Dünya, İran ile “İsrail” arasındaki süregiden savaşı derin bir kutuplaşma içinde izliyor.
Herkes bu savaşa, kendi düşünsel
yönelimine ve kişisel ölçütlerine göre, yani kişisel olanla normatif olanın iç
içe geçtiği bir çerçevede anlam atfediyor. Özellikle çatışmanın taraflarından
birine ya da her ikisine karşı tavır almış olanlar için durum daha karmaşık
hâle geliyor. Bireylerin ve devletlerin tutumları ne kadar tarafsız görünse de,
bu tür ihtimallerden tümüyle bağımsız olması neredeyse imkânsızdır. Söz konusu
tutumların çeşitliliği ve farklılığı her savaşta olduğu gibi doğaldır; ancak bu
tutumlar arasında en sorunlu olanı, normatif olanın kişisel olana kurban
edilmesidir. Burada “normatif” ile kastedilen; göz ardı edildiğini
gözlemlediğimiz etik ve hukuki boyuttur. Daha çok duygusal yaklaşımlarla hüküm
verilmektedir. Bu durum halk için – özellikle çatışan tarafların zulmünü bizzat
yaşamış olanlar için – anlaşılabilir olsa da, siyasi ve stratejik analizlerde
duyguların yönlendirici olması kabul edilemez. Ancak bugün yazılı, görsel ve
sosyal medyada yaygın biçimde gördüğümüz şey tam da budur: Siyasal analiz, çoğu
zaman ciddi bir çözümleme olmaktan çok, bir kahve sohbetini andırmaktadır.
Dolayısıyla okuyucunun artık haber
niteliğindeki analizlere ya da birkaç saat içinde doğruluğu veya yanlışlığı
ortaya çıkacak kişisel görüşlere ihtiyacı yoktur. Asıl yapılması gereken, her
ne kadar şu anda gündemde olmasa da, her çatışmanın ortaya çıkardığı zayıf
noktalara dikkat çekmek ve bu zayıflıkları gidermek için dersler çıkarmaktır.
Çünkü her çatışmanın, ne kadar uzun sürerse sürsün, bir sonu vardır. Her
savaşın sonunda, tarafların kendi bakış açısına göre galipler ve mağluplar
olacaktır. Ancak asıl kaybeden, çatışmanın doğrudan tarafı olmasa da, bu
savaşlardan ders çıkarmayanlardır. Çünkü bu durumda daha sonra baş gösterecek
çok daha yıkıcı çatışmalar karşısında da aynı acizliği yaşayacaklardır.
Toplumsal dayanışmanın ve halkın mevcut
devletin arkasında durmasının ihmal edilmemesi gerekir; bu, herhangi bir
savaştaki zaferin en belirleyici unsurlarından biridir.
İlk dikkat çeken husus, Arapların (hem
halklar hem de devletler düzeyinde) kendi bölgelerinde yaşanan bu savaşta
sadece seyirci ve bekleyici konumunda olmalarıdır. Bu, yalnızca görünüşte
güçsüz olmalarından değil (ki, bu da sebepleri üzerinde düşünülmesi gereken bir
sorundur), aynı zamanda İran’ın Arap komşularıyla, onlar tarafından savunulmayı
hak edecek bir güven ilişkisi inşa edememiş olmasından kaynaklanmıyor. Zira
İran, kendi halklarına savaş açan rejimlerin müttefiki olmuş, o halkların
bastırılmasında ve katliama maruz bırakılmasında rol almıştır. Halen bölgede
etkileri süren pek çok savaş ve çatışmada İran’ın doğrudan veya dolaylı
sorumluluğu vardır. Bu nedenle, mağdur halklar nezdinde – hak temelli bir
perspektiften bakıldığında – İran rejimi, desteklediği baskıcı rejimlerle aynı
akıbeti paylaşmayı hak eden bir rejim olarak görülmektedir. Bugünkü savaşta en
dikkat çekici ve etkili unsur, yukarıdaki değerlendirmenin haklılığını teyit
eden geniş çaplı güvenlik zaafıdır. Söz konusu güvenlik ihlallerinin derinliği,
devlete olan aidiyetin ve sadakatin ciddi biçimde aşındığını göstermektedir.
Yakın ve geçmiş dönemdeki suikastlar, daha önce yaşanan arşiv hırsızlıkları,
son yıllarda art arda meydana gelen çeşitli patlamalar – ve özellikle savaş
sürecinde ivme kazanan bu tür eylemler – sıradan dış istihbarat
operasyonlarıyla açıklanamayacak ölçüde kapsamlıdır. Bu durum, devlet ile halk
arasında bir meşruiyet ve sadakat krizinin yaşandığına işaret etmektedir. Çünkü
hiçbir güç, hiçbir ordu ve hiçbir dinsel söylem ve slogan, halk desteği gibi
bir meşruiyet kaynağı olmadan rejimi koruyamaz. Tarihin yasası şudur: Zulüm
yıkımı haber verir. Suriye örneği bunun en yakın ve somut şahididir.
Hiç bir zaman ihmal edilmemesi gereken en
önemli unsur, halkın devlete olan toplumsal ve siyasal bağlılığıdır. Bu
bağlılık, yalnızca rejimin meşruiyetini beslemekle kalmaz, aynı zamanda
herhangi bir savaşta zaferin kazanılmasında da en belirleyici faktördür. Bugün
İsrail Başbakanı Netanyahu’nun bu saldırıdan güttüğü amaçlardan biri,
yargılanmadan kurtulup iktidarda kalmak için, (15–16 Haziran 2025 tarihli Wall
Street Journal anketine göre) İsrail Yahudilerinin %83’ünün desteklediği bu
savaşa tutunmaktır. Öte yandan, İran halkının savaşa ya da rejime dair
görüşlerini saptamak son derece zordur. Ancak çok sayıda ajanın mevcudiyeti,
İran’daki durumun İsrail’dekinin tam tersi olduğuna işaret eden bir tablo
sunmaktadır. Bu durum, savaşın sonucunu belirlemede maddi olmayan, ama son
derece etkili bir gücün göstergesidir: Rejimin meşruiyeti.
Savaşın seyrini en fazla etkileyen faktör,
uzun yıllar süren ambargoya rağmen İran’ın düşmana defalarca zarar
verebilmesini sağlayan teknolojik ve askeri gelişmelerdir.
Savaşın seyrinde belirgin rol oynayan
ikinci faktör, planlama ve uzun soluklu takip, gözlem ve senaryo hazırlığıdır.
İsrail saldırısının aşamalı olarak yürütülmesi ve her evre için olası
değişimlerin hesaplanması, yalnızca askeri planlarla değil; sosyal, ekonomik ve
jeopolitik boyutları da dikkate alan araştırma merkezlerinin varlığını
gerektirir. Bu tür karar alma mekanizmalarıyla entegre araştırma kurumları,
Arap dünyasında ya yeterince yoktur ya da işlevsizdir. Arap dünyasında sosyal
ve beşeri bilimlere yönelik küçümseyici bakış açısı ve bu bilimlerin karar alma
süreçlerindeki rolünün hâlâ yeterince kavranamamış olması üzücüdür. Bu alanlar
yeterli maddi destek ve nesnel çalışma şartlarından yoksundur.
Üçüncü ve savaşın seyrine en güçlü etkiyi
yapan unsur, İran’ın teknoloji ve askeri alanda kaydettiği gelişmedir. Uzun
süredir maruz kaldığı ambargolara rağmen (ambargo altında olmayan ama buna
rağmen hiçbir şey üretemeyen bazı ülkelerin aksine) İran, düşmanına defalarca
zarar verecek ölçüde etkili karşılıklar verebilmiştir. İran sanayisi özellikle
balistik füze alanında kayda değer bir gelişme göstermiş, son olarak insansız
hava araçları üretiminde üstünlük sağlamıştır. Bu araçlar hem müttefiklerince
kullanılmakta hem de İran tarafından ihraç edilmektedir. Ne var ki, bu
kapasiteler ne kadar önemli olursa olsun, İsrail’in hava ve teknoloji üstünlüğü
karşısında simetrik bir caydırıcılık sağlamamaktadır. Zira İsrail, yalnızca
Batı’dan destek alan bir ülke değil, aynı zamanda ileri düzey istihbarat
teknolojileri ile siber saldırı ve savunma sistemlerini Batı’ya dahi ihraç eden
bir güç konumundadır.
İsrail’in İran’a karşı sergilediği askerî,
teknolojik ve istihbarî üstünlük, Gazze’de kendisine bir fayda sağlamadı. Ne 7
Ekim 2023 saldırısını istihbaratıyla öngörebildi, ne ordusu ve istihbarat
kapasitesiyle esirlerini veya ölü askerlerinin cesetlerini geri almayı
başarabildi. Ne de sahada hedeflerini gerçekleştirecek kesin bir zafer elde
edebildi. Bu da önceki değerlendirmelerle birlikte (ve belki de bunların en
önemli dersi olarak) şunu açıkça göstermektedir: Güç, teknoloji ve istihbarat
her şey değildir. İlkelere bağlılık ve haklara sıkı sıkıya sarılmak, doğrudan
bir zafer getirmese bile, düşmanın zafer ilan etmesini engelleyebilir. Bedeli
ağır da olsa, zaman alsa da, bu tutum direnişi meşrulaştırır. Bunun en yakın
tanığı Suriye örneğidir.
*(El-Arabi el-Cedid, 23 Haziran
2025 nüshasından tercümedir)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.