle ilhâd, zındık, küfr vb. sözcüklerle bir arada anılırlar.
Nitekim büyük fıkıhçılardan Şafii, Ebu Hanife, Maliki, Ahmet b. Hanbel,
Zerkeşi, İbn Salah, İbn Nuceym, Şirbini, Buhuti; yine büyük kelamcılardan,
Bakillani, Cüveyni, Gazzali, İbn Teymiye vb. felsefeyle uğraşmanın ilhad,
zındıklık ve küfür olduğuna hükmeden fetvalar vermişlerdir. Bu fetvalar, tarihte kalmışa benzememektedir;
bu klasik fetvalar yüzünden pek çok İslam devletinde felsefenin fesi bile
bulunmamaktadır. Felsefe nispeten Cumhuriyet sonrası Türkiye’de filizlenmiş
olsa da, muhafazakâr iktidarın modern bilim ve felsefenin karşında
konumlandırdığı “ilimci anlayışıyla” (ilimle anladığım kadarıyla fıkıh
kastedilmektedir, bu ilim de kelama bile yer yoktur) onun da tehlike altına
girdiğini söylemek gerekir.
İşte size, övünülerek önümüze ideal olarak
konulan İslam tarihinden felsefe aleyhine verilmiş fetvalardan yorumsuz
örnekler:
a) Erken Dönem Fıkıhçıların Kelam ve
Felsefe Karşıtı Fetvaları
“Herevî (H. 481), Zemm el-Kelâm adlı
yapıtında, Şafiî’ye şu sözü iliştirir: “Benim kelâm ehl-i (ve felsefe)
hakkındaki hükmüm, Ömer’in Sabîğ hakkındaki hükmü gibidir.” Sabîğ, Halife Ömer
b. El-Hattâb döneminde Medine’ye gelip, Kur’an’ın kimi müteşabihlerinden,
müşkillerinden ya da yaratılışından soru sormaya başlayan birisidir. Onun
haberi kendisine ulaştığında Ömer kızar ve onu döver. Basra’ya sürgün
edilmesini emreder. Şafiî onun dövülmesinin nedenini yalnızca, şüphe ve bidat
izi taşıyan Kur’an’ın müteşabihleri konusundaki sözüne bağlar. Böylece anılan
olay, Müslümanlar arasında ayrılık yaratmasından korktuğu Kelâm’ı (ve
felsefeyi) yasaklamasının (tahrîm) kanıtı olur.
Zehebî (H. 728) Mizân’da, kelâm (ve
felsefe) biliminin yasaklanmasının bir diğer nedeni olarak, bu bilimin, özüyle
İslama aykırı olan dehrilerin felsefesinden doğmuş bir ilim olmasını gösterir
ve şöyle der: “Kim Kelâm bilimini dikkatlice incelerse, onun içtihadının
sünnete muhalif olmaya neden olduğunu, bu yüzden, önceki alimlerin, eskilerin
bilimlerini (ilm el-evâ’il) incelemeyi kınadıklarını, kelâm biliminin de, dehri
filozofların ilminden yani felsefeden doğmuş bir bilim olduğunu görür. Kim,
zekâsıyla peygamberlerin bilimiyle felsefi bilimi uzlaştırmaya çalışırsa,
kaçınılmaz olarak birini diğeriyle muhalefet eder.” (…)
Kelâm (ve felsefe) bilimi konusunda akıl
yürütmenin yasaklandığına dair bir diğer delil de, kitap ve sünnette bu konuda
bir emrin bulunduğunun ve selefin bu konuda araştırma yaptığının rivayet
edilmemiş olmasıdır. Şafî aynı şekilde bu delile de işaret ederek Biş el-Merisi
(M 825)’ye şöyle demektedir: “Onların çağırdığı şey konusunda, natık kitap,
yükümlülüğü ifade eden bir farz, bir sünnet ya da selefin bu konuda araştırtma
yaptığı ve soru sorduğuna ilişkin bir rivayet mi var, bana söyleyiniz?” Öyle
görünüyor ki, İbn Salâh (1245) mantık bilimini yasaklayan fetvasında bu illete
dayanmıştır. Nitekim o, şöyle demektedir: “Şâri onun eğitimini ve öğretimi ile
ilgilenmeyi mübah kılmadığı gibi, sahabe, tabiin ve müçtehit imamlardan hiç
birisi de bunu mübah görmemiştir.”
Şafiî’nin kelâm (ve felsefe) biliminin
yasaklanmasındaki üçüncü delili, kitap ve sünnete muhalif oluşta mantığı
peşinden sürüklemesi ya da ikisinin terkine ve unutulmasına neden olmasıdır.
Onun şu sözü buna işaret etmektedir: “Kelâm (ve felsefe) erbabı hakkında benim
hükmüm şudur: Onlara sopa atmalı, develere bindirip aşiretler ve kabileler
arasında dolaştırarak, Kitap ve Sünneti bir yana bırakıp da Kelâma yönelmenin
cezası işte budur, diye nida edilmelidir."
Şafiî kelâmı yasaklamakla yetinmeyip,
felsefî bilimleri de yasaklamıştır. Ondan şu söz rivayet edilmektedir: “Eğer
isim isimlendirilenden, şey şeyden farklıdır diyen bir adam duyarsan, onun
zındık olduğuna tanıklık et.”
Aynı şekilde, Ebu Hanife en-Nu’mân b. Sâbit
(H. 150)’den de felsefeyi eleştirdiği yönünde sözler aktarılmaktadır.
İnsanların kelam konusunda ortaya attıkları, ilinek, cisim gibi konular
üzerinde sorulduğunda şöyle dediği belirtilir: “Bunlar felsefenin
işaretleridir; bunları terk edip, selefin yoluna dönmen gerekir, onların hepsi
sonradan ortaya atılmış şeyler olup, bidattir.”
Mâlik b. Enes (H. 179) kelâm (ve felsefe)
bilimini yermekte Şafiî ve Ebu Hanife ile ortaklaşmaktadır. Nitekim kendisine
soru sormaya gelen adama şöyle dediği aktarılır: “Öyle sanıyorum ki, sen Amr b.
Ubeyd (M. 62)’in ashabındansın; Tanrı, bu kelâm bidatine bulaştığı için onu
lanetlemiştir.”
Öyle görünüyor ki, bu hadisçiler ve
fıkıhçılar, dine ilişkin bir şeyi tartışırken din hakkında cedeli yasakladığını
belirtilen Hz. Muhammed’in bir sözüne dayanarak, tıpkı onun gibi, bu konumda
kalmakla yetinmeyi tercih etmektedirler: “Ey ümmet-i Muhammed, gün ışığında
yolunuzu şaşırmayınız; ben size bunu mu emrettim, sizi bundan nehyetmedim mi?
Bundan önce, bu türden şeyler söyleyenler helak oldu. Hayrının azlığı nedeniyle
tartışma ayrılığa yol açar; az bir faydası olsa da tartışma, parçalar,
kardeşler arasında düşmanlı meydana getirir… Beni İsraili tartışma, 71 fırkaya,
Hıristiyanları ise 72 fırkaya ayırdı. Benim ümmetim ise, 73 fırkaya ayrılacak
ve biri hariç diğerleri yolu şaşıracaktır. Kurtuluşa erenler, benim ve
ashabımın yolunda olanlardır.”
Horasan fakihi İbn es-Semânî (H. 489)
el-İntisâr li-Ehl el-Hadîs adlı yapıtında Ehl-i sünnet ve bid’ata sapanlar
(kelamcı ve felsefeci) arasındaki hilafı şöyle diyerek özetler: “Bizimle
bid’ate sapanlar arasındaki farkın akıl meselesi olduğunu bil. Onlar, dinlerini
ussallar üzerine inşa ettiler. Ussallara tabi olup onun izini sürdüler. Ehl-i
Sünnete gelince onlar şöyle dediler: Dinde asıl olan (ona) tabi olmaktır,
akıllarda (ona) tabidir. Eğer din makuller üzerine kurulursa, halk vahiy ve
nebilerden uzak kalır, böylece emir ve nehyin manası batıl olur ve herkes
istediğini söyler. Eğer din ussallar üzerine bina edilirse, bu durumda
mü’minlerin bir şeyi akıl edene değin kabul etmeleri caiz olmaz. Biz, dini
emirler konusunda bize ulaşan şeyleri genel olarak düşündüğümüzde, Tanrı’nın
sıfatları ve insanların ona inanmasıyla ilgili olduğunu görürüz. Bu ise,
müslümanlar arasında açıkça bilinmekte, kendi aralarında aktarılmaktadır. Bu
konuda ana kaynak ise selefin aktardıklarıdır. Selef ise, kabir azabı, kabirde
iki meleğin sualleri, havz, cennet, cehennem, bunların nitelikleri, sırat ve
mizan gibi konularda peygambere dayanmışlardır. Bu konuların hakikatini akılla
kavramak mümkün değildir. Bu yüzden bize ulaşan emirlere kabul ve iman ile
yükümlüyüz. Eğer dinsel emirlerden bir şey duyup aklınla kavrar ve onu
anlarsan, bu konuda Tanrı’ya teşekkür et ve bilgi bu kavrayış onun
yardımıyladır. Eğer onu kavrayamıyor ve anlayamıyorsan, onu aklına havale etme,
ona inan ve tasdik et. Biliriz ki bu kavrayamadığımız şey, Tanrı’nın dilemesi,
kudreti ilmiyle ilgilidir. Nitekim tanrı der ki: Sana ruhtan soruyorlar, de ki:
O Rabbimin emrindendir, onun hakkında size az bir bilgi verilmiştir. Yine Tanrı der ki: Onun ilminden ancak
dilediği kadarını kuşatabilirsiniz. İşte ehlisünnetin bu bağlamda şöyle
demiştir: İslam ancak teslim olmakla gerçekleşir.
Cahız, Halk el-Kur’an ve Gayrihi adlı
yapıtında, Ahmet b. Hanbel’in konumunu şöyle izah eder: Kelam (ve felsefe)
bilimine ve delilerine karşıydı; zira selef onca bu konulara hiç bulaşmamıştı.
Onlara tabi olduğunu söylüyordu. Halkul Kur’an konusundaki selefi tavrı
yüzünden Abbasi hükümdarları Me’mun ve Mu’tasım dönemlerinde işkenceye uğradı.
Ebû Hayyan et-Tevhidî, el-İmtia ve
el-Mu’anese isimli yapıtında, filozof Matta b. Yunus ile Kadı ve dilbilimci
olan Ebi Said es-Seyrafi arasında ilmi mantık ve nahivle alakalı bir tartışma
aktarır. Seyrafi’nin en temel dayanağı, eğer bu alet akıl ise, mantıkla,
felsefecilerin iddia ettiği gibi, bireylerin doğru ile yanlışı, hayır ile şerri
bilemeyeceğidir. İlmi mantığı, Yunanlılar ortaya koymuşlar, kendi dilleriyle
ıstılahlarını yaratmışlardır. Bu açıdan Yunan kökenli ve Yunan diline dayalı
mantıkla, Türkler, Hintliler, Farslar, Araplar hüküm ortaya koyamazlar. Kaldı
ki, Aristonun ortaya koyduğu deliller, tüm milletleri bağlamaz; zira
Yunanlılardan ve başkalarından ona karşı çıkanlar da olmuştur. Arapların dili
yunanlıların dilinden daha zengindir. (…) Buna dayanarak fıkıhçılar, mantığın
ilmi nahve girişine karşı çıktılar ve İbn Salah, Ebu Şâme Abd er-Rahman b. Seyd
İsmail ed-Dimaşkî, Nevevî, Badlusî gibi fıkıçılar, mantığın usulü fıkıhta
kullanılmasını da reddettiler. İlmi mantığa, köklü eleştirilerden birisi de İbn
Teymiye’nin Nasiha Ehl el-İman fi Redd ala Mantık el-Yunan adlı yapıtında
bulunmaktadır. Onun nazarında bu bilim, zeki kimsenin kendine ihtiyaç duymadığı
hiçbir yararı olmayan bir bilimdir. Ona göre, kelam tanım, türleri, kıyas,
burhan ve türleri konusunda mantığa dayanır. Yine buna göre ilim ya tasavvur ya
da tasdikten ibarettir. Tasavvura tanımla; tasdike ise kıyasla ulaşılır. İbn
Teymiye, mantığın doğru bir temele dayanmadığını düşünür. Zira tasavvurun,
sadece tanımla elde edileceği asılsız bir iddiadır. Zira bütün milletlerin
bilim insanları ve görüş sahipleri, tanım üzerinde konuşmadan da şeylerin
hakikatini bilmekte ve araştırmaktadırlar. Biz biliyoruz ki, fıkıh, tıp, hesap
gibi tekil şeylerle ilgilenen bilimlerde tanım olmaksızın tasavvur
gerçekleşmektedir. Bu ise tasavvurların tanımlşa oluştuğu iddiasının
yanlışlığını gösterir. Ayrıca bu Yunanlılar mantığı kurmadan önce de eşyanın
hakikatini bildiklerini gösterir. Tanım, sadece tanımlanan şeyi diğerinden
ayırır ve eşyanın hakikatini bilmede işe yaramaz.” (Bkz. Ebu Ali Mulhim,
el-Felsefe el-Arabiyye: Müşkilât ve Hulûl, s. 21-23).
b) Gazzali’nin Felsefe Karşıtı Fetvaları
“Birisi dese ki; (Tehafüt el-Felâsife’de)
filozofların görüşlerini ayrıntılı olarak açıkladınız. Şu durumda kesin bir biçimde
onların kâfir olduklarına ve onlar gibi inananların öldürülmesi gerektiğine
hükmeder misiniz?
Deriz ki; üç sorunda onların kâfir
olduğuna hükmetmek kaçınılmazdır. İlki, evrenin ve bütün cevherlerin öncesiz
(kadim) olduğuna dair görüşleri; ikincisi, Tanrı’nın önceli olan (hadis) tekil
ve bireyselleri bilgisiyle kuşatamadığı görüşü; üçüncüsü ise, bedenlerin
(cesed) diriltilmesi ve haşrini inkâr etmeleridir. Bu üç sorunda filozofların
görüşleri hiçbir suretle İslam ile örtüşmez. Filozoflara inana kişi,
peygamberlerin yalancı olduğuna inanmış olur. Zira onlara göre peygamberlerin
söyledikleri şeyler, maslahat icabı halk kitlelerine sorunları anlatabilmek
için gerçekle ilgisi olmayan temsillerden ibarettir. Oysa bu, hiçbir Müslüman
grubun inanmadığı açık bir küfürdür. Bu üç sorunun dışında kalan Tanrının
sıfatları konusundaki tasarrufları ile bunların birliğine (tevhid) inanmalarına
gelince, bu sorunlardaki görüşleri Mutezile’ye yakındır. Tabii nedenlerin
zorunluluğu hakkındaki görüşleri de Mu’tezilenin tevellüd (doğuş) görüşüyle
aynıdır. Onlardan naklettiğimiz diğer görüşlerinin hepsi de, İslam
mezheplerinin birinin ileri sürdüğü görüşe benzer. Yalnız bu üç esas sorun
böyle değildir. Bidat ehlini kâfirlikle suçlayan kişi, bu üç sorunun dışında
pek çok sorundan dolayı da filozofların kâfir olduğuna hükmeder. Onlara
(bidatlerinden dolayı) küfrü nispet etmeyen kişi ise, filozoflara yalnızca bu
üç sorunda küfrü nispet eder. Bize gelince, biz kitabın amacının dışına
çıkmamak için şu anda bidat sahiplerinin tekfir ve onların doğru olan ve
olmayan görüşlerini incelemeye geçmeyeceğiz. Doğruya ancak Tanrı ulaştırır.”
(Bkz. Gazzali, Tehafüt el-Felâsife, s. 204.)
“Burada felsefenin kötü olan ve olmayan
kısımları hangileridir; filozoflar hangi sözlerinde tekfir edilirler,
hangilerinde edilmezler, hangi hususlarda bidat ehlinden sayılırlar,
hangilerinde sayılmazlar; hakikat ehlinin sözlerinden çalıp batıl iddialarını
kabul ettirmek için kendi sözlerinin arasına kattıkları nelerdir; halk onların
hakikat diye iddia ettikleri bu sözlerden nasıl nefret etmiştir; hakikat
sarrafı olanlar, onların sözlerinden saf hakikati, sahtesinden nasıl ayırt
etmişlerdir gibi sorulara yanıt bulmaya çalışacağım. (…) Felsefeyi anladıktan
sonra, bir seneye yakın bir zaman, tekrar ederek gaye ve derinliklerini
araştırdım, devamlı düşündüm. Nihayet desise, hakikat ve hayallere şüphe
bırakmayacak bir şekilde bilimlerine muttali oldum. İşte şimdi, filozofun ve
bilimlerinin hikâyesini dinle:
Onları birkaç sınıf, bilimlerini de,
birkaç kısım halinde gördüm. Onlara, çokluklarına ve eskileri ile yenileri
arasında hakka yakınlık ve uzaklık farkı gözetmeden küfür ve sapkınlık (ilhad)
damgası vurmak gerekir. Filozoflar, fırkalarının çokluğuna ve mezheplerinin
çeşitliliğine rağmen üç kısma ayrılırlar. Dehirler, Tabiayatçılar ve
İlahiyatçılar.
Dehriler, en eski filozoflar zümresidir.
Evreni idare eden ve her şeye muktedir olan bir yaratıcının varlığını inkâr
etmişlerdir. Evrenin bir yaratıcı tarafından değil de, öteden beri
kendiliğinden mevcut olduğunu, canlının spermden, spermin de canlıdan meydana
geldiğini, böylece ebedi olarak devam ettiğini ileri sürmüşlerdir. Bunlar
zındıktırlar.
Tabiatçılar, en çok doğal evreni, hayvan
ve bitkilerin dikkate değer taraflarını araştıran filozoflardır. Onların en çok
uğraştığı konu, hayvan uzuvlarının cerrahisidir. Bu çalışmaları sırasında,
canlılarda Tanrının yaratışının, kendilerini yaratan, hakim, hadiselerin gaye
ve maksatlarına muttali kadir bir Tanrının varlığını itirafa zorlayan eşsiz
hususiyetlerini, hikmetinin yüksekliğini gördüler. Anatomi bilimini ve
kısımlarını, faydalarının hikmetlerini tetkik eden her insanda, hayvan ve
bilhassa insan vücudunu yaratan Tanrının kemaline dair zaruri bir bilgi meydana
gelir. Şu kadar var ki, bu filozoflar, tabiatı pek fazla incelediklerinden,
mizaç itidalinin, hayvan kuvvetinin teşekkülü üzerinde büyük bir etkinin
olduğunu düşündüler. Sonra insanın akıl yetisinin mizaca bağlı olduğunu,
mizacın bozulmasıyla bozulduğunu; yok olursa tekrar var olamayacağını
zannettiler. İddia ettikleri tarzda hareketle nefsin öldüğüne ve dönmeyeceğine
inandılar ve sonuç olarak ahireti inkar ettiler. Cenneti, cehennemi, kıyameti
ve hesabı da inkar ettiler. Onlara göre ibadet için sevap, günah için azap
yoktur. Nihayet bağlarından çözülüp hayvanlar gibi şehevi arzulara daldılar.
Bunlar da zındıktır. Çünkü iman esası Tanrıya ve ahret gününe inanmadır.
Hâlbuki onlar, Tanrıya ve sıfatlarına inanmışlarsa da, ahret gününü inkâr
etmişlerdir.
İlahiyatçılar, filozofların sonraki
grubudur. Aralarında Sokrates, Platon ve Aristoteles vardır. Aristoteles,
onlara mantığı yazan, bilimleri geliştiren ve istifade edilir kılan kişidir.
Böylece bilgileri anlaşılır hale gelmiştir. Bu filozofların hepsi, anılan iki
grubun yani Dehrilerin ve Tabiatçıların görüşlerini reddetmişler ve
rezaletlerini başkalarına bırakmayacak şekilde ortaya koymuşlardır. Onları
birbiriyle çarpıştırarak Tanrı savaş hususunda müminlere yardım etti mealindeki
ayete göre, müminlerin onları reddetmelerine gerek kalmadı. Sonra Aristoteles
Platon’u, Sokrates’i ve ondan önceki filozofları, hepsinden uzaklaşıncaya kadar
tam manasıyla reddetti. Ancak onların küfürlerinden ve bidatlerinden kötü
taraflar kalmıştı; kendilerinden tamamıyla sıyrılmaya güç yetiremedi. Bu
nedenle, onları ve İslam filozoflarından Farabi ve İbn Sina diğerleri gibi
onları takip edenleri de tekfir etmek lazımdır. Şu da eklenmeli ki, İslam
filozoflarından hiçbirisi Aristoteles’in felsefesini bize Farabi ve İbn Sina
gibi doğru nakledememiştir. Bu iki filozofun haricindekilerin naklettikleri şeyler,
inceleyenlerin kalplerini rahatsız eden hata ve karışıklıklardan salim
değildir. Anlaşılmayan bir şey nasıl ret ya da kabul edilir? Aristoteles’in
Farabi ve İbn Sina’nın nakillerine göre bilinen bütün felsefesi üç kısma
ayrılır; bir kısmı küfrü gerektirir; bir kısmı bidat içerir; bir kısmı da özde
inkârı gerektirmez.” (Bkz. Gazzali el-Munkiz Min ed-Dalal, s. 11-13.)
“Filozofların kitaplarını okumak,
içlerinde bulunan desise ve tehlike nedeniyle yasaklanmalıdır. İyi yüzemeyeni
nehir kıyısında dolaşmaktan menetmek gerektiği gibi, halkı da bu kitapları
okumaktan alıkoymak gerekir. Yine çocukları yılanlardan korumak icap ettiği
gibi, kulakları da bu sözlerin tehlikelerinden uzak tutmalıdır.” (Bkz. Gazzali,
el-Munkiz Min ed-Dalal, s. 16).
“Bunların bu şekilde tekfir edilmeleri,
küfrün –mesela köle ve hür olma hali gibi- şer’i bir hüküm oluşundandır. Çünkü
bir kimseyi tekfir etmenin manası, o kimsenin öldürülmesinin mübah olması ve
ahrette cehennemde ebedi kalacağına hükmedilmesidir. (…) Zira tekfir, tekfir
edilenin malının alınması, kanının dökülmesi, cehennemde ebedi kalınmasına
hükmedilmesi gibi önemli neticeler doğuran şer’i bir hükümdür.” (Gazzali,
Faysal et-Tefrika Bey el-İslam ve ez-Zendaka, s. 137).
c) İbn Salah’ın Felsefe Karşıtı Fetvası
“Soru: (…) İbn Sina’nın eserleriyle
uğraşmak, kitaplarını incelemek caiz midir? Yine onun ulemadan olup olmadığına
inanmanın hükmü nedir?
Cevap: Bu caiz değildir. Kim bunu yaparsa,
dinini yitirir ve büyük bir fitneye maruz kalır. O ulemadan değildir; aksine
insan şeytanlarından bir şeytandır. (…)
Soru: Mantık ve felsefe öğrenimi ve
öğretimi ile uğraşanlar hakkında ne dersin; mantık biliminin özlü ve ayrıntılı
bir biçimde öğrenimi ve öğretimi şeriat açısından mübah mıdır; sahabe, tabiun,
selefi salihten müçtehid imamlar felsefe ve mantık öğrenimi ve öğretimi
konusunda neler söylemişlerdir; şer’i hükümlerin ispatında mantık biliminin
terimlerini kullanmak caiz midir; şer’i hükümlerin buna gereksinimi olup
olmadığı konusunda ne diyorsun; mantık ve felsefenin açıkça öğretimini yapanlar
karşısında gerekli olan nedir; bir sultan, kendi döneminde kimi şehirlerde
(bilâd) kimi şahısların felsefe eğitim ve öğretimiyle uğraştıklarını, kitaplar
tasnif ettiklerini ve medreselerde ilim öğrettiklerini görürse ne yapmalıdır;
sultanın, bu şehirlerdeki felsefecileri azletmesi ve insanları onların
şerrinden koruması gerekir mi?
Cevap: Felsefe aptallığın ve çözülüşün
temelidir (üss es-sefeh ve el-inhilal). Tüm sapıklıkların, başkaldırının,
zındıklıkların ve yanlışlıkların nedenidir (madde). Felsefeyle uğraşan kişi,
şeriatın güzellikleri ve açık kanıtları karşısında kör olur; felsefe öğrenen ve
öğreten sapıtır ve haktan uzaklaşıp şeytanı önder edinmiş olur. (…) Mantığa
gelince, o da felsefenin girişidir; şerrin girişi de şerdir. Dolayısıyla, onun
öğrenim ve öğretimiyle uğraşmak da şer’i olarak caiz değildir. Ne sahabe, ne
tabiin ne selefi salihin ne de müçtehit imamlar onu mubah saymışlardır.(…)
Şer’i bilimlerdeki araştırmalarda mantık terimlerini kullanmaya gelince, şer’i
bilimlerin –Tanrıya hamdolsun ki- mantık ve terimlerine gereksinimi yoktur.
Mantıkçıların tanım ve kesin kanıtla (burhan) ilgili iddiaları geçerizdir.
Şeriat ve şer’i bilimler tamamlanmıştır; şer’i bilimlerin öncüleri, ortada ne
mantık ne de felsefe varken, gerekli olan bilimi bütün derinliği ve
ayrıntısıyla ortaya koymuşlardır. Bir yararı olduğunu düşünüp felsefe ve
mantıkla uğraşanların, onu öğrenen, öğreten ve bu konuda kitaplar yazanların
şerrinden Müslümanları korumak sultana düşer. Sultan bunlarla uğraşanları
soruşturup medreseden çıkartmalı, hala aynı şeyle uğraşanlar varsa, onları
takip ettirmeli, filozofların inançlarına bağlı olduğunu söyleyenleri ise,
İslam ve kılıç arasında tercihe zorlamalıdır. (Bkz.İbn Salah, Fetavâ İbn Salah,
s. 94-97).
d) İbn Teymiye’nin Fetvası
“Felsefecilere gelince onların durumu,
Yahudiler ile Hıristiyanların durumundan da kötüdür. Çünkü onlar, berikilerin
cehalet ve sapıklığı ile ötekilerin facirlik ve zalimliklerini bir araya
getirerek cehalet ve zalimlik alanında Yahudileri ve Hıristiyanları geride
bıraktılar. Nedenine gelince onlar, mutluluğu, sadece gerçeği bilmeye bağlı
saydılar, insanın varlık alemi ve akıl prensipleri ile uyum içinde bilgi sahibi
olmasını mutlu olması için yeterli gördüler. Arkasından da Tanrı’nın zatı,
isimleri, sıfatları, melekleri, kitapları, peygamberleri, yarattıkları ve
emirleri hakkında çok zayıf bilgilerle yetindiler. Böylece cahillikleri
bilgilerinden daha büyük ve sapıklıkları hidayetlerinden daha baskın oldu.
Başka bir deyişle, basit cehaletle katmerli cehalet arasında dönüp dolaşır
oldular. Çünkü onların tabii bilimler ile matematik alanında söyledikleri
sözler nefsin kemalini sağlayamaz, bu konuda yararlı da değildir.” (İbn
Teymiye, İman Üzerine, Salih Uçan çevirisi, s. 189).
“Filozoflar, Müslüman değildirler; onlar
Yahudi ve Hıristiyan da değildirler; aksine müşriklerin durumu bile onlardan
daha iyidir. (…) Kelamcılar, açık sapıklıkları (ihad) ve islama muhalefetleri
nedeniyle, evrenin öncesiz olduğu, tanrının tikellere dönük bilgisini
yadsıdıkları ve ahreti reddettikleri için onları reddettiler. Bu üç meselede
Ebu Hamid el-Gazzali, Tehafüt el-Felasife’de dinsizlikle suçladı.” (Bkz. İbn
Teymiye, er-Redd alâ el-Mantık, s. 244).
e) İbn Haldun’un Fetvası
“Felsefenin boş ve yararsızlığı hakkında: (…) Felsefî bilimler şehirlerde çok
yayılmıştır. Bu bilgilerin dine olan zararı büyüktür (…) Bununla beraber,
hikmet ve felsefe bilgileri okuyacak olan kimse, ilk önce tefsir (Kur’an
yorumbilimi), fıkıh (İslam hukuku) ve diğer dini bilgileri hakkıyla öğrenmeli
ve ancak bundan sonra, felsefî bilgileri öğrenmeye başlamalıdır. İslamî
bilgileri bilmeyen kimse, bu bilgileri öğrenmeye yanaşmamalıdır. Çünkü dini
bilgileri bilmeyenlerden, bu bilimlerin ölüme götüren hallerinden sağlamca
kurtulanları azdır.” (İbn Haldun, Mukaddime, cilt: III; Z. K. Ugan çevirisi, s.
112-113).
İslam dünyasında, felsefeye bakış değişti
mi? Hiç sanmıyorum. Hatta kimi ilimcilerin bakışının İbn Haldun’dan bile geri
olduğunu sanıyorum.
Kaynakça
Ebu Ali Mulhim, el-Felsefe el-Arabiyye:
Müşkilât ve Hulûl, s. 21-23
İbn Haldun, Mukaddime, cilt: III; Z. K.
Ugan çevirisi, s. 112-113
İbn Teymiye, er-Redd alâ el-Mantık, s. 244
İbn Teymiye, İman Üzerin, Salih Uçan
çevirisi, s. 189
İbn Teymiye’nin Nasiha Ehl el-İman fi Redd
ala Mantık el-Yunan
İbn Salah, Fetavâ İbn Salah, s. 94-97
Gazzali, Faysal et-Tefrika Bey el-İslam ve
ez-Zendaka, s. 137
Gazzali, el-Munkiz Min ed-Dalal, s. 16
Gazzali, Tehafüt el-Felâsife, s. 204.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.