Öyle bir dönem ki günlük siyaseti takip etmek karartıyor insanı. Sosyal medyadaki söz düelloları, her dakika yeni bir demeç vermek zorunda hisseden siyasetçiler, yeni bir şey söylemeyi ya da düşünmeyi imkânsız kılan yankı odaları. Böyle dönemlerde biraz ‘eski’ye dönmeyi, siyasi arkeoloji yapmayı kendi adıma çok ferahlatıcı buluyorum. Zira tarih olduğunu sandığımız o defterlerin içinde bugünü ve ötesini anlamlandırmaya yardımcı olabilecek madenler gömülü duruyor. Emekli Büyükelçi Volkan Vural’ın ‘Olağanüstü ve Tam Yetkili’ başlıklı kitabını okurken işte o tür bir madene denk geldim. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin 23 senelik iktidarının nasıl bir uluslararası konjonktürde başladığını incelemek, dünyanın da Türkiye’nin de bugün yine benzer bir tektonik kavşakta olduğuna uyanmak açısından hayati bir egzersiz kanımca.
Volkan Vural bir döneme damgasını vurmuş
bir büyükelçi. Son görevleri nedeniyle kendisini ‘AB dosyasının maestrosu’
olarak tanımış olsak da onun kariyer durakları arasında Tahran da var Moskova
da, NATO da var BM Daimî Temsilciliği de…Benden önceki gazeteci kuşaklarının
Vural ile asıl mesaisi ise 1990’larda Tansu Çiller kendisini ‘başbakan
başdanışmanı’ olarak atadığında olmuştu. ‘Olağanüstü ve Tam Yetkili’yi yazması
için kendisini teşvik eden de bir gazeteci dostu olmuş; Sedat Ergin. Anladığım
kadarıyla Sedat Ağabey olmasa bir kenara attığı arşivine dalıp eski şiirlerini
ve fotoğraflarını çıkarmaya hiç niyeti yokmuş. Evet, Volkan Vural aslında bir
şairmiş de haberimiz yokmuş.
Türkiye’nin Avrupa Birliği adaylık
işlerini yürütecek ana kurum olarak AB Genel Sekreterliği’ni o kurdu ve
müzakerelerin açılmasının anahtarı haline gelen Ulusal Program’ın altında onun
imzası vardı, 2002’de TBMM’den geçen ve idam cezasının kaldırılmasını da
kapsayan anayasa değişikliği paketinin altında da. O dönemde atılan tüm bu
adımların önündeki en büyük engelin MHP ve onun lideri Devlet Bahçeli olduğunu
çok canlı olarak hatırlıyor. Bugün Bahçeli’yi Öcalan için ‘PKK’nın kurucu
önderi’ ifadesi kullanmaya iten siyasi motivasyonu sorguluyor. Ancak Volkan
Vural, ‘süreç muhalifleri’nin aksine atılacak adımların Türkiye’yi
zayıflatacağına inanmıyor. Tam tersine, ona göre Kürtlerin bu ülkede mutlu
yaşayacağı bir sistem kurmak ve yerel yönetimleri güçlendirmek Türkiye’yi
güçlendirecektir. Hatta daha da ileri gidiyor, terörden arındırılmış bir YPG’yi
Ankara’nın meşru muhatap olarak almasında bir sakınca olmayacağını da ekliyor.
AKP-MHP iktidarının Türkiye’ye dayattığı siyasi yönetim tarzıyla sorunu olan
bir ‘eski Türkiye’ büyükelçisinin, içinden geçtiğimiz çözüm sürecinin olası
aşamalarıyla ilgili liberal tavrının kendi neslinden pek çok meslektaşının
hoşuna gitmeyeceğini tahmin edebilirim.
Bazı siyasetçilerin elbette kulaklarını
çınlattık. Volkan Vural’ın son bölümdeki Tayyip Erdoğan hatıralarını ilgiyle
okuyacağınızı tahmin ediyorum. Türk Dışişleri’nin çok geç olmadan, Volkan Bey
gibi ‘hayatın kendisinden büyük’, özgüvenli ve siyasi gelişmeler karşısında
yalpalamayan büyükelçiler yetiştirme geleneğine geri dönebilmesi umuduyla…
"Bugün
artık Dışişleri Bakanı'nın bile özgül ağırlığı yok. Bu noktaya gelinmesinde
diplomatların küçümsenmesi rol oynadı"
- Kitabınıza isim olan ‘olağanüstü ve tam
yetkili’ ifadesi cumhurbaşkanları tarafından yurtdışına atanan büyükelçilerin
gittikleri ülkedeki muhataplarına sunduğu ‘Güven Mektubu’nda kullanılan
ifadedir. Bunu hatırlatarak açıyorsunuz kitabı, sonrasında da günümüzde artık
büyükelçilerin ‘olağanüstü ve tam yetkili’ kişiler olduğunu düşünmenin imkânsız
hale geldiğini ekliyorsunuz. Çünkü diplomasi giderek daha çok liderlerin kendi
işi haline geldi. Bu elbette sadece Türkiye’ye özgü bir durum değil ama Türkiye
bunu zirvede yaşayan ülkelerden biri gibi hissediyorum.Ben de öyle
hissediyorum.
- Diplomatik meselelerde bazı hallerde
dışişleri bakanlarının görüş ya da eylemlerinin dahi anlamsız kalabildiği bu
noktaya Türkiye nasıl geldi?
Türkiye özelinde konuşursak bence burada
diplomatlara duyulan güvensizlik önemli bir rol oynadı. Onlara sanki aynı
ülkenin vatandaşı değilmiş gibi bir davranılarak küçümsemeleri rol oynadı.
Zaman zaman da bir kıskanma oldu ama bu küçümseme gibi ifade edildi. Siyasette
belirleyici olan tek şeyin tek bir şahıs olması da buraya gelinmesinde rol
oynadı. Eskiden aynı hükümet içinde çeşitli bakanlarla konuşabiliyordunuz,
bakanlarının neredeyse her birinin bir özgül ağırlığı vardı. Şu anda hiç
kimsenin, Dışişleri Bakanı dahil, özgür ağırlığı yok. Bir dışişleri bakanının
hükümet içinde, kendi bakanlığının teşkilatına dayanarak sahip olduğu bir özgül
ağırlığı yoksa o zaman dış politikada durum vahim demektir. Çünkü kendi
bakanlığının teknik kadrosu o bakana çok doyurucu bilgiler verirdi ve o
bilgilerle hükümet içinde bakana belli bir saygınlık sağlardı. Şimdi böyle bir
şey yok.
"Bugün kendi inisiyatifiyle CNN
International yayınına çıkan bir büyükelçinin başına çok şey gelebilir oysa ben
o gün İsmail Cem'den tebrik telefonu almıştım"
- Eskiden bu ‘özgül ağırlık’ kavramı
sadece dışişleri bakanları için değil büyükelçiler için de adeta bir koruma
kalkanı olurdu. Siz kendi yaşamınızdan örneklerle bazı kritik noktalarda nasıl
kişisel insiyatif alabilmiş olduğunuzu anlatıyorsunuz. Çarpıcı örneklerden biri
Abdullah Öcalan’ın Kenya’da yakalanarak Türkiye’ye getirildiği 1999 yılından.
Siz o sırada Türkiye’nin BM Nezdindeki Daimî Temsilcisi olarak görev
yapıyorsunuz. New York Times Öcalan’ın yakalanmasını manşetine taşıyınca
Amerikan basını ABD’deki Türk temsilciliklerinin telefonlarını kilitliyor. Siz
de Ankara’ya danışmadan CNN International yayınına katılıyorsunuz. Acaba bugün
aynı konumdaki büyükelçi böyle bir aksiyon alsa başına neler gelebilir?
Çok şey gelir, merkeze alınır herhalde. O
gün aslında CNN International’a çıkmak benim görevim değildi. O görev aslında
Türkiye’nin Washington Büyükelçisine düşüyordu. Hatta o sırada Washington’daki
Büyükelçilikte müsteşar olan Namık Tan’ı arayarak bu konuda uyardım. Ama Namık
büyükelçinin yayına çıkacak durumda olmadığını söyledi.
- Büyükelçi kimdi ve neden çıkacak durumda
değildi?
Baki İlkin idi büyükelçimiz. Çok
heyecanlı, çok telaşlıdır. Çıkmak da istemiyordu. CNN de bana “Ya o çıkar
yayına ya da siz. Gelmezseniz de gelmediğinizi açıklarız” diye hafif bir şantaj
halindeydi. Öyle olunca ben hiç düşünmeden gittim. Sonucu ne olur hiç
düşünmedim bile. Mülakattan sonra da arabaya bindiğim anda telefon çaldı.
Dönemin Dışişleri Bakanı İsmail Cem aradı, tebrik etti.
"Öcalan yakalandığında Kürt sorununun
demokratik çözümü için fırsat yakalamıştık ama o fırsatı kullanamadık sonra AB
uyum sürecince tekrar fırsat yakaladık yine olmadı hep sonunu getiremediğimiz
bir konudur Kürt sorunu"
- O yayında verdiğiniz mesajların bana
kalırsa en önemli bölümü şu; Öcalan’ın yakalanması ve yargılanmasının
Türkiye'nin demokrasi vasfının dünyaya gösterilmesi için büyük bir fırsat
olacağını söylemeniz. Neden böyle düşünüyordunuz?
Çünkü Öcalan yakalandığında Türkiye, Kürt
sorununun demokratik bir şekilde çözümü açısından da hakikaten büyük bir fırsat
yakalamıştı. Sadece terörün bitirilmesi için değil, demokratik çözüm açısından
da…İkisi aynı anda yapılabilirdi ama biz bu fırsatı maalesef kullanamadık.
Türkiye'de şüphesiz kamuoyunda önyargılar var ama önemi olan siyasetin gerekli
adımları atmasıdır. Bunun için de eşit vatandaşlık ve eşit kültürel haklar
konusunda somut birtakım kararların alınması gerekiyordu. Biz bu fırsatı sonradan
bir de Avrupa Birliği’ne uyum sürecinde yakaladık. Yine sonunu getiremedik. Hep
böyle başlattığımız ama sonunu getiremediğimiz bir konudur Kürt sorunu. Biz
Tansu Çiller’e de başbakanken hep aynı şeyi söyledik; sadece askeri tedbirlerle
bu sorunu bitirmek mümkün değil. Her devlet terörle mücadele eder, bu zaten
devlet olmanın gereği. Ama meseleyi çözümleyebilmek için daha başka adımlar
atılması lazım. Ben burada hep İspanya'yı, İngiltere'yi falan örnek gösterirdim
Tansu Hanım’a. Bizim ülkemizdeki sorun bu ülkelerdekiyle birebir aynı
olmayabilir ama nihayetinde bir siyasi anlayışa varılması gerekiyor.
- Siz Tansu Çiller’e İspanya ve ‘Bask
Modeli’ni anlatıyorsunuz biraz genel çerçeve oluşturmak için. Ama Tansu Hanım
henüz ‘Bask Modeli’ hakkında pek de bilgisi olmadan çıkıp basına demeç veriyor.
Siz saçınızı başınızı yoluyorsunuz ama ne fayda çünkü Türkiye yıllarca ‘Bask
Modeli’ tartışıyor!
İspanya aslında adı konmamış bir
federasyondur, 17 tane özel bölge var ve her birinin yetkisi farklı. Ben
bizdeki konunun İspanya'nın o modeli çerçevesinde değil, Avrupa Konseyi'nin
Yerel Yönetimler Şartı çerçevesinde değerlendirilmesini uygun bulurum. Bu da
nedir? Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, mali imkanlarının arttırılması ve
bazı vergilerin toplanması ya da eğitim konusunda bazı yetkiler verilmesidir.
Kürt sorunu, bu çerçevede çözülebileceğimiz konudur.
- Bu bahsettiğiniz Avrupa Konseyi’nin 1985
yılında kabul ettiği Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı. Türkiye 1988’de
imzaladı, 1992’de bir bakanlar kurulu kararı ile yürürlüğe koydu. Ancak taraf
olurken özerlikle ilgili en kritik maddelerine çekince koydu. Ve bu çekinceleri
bugün de hala devam ediyor.
Evet, hala devam ediyor.
- Sizce bu maddelere yönelik çekincenin
kaldırılması ‘Terörsüz Türkiye’ diye başlatılan sürecin sonraki aşamalarından
biri olabilir mi? Bu yönde bir emare görüyor musunuz?
Şu anda görmüyorum ama olması lazım. Yerel
Yönetimler Şartı’na uygun birtakım düzenlemelerin de yapılması lazım. Yerel
yönetimlerin mutlaka güçlendirmesi, biraz ademi merkeziyetçiliğe gidilmesi
lazım.
"Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi
Türkiye'ye zarar vermez aksine ülkemizi güçlendirir"
- Bunu sizin gibi 40 sene boyunca Türkiye
Cumhuriyeti’ni dünyada temsil etmiş birinin söylemesi çok mühim. Yani
diyorsunuz ki; Türkiye’de yerel yönetimleri gerçek manada güçlendiren bir yasal
düzenleme yapılması ülkemizin uluslararası statüsüne, toprak bütünlüğüne ve
egemen devlet olma haklarına halel getirmez. Doğru anlıyorum, değil mi?
Hayır getirmez, doğru anlıyorsun. Benim
samimi kanaatim bunun Türkiye Cumhuriyeti'ni daha da güçlendireceğidir. Yerel
yönetimlerin güçlendirilmesi ülke bütünlüğü bakımdan bence bir tehdit değil.
Yani tehdit olmayacak biçimde bir düzenleme yapılabilir. Ayrıca ben Türkiye'de
gerçekten ayrılıkçı yapıların çok önemli olduğunu düşünmüyorum. Bazı münferit
grup ve kişiler olabilir ama bunların çoğunlukta olmadığını düşünüyorum.
"İyimser yorumum Bahçeli'nin
olgunlaşıp daha iyi görmeye başladığı yönünde Kötümser yorumum bu sürecin
iktidarda kalma hedefiyle yürütülmesi"
- Bugün içinden geçtiğimiz duruma
dönersek, Öcalan üzerinden yürüyen bu son sürecin itici gücü MHP Genel Başkanı
Devlet Bahçeli oldu. İttifak ortağını cesaretlendiriyor, yeri geldiğinde de bir
biçimde itekliyor. Oysa bundan 23 sene önce Türkiye yine bir anayasa
değişikliği paketini konuşurken koalisyonun küçük ortağı durumunda olan MHP,
işi tıkayan aktör konumundaydı. Bunun en önemi sebebi de o anayasa değişikliği
paketinde Öcalan’ın durumunu da etkileyecek olan ‘idam cezasının kaldırılması’
maddesi vardı.
MHP itiraz etti ama paket meclisten geçti.
Devlet Bahçeli de seçime götürdü Türkiye’yi.
- Sizce MHP lideri Bahçeli o günkü
konumundan bugünkü konumuna nasıl ve niye geldi? Öcalan’ın ‘idam yerine müebbet
hapis’ alma ihtimali bile kendisi için konuşulamaz bir konuyken nasıl oldu da
Öcalan için ‘terörist başı’ yerine ‘PKK’nın kurucu önderi’ gibi bir ifade
kullanabilir oldu?
İyimser yorumum, Sayın Bahçeli'nin
olgunlaşıp gerçekleri daha iyi görmeye başladığı yönünde. Biraz daha çekimser
yorumum ise şu; AKP iktidarı ile MHP artık ayrılmaz bir bütünlük içine girdi ve
bu iktidarın muhafazası için DEM Parti’nin oylarının da alınması zorunluluk, bu
yaptığı da bu hedefle yapılan bir şey. Tabii bir de Bahçeli’nin
motivasyonlarından bir diğerinin de Ortadoğu ve Suriye’deki gelişmelere karşı
bir ön alma, bir savunma hattı oluşturma çabası olduğunu görüyorum.
"İsrail'in yayılmacı politikası
Türkiye açısından ciddi tehlike"
- Siz de Ortadoğu’daki gelişmelere bakınca
Devlet Bahçeli gibi Türkiye açısından ciddi bir varoluşsal tehdit görüyor
musunuz?
Varoluşsal mıdır bilmiyorum ama ben de
Türkiye açısından ciddi bir tehlike görüyorum. İsrail'in Ortadoğu politikası
yayılmacı bir hale geldi. Suriye'de artık İsrail'in de çok önemli söz sahibi
olduğunu görüyoruz. Ve daha önemlisi, İsrail'in en büyük tehdit olarak gördüğü
İran'a karşı da bazı harekatlara girişme ihtimali görüyoruz. Böyle bir ortamda
Suriye'de bir bütünlük olması ve Kürt meselesinin Suriye'nin gündeminden bir
şekilde çıkması Sayın Bahçeli’nin tercih edebileceği bir şeydir.
"İş YPG'nin Ankara açısından meşru
bir muhataba dönüşeceği noktaya doğru gidiyor"
- Siz de bu sözlerinizle Suriye’deki
gelişmeler ile PKK’nın kendini fesih kararı arasında doğrudan bağ kurmuş
oluyorsunuz. Bu sürecin doğal sonucu şu olacakmış gibi görünüyor; PKK kendini
feshettiğinde artık bir terör örgütü kalmamış olacak, dolayısıyla da YPG’nin
bir terör örgütüyle bağı da kalmamış olacak. YPG içindeki Türkiye’nin ‘PKK’lı’
diye gördükleri de bir biçimde temizlenince YPG/PYD de Ankara açısından aynı
Irak Kürdistan’ındaki KDP ya da KYB gibi meşru bir siyasi partiye mi dönüşecek?
Yani işler ileriki bir tarihte PYD’nin Ankara açısından meşru bir muhataba
dönüşeceği bir noktaya mı gidiyor sizce?
Bence oraya gidiyor
"Terörden arındırılmış bir YPG
Türkiye'nin toprak bütünlüğü ve egemenliği açısından sorun olmaz"
- Peki bunun Türkiye’nin toprak bütünlüğü
ve ulusal egemenliği açısından bir sakıncası olur mu sizce?
Bence olmaz.
-Siz bu süreci eleştiren pek çoklarının
aksine atılacak adımların içeriği açısından kaygılı değilsiniz ama yine de
sürece yönelik kuşkularınız var. Neden?
Motivasyonu konusunda tereddütlerim var.
- Ama hizmet edebileceği sonuçların
nihayetinde Türkiye açısından bir tür ‘kâbus senaryosu’ olmayacağını, aksine
faydalı olacağını düşünüyorsunuz.
Terörden arındırılmış bir YPG'nin, meşru
bir siyasi muhatap olarak Suriye yönetiminin bir parçası olmasının bence
Türkiye'yi rahatsız edecek bir şey olmaması lazım. Biz eskiden Barzani'yi de
‘terörist’ olarak gören bir ülkeyiz. Ama şu anda Barzani'yle son derece yakın
ilişkilerimiz var, ekonomik ilişkilerimiz var. YPG de buna dönüşebilir. O
bakımdan kaygı duymuyorum.
"Türkiye içinde Kürtleri mutlu edecek
bir düzen kurmak bizim elimizde"
- YPG meselesinde şüpheli bakanların
itirazlarının kökeninde bütün bu gelişmelerin yakın bir gelecekte bir tür
‘birleşik Kürdistan’ın yolunu açabileceği endişesi var. Zaten Irak'taki
federatif yapının içinde anayasal olarak tanınan bir Kürdistan bölgesi var.
Suriye’nin de gevşek bir federasyona doğru gitmekte olduğu açık. Siz de
hatırlattınız İsrail, İran’ı kaşıyacak ve muhtemeldir ki İran Kürtlerini de…Bu
senaryoya bir de Türkiye’de yerel yönetimlerde güçlenmiş bir Kürt siyasi
hareketini ekleyin. Mesela 20 sene sonra bütün bu parçalarda yaşayan Kürtlerin
birleşmek istemeyeceğinin garantisi var mı?
Bunun garantisi yok ama şu var; Kürtler
eğer bulundukları ülkeden memnun olsalar, statülerini sorun etmeyecekler.
İçinde yaşadıkları ülkedeki statüleri konusunda sorun yaşayan halklar sorun
çıkartır. Türkiye Cumhuriyeti içinde Kürtleri de mutlu edecek bir düzen kurmak
bizim elimizde. Bizim şöyle bir şansımız
var; Türkiye Kürtlerinin önemli bir çoğunluğu Türkiye'nin batısında yaşıyor.
Batıda yerleşmişler, entegre olmuşlar. Hayatın gerçekleri var; iş bulması için
sadece Kürtçe de yetmiyor, İngilizce lazım, başka yabancı diller lazım. Artık
çok değişken bir dünyadayız ve bizim olaylara böyle statik biçimde ve kalıplar
haline bakmamız yanlış.
"1970'lerde
Almanya'daki MİT'çilerin solcu avı"
- 12 Mart muhtırasına gidelim…1971’e. Siz
o sırada Türkiye’nin Münih Başkonsolosluğu’nda genç bir diplomatsınız. Malum
sosyalistlerin ve komünistlerin Türkiye’den sürgün olmaya başladığı dönemler.
Ve fark ediyorsunuz ki o sırada Türkiye’den kaçıp Almanya’ya gelenler
konsolosluklara mesafeli ve sizlerin yakalarına yapışmasından korkuyorlar.
Kitapta bu konuda kaleme aldığınız bölümden doğrudan okuyayım; “Devletimiz
nedense solcuları en büyük tehdit olarak bellemişti. Milli İstihbarat
Teşkilatı’nın Almanya’da görevli memurlarının en önemli uğraş alanı solcuları
olarak tanınan kişileri ve faaliyetlerini izlemekti.” Bugün de siyasi
sebeplerle Türkiye dışına çıkan pek çok Türk vatandaşı var. Acaba onlar da
fişlenmek korkuyor mudur ya da en hafifinden Türkiye’nin diplomatik
temsilcilikleriyle ilişki kurma konusunda 1970’lerin gençlerininkine benzer bir
gerilim yaşıyor mudur?
Yani tabii şu anki konjonktür bambaşka ama
gerilim yaşayabilir de. Eğer Türkiye'de bir açıkları vesaire varsa…
"Bugün de İstanbul'daki Başsavcılık
takdir ederse konsolosluklara basınç uygulayabilir"
- Hükümeti eleştiren bir tweet atmış olmak
da yeterli olabiliyor sonuçta yeri geldiğinde.
İşte böyle bu haldeyiz maalesef. Yani
İstanbul Başsavcısı takdir ederse konsolosluklara basınç uygulanabilir.
- İyi de diplomatik misyonlarının
bulundukları ülkelerde şüpheli yakalama ya da tutuklama yetkisi yok ki…
Hayır onu yapamaz elbette ama eğer o kişi
olur da pasaportunu konsolosluğa getirirse ‘geçersiz’ damgası vurdurabilirler,
o kadar. Tabii bu tür riskli bir durumda olduğunu gören kimse gelip de
pasaportunu Türk konsolosluğuna teslim etmez zaten.
"Talimat giderse Türk vatandaşları
pasaportlarını uzatmakta sorun yaşayabilir"
- Peki pasaportunun süresi biterse?
İşte o zaman pasaportunu uzatmak konusunda
büyük sıkıntı yaşar. Çifte vatandaşlığı da yoksa yasal statüsü zora girer.
- O halde biraz önce verdiğiniz örnekten
anlıyorum ki 1970’lerde devletin ‘solcu fişleme’ mevzusunun içinde
konsolosluklara verilen “Şu kişiler gelirse pasaportlarına ‘geçersiz’ mührü
basın’ talimatı da vardı.
Tabii. Ben o dönemde Münih’te bulunan pek
çok solcu arkadaşla tanıştım. Dışarıda kahve içtik, yemek yedik. Hepsi işleri
olmasına rağmen “Abi biz gelmeyelim konsolosluğa” dediler. Ben kendilerine çok
da yardımcı oldum.
"12 Eylül sonrasında NATO'da ve
batıda bir rahatlama oldu normalde bir darbeye verecekleri tepkinin çok
hafifini verdiler"
-
‘Darbe dönemlerinde Türk diplomat olmak’ konusuna girmişken bir de 12 Eylül
1980’i hatırlatalım. Siz o sırada Brüksel’de NATO Karargahı’nda uluslararası
memur olarak görev yapıyorsunuz. Yani Türkiye’nin NATO Daimî Temsilciliği’nde
çalışmıyorsunuz. Belki de tam bu yüzden NATO içindeki havaya daha çok
hakimsiniz. 12 Eylül’ün ABD tarafından desteklenen bir darbe olduğu kanısı
hakimdir biliyorsunuz burada. Hatta dönemin Ulusal Güvenlik Konseyi’ndeki
Türkiye Masası Sorumlusu Paul Henze’ye atfen “Your boys have done it” (Senin
oğlanlar başardı) ifadesi yazılıp çizilmiştir. TSK yönetime el koyduktan sonra
NATO içindeki gözleminiz ne oldu?
NATO’da da genel olarak batıda da bir
rahatlama olduğunu söyleyebilirim darbe sonrası. Çünkü Türkiye dışarıda ‘çok
istikrarsız’ bir ülke olarak algılanmaya başlamıştı. Her gün beş on kişinin
ölüm haberinin geldiği bir müttefikin yaşadığı sorunlar NATO’nun imajı
açısından olumsuzdu. Her ne kadar anti-demokratik bir müdahale olsa da ülkeye
bir nefes aldırdığı düşüncesiyle batı 12 Eylül’e karşı normalde bir darbeye
vereceğinden çok daha hafif tepki verdi. Daha anlayışlı davrandılar.
"Şu anda Türkiye'de yapılanlar
eskiden yapılsa batıda kıyamet kopardı"
- Zaten Transatlantik İttifak, Soğuk Savaş
dönemindeki önemi nedeniyle Türkiye’de sadece 12 Eylül’de değil, başka siyasi
krizlerde de ileri müdahalelere sesini çıkarmayarak bazen askerin bazen sivil
iktidarların otoriterliğine göz yumageldi. Mesela bugün…Elbette bir askeri
darba dönemiyle kıyaslamıyorum ama otoriter bir rejimden beklenebilecek pek çok
uygulama normalimiz haline gelmiş durumda. Cezaevindeki Ekrem İmamoğlu’nun
posterini asmak dahi gözaltı sebebi. Ama işte bugün de Avrupa kendi dertlerini ve
güvenliğini öncelediğinden bir AB adayı ülkeye normalde vermeleri gereken
tepkinin çok gerisine düşen cılız bir eleştiriyle yetinip geçiyorlar gibi,
değil mi?
Şu anda Türkiye’de yapılanlar eskiden
yapılsa batıda kıyametler kopardı. Siyasetçilerin bazılarından gelen reaksiyon
artmaya başladı ama yeterli ölçüde değil. Çünkü Avrupa’nın kendi içinde
sorunları var, aşırı sağ yükselişte, göçmen meselesi ciddi sorun. Bir de tabii
Trump gerçeği var. Trump’ın pozisyonu Avrupa'nın güvenliği konusunda endişelere
neden oluyor ve Türkiye Avrupa savunması bakımından önemli bir ülke. Onun için
kim tarafından yönetilirse yönetilsin Türkiye ile iyi münasebetler kurmayı çok
önemli buluyorlar. Bir de Avrupa Birliği açısından şu bakış açısı çok güçlenmiş
durumda; “Biz zaten Türkiye'yi üye olarak içimize almak istemiyorduk. Şimdi
böyle bir talep de yok, ne güzel.”
"AB'ye üyelik için Kopenhag Siyasi
Kriterleri'ne uyum lâzım. O defter şu an fiilen kapanmış durumda"
- Oysa Cumhurbaşkanı Erdoğan tam üyelik
talebini sık sık dile getiriyor. Yani AKP hükümeti teknik olarak AB üyeliği
hedefinden vazgeçmiş değil.
Ama biliyorsun Avrupa Birliği'nin üyesi
olmak için önce Kopenhag Siyasi Kriterleri’ne uyum lazım. Biz 2002’de Kopenhag
Kriterleri’ni o gün için ‘yeterince’ karşıladığımız için 2004 sonunda adaylık
statüsü aldık. Bugün Kopenhag Siyasi Kriterleri çerçevesinde yeniden bir
değerlendirme yapılsa, Türkiye’nin o günkü konumundan çok daha geriye gittiği
ortaya çıkacak. Dolayısıyla Türkiye’nin Avrupa Birliği defteri şu an fiilen
kapanmış durumda, zaten artık müzakereler de ortada yok. Hal böyleyken bu
aşamada Avrupa’yı ilgilendiren tek şey kendi çıkarları ve kendi güvenliği. O
nedenle de Türkiye'deki siyasi gelişmelere bir biçimde kayıtsız kalabiliyor.
"Helmut Kohl bana 'AB'nin Türkiye'yi
sindirmesi zor demişti"
- Biraz önce Avrupa Birliği’nin tavrını
“Biz zaten Türkiye'yi üye olarak içimize almak istemiyorduk. Şimdi böyle bir
talep de yok, ne güzel” diye özetlediğinizde yıllarca yaptığımız “AB bir
Hristiyan kulübü mü” tartışmasını hatırladım. AKP hükümeti aslında reformları
askıya alıp anti-demokratik hatta geri dönerek Avrupa’yı da bu soruyla yüzleşme
zorunluluğundan da kurtarmış oldu.
Evet, bu tartışmaya da gerek kalmadı. Ben
1995’te Bonn Büyükelçisi olarak atandıktan sonra dönemin Almanya Başbakanı
Helmut Kohl’e güven mektubumu sundum. O görüşmede kendisine “Türk kamuoyu
sizden bir görev bekliyor. Fransa, Yunanistan’ın elinden tuttu ve Avrupa
Birliği’ne soktu. Almanya ile Türkiye arasında çok derin bağlar var, büyük var.
Türk halkı sizin Türkiye’nin AB üyesi olabilmesi için öncü bir rol oynamanızı
bekliyor” dedim. Bu sözlerim üzerine Kohl duraksadı. “Türkiye gibi bir ülkenin
AB tarafından sindirilmesi zor” dedi.
"Mesut Yılmaz gizli bir konuşmayı
basına anlatınca Alman Dışişleri Bakanlığına çağırıldım protesto edildik"
- Yani “Ben Türkiye’yi üye yapmak için
elimi taşın altına koyamam’ demiş mi oldu?
Yok, “yapamam” demedi. Ama gerçekçi bir
tespit yaptı. Hatta daha sonra Mesut Yılmaz'la görüşmesinde adaylığımıza yeşil
ışık yaptı. Ama Mesut Yılmaz bunu gazetecilere açıklayınca -ki bu gizli bir
konuşmaydı- o zaman tepesi attı. Beni Alman Dışişleri’ne çağırdılar, protesto
ettiler.
"Demirel'in Adriyatik'ten Çin
Seddi'ne söylemi de Rusları rahatsız etmiştir. KGB başkanına dahi izahat vermek
zorunda kaldım"
-
Yine bir ‘profesyonellere danışmadan beyanat veren siyasetçi’ örneği. Ne çok
arada kalmışsınız diplomat olarak. Bugün de eminim benzer vakalar çok oluyor da
ama duymuyoruz.
Çok çektim bu durumdan. Süleyman
Demirel’in meşhur bir beyanatı yüzünden de Sovyetler Birliği’nde çok
sorgulandım. 1988’de Moskova Büyükelçisi olarak göreve başladım. 1991’de SSCB
dağılmaya başladı. Süleyman Demirel’in ‘Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar uzanan
Türk coğrafyası’ diye başlayan konuşmaları Rusları çok rahatsız etti. Emperyal
bir Türkiye, Sovyetleri de Rusya’yı da en çok rahatsız eden şeydir. Ben o
dönemde böyle bir şey olmadığını KGB Başkanı Kryuçkov’a dahi bizzat izah etmek
durumunda kalmışımdır. “Bizim Sovyetler Birliği'nin dağılmasını teşvik
ettiğimiz şeklinde bir algı varsa yanlıştır. İç işlerinize asla karışmadık”
dedim.
"Haydar Aliyev kişisel hedefi için
beni kullandı"
- Sizin bu pozisyonunuzu deyim yerindeyse
torpilleyen kişi ise Haydar Aliyev olmuş. Aliyev henüz o zaman Sovyet Komünist
Partisi Merkez Komitesi üyesi. Siz henüz o görevdeyken yemeğe davet ediyorsunuz
kendisini. Siz konuşmak istemeseniz de görüşmede kendisi hep Azerbaycan
konusunu gündeme getiriyor. Hatta görüşmeden sonra da Tass haber ajansına
sizinle Azerbaycan konusunda görüş alışverişinde bulunduğuna dair açıklama
yapıyor. Yani sizi adeta Türkiye Büyükelçisi olarak Azerbaycan’ın yeni liderini
işaret ediyormuş pozisyonuna düşürüyor.
Haydar Aliyev çok kurnaz ve deneyimli bir
devlet adamı. Beni kullandı açıkçası. Azerbaycan yönetimi de çok üzüldü ve
tepki verdi bana. Azerbaycan Başbakanı Muttalibov arayarak “Bu nedir?” diye
sordu. Ben de ona asla Azerbaycan meselesini konuşmadığımıza ikna etmeye
çalıştım. Bizim Haydar Aliyev’i Azerbaycan’ın liderliğine hazırlamak gibi bir
durumumuzun olmadığını anlattım.
- Ama sonuçta öyle oldu ve Türkiye de
destekledi. Demek ki Aliyev’in stratejisi zaten buydu, Türkiye’nin de desteğini
aldığı imajı yaratmak.
Buydu tabii. Bir de Sovyetler Birliği ile
Azerbaycan arasında bizimkilerin tahmininden çok daha yoğun, müthiş bir bağ
var. Bugün de Rusya ile Azerbaycan arasındaki yakınlık öyledir. Belki o dönem
Sovyetler de Aliyev için “Bu ilerde Azerbaycan’ın başına geçer mi” diye
bakıyorlardı. Sonuçta o dönemde daha revaçta olan Elçibey kişisel hayatında
dozajı kaçırınca ‘istemeyen şahıs’ haline geldi, Haydar Aliyev de bu durumdan
yararlandı.
"Büyükelçi Tom Barrack bi̇ze ayar
vermek i̇sti̇yor ABD onun vasıtasıyla ‘Suri̇ye’de patron bi̇zi̇z’ mesajı
gönderi̇yor"
- Size deneyimli bir büyükelçi olarak bir
başka büyükelçinin söz ve eylemlerinin ne anlama geldiğini yorumlatmak
istiyorum. Malumunuz ABD’nin yeni Ankara Büyükelçisi Tom Barrack alışık
olduğumuz bir diplomat profili değil. Trump’ın yakın çevresinden Lübnan asıllı
milyarder bir finansçı. Hayatı ‘al ver’ dengesi üzerinden tanımlayan birisi
olarak bölge diplomasisinin kalbine ‘ekonomik çıkarları’ koyacağını daha ilk
haftalardan kanıtladı. Gitti Suriye’de Colani ile birlikte üç ülke (ABD, Katar,
Türkiye) şirketlerinden kurulu konsorsiyuma 7 milyar dolarlık doğalgaz
anlaşması imzalattı. Türk şirketlerinin İBB soruşturmasıyla birlikte “Acaba AKP
için üvey evlat mı olmaya başladılar?” sorularına neden olan Kalyon ve Cengiz
olması da çok çarpıcı. Tam bunlar olurken Barrack sosyal medya hesabından “Orta
Doğu bir ziyafet gibidir; ya misafir listesindesinizdir ya da menüde. Misafir
listesinden düşmek kolaydır, ancak menüden çıkmak zordur” şeklinde bir mesaj
paylaştı. Tam olarak ne yapıyor ve bize ne demek istiyor?
Bence bize ayar vermek istiyor. ABD kendi
görüşüne uyumlu hareket etmemizi bu büyükelçi vasıtasıyla sağlamak istiyor.
“Suriye'de patron biziz, bizimle çalışırsanız ne ala. Bizimle çalışmazsanız,
başınıza geleceklerden sorumlu olmayız” diyorlar.
"Sonuçta büyük ölçüde bölünmüş bir
Suriye ortaya çıkacak. İsrail Suriye'deki herkesi bir noktada kendisine muhtaç
olsun istiyor"
- Ne gelebilir ki Türkiye'nin başına?
Ekonomik sorunların derinleşmesi
gelebilir. Uluslararası finans çevrelerine istedikleri mesajı verebilirler.
Tabii şunu da unutmamak lazım; ABD’nin kendine özgür bir Suriye politikası
olabilir ama orada bugün asıl belirleyici olan İsrail. Bence Amerikan politikası
da İsrail’in nasıl bir Suriye görmek istediğine bağlı olarak gelişecek. Peki
İsrail ne istiyor? Bir, Suriye çok istikrarsız olmasın. İki, Kürtler de Suriye
içinde bir söz sahibi olsun. Colani şu an için tamam ama çok da kuvvetli
olmayacak. Büyük ölçüde parçalanmış bir Suriye çıkacak bunun sonunda. Yani
nihayetinde Suriye içindeki herkes bir noktada İsrail’e muhtaç olacak. Amerika
da aşağı yukarı bunu istiyor.
- YPG sizce ABD açısından bir dönem
sanıldığı kadar ‘vazgeçilmez’ değil mi?
YPG varlığını korusun, ona bazı işler
yaptırsınlar ama Suriye'nin merkezi hükümeti ile çatışma içinde olmasınlar.
Amerika’nın bakışı bu formülü başarmak üzerine kurulu. Bence Tom Barrack da
Trump’ın Suriye Özel Temsilcisi olarak bu misyonu üstlendi.
"ABD, Türkiye'de zayıf hükûmet olsun
istemez. Güçlü ama kendi çıkarlarına karşı çıkmayacak hükûmet ister"
- “ABD nasıl bir Suriye’yi tercih ediyor”
sorusuna verdiğiniz yanıtlar bana Türkiye’deki “ABD nasıl bir Türkiye istiyor”
sorusu üzerinden yürüyen tartışmaları anımsattı. Belki farkındasınız Türkiye’de
sağdan sola, muhafazakardan sekülere yaygın kanaat ABD’nin güçsüz ve
istikrarsız bir Türkiye’yi tercih ettiği yönünde. Sizce bu yorumda haklılık var
mı?
Hayır, bence bu aşırı bir yorum olur,
biraz komplo teorisiyle benzer. Amerika nasıl bir Türkiye ister? Birincisi,
istikrarlı bir ülke ister. İkincisi, Türkiye’yi batı ittifakı içinde bir ülke
olarak görmek ister. Sadece askeri iş birliği de değil ticari iş birliği de
ister. Bunun için de Türkiye’de yatırım yapabilecekleri ortam lazım. Bunun için
de hukuk lazım. Bunların hepsinden daha da önemlisi Türkiye’de kendi
çıkarlarına karşı olmayacak hükümetler ister. O kadar. Türkiye'de zayıf hükümet
olsun istemez, tam tersine güçlü ve sözünü dinletebilen hükümet ister yeter ki
kendi çıkarlarına karşı olmasın.
"Tansu Çiller keşke iyi bir gazete
okuru olsaydı. Siyasete hazırlıksız girdiği için rüzgârı sürdüremedi"
- Kitabın en çok siyasi magazin çıkacak
kısmı Tansu Çiller’li yıllar olur diye düşünüyordum. Ama siz o bölümü epey
diplomatik bir biçimde yazmışsınız. Yine de Tansu Çiller’in başbakanlıkta dış
politika başdanışmanı olmanın sizi çok zorladığını anlıyoruz. Çiller’e yönelik
değerlendirmenizin özeti şu satırlarda: “Keşke Tansu Çiller siyaset merdivenini
çıkmakta bu kadar hızlı olmasa ve hazırlıklı olsaydı. Tarih bilgisini bir yana
bırakıyorum, sadece iyi bir gazete okuyucusu olsaydı Türkiye’nin siyasi dinamiklerini
kavramakta herhalde bu kadar güçlük çekmezdi.” O son cümle çok ağır aslında.
Ağır mı bilmiyorum. Daha başarılı olmasını
istiyordum. Daha başarılı olması için siyasi bir formasyonun da olması
gerektiğini düşünüyordum. Bunun için de günlük gazetelerin ve köşe yazarlarının
okunmuş olmasının faydalı olacağını düşünüyordum. Artık şimdi çok zamanlar
geçti. Biz artık emekli bir hayat yaşıyoruz. Hiçbir yerde bir görevimiz yok.
- Siz öyle ifade etmeseniz de Tansu
Çiller’in sizi hayal kırıklığına uğratan siyasetçilerden biri olduğunu
anlıyorum.
Ben onu, o şeklinde ifade etmem. Şu
bakımdan önemliydi Tansu Çiller. Eğitimli bir kadın, ekonomi profesörü, fizik
olarak güzel bir kadın olarak Türkiye lehine müthiş bir rüzgâr yaratmıştı
Avrupa’da. O rüzgârın devam etmesinin Türkiye’ye faydası olacağını düşündüm.
Ama maalesef rüzgâr sürmedi, sürmeyişin nedeni de kendisinin siyasete
hazırlıksız girmiş olmasıyla ilgiliydi.
"Erdoğan
ile belediye başkanıyken Köln'de tanıştım. Bazı meslektaşlarım o toplantıya
gitmemem yönünde uyardı"
- Son mesai yaptığınız siyasetçi de Tayyip
Erdoğan oluyor. 1997’de Köln’de tanışıyorsunuz aslında. Kendisi o zaman Refah
Partili İstanbul Belediye Başkanı. İstanbul ile Köln ‘kardeş kentler’ seçiliyor
ve o toplantı için Almanya’ya geliyor. Siz de o toplantıya gidiyorsunuz. Hatta
meslektaşlarınız sizi “Acaba gitmesen mi?” diye uyarıyor.
Çünkü 28 Şubat'ın en zor günleriydi.
-O günkü siyasi konjonktür düşünüldüğünde
ve iktidarı elinde tutanlar, bugün bir Türk diplomatının Ekrem İmamoğlu’nun
yurtdışında katıldığı bir toplantıya gitmesi gibi riskli bir durum yani…
Evet.
"Diğer Refah Partililer gibi değildi.
Ölçülü bir tutum içinde görünce memnun oldum"
- O gün tanıştığınız Erdoğan için “Açık
sözlü, pragmatik ve ölçülü bir tutum içerisindeydi” yazmışsınız. “Ölçülü bir
tutum içinde” vurgusunu neden yapma gereği hissettiniz?
Çünkü o dönem bazı Refah Partililerin
Atatürk'le ilgili, Cumhuriyet'le ilgili, İnönü'yle ilgili bazı söyledikleri
kabul edilmesi güç şeylerdi. Tayyip Bey'in hiç böyle bir tavrı yok olmadı yani.
Öyle bir yaklaşım içinde görmedim ben kendisini, o bakımdan memnun oldum.
- Peki Tayyip Erdoğan'ın Türkiye
siyasetine bu kadar uzun bir dönem damgasını vuracak bir lider olacağını o gün
hissetmiş miydiniz?
Hayır, onu öngörmek mümkün değildi. Ama
ben onda bir lider kumaşı olduğunu gördüm. Erbakan’ı nasıl ikna edebilir,
yerini nasıl doldurabilir? Bunları düşündüm o gün. Tayyip Bey o dönemde daha
yeni yeni fark edilmeye başlanmıştı. Ben de fark ettim tabii.
"Artık AB Genel Sekreteri değildim
yine de beni Aralık 2004'teki AB zirvesine çağırdı"
- Siz 2000’de New York dönüşünde
Başbakanlık bünyesinde Avrupa Birliği Genel Sekreterliği’ni kuruyorsunuz,
‘Kurucu Genel Sekreter’ oluyorsunuz. Ama AKP iktidara geldikten hemen sonra 1
Ocak 2003’te Madrid’e büyükelçi atanıyorsunuz.
Evet ama yine de AB işlerinde birlikte
çalışmaya devam ettik. Tayyip Bey beni Aralık 2004’te Brüksel’deki AB
Zirvesi’ne çağırdı.
- O alandaki en deneyimli isim olmanıza
rağmen AKP hükümeti neden sizin AB Genel Sekreteri olarak bir süre daha devam
etmenizi istemedi? Siyasi bir makam olarak gördükleri için mi?
Güzel bir soru. Bir ben zaten artık yurt
dışına çıkmak istiyordum. Çok yorucu bir Genel Sekreterlik yaptık. Uyum
yasalarının çerçevesini kurdum, Ulusal Program’ı çıkarttık. 1982 Anayasası’nın
beşte birinden fazlasını değiştirdik. Artık bir ölçüde misyonumu tamamlamış
gibiydim. AKP’nin ilk Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış da çok ısrarcı olmadı
açıkçası, hükümet adına “Kalır mısın?” diye sormadı. Ben de yurtdışına gitmeyi
uygun gördüm. Ama o sürede Erdoğan ile yakın olduk. Ben İspanya’da Büyükelçi
iken birkaç ziyareti oldu. Epey yakın çalıştık yani.
"O zamanlar bizi dinlerdi ben iki
önemli olayda şahsen tanık oldum"
- Siz kitapta Erdoğan’ın AB sürecindeki
kritik anlarda sizlerin profesyonel görüşlerine önem verdiğini anlatıyorsunuz.
Bugünkü denklem üzerinden bakınca bakanlarını bile dinlemediği durumlar oluyor.
O ilk dönem hakikaten başka mıydı?
E dinlerdi, hakikaten dinlerdi. Ben
doğrusu iki yerde buna şahsen tanık oldum. Birincisi benim AB Genel
Sekreterliğimin son döneminde, Başbakan Abdullah Gül başkanlığında Kopenhag’a
yaptığımız ziyaret sırasında tanık olduğum bir olay. Tayyip Bey de parti
başkanı sıfatıyla heyetteydi. Orada sorun çıktı. Abdullah Gül’e nasıl müzakere
etmemizin doğru olacağını anlattım. Anladı ama “Gelin Tayyip Bey’e de
anlatalım” dedi. Dışişleri Müsteşarı Uğur Ziyal’i de alıp Tayyip Bey’in odasına
gittim. Odada böyle çok canı sıkkın oturuyordu yani. Suratımıza bile bakmak
istemedi. Avrupa başkentlerinin dolaşmış, sonunda da o gün müzakere başlangıcı
için tarih verilmesini bekliyordu. Ama o tarih Kopenhag Zirvesi’nde verilmedi.
Ona gelinen aşamada bunun iyi bir sonuç olduğunu anlattım. “Bunu kötü
algılamayın” dedim. “O zaman bunu siz anlatın Türk basınına” dedi. Biz de Uğur
Ziyal ile bir basın toplantısı yaptık. Ne Dışişleri Bakanı ne de Başbakan
Abdullah Gül, biz yaptık o bilgilendirme toplantısını. O en kritik süreci iki bürokrat
anlattı. Ertesi gün gazeteler geldi, manşetlerde “Kopenhag’dan zafer haberi”
gibi ifadeler vardı. Tabii çok mutlu oldu.
"Bürüksel'de canı çok sıkkındı,
uçağını hazılatıyordu dizine vurdum 'Bekle ya' dedim 'Peki abi' dedi üç dakika
sonra odaya Berlusconi girdi"
- Bir yandan da bu hikâye her daim kamuoyu
algısıyla ne kadar meşgul olduğunu göstermesi açısından manidar.
Dinlemesine ikinci örnek de 2004
Aralık’taki Brüksel’deki AB Zirvesidir. Dediğim gibi beni Madrid Büyükelçisi
olmama rağmen zirveye davet ettiler. Başka bir başkentten zirveye giden tek
büyükelçiydim. Hatırlarsın, Kıbrıs paragrafı nedeniyle sıkıntı oldu. Yanına
gittim, canı çok sıkkındı. “Uçağımı hazırlatın, gidiyoruz” diyor. Ben yanına
oturdum. Ufak bir oda zaten. Dizine vurdum, “Bekle ya! Acele etme” dedim. “Peki
abi” dedi.
- “Peki abi”…tabii insan bugünden bakınca
hayret etmiyor değil.
“Peki abi” dedi. Daha üç dakika geçmeden
Berlusconi geldi odaya, olanca sahtekarlığı içinde. Ardından Tony Blair geldi.
Sonra Jacques Chirac da geldi. Onlar Tayyip Bey’i teskin ettiler ve metnin
yazımına bir formül bulundu. Yani Tayyip Bey laf dinliyordu. Ben iki defa benim
lafımı dinlediğini gördüm yani. Onun için inkâr edemem.
"Rauf Denktaş'ın Annan Planı
sürecinde davet edildiği zirvelere gitmeyişinde askerlerin baskısının ve Mümtaz
Soysal'ın önemli rolü oldu"
- O dönemin en kritik konularından biri
Kıbrıs’tı. Ada’daki referandumda Rumlar birleşmeye ‘hayır’ deyince Güney Kıbrıs
çözümsüz AB üyesi oldu. Ben AB’nin bu kararını geçen zaman içinde çok sayıda
Avrupalı yetkiliyle konuştum. Güney Kıbrıs’ın üye yapılmaması durumunda bütün
genişleme veto edeceği tehdidini savuran Yunanistan’a boyun eğdiklerini kabul
etti bazıları. AB tarafının bu hatası elbette kabul edilemez. Ama siz kitapta o
işin vebalinin bir kişiye daha uzandığını anlatıyorsunuz; Türk halkının sevgi ve
özlemle andığı Rauf Denktaş’a.
Hepimizin çok saygı duyduğu bir isimdi
kuşkusuz. Ama davet edildiği zirvelere gitmeyişi süreci olumsuz etkiledi.
Kopenhag Zirvesi’ne gelseydi, Kıbrıs Türkleri ve Rumları federasyon altında
Avrupa Birliği üyesi olacaklardı. Annan Planı çerçevesinde bu olacaktı. Orada
artık garanti ediliyordu. Eğer Denktaş zirveye gitseydi AB tarafı Rumların
üzerine gidebilecekti, Yunanistan’ın itirazları boşa düşecekti. Kopenhag’ı
kaçırdık. Sonra Lahey’de bir toplantı için Rauf Bey ikinci bir davet aldı.
Oraya da katılmadı. Tabii kendi yaklaşımı olabilir ama Türkiye'den de
askerlerin ve bazı çevrelerin çok önemli baskısı oldu. Mümtaz Soysal
danışmanıydı. Mümtaz Soysal’ın da Avrupa Birliği'ne hiç sıcak bakmadığını,
Kıbrıs'ın Avrupa Birliği'ne girmesini istemediğini biliyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.