30 Haziran 2025 Pazartesi

Çıplak devletler: Çatışmalarda ihmal edilen güç dinamikleri Prof. Dr. Abdulrahman Helli-29/06/2025

Dünya, İran ile “İsrail” arasındaki süregiden savaşı derin bir kutuplaşma içinde izliyor.

Herkes bu savaşa, kendi düşünsel yönelimine ve kişisel ölçütlerine göre, yani kişisel olanla normatif olanın iç içe geçtiği bir çerçevede anlam atfediyor. Özellikle çatışmanın taraflarından birine ya da her ikisine karşı tavır almış olanlar için durum daha karmaşık hâle geliyor. Bireylerin ve devletlerin tutumları ne kadar tarafsız görünse de, bu tür ihtimallerden tümüyle bağımsız olması neredeyse imkânsızdır. Söz konusu tutumların çeşitliliği ve farklılığı her savaşta olduğu gibi doğaldır; ancak bu tutumlar arasında en sorunlu olanı, normatif olanın kişisel olana kurban edilmesidir. Burada “normatif” ile kastedilen; göz ardı edildiğini gözlemlediğimiz etik ve hukuki boyuttur. Daha çok duygusal yaklaşımlarla hüküm verilmektedir. Bu durum halk için – özellikle çatışan tarafların zulmünü bizzat yaşamış olanlar için – anlaşılabilir olsa da, siyasi ve stratejik analizlerde duyguların yönlendirici olması kabul edilemez. Ancak bugün yazılı, görsel ve sosyal medyada yaygın biçimde gördüğümüz şey tam da budur: Siyasal analiz, çoğu zaman ciddi bir çözümleme olmaktan çok, bir kahve sohbetini andırmaktadır.

Dolayısıyla okuyucunun artık haber niteliğindeki analizlere ya da birkaç saat içinde doğruluğu veya yanlışlığı ortaya çıkacak kişisel görüşlere ihtiyacı yoktur. Asıl yapılması gereken, her ne kadar şu anda gündemde olmasa da, her çatışmanın ortaya çıkardığı zayıf noktalara dikkat çekmek ve bu zayıflıkları gidermek için dersler çıkarmaktır. Çünkü her çatışmanın, ne kadar uzun sürerse sürsün, bir sonu vardır. Her savaşın sonunda, tarafların kendi bakış açısına göre galipler ve mağluplar olacaktır. Ancak asıl kaybeden, çatışmanın doğrudan tarafı olmasa da, bu savaşlardan ders çıkarmayanlardır. Çünkü bu durumda daha sonra baş gösterecek çok daha yıkıcı çatışmalar karşısında da aynı acizliği yaşayacaklardır.

Toplumsal dayanışmanın ve halkın mevcut devletin arkasında durmasının ihmal edilmemesi gerekir; bu, herhangi bir savaştaki zaferin en belirleyici unsurlarından biridir.

İlk dikkat çeken husus, Arapların (hem halklar hem de devletler düzeyinde) kendi bölgelerinde yaşanan bu savaşta sadece seyirci ve bekleyici konumunda olmalarıdır. Bu, yalnızca görünüşte güçsüz olmalarından değil (ki, bu da sebepleri üzerinde düşünülmesi gereken bir sorundur), aynı zamanda İran’ın Arap komşularıyla, onlar tarafından savunulmayı hak edecek bir güven ilişkisi inşa edememiş olmasından kaynaklanmıyor. Zira İran, kendi halklarına savaş açan rejimlerin müttefiki olmuş, o halkların bastırılmasında ve katliama maruz bırakılmasında rol almıştır. Halen bölgede etkileri süren pek çok savaş ve çatışmada İran’ın doğrudan veya dolaylı sorumluluğu vardır. Bu nedenle, mağdur halklar nezdinde – hak temelli bir perspektiften bakıldığında – İran rejimi, desteklediği baskıcı rejimlerle aynı akıbeti paylaşmayı hak eden bir rejim olarak görülmektedir. Bugünkü savaşta en dikkat çekici ve etkili unsur, yukarıdaki değerlendirmenin haklılığını teyit eden geniş çaplı güvenlik zaafıdır. Söz konusu güvenlik ihlallerinin derinliği, devlete olan aidiyetin ve sadakatin ciddi biçimde aşındığını göstermektedir. Yakın ve geçmiş dönemdeki suikastlar, daha önce yaşanan arşiv hırsızlıkları, son yıllarda art arda meydana gelen çeşitli patlamalar – ve özellikle savaş sürecinde ivme kazanan bu tür eylemler – sıradan dış istihbarat operasyonlarıyla açıklanamayacak ölçüde kapsamlıdır. Bu durum, devlet ile halk arasında bir meşruiyet ve sadakat krizinin yaşandığına işaret etmektedir. Çünkü hiçbir güç, hiçbir ordu ve hiçbir dinsel söylem ve slogan, halk desteği gibi bir meşruiyet kaynağı olmadan rejimi koruyamaz. Tarihin yasası şudur: Zulüm yıkımı haber verir. Suriye örneği bunun en yakın ve somut şahididir.

Hiç bir zaman ihmal edilmemesi gereken en önemli unsur, halkın devlete olan toplumsal ve siyasal bağlılığıdır. Bu bağlılık, yalnızca rejimin meşruiyetini beslemekle kalmaz, aynı zamanda herhangi bir savaşta zaferin kazanılmasında da en belirleyici faktördür. Bugün İsrail Başbakanı Netanyahu’nun bu saldırıdan güttüğü amaçlardan biri, yargılanmadan kurtulup iktidarda kalmak için, (15–16 Haziran 2025 tarihli Wall Street Journal anketine göre) İsrail Yahudilerinin %83’ünün desteklediği bu savaşa tutunmaktır. Öte yandan, İran halkının savaşa ya da rejime dair görüşlerini saptamak son derece zordur. Ancak çok sayıda ajanın mevcudiyeti, İran’daki durumun İsrail’dekinin tam tersi olduğuna işaret eden bir tablo sunmaktadır. Bu durum, savaşın sonucunu belirlemede maddi olmayan, ama son derece etkili bir gücün göstergesidir: Rejimin meşruiyeti.

Savaşın seyrini en fazla etkileyen faktör, uzun yıllar süren ambargoya rağmen İran’ın düşmana defalarca zarar verebilmesini sağlayan teknolojik ve askeri gelişmelerdir.

Savaşın seyrinde belirgin rol oynayan ikinci faktör, planlama ve uzun soluklu takip, gözlem ve senaryo hazırlığıdır. İsrail saldırısının aşamalı olarak yürütülmesi ve her evre için olası değişimlerin hesaplanması, yalnızca askeri planlarla değil; sosyal, ekonomik ve jeopolitik boyutları da dikkate alan araştırma merkezlerinin varlığını gerektirir. Bu tür karar alma mekanizmalarıyla entegre araştırma kurumları, Arap dünyasında ya yeterince yoktur ya da işlevsizdir. Arap dünyasında sosyal ve beşeri bilimlere yönelik küçümseyici bakış açısı ve bu bilimlerin karar alma süreçlerindeki rolünün hâlâ yeterince kavranamamış olması üzücüdür. Bu alanlar yeterli maddi destek ve nesnel çalışma şartlarından yoksundur.

Üçüncü ve savaşın seyrine en güçlü etkiyi yapan unsur, İran’ın teknoloji ve askeri alanda kaydettiği gelişmedir. Uzun süredir maruz kaldığı ambargolara rağmen (ambargo altında olmayan ama buna rağmen hiçbir şey üretemeyen bazı ülkelerin aksine) İran, düşmanına defalarca zarar verecek ölçüde etkili karşılıklar verebilmiştir. İran sanayisi özellikle balistik füze alanında kayda değer bir gelişme göstermiş, son olarak insansız hava araçları üretiminde üstünlük sağlamıştır. Bu araçlar hem müttefiklerince kullanılmakta hem de İran tarafından ihraç edilmektedir. Ne var ki, bu kapasiteler ne kadar önemli olursa olsun, İsrail’in hava ve teknoloji üstünlüğü karşısında simetrik bir caydırıcılık sağlamamaktadır. Zira İsrail, yalnızca Batı’dan destek alan bir ülke değil, aynı zamanda ileri düzey istihbarat teknolojileri ile siber saldırı ve savunma sistemlerini Batı’ya dahi ihraç eden bir güç konumundadır.

İsrail’in İran’a karşı sergilediği askerî, teknolojik ve istihbarî üstünlük, Gazze’de kendisine bir fayda sağlamadı. Ne 7 Ekim 2023 saldırısını istihbaratıyla öngörebildi, ne ordusu ve istihbarat kapasitesiyle esirlerini veya ölü askerlerinin cesetlerini geri almayı başarabildi. Ne de sahada hedeflerini gerçekleştirecek kesin bir zafer elde edebildi. Bu da önceki değerlendirmelerle birlikte (ve belki de bunların en önemli dersi olarak) şunu açıkça göstermektedir: Güç, teknoloji ve istihbarat her şey değildir. İlkelere bağlılık ve haklara sıkı sıkıya sarılmak, doğrudan bir zafer getirmese bile, düşmanın zafer ilan etmesini engelleyebilir. Bedeli ağır da olsa, zaman alsa da, bu tutum direnişi meşrulaştırır. Bunun en yakın tanığı Suriye örneğidir.

*(El-Arabi el-Cedid, 23 Haziran 2025 nüshasından tercümedir)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.