24 Haziran 2025 Salı

Bilim, inanç ve epistemik yüzeysellik üzerine Tarık Çelenk-24/06/2025

Ülkemizde kurumsal dine, özellikle de İslam’a yönelik soğumayı konu edinen yazılarımı uzun süredir kaleme alıyorum. Son yazıma seküler kesimden gelen tepkilerde “Kurumsal dinle inancı bir tutmuşsun; biz inançlıyız ama dinci değiliz” şeklinde eleştiriler dile getirildi. Oysa yazıda böyle bir anlam kastetmemiştim. Bu tepki yine de dikkat çekiciydi; çünkü pratikte “inançlı olmak” ile “dindar olmak” kavramlarının neredeyse eşanlamlı kullanıldığını gösteriyordu. Aslında postmodern dünyada kaybolan şey yalnızca din değil, insanın kendi benliği dahil olmak üzere herhangi bir kavrama, değere ya da ilkeye duyduğu inançtır.

Bu yazıya önce “Bilimselci Köylülük” başlığını koymayı düşündüm. Zira Türkiye’de “bilimsellik” ya da daha doğrusu “Kemalist modernleşme” adı altında benimsenen paradigma, 19. yüzyılın Auguste Comte tipi ilerlemeci pozitivizmine dayanan katı bir dogmaya dönüşmüş durumda. Esas mesele şu: Dönüştürülememiş bir görgü ve köylülük, yalnızca siyasetimize değil, bilimsellik anlayışımıza da damgasını vurmuş durumda.

Bu anlayışın şekillendirdiği kimi sağ aydın ve siyasetçilerinde artık dini inançla organik hiçbir bağının kalmadığını bizzat gözlemliyorum. Nitekim Cazim Gürbüz gibi eski Ülkücüler de bu kopuşu açıkça dile getirmiştir. Aynı durum, bizzat tanıklık ettiğim bazı eski sağ aydın, ilahiyatçı ve siyasetçiler için de geçerlidir.

Bu bağlamda kurumsal dine karşı gelişen soğukluk ve hatta hiçbir şeye inanmama hali, sadece gençler arasında değil; milliyetçi-muhafazakâr geçmişe sahip üst düzey akademisyen, ilahiyatçı ve siyasetçiler arasında da yaygınlaşmaktadır. Artık sadece kurumsal dine değil, doğrudan dini inançların kendisine karşı da bir yergi, özellikle ilaveten öfkeli sol ve seküler aydınlar arasında daha da görünür hale geliyor.

Bugün Comte, Leibniz ya da Newton’dan ne anladığımız ne kadar sorunluysa; ateizm, deizm, agnostisizm gibi kavramları kavrayışımız da bir o kadar yüzeysel. Hiçbir inancı olmadığını söyleyen—hicivle “ışıklar içinde uyusun” modu diyebileceğimiz—ya da farklı inançlara yönelen bazı kişilerin ortak çelişkisi, din yerine bilime mutlaklık atfetmeleridir. Bu tavır, ülkemiz bağlamında “bilimsel köylülük” olarak adlandırılabilir.

Yıllar önce Heybeliada Deniz Kuvvetleri Dil Okulu’nda kaldığım sırada, Ruhban Okulu’nda görev yapan bir kardinalle tanışmıştım. Kendisi, Belçika Kraliyet Akademisi’nde yaptığı bilimsel çalışmalarını ve doktorasını anlatmıştı. Ona şu soruyu sordum:

“Hayatta ölümcül bir sorunla karşılaştığınızda, bir bilim insanı mı, yoksa bir din adamı olarak mı hareket edersiniz?”

Yanıtı şöyleydi:

“Tabii ki dine göre hareket ederim. Görmüyor musunuz, bir virüs görünmez ama koskoca insanı yok eder.”

Bu cevap, sebepler ve metafizik üzerine birçok tartışmaya açık olabilir. Ama bu yazının bağlamında temel soruyu şöyle sormak gerekir:

İnsan, bu kadar çok bilinmeyenin ortasında, yalnızca sonsuz küçük bir zaman diliminde var olabilen ve iradesi dışında ölecek bir varlık olarak, varoluşunun anlamını nasıl çözümler?

Ve daha önemlisi: Kendine duyduğu yeterlilik hissi onu bu kadar kolay yanıltabiliyorken, bu yanılsamanın büyüklüğüyle nasıl başa çıkacaktır?

İnsan geniş bir bilinmezliğe muhataptır. Bu bilinmezliğin hem görünür hem görünmez yönü vardır; muhtemelen görünmeyen taraf daha belirleyicidir. Hakikat ve anlam arayışı insana özgüdür. Görünür aleme hükmetme dürtüsü, insanın çevresiyle ilişkilerinde belirleyicidir ve yaşamsal bir ihtiyaçtır. İnsanlık tarihi, bu fizik ve metafizik sarkacında bir denge arayışıyla ilerlemiştir. Din, felsefe, bilim ve büyü bu arayışta anlamlı veya anlamsız parametreler olarak işlev görmüştür.

Epistemoloji (nasıl biliriz?) ile ontoloji (ne vardır?) ilişkisini kurabilen uygarlıklar ilerleyebilmiştir. Ne yazık ki Tanzimat modernleşmemiz ve Cumhuriyet devrimlerimizde bu türden bir felsefi zemin aranmamış, merak da edilmemiştir. Taklide dayanmayan bir akıl inşa edilememiştir. Oysa en azından Tanzimat döneminde bilim-hikmet, akıl-gönül ilişkisi kurulabilirdi. Tasavvuf, felsefe ve psikolojik analiz bir senteze ulaşabilirdi. Ancak Cumhuriyet’in modernleşme süreci, toplumsal ve siyasal görgü alanında başarı kazanırken, göçebe ve kasabalı zihniyeti, modernliği yalnızca bir statü kazanma aracı olarak algılamaya ikna edebildi.

Türkiye’de bilimsellik adına yüceltilen Newton, Descartes ve Leibniz gibi figürlerin aslında derin metafizik ilgilere sahip olduğunu unutmamalıyız. Newton, Leibniz, Bacon ve Descartes gibi isimlerin hem bilimsel hem ezoterik yönelimleri, dönemlerinin bütüncül bilgi arayışını yansıtır. Bugün bize çelişkili gibi gelen bu tutumlar, onların gözünde doğayı hem maddi hem manevi boyutlarıyla anlama çabasıydı. Bu figürleri ne yalnızca bilim insanı ne de yalnızca mistik olarak değerlendirmek yeterlidir; onlar birer “doğa filozofu” idi.

Örneğin Kepler’in düşünce dünyasında ezoterik etkiler ve “doğal büyü” fikri açıkça mevcuttur. Genellikle rasyonel bilimle özdeşleştirilse de Kepler’in kozmolojisi, Rönesans’ın mistik gelenekleriyle derin bağlar taşır. “Doğal büyü”, doğadaki gizli güçlerin ilahi bir düzenle ilişkilendirilmesi fikridir ve Kepler bu düşünceyi Platoncu-geometrik bir modelle harmanlamıştır. Giordano Bruno, Marsilio Ficino ve Paracelsus gibi figürlerin etkisi onun kozmolojisinde hissedilir. Yine de Kepler, büyünün irrasyonel tarafına mesafelidir; doğadaki büyüyü İlahi matematikle yorumlar.

Bu örnekler, Aydınlanma’nın öncülerinin, akıl ve deney yoluyla evreni anlamaya çalışırken aynı zamanda metafizik bir düzen duygusunu da koruduklarını gösteriyor. Bilimin sekülerleşmesi sonraki yüzyıllarda yaşanmıştır. İlk bilimciler için bilim ve ezoterizm birbirine zıt değil, birbirini tamamlayan alanlardı. Bugün bu durumu “epistemik kopuş” ya da “epistemik ikilik” olarak tartışabiliriz. Belki de Roger Bacon’un işaret ettiği iki katmanlı bilgi sistemiyle yeniden düşünmek gerekir.

Günümüzde bilimsel yöntem özgürleştikçe, bize farklı evrenlerin kapılarını açmaktadır. Heisenberg’in belirsizlik ilkesi, neredeyse İbn Arabi’nin “her an yeniden yaratılış” öğretisiyle örtüşmektedir. Newton, Descartes, Bacon ve Leibniz’in gizli ezoterik yönleri, bugün kuantum felsefesiyle yeniden görünür hale gelmektedir. Tasavvuf ile karşı-aydınlanma düşüncesi arasında kurulacak bir sentez, yalnızca teorik değil, medeniyet inşası açısından da yeni bir ufuk sunabilir.

Türkiye’de pozitivizmin yanlış ve sığ yorumu yani bilimsel köylülük, sadece dindarlığı değil, düşünsel derinliği de yaralamıştır. Bilimi bir “dogma”ya, dini bir “hurafe”ye indirgeyen bu tutum, her iki alanda da köylülük üretmiştir. Bilimsel köylülük”, sezgi, hikmet, metafizik gibi bilgi biçimlerini küçümser; bunları “hurafe” diye dışlar. Halbuki insan zihni sadece ölçümle değil, anlamla, sezgiyle, dil ve kültürle çalışır. Bilimsel köylülükte soru değil cevap önemlidir. Ezberci, sınav odaklı, eleştirel düşünceden uzak bir sistem doğar. Bilimsel sayılan her şey “doğrudur” diye kabul edilir.

Cumhuriyet devrimleri karşı-Aydınlanma düşüncesinden beslenebilseydi, modernliğimiz daha derinlikli, daha anlamlı ve daha toplumsal olurdu. Bugün yapmamız gereken, bu tarihsel kopuşun açığını fark ederek; bilim, din, felsefe ve maneviyatı birbirine kapalı alanlar olmaktan çıkaran yeni bir epistemik sentez inşa etmektir.

Örneğin Isaiah Berlin, Karşı-Aydınlanma (Counter-Enlightenment) düşüncesinin 20. yüzyıldaki en önemli analizcilerinden biriydi. Berlin, Aydınlanma’nın “tek hakikat” inancına karşı çoğulcu bir epistemoloji geliştirilmesi gerektiğini vurgulamıştı.

Bilimsel köylülük dindar mahallede literalizm, metaforu öldürmüştür. Seküler mahallede ise rasyonellik, metafiziği “zırva” saymış, ama spiritüel açlık başka mecralarda (örneğin New Age) kendini göstermiştir. Bu nedenle epistemik köylülük, hem seküler hem muhafazakâr mahallelerin ortak çıkmazıdır.

Modern Türkiye, Kemalist dogmatizm ile köylü Selefi dindarlık arasındaki bu çorak ikiliği artık aşmak zorundadır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.