Türkiye’de siyaset, yeniden şekilleniyor. Ancak bu şekillenme, salt aktörlerin pozisyonlarıyla sınırlı değil; siyasal sistemin, kuralların, temsil anlayışının ve anayasal çerçevenin yeniden tarif edilmesini de içeriyor. Devlet Bahçeli’nin son önerisi, işte bu yeniden tarif çabasının en açık, en derin ve en stratejik hamlelerinden biri.
Bahçeli yalnızca bir
anayasa değişikliği çağrısında bulunmuyor. Seçim sisteminin yeniden
düzenlenmesi, Siyasi Partiler Kanunu’nun baştan yazılması ve TBMM İç Tüzüğü’nün
değiştirilmesi gibi önerilerle, tüm siyasal zeminin yeniden kurulmasını talep
ediyor. Bu, bir “reform paketi” değil, bir bakıma yeni bir rejimin kurumsal
çerçevesini inşa etmeye yönelik bir irade beyanı gibi duruyor. Belki de asıl
hedeflenen 2017 halk oylamasıyla başlayan Cumhurbaşkanlığı Yönetim Sistemi
denilen bu merkeziyetçi sistemin kurumsallaşmasının tamamlanmasıdır.
Bu önerilerin
zamanlaması da tesadüf değil. PKK’nın Öcalan öncülüğünde silahlı mücadeleye son
verip kendini feshetme açıklaması, “eşit yurttaşlık” temelinde sivil siyasete
geçme önerisiyle birleşince, Türkiye’de hem terörle mücadele hem Kürt meselesi
açısından yeni bir dönem açılmış gibi görünüyor. Bahçeli’nin bu eşikte yaptığı
çağrı, bir yandan bu gelişmeleri fırsata çevirmeye çalışıyor, diğer yandan
muhalefeti de yeni bir hizalanmaya zorluyor.
Bahçeli’nin önerisi dört
temel başlıkta somutlaşıyor: Birincisi “yeni anayasa” önerisi. 1982
Anayasası’nın “darbe ürünü” olduğu eleştirisi, geniş kesimlerde karşılık
bulabilecek haklı bir argüman. Ancak Bahçeli’nin anayasa önerisi; hak ve
özgürlükler, kuvvetler ayrılığı, sivil katılım gibi demokratik unsurları
güçlendirmekten çok, mevcut yürütme sistemini tahkim etmeyi, merkeziyetçiliği
derinleştirmeyi hedefliyor. Üstelik önerilen “Milli Birlik ve Dayanışma
Komisyonu” gibi yapılar, sivil değil bürokratik bir zemine dayanıyor.İkincisi,
“seçim sistemi değişikliği”. Üçüncüsü “siyasi partiler kanununda”, dördüncüsü
“meclis iç tüzüğünde değişiklikler”.
Yeni anayasaya ihtiyaç
var mı?
Türkiye siyasetinin
gündemi yeniden bir anayasa tartışmasıyla şekilleniyor. Peki Türkiye’nin
gerçekten yeni bir anayasaya ihtiyacı var mı? Ve elbette ikinci soru, nasıl bir
anayasaya ihtiyaç var?
Evet, var. Çünkü mevcut
anayasa, 1980 Darbesi'nin ardından devletin vatandaş üzerindeki denetimini
önceleyen bir anlayışla yazıldı. O günden bugüne 19 kez değişiklikler yapılsa
da ruhu hiç değişmedi. Bugün de hala “devletin hayatı düzenlemesini” esas alan
değil “devletin hayatı ve yurttaşı denetlemesini” esas alan bir anayasa var.
Dahası, Türkiye’nin
toplumsal yapısı, değer dünyası, öncelikleri tamamen değişti. Gençler farklı
düşünüyor, kadınlar artık daha fazla söz istiyor, Kürt meselesi terör rehninden
kurtulup biraz daha demokratik temsile kayıyor. Öte yandan kadim toplumsal fay
hatları toplumun bir kesiminde kutuplaşmalara dönüşmüş durumda. Hukukun
üstünlüğüne inanç yerlerde sürünüyor, lümpenlik ve şiddet sokaklara ve 15 yaş
seviyelerine inmiş. Ama var olan anayasa ne yaşanan toplumsal dönüşümü tanıyor
ne de toplumdaki çeşitliliği kapsıyor. Kaldı ki anayasanın tanımladığı bazı
kurumlar bile bu anayasaya uymamayı normal görüyor.
Yeni bir anayasa,
yalnızca hukuki bir metin değil; birlikte yaşama iradesinin ifadesi olmalı. O
yüzden bu metnin, sivil, katılımcı ve çoğulcu bir anlayışla, toplumun tüm
kesimlerinin katkısıyla yazılması gerekir. Sadece bir partinin ya da bir
ittifakın anayasa yapması, mevcut sorunları derinleştirmekten başka işe
yaramaz. Eğer amaç gerçekten bugünün ihtiyaç ve taleplerine cevap üretmekse,
yeni bir anayasa bu toplumun ortak eseri olmalı. Yoksa yapılan, sadece rejimi
kalıcılaştırmak olur.
Evet, Türkiye’nin yeni
bir anayasaya ihtiyacı var. Ama bu, bugünkü iktidarın öngördüğü gibi sadece
sistemi koruma ve muhalefeti denetim altına alma amaçlı değil; toplumun tüm
kesimlerinin özgürlük, adalet ve eşitlik temelinde bir arada yaşayabileceği yeni
bir sözleşme için gerekli.
Siyasetin doğallaşması
ihtiyacı var mı?
Siyasi alanın başta
siyasi partiler yasası olmak üzere yeniden düzenlenmeye ihtiyacı var. Bu
ihtiyacın da birden çok dayanağı ve gerekçesi var. Birincisi, siyasi alan
üretkenliğini ve sorun çözücülüğünü yitirdi. Meclis muhalefet aktörlerinin
ihtiyaç ve taleplerini dikkate almaktan çoktandır vazgeçmiş durumda.
İkincisi iktidar,
memleketin sorunlarından uzaklaşmış ve kendi gündemine sıkışmış durumda.
Üçüncüsü, siyasetin
kimliklere sıkışması, müzakere ve uzlaşmanın yerini “yenme” odaklı bir siyasi
kültürün almasına yol açtı. Bu durum siyaset kurumuna olan güveni sarsıyor.
Dördüncüsü, toplumun
farklı kesimlerinin farklı ihtiyaç ve talepleri için siyasetle ilişki
kurabilmeleri lazım ama ne yazık ki partiler de giderek gündelik hayattan ve
sokaktan uzaklaşmış durumda. Örneğin 'Terörsüz Türkiye' adı verilen süreçten
baktığımızda, çözümün çok aktörlü ve çok boyutlu olduğu açık. Çözüm ancak
devletle toplum arasında yeni bir mutabakat ve bunun gerektirdiği kurumların
kurulmasıyla mümkün. Bu da siyasetin sadece partiler düzeyinde değil, toplum
düzeyinde de genişlemesini zorunlu kılıyor. Ama meseleyi yalnızca PKK’nın
kendini feshetmesine bağlamanın yetmediğini zaman içinde göreceğiz. O nedenle
toplumsal enerjinin siyasete katılmasına ihtiyacımız var.
Tüm bu unsurların yanı
sıra asıl gezegen, hayat, insan, bilim ve doğal olarak siyaset tanımı ve
biçimleri değişiyor. Ama ülkenin de kadim ve markalaşmış sorunları var. Bu
sorunları çözebilmenin tek yolu; siyaset marifetiyle müzakere, ikna ve uzlaşma
süreçlerini çalıştırabilmek. Bu süreçlerin başlangıç noktası da fikir ve
örgütlenme özgürlüklerinden başlayarak hak ve özgürlükler alanının genişlemesi.
Buna bağlı olarak siyasi partiler yasasından meclis iç tüzüğüne dek siyasi
alanı düzenleyen tüm yasaların değiştirilmesi.
Sonuç; evet, siyasetin
doğallaşması ve siyasi alanın genişlemesi gerekli. Bu hem mevcut krizler
yumağından çıkışın hem de toplumun ortak yaşama iradesini yeniden
güçlendirebilmesinin vazgeçilmez bir ön koşulu. Aksi takdirde, siyaset
“siyasetsizlikle” yer değiştirmiş otoriter bir çerçevede boğuluyor ve daha da
boğulacak.
Sıkıştırıldığımız
stratejik bağlam
Bahçeli ve MHP’nin,
“yeni yüzyılın terörsüz Türkiye’si” vizyonuyla çerçeveleyip başlattığı anayasa
süreci görünürde toplumsal barışa hizmet eden bir araç olarak karşımızda
duruyor. Öte yandan öneri ve peşinden yapılan açıklamalar sadece iktidar
blokunu değil, muhalefeti de şekillendirecek bir tasarımı ima ediyor. Bir
bakıma yeni anayasadan beklenti daha çok bugünkü yönetim sistemine uygun
kurumsallaşmanın tamamlanmasının hedeflendiği şeklinde. Bu bağlamda MHP’nin
ideolojik pozisyonunu da dikkate alarak, sürecin hem içerik hem de stratejik
niyeti açısından önerilen yeni anayasa merkezi yapıyı konsolide etmeye ve
güçlendirme hedefine yönelik görünüyor.
Öte yandan yargı
süreçlerinin araçsallaştırıldığı, belediye başkanlarının görevden alındığı,
medyanın kuşatıldığı ve daha da önemlisi CHP’nin yargı süreçleriyle felç
edilmeye çalışıldığı bir atmosferde yapılanların “sivil anayasa” iddiasıyla
meşrulaştırılmaya çalışıldığını söylemek de mümkün.
Aynı anda üç farklı
süreci bir arada yaşıyoruz: Terörsüz Türkiye, yeni anayasa ve İmamoğlu-CHP
operasyonları. Üç süreç birbirine bağlı ya da paralel ama aynı zamanda farklı
dinamikleri, aktörleri, hedefleri var. Her birisi birbirini etkileyen, besleyen
ama bir o kadar da farklılıkları olan süreçler. Üç sürecin de ortak
karakteristiklerinden birisi, muhalefetin olası en geniş ittifakını içeriden
parçalama zemini de açıyor olması. İmamoğlu üzerinden en güçlü rakibi sahneden
indirirken, kurultay davaları üzerinden CHP’yi zayıflatmak, açılım sürecindeki
pozisyonu üzerinden DEM Parti’nin yalnızlaştırılmasını sağlamak, İYİ Parti gibi
merkez sağ alternatifleri marjinalize etmek, Özdağ’ı tutuklayarak Zafer
Partisi’ni felç etmek ve en önemlisi, muhalefet ittifaklarını imkânsız hale
getirmek…
Muhalefet ve başta CHP
ne yapabilir?
Evet, Türkiye’nin bir
anayasa değişikliğine, hatta belki de köklü bir anayasa reformuna ihtiyacı var.
Ancak bu ihtiyacın gerekçesi, iktidarın önerdiği siyasi sistemin
kalıcılaştırılması ya da muhalefetin dışlanması değil; toplumsal meşruiyeti
olan, katılımcı, demokratik bir hukuk düzeninin kurulmasıdır. Bu çerçevede
başta CHP olmak üzere muhalefet partilerinin yalnızca tepkisel bir pozisyon
almaları yetersiz kalacaktır.
Özellikle CHP artık bu
tür girişimlere “karşı olmakla” yetinmemeli; kendi siyasal kurucu anlatısını
ortaya koymalıdır. Yerel seçimlerde en çok oyu almış, en geniş coğrafyada yerel
yönetim yetkilerini kazanmış, anketlerde bugün de birinci parti seviyesinde
seyreden CHP şimdi başka bir hamle yapmalıdır. Ülkenin ihtiyacı olan yeni
anayasa ve yeni siyasi zemin üzerine kendi iddialarını ortaya koymalıdır. CHP
önce kendi anayasa önerisinin dayandığı temel ilkeleri açıkça kamuoyuna
sunmalı. İktidarın siyasi alanı daraltma çabalarına karşı CHP tüm il ve ilçe
örgütlerinde yeni anayasa tartışmaları açabilir. Bu süreç örgütün fikri ve
insani anlamda yenilenmesinin, enerji üretmesinin, ahali ile yeni bir siyasi
ilişki kurmasının da aracı haline dönebilir. CHP siyasetin yenilenmesi,
doğallaşması, demokratikleşmesi sürecini kendi içinden başlatabilir. Parti içi
demokrasi, ön seçim, yerel karar alma mekanizmalarının güçlendirilmesi gibi bir
dizi politikayla örnek bir siyaset biçimi inşa edebilir de.
CHP 19 Mart İmamoğlu
operasyonlarından beridir yeni bir siyaset şansını artırmış görünüyor.
Özellikle Ferdi Zeyrek’in ölümü, cenaze töreni, Özgür Özel’in ilk andan
itibaren dostu için çektiği acı ve kabrindeki görüntülerdeki sahicilik ve
samimiyetin etkileri gelecek günlerde daha da belirgin biçimde hissedilecek.
CHP belki de ilk kez kendisine karşı olan toplumsal kesimlerdeki duygusal
ambargoları aşma fırsatı yakalayabilir. Yeni anayasa tartışmalarına dahil olma
biçimi bu toplumsal kesimlerdeki algısını değiştirebilir.
Türkiye, uzun süredir
gelecek tahayyülü olmayan bir siyaset içinde debeleniyor. Yaşanmakta olan
ulusal ve küresel krizler yumağı içinde toplumun naturası da ihtiyaç ve
beklentileri de değişiyor. Türkiye’de siyasal sistem, yalnızca hukuki değil
zihinsel olarak da yeniden kuruluyor.
Yeni anayasanın ve hatta
Türkiye’nin geleceği yeni bir kurucu siyaset anlayışından geçiyor. Belki de
artık mesele kimin iktidar olacağı değil; nasıl bir Türkiye kurulacağıdır.
Şimdi mesele, hangi
siyasetin “dünyanın Türkiye’sine” yeni bir hikâyeyi kurabilecek cesareti,
vizyonu ve iradeyi gösterip gösteremeyeceği. Ve elbette bu hikâyenin bugünün,
memleketin ve ahalinin ihtiyaç ve taleplerine ne kadar uyumlu olup olmayacağı.
Bekir Ağırdır'ın bu
yazısı Oksijen'den alındı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yazarak, düşüncelerinizi benimle paylaşabilirsiniz.