Ülkemizde kurumsal dine, özellikle de İslam’a yönelik soğumayı konu edinen yazılarımı uzun süredir kaleme alıyorum. Son yazıma seküler kesimden gelen tepkilerde “Kurumsal dinle inancı bir tutmuşsun; biz inançlıyız ama dinci değiliz” şeklinde eleştiriler dile getirildi. Oysa yazıda böyle bir anlam kastetmemiştim. Bu tepki yine de dikkat çekiciydi; çünkü pratikte “inançlı olmak” ile “dindar olmak” kavramlarının neredeyse eşanlamlı kullanıldığını gösteriyordu. Aslında postmodern dünyada kaybolan şey yalnızca din değil, insanın kendi benliği dahil olmak üzere herhangi bir kavrama, değere ya da ilkeye duyduğu inançtır.
Bu yazıya önce “Bilimselci Köylülük”
başlığını koymayı düşündüm. Zira Türkiye’de “bilimsellik” ya da daha doğrusu
“Kemalist modernleşme” adı altında benimsenen paradigma, 19. yüzyılın Auguste
Comte tipi ilerlemeci pozitivizmine dayanan katı bir dogmaya dönüşmüş durumda.
Esas mesele şu: Dönüştürülememiş bir görgü ve köylülük, yalnızca siyasetimize
değil, bilimsellik anlayışımıza da damgasını vurmuş durumda.
Bu anlayışın şekillendirdiği kimi sağ
aydın ve siyasetçilerinde artık dini inançla organik hiçbir bağının kalmadığını
bizzat gözlemliyorum. Nitekim Cazim Gürbüz gibi eski Ülkücüler de bu kopuşu
açıkça dile getirmiştir. Aynı durum, bizzat tanıklık ettiğim bazı eski sağ
aydın, ilahiyatçı ve siyasetçiler için de geçerlidir.
Bu bağlamda kurumsal dine karşı gelişen
soğukluk ve hatta hiçbir şeye inanmama hali, sadece gençler arasında değil;
milliyetçi-muhafazakâr geçmişe sahip üst düzey akademisyen, ilahiyatçı ve
siyasetçiler arasında da yaygınlaşmaktadır. Artık sadece kurumsal dine değil,
doğrudan dini inançların kendisine karşı da bir yergi, özellikle ilaveten
öfkeli sol ve seküler aydınlar arasında daha da görünür hale geliyor.
Bugün Comte, Leibniz ya da Newton’dan ne
anladığımız ne kadar sorunluysa; ateizm, deizm, agnostisizm gibi kavramları
kavrayışımız da bir o kadar yüzeysel. Hiçbir inancı olmadığını söyleyen—hicivle
“ışıklar içinde uyusun” modu diyebileceğimiz—ya da farklı inançlara yönelen
bazı kişilerin ortak çelişkisi, din yerine bilime mutlaklık atfetmeleridir. Bu
tavır, ülkemiz bağlamında “bilimsel köylülük” olarak adlandırılabilir.
Yıllar önce Heybeliada Deniz Kuvvetleri
Dil Okulu’nda kaldığım sırada, Ruhban Okulu’nda görev yapan bir kardinalle
tanışmıştım. Kendisi, Belçika Kraliyet Akademisi’nde yaptığı bilimsel
çalışmalarını ve doktorasını anlatmıştı. Ona şu soruyu sordum:
“Hayatta ölümcül bir sorunla
karşılaştığınızda, bir bilim insanı mı, yoksa bir din adamı olarak mı hareket
edersiniz?”
Yanıtı şöyleydi:
“Tabii ki dine göre hareket ederim.
Görmüyor musunuz, bir virüs görünmez ama koskoca insanı yok eder.”
Bu cevap, sebepler ve metafizik üzerine
birçok tartışmaya açık olabilir. Ama bu yazının bağlamında temel soruyu şöyle
sormak gerekir:
İnsan, bu kadar çok bilinmeyenin
ortasında, yalnızca sonsuz küçük bir zaman diliminde var olabilen ve iradesi
dışında ölecek bir varlık olarak, varoluşunun anlamını nasıl çözümler?
Ve daha önemlisi: Kendine duyduğu
yeterlilik hissi onu bu kadar kolay yanıltabiliyorken, bu yanılsamanın
büyüklüğüyle nasıl başa çıkacaktır?
İnsan geniş bir bilinmezliğe muhataptır.
Bu bilinmezliğin hem görünür hem görünmez yönü vardır; muhtemelen görünmeyen
taraf daha belirleyicidir. Hakikat ve anlam arayışı insana özgüdür. Görünür
aleme hükmetme dürtüsü, insanın çevresiyle ilişkilerinde belirleyicidir ve
yaşamsal bir ihtiyaçtır. İnsanlık tarihi, bu fizik ve metafizik sarkacında bir
denge arayışıyla ilerlemiştir. Din, felsefe, bilim ve büyü bu arayışta anlamlı
veya anlamsız parametreler olarak işlev görmüştür.
Epistemoloji (nasıl biliriz?) ile ontoloji
(ne vardır?) ilişkisini kurabilen uygarlıklar ilerleyebilmiştir. Ne yazık ki
Tanzimat modernleşmemiz ve Cumhuriyet devrimlerimizde bu türden bir felsefi
zemin aranmamış, merak da edilmemiştir. Taklide dayanmayan bir akıl inşa
edilememiştir. Oysa en azından Tanzimat döneminde bilim-hikmet, akıl-gönül
ilişkisi kurulabilirdi. Tasavvuf, felsefe ve psikolojik analiz bir senteze
ulaşabilirdi. Ancak Cumhuriyet’in modernleşme süreci, toplumsal ve siyasal
görgü alanında başarı kazanırken, göçebe ve kasabalı zihniyeti, modernliği
yalnızca bir statü kazanma aracı olarak algılamaya ikna edebildi.
Türkiye’de bilimsellik adına yüceltilen
Newton, Descartes ve Leibniz gibi figürlerin aslında derin metafizik ilgilere
sahip olduğunu unutmamalıyız. Newton, Leibniz, Bacon ve Descartes gibi
isimlerin hem bilimsel hem ezoterik yönelimleri, dönemlerinin bütüncül bilgi
arayışını yansıtır. Bugün bize çelişkili gibi gelen bu tutumlar, onların
gözünde doğayı hem maddi hem manevi boyutlarıyla anlama çabasıydı. Bu figürleri
ne yalnızca bilim insanı ne de yalnızca mistik olarak değerlendirmek
yeterlidir; onlar birer “doğa filozofu” idi.
Örneğin Kepler’in düşünce dünyasında
ezoterik etkiler ve “doğal büyü” fikri açıkça mevcuttur. Genellikle rasyonel
bilimle özdeşleştirilse de Kepler’in kozmolojisi, Rönesans’ın mistik
gelenekleriyle derin bağlar taşır. “Doğal büyü”, doğadaki gizli güçlerin ilahi
bir düzenle ilişkilendirilmesi fikridir ve Kepler bu düşünceyi
Platoncu-geometrik bir modelle harmanlamıştır. Giordano Bruno, Marsilio Ficino
ve Paracelsus gibi figürlerin etkisi onun kozmolojisinde hissedilir. Yine de
Kepler, büyünün irrasyonel tarafına mesafelidir; doğadaki büyüyü İlahi
matematikle yorumlar.
Bu örnekler, Aydınlanma’nın öncülerinin,
akıl ve deney yoluyla evreni anlamaya çalışırken aynı zamanda metafizik bir
düzen duygusunu da koruduklarını gösteriyor. Bilimin sekülerleşmesi sonraki
yüzyıllarda yaşanmıştır. İlk bilimciler için bilim ve ezoterizm birbirine zıt
değil, birbirini tamamlayan alanlardı. Bugün bu durumu “epistemik kopuş” ya da
“epistemik ikilik” olarak tartışabiliriz. Belki de Roger Bacon’un işaret ettiği
iki katmanlı bilgi sistemiyle yeniden düşünmek gerekir.
Günümüzde bilimsel yöntem özgürleştikçe,
bize farklı evrenlerin kapılarını açmaktadır. Heisenberg’in belirsizlik ilkesi,
neredeyse İbn Arabi’nin “her an yeniden yaratılış” öğretisiyle örtüşmektedir.
Newton, Descartes, Bacon ve Leibniz’in gizli ezoterik yönleri, bugün kuantum
felsefesiyle yeniden görünür hale gelmektedir. Tasavvuf ile karşı-aydınlanma
düşüncesi arasında kurulacak bir sentez, yalnızca teorik değil, medeniyet
inşası açısından da yeni bir ufuk sunabilir.
Türkiye’de pozitivizmin yanlış ve sığ
yorumu yani bilimsel köylülük, sadece dindarlığı değil, düşünsel derinliği de
yaralamıştır. Bilimi bir “dogma”ya, dini bir “hurafe”ye indirgeyen bu tutum,
her iki alanda da köylülük üretmiştir. Bilimsel köylülük”, sezgi, hikmet,
metafizik gibi bilgi biçimlerini küçümser; bunları “hurafe” diye dışlar.
Halbuki insan zihni sadece ölçümle değil, anlamla, sezgiyle, dil ve kültürle
çalışır. Bilimsel köylülükte soru değil cevap önemlidir. Ezberci, sınav odaklı,
eleştirel düşünceden uzak bir sistem doğar. Bilimsel sayılan her şey “doğrudur”
diye kabul edilir.
Cumhuriyet devrimleri karşı-Aydınlanma
düşüncesinden beslenebilseydi, modernliğimiz daha derinlikli, daha anlamlı ve
daha toplumsal olurdu. Bugün yapmamız gereken, bu tarihsel kopuşun açığını fark
ederek; bilim, din, felsefe ve maneviyatı birbirine kapalı alanlar olmaktan
çıkaran yeni bir epistemik sentez inşa etmektir.
Örneğin Isaiah Berlin, Karşı-Aydınlanma
(Counter-Enlightenment) düşüncesinin 20. yüzyıldaki en önemli analizcilerinden
biriydi. Berlin, Aydınlanma’nın “tek hakikat” inancına karşı çoğulcu bir
epistemoloji geliştirilmesi gerektiğini vurgulamıştı.
Bilimsel köylülük dindar mahallede
literalizm, metaforu öldürmüştür. Seküler mahallede ise rasyonellik, metafiziği
“zırva” saymış, ama spiritüel açlık başka mecralarda (örneğin New Age) kendini
göstermiştir. Bu nedenle epistemik köylülük, hem seküler hem muhafazakâr
mahallelerin ortak çıkmazıdır.
Modern Türkiye, Kemalist dogmatizm ile
köylü Selefi dindarlık arasındaki bu çorak ikiliği artık aşmak zorundadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.