30 Haziran 2025 Pazartesi

İran-İsrail savaşı ve Ortadoğu’nun geleceği Mehmet Akif Koç-27/06/2025

İsrail’in 13 Haziran 2025’te İran’ın nükleer altyapısı ve füze üslerine yönelik olarak başlattığı saldırılar, Ortadoğu’daki yeni döneme dair bazı altüst edici dinamikleri de içinde barındırıyor. Bu saldırıların ardından ortaya çıkan yeni durum, her ne kadar çatışmalar 23 Haziran’da ABD Başkanı Trump’ın arabuluculuğunda ateşkesle kesintiye uğrasa da, bölgesel ve uluslararası aktörlerin bölge politikalarını yakından şekillendirecek.

ORTADOĞU’DA DÖRT TEMEL AKTÖR VE SÜREGİDEN GÜÇ MÜCADELESİ

Ortadoğu’nun Soğuk Savaş sonrasında yeniden oluşan dengesinde 2000’li yıllardan itibaren dört ana aktörün ön plana çıktığı görülüyor: İran, İsrail, Körfez Arapları ve Türkiye.

Bu aktörlerin yanında Mısır, Suriye, Irak, Libya gibi geleneksel Arap başkentleri ve Kürtler, Dürzîler, Aleviler gibi diğer gruplar ise bu dört temel aktörün kendi arasındaki güç mücadeleleri sonucu oluşan bölge konjonktüründe, sınırlı ölçüde aktörlük ifa edebiliyor.

Bu dört ana aktör bilhassa 11 Eylül 2001 saldırıları sonrası oluşan yeni düzende, bazen birbiriyle işbirliğine girerek, bazen rekabet ederek ve bazen de birbirini iç/dış ittifaklarla dengelemeye yönelerek, bölgenin yeni düzeninin şekillenmesinde etki sahibi oldu. Örneğin Aralık 2024’te Suriye’de İran’ın müttefiki Baas rejimi devrilirken ABD’nin koordinasyonunda Körfez Arapları, Türkiye ve İsrail bir araya gelerek İran’a karşı de facto bir cephe oluşturdu. Benzer şekilde Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nin (IKBY) Eylül 2017’deki bağımsızlık referandumu sırasında İran ve Türkiye bir araya gelerek (diğer aktörler ve Irak merkezi yönetimiyle birlikte) bu girişimi engelledi.

İRAN’IN 2003-2023 ARASINDAKİ SÜREKLİ YÜKSELEN ETKİ SAHASI

Bu dört ana aktör arasında İran, Mart 2003’te ABD’nin Irak işgali sonrasında oluşan dengeleri ve 2010 Arap Baharı sırasında ortaya çıkan boşluğu iyi değerlendirerek, sahadaki nüfuz ceplerine yatırımlar yaparak ve mezhepsel mobilizasyonu askeri ittifaklarla da güçlendirerek bölgede geniş bir etki sahasına sahip oldu. Bunu yaparken umumiyetle bölgedeki Sünni güçlerin (Suudi Arabistan, Türkiye, Katar, BAE ve onların Sünni devlet/cemaat müttefikleri) nüfuz alanlarını daralttı. Ürdün Kralı Abdullah’ın 2003 Irak İşgali sonrası bölgede yükselen İran ve müttefiklerinin nüfuz alanını 2004’te “Şii Hilali” olarak adlandırması ve tedbir alınması çağrısında bulunması bu rekabetin bir yansımasıydı.

2010 sonunda başlayan “Arap Baharı” ayaklanmaları, bilhassa Suriye’de İran etkisinin daha fazla artmasıyla sonuçlandı. Bahreyn, Suudi Arabistan, Yemen gibi ülkelerdeki Şii azınlıkların İran nüfuzu altında hareketlenip hak arayışına girmesi gibi gelişmeler de bu sürece katkıda bulundu. 2015-16’da, İranlı yetkililerin kendi ifadeleriyle “Ortadoğu’daki dört başkent doğrudan İran tarafından yönetilmekteydi: Bağdat, Şam, Beyrut, Sana.” Bunlara Hamas ve İslami Cihad üzerinden Gazze’de kurulan alan hâkimiyetini de ekleyince Şii jeopolitiği veya “direniş ekseni” olarak ifadelendirilen İran’ın nüfuz sahası, Sâsânîler döneminden asırlar sonra tüm Ortadoğu’da yeniden yükselişe geçmiş durumdaydı. Safevîlerin bölgedeki tesir sahası dahi bu denli geniş sınırlara ulaşabilmiş değildi.

Ancak bu büyük tesir alanı, gücün sınırlarını olduğu kadar kırılganlıklarını da göstermekteydi. 7 Ekim 2023’te Hamas’ın İsrail’e karşı giriştiği saldırıların ardından, İran’ın bölgedeki müttefiklerinden Hamas ve İslami Cihad’ın Gazze’deki varlığı büyük oranda yok edildi. Ardından, 1980’lerin başında İran’ın yapılandırıp büyük yatırım yaptığı Hizbullah, karizmatik lideri Hasan Nasrallah dâhil olmak üzere üst komuta ve dini lider kadrosunu kaybetti, örgütün savaşma yeteneği de Hamas gibi büyük darbe aldı. Ve nihayet 8 Aralık 2024’te Suriye’de 60 yıldan fazladır iktidarda olan Baas rejimi ve onun İran’ın en büyük müttefiki olan lideri Beşşar Esad devrildi.

Bilhassa Suriye’deki rejim değişikliğinde Körfez Arapları, İsrail ve Türkiye’nin aynı safta hizalanmasının İran’a verdiği mesaj açık: 2003 sonrası sürekli genişleme devri sona erdi, bölgede daha fazla İran nüfuzu istemiyoruz! Keza Yemen ve İran’dan İsrail’e fırlatılan füze, iha/siha’ların Suudi Arabistan, Körfez ülkeleri ve Ürdün tarafından engellenmesinin (ancak İsrail’den İran ve Yemen’e fırlatılanların asla engellenmemesinin) verdiği mesaj da aynı.

İSRAİL’İN İRAN’A SALDIRISININ ZAMANLAMASI

13 Haziran’da başlayan İran’a yönelik geniş İsrail saldırılarının zamanlama ve sebep-sonuç düzleminde üç ana boyutu bulunuyor:

a) Trump’ın göreve gelmesiyle birlikte İran’ı “sıfır uranyum zenginleştirme” hedefiyle masaya oturtmaya çalışan ABD, Umman’daki görüşmelerde istediğini elde edemedi ve müzakereler zora girdi. Bu esnada İran üzerindeki baskıyı arttırmak için önce 12 Haziran’da Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (IAEA), İran’ın nükleer silahların yayılmasının önlenmesine yönelik yükümlülüklerini ihlal ettiğini bildirdi ki bu durum yirmi yıl sonra ilk kez yaşanıyordu. IAEA’nın son raporunda, İran’ın %60 saflıkta zenginleştirilmiş 400 kilogramdan fazla uranyum biriktirdiği ve bununla dokuz adet nükleer bomba üretilebileceği tespiti de yer alıyordu. İsrail’in saldırısı tam da bu kararın birkaç saat sonrasına denk geldi. Bu açıdan ABD’nin İran’la nükleer dosyaya dair pazarlıkları, IAEA’nın yükümlülükleri ihlal kararı ve İsrail’in saldırısı arasında doğrudan bir ilişki var. İran’ın masaya oturtulup ABD’nin şartlarına boyun eğmesi için İsrail’in Tahran’a saldırtıldığına dair yorumlar daha ağırlık kazanıyor. Burada ABD ile İsrail arasında iyi polis – kötü polis görev ayrımı yapıldığı da ABD’nin 22 Haziran’da doğrudan bombardımana katılmasıyla iyice ortaya çıkmış oldu.

b) Hamas’ın 7 Ekim saldırıları sonrası oluşan yeni konjonktürde, Ortadoğu’da İran etkisini daha da azaltmak için yapılan hamleler, bir süre sonra Tahran’ın kendi çeperlerine çekilmesini ve orada doğrudan vurulmasını getirecekti. Bu beklenen bir süreçti. Daha önce savunmasını kendi sınırlarının ötesinde kurgulayan İran artık bu sefer doğrudan kendi topraklarında vurulacaktı bu sürecin sonunda ki bu durum hem ABD hem İsrail tarafından uzun zamandır dillendirilmekteydi. Böylece Tahran’ın 2023 öncesine dönülemeyeceği mesajını iyice alması hedeflenmekteydi. Bir yandan da nükleer ve balistik füze programlarının ve askeri/stratejik kapasitesinin vurularak imha edilmesi öncelik haline getirilmişti.

c) İran halkı çoğunluk itibariyle muhafazakâr olmakla ve Velayet-i Fakih rejimine destek vermekle birlikte, seküler ve Batı’ya açık kitleleri de içinde barındırıyor. Her ne kadar azınlık durumunda olsalar da bu seküler ve eleştirel kesimler zaman zaman kitlesel protestolara katılıyor, rejim de 2009 yazındaki cumhurbaşkanlığı seçimleri ve Eylül 2021’deki Mehsa Emini’nin ölümü sonrasındaki protestolar gibi toplumsal olaylarda sokağa sertçe müdahale edebiliyor. Benzer şekilde geçmişten beri periferide yaşayan etnik ve mezhepsel topluluklar arasında da hem silahlı gruplar hem de politik/kültürel haklar aktivistleri faaliyet gösteriyor. ABD ve İsrail’de bazı çevrelerde (hatta doğrudan Başbakan Netanyahu’nun söyleminde de) İran rejiminin devrilmesi ve “İran halkının molla boyunduruğundan kurtulmasına yardım” söylemi sıklıkla kendine yer bulabiliyor. İsrail’den son dönemde bu yönde gelen mesajların sıklığı ve yoğunluğu düşünülünce, İran’da bir taşla birkaç kuş vurulmak istendiğine dair yorumlar artmış durumda. Ancak bunun sahadaki karşılığı –Batı’da sanıldığı kadar- güçlü ve örgütlü değil.

ÇATIŞMALAR VE FÜZE SAVAŞLARINDA GELİNEN AŞAMA: BUNDAN SONRA SIRADA NE VAR?

İsrail’in ani bir saldırıyla başlattığı harekâtta, ilk gün İran ordusu ve Devrim Muhafızları’nın üst komuta kadrosu büyük ölçüde öldürüldü. İlaveten, İran nükleer dosyasında önemli yeri olan nükleer fizikçilerin de bir kısmı öldürülenler arasındaydı. İlk günkü şok içinde İran hava savunma sistemlerinin tepki veremediği, sabotaj ve dijital karıştırma da dâhil olmak üzere İsrail’in çok boyutlu bir saldırı gerçekleştirdiği basına da yansıdı. Keza İsrail’in Ürdün, Suriye ve Irak gibi büyük karasal ülkeleri geçerek ve 1500 km’den fazla bir mesafeyi kat ederek 200 kadar uçakla İran’da yüzlerce stratejik hedefi vurduğu bilgisi de kamuoyuyla paylaşıldı.

İran uçakları ise İsrail’de operasyon icra edebilecek durumda değil, keza Amerikan F-35’leriyle “it dalaşı”na girebilecek teknik donanımda da değil. Dolayısıyla orta ve uzun menzilli balistik füzeler, menzili 2.500-3.00 km’yi bulan erişim sahasıyla İran’a bir avantaj sağlıyor. Ancak burada da İsrail’in gelişmiş füze savunma sistemleri, ABD yardımıyla zenginleştirilen Arrow ve Davud Sapanı gibi çok katmanlı müdafaa stratejisi ve bölgedeki radar üsleri (Kürecik dâhil), ABD füze sistemleri devreye giriyor. Buna rağmen İsrail’e düşen füzelerin ülke kamuoyunda büyük paniğe sebep olduğu ve hayatı felç ettiği de bir vakıa. Gelinen aşamada İran daha büyük ve stratejik kayıplar verse de 1980-88 Savaşı’nda Irak’a karşı yaptığı gibi direnme kapasitesinin güçlü olduğunu da bu savaşta bir kez daha ortaya koydu.

Ancak bu füze savaşlarının bu doz ve yoğunlukta aylarca sürdürülebilmesi iki taraf açısından da mümkün değil. Bu aşamada, bölgesel ve uluslararası sistem içerisinde –kısa vadede- İran’ın önünde üç ihtimal görünüyor:

1) Kuzey Kore seçeneğini izleyerek, “sistem” dışına çıkmak ve içeride otoriter, dışarıda başına buyruk bir devlet olarak ilerlemek. İran’ın konumu, sahip olduğu enerji kaynakları, kalabalık ve dinamik nüfusu, İsrail’le ilişkilerinin dinamikleri, bölgesel ihtirasları vb faktörler bu seçeneği gerçekçi olmaktan çıkarıyor. Üstelik İran’ın, Kuzey Kore gibi arkasında duracak bir hâmisi, yani Çin’i yok.

2) İsrail karşısında direnemeyip yelkenleri tamamen indirmek, Suriye’nin HTŞ yönetiminde son altı aydır benimsediği üzere, tüm askeri ve stratejik kazanımlarının İsrail-ABD tarafından yok edilmesine seyirci kalmak, hava sahası üzerinde dahi kontrolü kaybedip bir süre sonra İsrail ve ABD ile normalleşme zemini aramak. Bu seçeneğin de İran içindeki güç dengeleri ve bölgesel tehditler bağlamında gerçekçi olduğunu düşünmüyorum.

3) ABD ile bir noktada uzlaşmak ve nükleer müzakerelerde, düşük düzeyde de olsa kabul ettirebileceği bir uranyum zenginleştirme düzeyi/miktarı karşılığında kendi maksimalist taleplerinden vazgeçmek ve “sistem”in içinde kalmaya devam etmek. Bu ihtimali daha gerçekçi buluyorum, Devrim’in 46 yıl içindeki kazanımları –aksi yöndeki tüm retorik ve propaganda diskuruna rağmen- bu strateji sayesinde ve orta vadeye odaklanan politikalarla mümkün olabildi. Bundan sonra da İran’ın bu şekilde davranarak yoluna devam edeceğini, bu sırada da hem bölgedeki networkleri üzerinde yeniden güç kazanıp hem de kendi askeri/ekonomik dengelerini yeniden toparlamak için zaman kazanabileceğini değerlendiriyorum.

Gelinen aşamada, iki tarafın da aksi yöndeki tüm propagandist söylemine rağmen, İran da İsrail de savaşın kazananı değil. İki taraf da bölgedeki en önemli askeri güçlerin başında geldiklerini gösterdi, çok boyutlu kazanç elde etti ve kayıp verdi; İsrail hava üstünlüğü açısından, İran ise savunma ve caydırıcılık açısından kendi kapasitelerini ortaya koydu. Ancak ateşkese rağmen, savaşın bu noktada sona ermediğini düşünüyorum. Bu şartlarda mevcut gerginlik dinamiklerinin (bölgesel rekabet, nükleer ve balistik program, İsrail saldırganlığı vb saiklerle) çok sürmeden bir başka tetiklemeyle yeniden sıcak savaşa dönüşmesi şaşırtıcı olmayacak.

***

Son olarak, İran örneği Türkiye gibi ülkelere açık bir mesaj veriyor: Katı ve zorunlu ideolojik birliktelik mutlaka “iç düşman” üretir. “İç cephe” sadece ve sadece hukuk ve toplum sözleşmesi temelinde sürece dâhil edilmiş kitlelerle mümkündür. Aksi takdirde otoriterlik bugün çatlak sesleri ve muhalifleri sindirse bile, oluşan sosyolojik yarılma ve kutuplaşmaların da etkisiyle, yarın bir ölüm kalım savaşında memnuniyetsiz kitleler ciddi bir kaygı unsuruna dönüşebilir.

İran gibi otoriterliğin anormal boyuta ulaştığı, muhalefetin kendisini ifade edecek mecralarının olmadığı, muhalif liderlerin tutuklandığı veya sürgüne gitmek zorunda kaldığı, politik partilere ve sistem-dışı isimlere seçimlerde yarışma izni verilmediği, yani toplum sözleşmesinin yara aldığı toplumlar kendi içinde sürekli “ikiyüzlüler” üretmeye başlar ve bir yerden sonra bu ciddi bir güvenlik sorununa dönüşür.

Çıplak devletler: Çatışmalarda ihmal edilen güç dinamikleri Prof. Dr. Abdulrahman Helli-29/06/2025

Dünya, İran ile “İsrail” arasındaki süregiden savaşı derin bir kutuplaşma içinde izliyor.

Herkes bu savaşa, kendi düşünsel yönelimine ve kişisel ölçütlerine göre, yani kişisel olanla normatif olanın iç içe geçtiği bir çerçevede anlam atfediyor. Özellikle çatışmanın taraflarından birine ya da her ikisine karşı tavır almış olanlar için durum daha karmaşık hâle geliyor. Bireylerin ve devletlerin tutumları ne kadar tarafsız görünse de, bu tür ihtimallerden tümüyle bağımsız olması neredeyse imkânsızdır. Söz konusu tutumların çeşitliliği ve farklılığı her savaşta olduğu gibi doğaldır; ancak bu tutumlar arasında en sorunlu olanı, normatif olanın kişisel olana kurban edilmesidir. Burada “normatif” ile kastedilen; göz ardı edildiğini gözlemlediğimiz etik ve hukuki boyuttur. Daha çok duygusal yaklaşımlarla hüküm verilmektedir. Bu durum halk için – özellikle çatışan tarafların zulmünü bizzat yaşamış olanlar için – anlaşılabilir olsa da, siyasi ve stratejik analizlerde duyguların yönlendirici olması kabul edilemez. Ancak bugün yazılı, görsel ve sosyal medyada yaygın biçimde gördüğümüz şey tam da budur: Siyasal analiz, çoğu zaman ciddi bir çözümleme olmaktan çok, bir kahve sohbetini andırmaktadır.

Dolayısıyla okuyucunun artık haber niteliğindeki analizlere ya da birkaç saat içinde doğruluğu veya yanlışlığı ortaya çıkacak kişisel görüşlere ihtiyacı yoktur. Asıl yapılması gereken, her ne kadar şu anda gündemde olmasa da, her çatışmanın ortaya çıkardığı zayıf noktalara dikkat çekmek ve bu zayıflıkları gidermek için dersler çıkarmaktır. Çünkü her çatışmanın, ne kadar uzun sürerse sürsün, bir sonu vardır. Her savaşın sonunda, tarafların kendi bakış açısına göre galipler ve mağluplar olacaktır. Ancak asıl kaybeden, çatışmanın doğrudan tarafı olmasa da, bu savaşlardan ders çıkarmayanlardır. Çünkü bu durumda daha sonra baş gösterecek çok daha yıkıcı çatışmalar karşısında da aynı acizliği yaşayacaklardır.

Toplumsal dayanışmanın ve halkın mevcut devletin arkasında durmasının ihmal edilmemesi gerekir; bu, herhangi bir savaştaki zaferin en belirleyici unsurlarından biridir.

İlk dikkat çeken husus, Arapların (hem halklar hem de devletler düzeyinde) kendi bölgelerinde yaşanan bu savaşta sadece seyirci ve bekleyici konumunda olmalarıdır. Bu, yalnızca görünüşte güçsüz olmalarından değil (ki, bu da sebepleri üzerinde düşünülmesi gereken bir sorundur), aynı zamanda İran’ın Arap komşularıyla, onlar tarafından savunulmayı hak edecek bir güven ilişkisi inşa edememiş olmasından kaynaklanmıyor. Zira İran, kendi halklarına savaş açan rejimlerin müttefiki olmuş, o halkların bastırılmasında ve katliama maruz bırakılmasında rol almıştır. Halen bölgede etkileri süren pek çok savaş ve çatışmada İran’ın doğrudan veya dolaylı sorumluluğu vardır. Bu nedenle, mağdur halklar nezdinde – hak temelli bir perspektiften bakıldığında – İran rejimi, desteklediği baskıcı rejimlerle aynı akıbeti paylaşmayı hak eden bir rejim olarak görülmektedir. Bugünkü savaşta en dikkat çekici ve etkili unsur, yukarıdaki değerlendirmenin haklılığını teyit eden geniş çaplı güvenlik zaafıdır. Söz konusu güvenlik ihlallerinin derinliği, devlete olan aidiyetin ve sadakatin ciddi biçimde aşındığını göstermektedir. Yakın ve geçmiş dönemdeki suikastlar, daha önce yaşanan arşiv hırsızlıkları, son yıllarda art arda meydana gelen çeşitli patlamalar – ve özellikle savaş sürecinde ivme kazanan bu tür eylemler – sıradan dış istihbarat operasyonlarıyla açıklanamayacak ölçüde kapsamlıdır. Bu durum, devlet ile halk arasında bir meşruiyet ve sadakat krizinin yaşandığına işaret etmektedir. Çünkü hiçbir güç, hiçbir ordu ve hiçbir dinsel söylem ve slogan, halk desteği gibi bir meşruiyet kaynağı olmadan rejimi koruyamaz. Tarihin yasası şudur: Zulüm yıkımı haber verir. Suriye örneği bunun en yakın ve somut şahididir.

Hiç bir zaman ihmal edilmemesi gereken en önemli unsur, halkın devlete olan toplumsal ve siyasal bağlılığıdır. Bu bağlılık, yalnızca rejimin meşruiyetini beslemekle kalmaz, aynı zamanda herhangi bir savaşta zaferin kazanılmasında da en belirleyici faktördür. Bugün İsrail Başbakanı Netanyahu’nun bu saldırıdan güttüğü amaçlardan biri, yargılanmadan kurtulup iktidarda kalmak için, (15–16 Haziran 2025 tarihli Wall Street Journal anketine göre) İsrail Yahudilerinin %83’ünün desteklediği bu savaşa tutunmaktır. Öte yandan, İran halkının savaşa ya da rejime dair görüşlerini saptamak son derece zordur. Ancak çok sayıda ajanın mevcudiyeti, İran’daki durumun İsrail’dekinin tam tersi olduğuna işaret eden bir tablo sunmaktadır. Bu durum, savaşın sonucunu belirlemede maddi olmayan, ama son derece etkili bir gücün göstergesidir: Rejimin meşruiyeti.

Savaşın seyrini en fazla etkileyen faktör, uzun yıllar süren ambargoya rağmen İran’ın düşmana defalarca zarar verebilmesini sağlayan teknolojik ve askeri gelişmelerdir.

Savaşın seyrinde belirgin rol oynayan ikinci faktör, planlama ve uzun soluklu takip, gözlem ve senaryo hazırlığıdır. İsrail saldırısının aşamalı olarak yürütülmesi ve her evre için olası değişimlerin hesaplanması, yalnızca askeri planlarla değil; sosyal, ekonomik ve jeopolitik boyutları da dikkate alan araştırma merkezlerinin varlığını gerektirir. Bu tür karar alma mekanizmalarıyla entegre araştırma kurumları, Arap dünyasında ya yeterince yoktur ya da işlevsizdir. Arap dünyasında sosyal ve beşeri bilimlere yönelik küçümseyici bakış açısı ve bu bilimlerin karar alma süreçlerindeki rolünün hâlâ yeterince kavranamamış olması üzücüdür. Bu alanlar yeterli maddi destek ve nesnel çalışma şartlarından yoksundur.

Üçüncü ve savaşın seyrine en güçlü etkiyi yapan unsur, İran’ın teknoloji ve askeri alanda kaydettiği gelişmedir. Uzun süredir maruz kaldığı ambargolara rağmen (ambargo altında olmayan ama buna rağmen hiçbir şey üretemeyen bazı ülkelerin aksine) İran, düşmanına defalarca zarar verecek ölçüde etkili karşılıklar verebilmiştir. İran sanayisi özellikle balistik füze alanında kayda değer bir gelişme göstermiş, son olarak insansız hava araçları üretiminde üstünlük sağlamıştır. Bu araçlar hem müttefiklerince kullanılmakta hem de İran tarafından ihraç edilmektedir. Ne var ki, bu kapasiteler ne kadar önemli olursa olsun, İsrail’in hava ve teknoloji üstünlüğü karşısında simetrik bir caydırıcılık sağlamamaktadır. Zira İsrail, yalnızca Batı’dan destek alan bir ülke değil, aynı zamanda ileri düzey istihbarat teknolojileri ile siber saldırı ve savunma sistemlerini Batı’ya dahi ihraç eden bir güç konumundadır.

İsrail’in İran’a karşı sergilediği askerî, teknolojik ve istihbarî üstünlük, Gazze’de kendisine bir fayda sağlamadı. Ne 7 Ekim 2023 saldırısını istihbaratıyla öngörebildi, ne ordusu ve istihbarat kapasitesiyle esirlerini veya ölü askerlerinin cesetlerini geri almayı başarabildi. Ne de sahada hedeflerini gerçekleştirecek kesin bir zafer elde edebildi. Bu da önceki değerlendirmelerle birlikte (ve belki de bunların en önemli dersi olarak) şunu açıkça göstermektedir: Güç, teknoloji ve istihbarat her şey değildir. İlkelere bağlılık ve haklara sıkı sıkıya sarılmak, doğrudan bir zafer getirmese bile, düşmanın zafer ilan etmesini engelleyebilir. Bedeli ağır da olsa, zaman alsa da, bu tutum direnişi meşrulaştırır. Bunun en yakın tanığı Suriye örneğidir.

*(El-Arabi el-Cedid, 23 Haziran 2025 nüshasından tercümedir)

26 Haziran 2025 Perşembe

Vekiller gitti, istihbarat çöktü: Tahran’ın iki boyutlu güvenlik felci Cihat Arpacık-26/06/2025

İran, 1979 devriminden itibaren “devrim ihracı” ekseninde şekillenen güvenlik doktrinini, vekil güçler aracılığıyla bölgesel nüfuzun temel aracı hâline getirdi. Ancak 2025 yılı itibarıyla bu strateji ağır bir çöküş yaşıyor. İsrail’in koordineli saldırıları sonucunda Hizbullah ve diğer vekiller büyük ölçüde etkisiz hale getirildi ve nihayetinde İran doğrudan askerî hedefe dönüştürüldü. Böylece on yıllardır sürdürülen “uzaktan caydırıcılık” modeli çöktü, doğrudan müdahale dönemi başladı.

Oysa İran, devrim sonrası dönemde düşmanla doğrudan yüzleşmeyi değil onu çevreleme ve yıpratma stratejisi gütmüştü. Bu kapsamda, Lübnan’da 1982’den itibaren Hizbullah’ın inşasıyla İsrail’i güneyden baskılamaya, ABD işgali sonrası Haşdi Şabi benzeri paramiliter yapılarla Irak’ta nitelikli bir güç odağı haline gelmeye, Suriye’de 2011 sonrası iç savaşla birlikte “lojistik koridor” inşa etmeye, Yemen’de ise Husi kontrolüyle Kızıldeniz’e açılmaya çalıştı. Bu yapı, İran’ın sınırlarını ileriye taşıyarak kendi topraklarını doğrudan savaş alanı olmaktan uzak tutmasını sağladı. İran vekilleri, yalnızca savaş aracı değil, aynı zamanda bir diplomatik pazarlık enstrümanıydı. Nükleer müzakerelerde Batı’nın güvenlik algısı üzerindeki baskının da parçasıydılar. Ancak İsrail’in uzun vadeli planlaması ve teknolojik üstünlüğü bu doktrinin zaaflarını görünür kıldı.

İsrail 2024 yılında başında başlattığı saldırılarla Hizbullah’ın füze rampalarını, komuta merkezlerini hatta direkt komutanlığını hedef aldı. Savaşın başında yoğun füze saldırıları gerçekleştiren Hizbullah, kısa sürede İsrail’in hava ve sinyal istihbaratı kapasitesi karşısında etkisiz kaldı. Hizbullah, Lübnan siyasetinde de “korkulan” bir yapı olmaktan çıkarıldı ve nihayetinde artık İsrail’e karşı bir tehditten çok moral düzeyde bir sembole dönüştü.

ABD’nin istihbarî ve askerî operasyonları sonucu Haşdi Şabi’nin komuta yapısı hedef alındı. Saldırılar sonrasında, taktiksel kabiliyetleri felç oldu, ABD üslerine yönelik saldırılar sona erdi, İran’a bağlılık yerini pragmatizme bıraktı.

Suriye’de İran milis varlığı 2022 itibarıyla zaten büyük kayıplar vermişti. İsrail’in aralıklı hava saldırılarıyla Suriye’deki İran varlığının beli kırılmıştı. Rusya’nın saha önceliği hatta yer yer İsrail’in Suriye’deki İran’ı vurmasından mutlu olması bu durumun zeminin hazırlayan etkenlerden biri oldu. İç savaş sürecinde Suriye ordusunun çökmesiyle saha bu milis örgütlerce tutuluyordu. Ancak savaşın çok uzun sürmesi milislerin savaşma motivasyonunu tırpanlamıştı. 2024 biterken İran’ın, Irak üzerinden Suriye-Lübnan’a uzanan lojistik koridoru fiilen ortadan kalktı.

Vekillerin etkisizleşmesiyle İran savunması doğrudan merkezi devlet alanına çekildi. Haziran 2025’te İsrail, İran hava savunma sistemlerini aşarak, Natanz, Fordov ve Arak nükleer tesislerini, Devrim Muhafızları’nın karargâhlarını, ordunun komuta-kontrol altyapısını vurdu. Bu saldırılar, İran’ın güvenlik doktrininin dağıldığını teyit etmenin yanı sıra Tahran’ın ilk defa doğrudan merkezden savaşmak zorunda kaldığını da gösterdi.

İRAN GÜVENLİK DOKTRİNİNİN ÇÖKÜŞÜNÜN NEDENLERİ

İran’ın bölgesel güvenlik stratejisi, vekil güçlerin caydırıcılığı ve istihbarat sistemi olmak üzere iki temel sütun üzerinde inşa edilmişti. İran yanlısı milis yapıların askerî kapasitesi ağır darbe alırken, aynı süreçte Mossad İran içindeki insan istihbaratı ağını derinleştiriyordu. İstihbarat zafiyeti içeriyi savunmayı imkânsız hâle getirdi. Böylece İran, hem dış cephede kuşatıldı hem içerde sızdırılmış bir devlete dönüştü. Stratejik direnç hattı eşzamanlı olarak iki koldan kırıldı.

İran’ın sinyal istihbaratı ve siber güvenlik alanlarında ciddi açıkları vardı. Askerî altyapısı, İsrail’in yapay zekâ destekli hava taarruz sistemleri ve elektronik harp teknolojileri karşısında açıkça bocaladı, evet, ancak teknik kabiliyet eksikliğinden daha kritik olan, İran içindeki güvenlik ağlarının sızmaya açık hale gelmesiydi.

İsrail, sadece teknik istihbarat (SIGINT) ve uydu görüntüleme (IMINT) alanında değil, aynı zamanda insan istihbaratı (HUMINT) sahasında da büyük bir “başarı” elde etti.

Son saldırılardan önce, İran’ın yüksek güvenlikli tesislerine ve kritik isimlerine yönelik saldırıların koordinasyonu, içeriden sağlanan bilgi ve yönlendirmelerle mümkün oldu. Nükleer bilim insanlarına yönelik suikastlar, Tahran’daki askerî karargâhlara yapılan nokta saldırılar, yalnızca teknolojiyle açıklanamaz. Bu gelişmeler, İran güvenlik aparatının kendi içindeki parçalanma ve çözülmenin işareti. İsrail istihbaratının (özellikle Mossad’ın) Tahran bürokrasisindeki kırılganlıkları kullanarak rejimi artık sahiplenmeyen teknokratları, ordu mensuplarını ve istihbarat görevlilerini angaje edebildiği anlaşılıyor. Devrim Muhafızları’nın eski sadakati yerini güven bunalımına ve bireysel çözülmelere bıraktı ve ambargolardan yılmış orta sınıf elitler İsrail için potansiyel bilgi kaynaklarına dönüştü.

Bu kırılma artık İran’ın sadece dış tehditlere değil içeriden sızmalara karşı da savunmasız olduğunu gösteriyor ve caydırıcılığın yalnızca fiziksel değil, psikolojik zeminde de çöktüğüne işaret ediyor. HUMINT zaafı, yalnızca askerî hedeflerin değil İran rejiminin ideolojik çekirdeğinin de zayıfladığını ortaya koyan en çarpıcı gösterge. Pers mirasını toptan enkaz altında bırakabilecek bu durum, savaşın görünmeyen cephesinin, savaşın yönünü belirleyen en kritik alan olduğunun işaretlerini veriyor. Yani İran’ın bilhassa HUMINT zemininde yaşadıkları bugünkü tabloyu ortaya çıkartıyor.

HUMINT, özellikle düşman karar alıcıların iç hiyerarşilerinin ve kapalı yapılarının çözülmesinde birincil öneme sahip. Nükleer tesisin teknik şemasını uydu gösterebilir ama o şemanın güncel olup olmadığını içeriden bir mühendis söyler. İran, özellikle nükleer program ve askerî altyapısını çok katmanlı koruma çemberleriyle çevreleyen bir devlet. Bu yapı, Devrim Muhafızları, İstihbarat Bakanlığı, yerel istihbarat, Besic gibi iç içe geçmiş güvenlik duvarları, sadakat temelli kadrolaşma ile siyasal ve mezhebî filtrelemeye dayalı güvenlik kültürü ile inşa edilmişti. Bu nedenle içeriden sızma uzun yıllar boyunca düşük olasılık olarak görülmüştü. Ancak 2010’lar sonrası hem teknolojik değişim hem de toplumsal çözülme bu kapalı yapının içindeki duvarları hızla geçirgen hale getirdi.

Mossad, bu yıllardan itibaren İran’a karşı HUMINT kapasitesini aşama aşama güçlendirerek operasyonel etkisini stratejik bir silaha dönüştürdü. 2020’de, İran’ın nükleer programının kilit ismi olan Mohsen Fahrizade, Tahran’a yakın bir bölgede öldürüldü. Muhtemelen bu suikastı içeriden gelen güzergâh ve takvim bilgileriyle planlandı. Yakın dönemde Natanz ve Fordov gibi yeraltı tesislerinde de çeşitli sabotajlar gerçekleştirildi. Nihayetinde Tahran radar ağı, içeriden devre dışı bırakıldı ve İsrail hava saldırısı gerçekleşti.

Bütün bunların en temel nedeni, İsrail istihbaratının İran içinden insan kaynağı devşirmesinin kolaylaşması, ülkenin istihbarat teşkilatları arasında koordinasyon zaafı, saha ajanlarının eğitimli HUMINT uzmanı değil ideolojik sadakat temelli Besic üyeleri olmasıydı. İsrail’in HUMINT başarısı, sadece taktiksel avantajlar sağlamadı, doğrudan Tahran’ın savunma doktrininin çökmesine neden oldu. Nükleer programı gizli olmaktan çıktı, askerî koordinasyon zafiyet içine girdi, psikolojik caydırıcılığın çökmesine zemin hazırladı. Her ne kadar dış düşmana karşı İran halkının birlik olabilme kapasitesi büyük de olsa artık halk Mossad’ın her yerde olabileceğini düşünmeye başladı.

İran-İsrail savaşı, istihbaratın gölgesinde şekilleniyor ve bu savaşta İran’ın kaybettiği en önemli şeylerden biri kendi insan kaynakları üzerindeki denetimi. HUMINT alanındaki bu büyük çöküş, sadece birkaç operasyonun başarısıyla değil, bir rejimin içten içe çökmeye başlamasıyla mümkün oldu.

Bu savaşta füzelerden önce bilgiler aktı. Mevziler değil, güvenlik duvarları çöktü. Görünen o ki İran’ın asıl düşmanı dışarıda değil ve bu “düşman” artık yalnızca bir istihbarat sorunu da değil, bir sistem sorunu.

CİHAT ARPACIK KİMDİR?

İstanbul Üniversitesi Tarih bölümünden mezun olan Cihat Arpacık, Milli Savunma Üniversitesi’nde İstihbarat Çalışmaları alanında yüksek lisans eğitimi aldı. Çeşitli gazete, televizyon ve dergilerde çalışan Cihat Arpacık, savunma, güvenlik, yargı konularına yoğunlaştı.

24 Haziran 2025 Salı

Bilim, inanç ve epistemik yüzeysellik üzerine Tarık Çelenk-24/06/2025

Ülkemizde kurumsal dine, özellikle de İslam’a yönelik soğumayı konu edinen yazılarımı uzun süredir kaleme alıyorum. Son yazıma seküler kesimden gelen tepkilerde “Kurumsal dinle inancı bir tutmuşsun; biz inançlıyız ama dinci değiliz” şeklinde eleştiriler dile getirildi. Oysa yazıda böyle bir anlam kastetmemiştim. Bu tepki yine de dikkat çekiciydi; çünkü pratikte “inançlı olmak” ile “dindar olmak” kavramlarının neredeyse eşanlamlı kullanıldığını gösteriyordu. Aslında postmodern dünyada kaybolan şey yalnızca din değil, insanın kendi benliği dahil olmak üzere herhangi bir kavrama, değere ya da ilkeye duyduğu inançtır.

Bu yazıya önce “Bilimselci Köylülük” başlığını koymayı düşündüm. Zira Türkiye’de “bilimsellik” ya da daha doğrusu “Kemalist modernleşme” adı altında benimsenen paradigma, 19. yüzyılın Auguste Comte tipi ilerlemeci pozitivizmine dayanan katı bir dogmaya dönüşmüş durumda. Esas mesele şu: Dönüştürülememiş bir görgü ve köylülük, yalnızca siyasetimize değil, bilimsellik anlayışımıza da damgasını vurmuş durumda.

Bu anlayışın şekillendirdiği kimi sağ aydın ve siyasetçilerinde artık dini inançla organik hiçbir bağının kalmadığını bizzat gözlemliyorum. Nitekim Cazim Gürbüz gibi eski Ülkücüler de bu kopuşu açıkça dile getirmiştir. Aynı durum, bizzat tanıklık ettiğim bazı eski sağ aydın, ilahiyatçı ve siyasetçiler için de geçerlidir.

Bu bağlamda kurumsal dine karşı gelişen soğukluk ve hatta hiçbir şeye inanmama hali, sadece gençler arasında değil; milliyetçi-muhafazakâr geçmişe sahip üst düzey akademisyen, ilahiyatçı ve siyasetçiler arasında da yaygınlaşmaktadır. Artık sadece kurumsal dine değil, doğrudan dini inançların kendisine karşı da bir yergi, özellikle ilaveten öfkeli sol ve seküler aydınlar arasında daha da görünür hale geliyor.

Bugün Comte, Leibniz ya da Newton’dan ne anladığımız ne kadar sorunluysa; ateizm, deizm, agnostisizm gibi kavramları kavrayışımız da bir o kadar yüzeysel. Hiçbir inancı olmadığını söyleyen—hicivle “ışıklar içinde uyusun” modu diyebileceğimiz—ya da farklı inançlara yönelen bazı kişilerin ortak çelişkisi, din yerine bilime mutlaklık atfetmeleridir. Bu tavır, ülkemiz bağlamında “bilimsel köylülük” olarak adlandırılabilir.

Yıllar önce Heybeliada Deniz Kuvvetleri Dil Okulu’nda kaldığım sırada, Ruhban Okulu’nda görev yapan bir kardinalle tanışmıştım. Kendisi, Belçika Kraliyet Akademisi’nde yaptığı bilimsel çalışmalarını ve doktorasını anlatmıştı. Ona şu soruyu sordum:

“Hayatta ölümcül bir sorunla karşılaştığınızda, bir bilim insanı mı, yoksa bir din adamı olarak mı hareket edersiniz?”

Yanıtı şöyleydi:

“Tabii ki dine göre hareket ederim. Görmüyor musunuz, bir virüs görünmez ama koskoca insanı yok eder.”

Bu cevap, sebepler ve metafizik üzerine birçok tartışmaya açık olabilir. Ama bu yazının bağlamında temel soruyu şöyle sormak gerekir:

İnsan, bu kadar çok bilinmeyenin ortasında, yalnızca sonsuz küçük bir zaman diliminde var olabilen ve iradesi dışında ölecek bir varlık olarak, varoluşunun anlamını nasıl çözümler?

Ve daha önemlisi: Kendine duyduğu yeterlilik hissi onu bu kadar kolay yanıltabiliyorken, bu yanılsamanın büyüklüğüyle nasıl başa çıkacaktır?

İnsan geniş bir bilinmezliğe muhataptır. Bu bilinmezliğin hem görünür hem görünmez yönü vardır; muhtemelen görünmeyen taraf daha belirleyicidir. Hakikat ve anlam arayışı insana özgüdür. Görünür aleme hükmetme dürtüsü, insanın çevresiyle ilişkilerinde belirleyicidir ve yaşamsal bir ihtiyaçtır. İnsanlık tarihi, bu fizik ve metafizik sarkacında bir denge arayışıyla ilerlemiştir. Din, felsefe, bilim ve büyü bu arayışta anlamlı veya anlamsız parametreler olarak işlev görmüştür.

Epistemoloji (nasıl biliriz?) ile ontoloji (ne vardır?) ilişkisini kurabilen uygarlıklar ilerleyebilmiştir. Ne yazık ki Tanzimat modernleşmemiz ve Cumhuriyet devrimlerimizde bu türden bir felsefi zemin aranmamış, merak da edilmemiştir. Taklide dayanmayan bir akıl inşa edilememiştir. Oysa en azından Tanzimat döneminde bilim-hikmet, akıl-gönül ilişkisi kurulabilirdi. Tasavvuf, felsefe ve psikolojik analiz bir senteze ulaşabilirdi. Ancak Cumhuriyet’in modernleşme süreci, toplumsal ve siyasal görgü alanında başarı kazanırken, göçebe ve kasabalı zihniyeti, modernliği yalnızca bir statü kazanma aracı olarak algılamaya ikna edebildi.

Türkiye’de bilimsellik adına yüceltilen Newton, Descartes ve Leibniz gibi figürlerin aslında derin metafizik ilgilere sahip olduğunu unutmamalıyız. Newton, Leibniz, Bacon ve Descartes gibi isimlerin hem bilimsel hem ezoterik yönelimleri, dönemlerinin bütüncül bilgi arayışını yansıtır. Bugün bize çelişkili gibi gelen bu tutumlar, onların gözünde doğayı hem maddi hem manevi boyutlarıyla anlama çabasıydı. Bu figürleri ne yalnızca bilim insanı ne de yalnızca mistik olarak değerlendirmek yeterlidir; onlar birer “doğa filozofu” idi.

Örneğin Kepler’in düşünce dünyasında ezoterik etkiler ve “doğal büyü” fikri açıkça mevcuttur. Genellikle rasyonel bilimle özdeşleştirilse de Kepler’in kozmolojisi, Rönesans’ın mistik gelenekleriyle derin bağlar taşır. “Doğal büyü”, doğadaki gizli güçlerin ilahi bir düzenle ilişkilendirilmesi fikridir ve Kepler bu düşünceyi Platoncu-geometrik bir modelle harmanlamıştır. Giordano Bruno, Marsilio Ficino ve Paracelsus gibi figürlerin etkisi onun kozmolojisinde hissedilir. Yine de Kepler, büyünün irrasyonel tarafına mesafelidir; doğadaki büyüyü İlahi matematikle yorumlar.

Bu örnekler, Aydınlanma’nın öncülerinin, akıl ve deney yoluyla evreni anlamaya çalışırken aynı zamanda metafizik bir düzen duygusunu da koruduklarını gösteriyor. Bilimin sekülerleşmesi sonraki yüzyıllarda yaşanmıştır. İlk bilimciler için bilim ve ezoterizm birbirine zıt değil, birbirini tamamlayan alanlardı. Bugün bu durumu “epistemik kopuş” ya da “epistemik ikilik” olarak tartışabiliriz. Belki de Roger Bacon’un işaret ettiği iki katmanlı bilgi sistemiyle yeniden düşünmek gerekir.

Günümüzde bilimsel yöntem özgürleştikçe, bize farklı evrenlerin kapılarını açmaktadır. Heisenberg’in belirsizlik ilkesi, neredeyse İbn Arabi’nin “her an yeniden yaratılış” öğretisiyle örtüşmektedir. Newton, Descartes, Bacon ve Leibniz’in gizli ezoterik yönleri, bugün kuantum felsefesiyle yeniden görünür hale gelmektedir. Tasavvuf ile karşı-aydınlanma düşüncesi arasında kurulacak bir sentez, yalnızca teorik değil, medeniyet inşası açısından da yeni bir ufuk sunabilir.

Türkiye’de pozitivizmin yanlış ve sığ yorumu yani bilimsel köylülük, sadece dindarlığı değil, düşünsel derinliği de yaralamıştır. Bilimi bir “dogma”ya, dini bir “hurafe”ye indirgeyen bu tutum, her iki alanda da köylülük üretmiştir. Bilimsel köylülük”, sezgi, hikmet, metafizik gibi bilgi biçimlerini küçümser; bunları “hurafe” diye dışlar. Halbuki insan zihni sadece ölçümle değil, anlamla, sezgiyle, dil ve kültürle çalışır. Bilimsel köylülükte soru değil cevap önemlidir. Ezberci, sınav odaklı, eleştirel düşünceden uzak bir sistem doğar. Bilimsel sayılan her şey “doğrudur” diye kabul edilir.

Cumhuriyet devrimleri karşı-Aydınlanma düşüncesinden beslenebilseydi, modernliğimiz daha derinlikli, daha anlamlı ve daha toplumsal olurdu. Bugün yapmamız gereken, bu tarihsel kopuşun açığını fark ederek; bilim, din, felsefe ve maneviyatı birbirine kapalı alanlar olmaktan çıkaran yeni bir epistemik sentez inşa etmektir.

Örneğin Isaiah Berlin, Karşı-Aydınlanma (Counter-Enlightenment) düşüncesinin 20. yüzyıldaki en önemli analizcilerinden biriydi. Berlin, Aydınlanma’nın “tek hakikat” inancına karşı çoğulcu bir epistemoloji geliştirilmesi gerektiğini vurgulamıştı.

Bilimsel köylülük dindar mahallede literalizm, metaforu öldürmüştür. Seküler mahallede ise rasyonellik, metafiziği “zırva” saymış, ama spiritüel açlık başka mecralarda (örneğin New Age) kendini göstermiştir. Bu nedenle epistemik köylülük, hem seküler hem muhafazakâr mahallelerin ortak çıkmazıdır.

Modern Türkiye, Kemalist dogmatizm ile köylü Selefi dindarlık arasındaki bu çorak ikiliği artık aşmak zorundadır.

23 Haziran 2025 Pazartesi

“Kadiri Akaid”i ve Meal-Tefsir toplatma yasası Prof. Dr. İlhami Güler+23/06/2025

1- KADİRİ AKAİDİ

Diğer Abbasi Halifeleri gibi (zıllullah) Kendini Teokratik bir şekilde Allah’a nispet eden: “Kadirbillah”, 991-1031 yılları arasında halifelik yapmıştır. Mısır’daki Fatımî ve İran’daki Büveyhi Şii iktidarlarına ve Abbasilerdeki Şii-Batını ve Mutezili inançlarına karşı mücadele vermiş birisidir. Kendi adına devletin “Resmî İdeolojisi” olarak bir Sünni Akide metni (“Akaid-i Kadiri”) oluşturmuş, bu metni hutbelerde ve Divan’da okutmuş; bütün ulemayı bu metni kabul etmeye zorlamıştır. Mutezili alimleri tövbe etmeye zorlamış; onlardan yazılı belge almış; muhalefet edenleri de, cezalandırmıştır (Tenkil-Ukubat). Metnin bir cümlesi şöyledir:”Men kale: “İnnehu (Kur’an) mahlukun ala halin minelahval”, fehuva kafirun, helalu’d-demi=Kim, Kur’an’ın diğer mahlukat gibi, “mahluk” olduğunu söylerse; o, kafirdir ve kanı helaldir(öldürülür).”(Abdulaziz Muhammed, I’tikadu’l-Kadiri. “Mecelletu Camiatu Ummu’l-Kura. Cilt18.sayı:39. 2006. s 247.)

***

Ortaçağlardaki Kilise yönetimi ile Abbasilerin “Sünni” ve Fatımilerin-Büveyhilerin “Şii” yönetimleri, “Teokrasi” olmaları bakımından aynıdır. Yöneticiler, kendilerini Tanrı’ya/Allah’a nispet ettikleri gibi; yönetimlerini de mutlak/kutsal dini hakikat olarak görüyorlardı. Oysa, “Allah katındaki din olan islam”(3/19) ve “Easaslı din (dinu’l-kayyime)”(98/5), hiçbir fani tarafından “temsil” edilemeyecek ve “takva” ile tetikte ve teyakkuzda sürekli aranacak doğru iman ve salih ameldir.

Muhalif olanları cezalandırma(Tenkil-Ukubat) açısından Kilisenin, Müslüman yönetimlerden daha katı olduğu bilinmektedir. Yine de, İslam tarihçisi Prof.Dr. Mehmet Azimli’nin editörlüğünde yayınlanan: “Müslümanların Engizisyonu-1”(Ankara-2019), “Müslümanların Engizisyonu-2”(Ankara-2020), “Müslümanların Engizisyonu-3”(Ankara-2021), “Müslümanların Engizisyonu-4”(Ankara-2022) kitaplarında ortaya konan manzara, hiç de iç açıcı değildir.

***

Kur’an açısından meseleye (fikir beyan etme) bakacak olursak, “Dinde zorlama yoktur”(2/256) ve Gayri Müslimleri: “Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğüt ile çağır ve onlarla en güzel bir şekilde mücadele et.”(16/125) ilkeleri, gayet sarihtir. O halede, Müslüman olmayanlar ile ilişki böyle iken; Müslümanların kendi içlerindeki fikir ihtilaflarını, yasaklama ve cezalandırma mevzusu yapmak, bağnazlık, yobazlık ve cehalet ürünüdür.

2- MEAL-TEFSİR TOPLATMA YASASI

Hükumetin, Diyanet teşkilatına bağlı “Din İşleri Yüksek Kurulu”na Türkiye’de Türkçe yayınlanan Meal ve Tefsirleri “İslam Dininin Temel Kuralları Açısından” inceleyerek “doğru” bulmadıklarını toplatma yetkisinin verilmesi, bahsetmiş olduğumuz “Kadiri Akaidi”ni andıran bir uygulamadır. Aynı teşkilata bağlı “Mushafları İnceleme Kurulu” meşrudur. Arapça metnin (Mushafın) tahrif edilmemesi için gerekli dikkat gösterilmelidir. Ancak, “İslam Dinin Temel Kuralları” ifadesi, bilimsel açıdan “teolojik-mezhebi” bir ifade olup muğlaktır. Türkiye bağlamında “Sünnilik”e tekabül eder. Aslında ona da tekabül etmez; orada da ciddi su götürür. Bu kurul, şunu yapabilir: Bilimsel açıdan yani dil bilim, Arapça gramer kuralları, Belağat, Sentaks, Semantik, Sözlük…bağlamında yayınlanan Meal ve Tefsirleri inceleyip “yanlış”ları tespit ederek kamuoyuna duyurur. Aynı işi, İlahiyat Fakültelerindeki “Tefsir” Anabilim dalındaki akademisyenler de, bireysel olarak veya toplu halde yapabilirler.

***

Tahrif, kusal kitapların başına gelen bir olgudur. Allah, Yahudileri, müslümanlara şikâyet etmiştir: “Yahudiler, ayetleri çarpıtıyorlar, sözleri asıl bağlamlarından (mevadiihi) koparıp: “İşittik, ama karşı çıkıyoruz” veya” Dinleyin, ama kulak asmayın” derler.”(4/46 ve 5/41, 2/75). “Dinlerini param parça ettiler; her mezhep de kendi itikadından memnundur.”(23/53). “Te’vil” yolu ile tahrif etme, en yaygın başvurulan tahrif yöntemidir. Bundan dolayı Allah, Kur’an’da “Ğayb” aleminden(Allah, Ahiret, Melekler, Cin, Şeytan) “teşbih” yolu ile müminlere verdiği bilgileri “te’vil” etmemelerini istemiştir(3/7). Ancak, Taberi’nin, erken dönem kuşaklarının yorumlarını derleyen ve Zemahşeri’nin Arap dilinin belağat kurallarını gözeten “Tefsir” lerinin dışındaki Tefsirler (“Rey Tefsiri”), ciddi düzeyde “te’vil” yolu ile “tahrif” içermektedir. Düpedüz yanlış anlama veya tahrif iğvası, insanlara “Te’vil” veya “Anlam zenginliği” diye yutturulmuştur. Dindar bilincin, Tanrı’nın gözüne girmek için böyle bir köpürtme yanılsaması vardır. Oysa, erken dönem uleması, Kur’an’daki “Mecazlar” üzerine ciddi bilimsel çalışmalar yapmışlardır. Türkiye’de Bilimsel-Hernenötik bir yorum teorisi olan “Tarihselcilik”i benimseyenleri, “Kur’an’ı tarihe gömüyorlar” diye iftirada bulunan ve itham edenler, utanmadan “Te’vil” yolu ile onu kılları kıpırdamadan, gözlerini kırpmadan tahrif ederek Allah’a iftira etmekte hiçbir beis görmüyorlar. Kendilerine sorsan: ”orijinal/yeni anlam keşfettiklerini” söylerler.

3- SONUÇ

Hükumetin aldığı karar yanlıştır. Düşünce özgürlüğüne ve dine vurulmuş bir darbedir. Tahrif ile mücadele etmenin yolu, bilimsel kurallara bağlı akademik çalışmalar ile tahrifatı kamuoyuna teşhir etmektir. Ciddi ve kaliteli ürünlerin olduğu fikir pazarında tağşiş/tahrif edilmiş fikirler alıcı bulmaz. Alanlar varsa da, ona yapılacak bir şey yoktur.

16 Haziran 2025 Pazartesi

MHP’nin yeni anayasa hamlesi, köklü bir rejim düzenlemesini mi işaret ediyor? CHP ne yapmalı? Bekir Ağırdır/16 Haziran 2025

Türkiye’de siyaset, yeniden şekilleniyor. Ancak bu şekillenme, salt aktörlerin pozisyonlarıyla sınırlı değil; siyasal sistemin, kuralların, temsil anlayışının ve anayasal çerçevenin yeniden tarif edilmesini de içeriyor. Devlet Bahçeli’nin son önerisi, işte bu yeniden tarif çabasının en açık, en derin ve en stratejik hamlelerinden biri.

Bahçeli yalnızca bir anayasa değişikliği çağrısında bulunmuyor. Seçim sisteminin yeniden düzenlenmesi, Siyasi Partiler Kanunu’nun baştan yazılması ve TBMM İç Tüzüğü’nün değiştirilmesi gibi önerilerle, tüm siyasal zeminin yeniden kurulmasını talep ediyor. Bu, bir “reform paketi” değil, bir bakıma yeni bir rejimin kurumsal çerçevesini inşa etmeye yönelik bir irade beyanı gibi duruyor. Belki de asıl hedeflenen 2017 halk oylamasıyla başlayan Cumhurbaşkanlığı Yönetim Sistemi denilen bu merkeziyetçi sistemin kurumsallaşmasının tamamlanmasıdır.

Bu önerilerin zamanlaması da tesadüf değil. PKK’nın Öcalan öncülüğünde silahlı mücadeleye son verip kendini feshetme açıklaması, “eşit yurttaşlık” temelinde sivil siyasete geçme önerisiyle birleşince, Türkiye’de hem terörle mücadele hem Kürt meselesi açısından yeni bir dönem açılmış gibi görünüyor. Bahçeli’nin bu eşikte yaptığı çağrı, bir yandan bu gelişmeleri fırsata çevirmeye çalışıyor, diğer yandan muhalefeti de yeni bir hizalanmaya zorluyor.

Bahçeli’nin önerisi dört temel başlıkta somutlaşıyor: Birincisi “yeni anayasa” önerisi. 1982 Anayasası’nın “darbe ürünü” olduğu eleştirisi, geniş kesimlerde karşılık bulabilecek haklı bir argüman. Ancak Bahçeli’nin anayasa önerisi; hak ve özgürlükler, kuvvetler ayrılığı, sivil katılım gibi demokratik unsurları güçlendirmekten çok, mevcut yürütme sistemini tahkim etmeyi, merkeziyetçiliği derinleştirmeyi hedefliyor. Üstelik önerilen “Milli Birlik ve Dayanışma Komisyonu” gibi yapılar, sivil değil bürokratik bir zemine dayanıyor.İkincisi, “seçim sistemi değişikliği”. Üçüncüsü “siyasi partiler kanununda”, dördüncüsü “meclis iç tüzüğünde değişiklikler”.

Yeni anayasaya ihtiyaç var mı?

Türkiye siyasetinin gündemi yeniden bir anayasa tartışmasıyla şekilleniyor. Peki Türkiye’nin gerçekten yeni bir anayasaya ihtiyacı var mı? Ve elbette ikinci soru, nasıl bir anayasaya ihtiyaç var?

Evet, var. Çünkü mevcut anayasa, 1980 Darbesi'nin ardından devletin vatandaş üzerindeki denetimini önceleyen bir anlayışla yazıldı. O günden bugüne 19 kez değişiklikler yapılsa da ruhu hiç değişmedi. Bugün de hala “devletin hayatı düzenlemesini” esas alan değil “devletin hayatı ve yurttaşı denetlemesini” esas alan bir anayasa var.

Dahası, Türkiye’nin toplumsal yapısı, değer dünyası, öncelikleri tamamen değişti. Gençler farklı düşünüyor, kadınlar artık daha fazla söz istiyor, Kürt meselesi terör rehninden kurtulup biraz daha demokratik temsile kayıyor. Öte yandan kadim toplumsal fay hatları toplumun bir kesiminde kutuplaşmalara dönüşmüş durumda. Hukukun üstünlüğüne inanç yerlerde sürünüyor, lümpenlik ve şiddet sokaklara ve 15 yaş seviyelerine inmiş. Ama var olan anayasa ne yaşanan toplumsal dönüşümü tanıyor ne de toplumdaki çeşitliliği kapsıyor. Kaldı ki anayasanın tanımladığı bazı kurumlar bile bu anayasaya uymamayı normal görüyor.

Yeni bir anayasa, yalnızca hukuki bir metin değil; birlikte yaşama iradesinin ifadesi olmalı. O yüzden bu metnin, sivil, katılımcı ve çoğulcu bir anlayışla, toplumun tüm kesimlerinin katkısıyla yazılması gerekir. Sadece bir partinin ya da bir ittifakın anayasa yapması, mevcut sorunları derinleştirmekten başka işe yaramaz. Eğer amaç gerçekten bugünün ihtiyaç ve taleplerine cevap üretmekse, yeni bir anayasa bu toplumun ortak eseri olmalı. Yoksa yapılan, sadece rejimi kalıcılaştırmak olur.

Evet, Türkiye’nin yeni bir anayasaya ihtiyacı var. Ama bu, bugünkü iktidarın öngördüğü gibi sadece sistemi koruma ve muhalefeti denetim altına alma amaçlı değil; toplumun tüm kesimlerinin özgürlük, adalet ve eşitlik temelinde bir arada yaşayabileceği yeni bir sözleşme için gerekli.

Siyasetin doğallaşması ihtiyacı var mı?

Siyasi alanın başta siyasi partiler yasası olmak üzere yeniden düzenlenmeye ihtiyacı var. Bu ihtiyacın da birden çok dayanağı ve gerekçesi var. Birincisi, siyasi alan üretkenliğini ve sorun çözücülüğünü yitirdi. Meclis muhalefet aktörlerinin ihtiyaç ve taleplerini dikkate almaktan çoktandır vazgeçmiş durumda.

İkincisi iktidar, memleketin sorunlarından uzaklaşmış ve kendi gündemine sıkışmış durumda.

Üçüncüsü, siyasetin kimliklere sıkışması, müzakere ve uzlaşmanın yerini “yenme” odaklı bir siyasi kültürün almasına yol açtı. Bu durum siyaset kurumuna olan güveni sarsıyor.

Dördüncüsü, toplumun farklı kesimlerinin farklı ihtiyaç ve talepleri için siyasetle ilişki kurabilmeleri lazım ama ne yazık ki partiler de giderek gündelik hayattan ve sokaktan uzaklaşmış durumda. Örneğin 'Terörsüz Türkiye' adı verilen süreçten baktığımızda, çözümün çok aktörlü ve çok boyutlu olduğu açık. Çözüm ancak devletle toplum arasında yeni bir mutabakat ve bunun gerektirdiği kurumların kurulmasıyla mümkün. Bu da siyasetin sadece partiler düzeyinde değil, toplum düzeyinde de genişlemesini zorunlu kılıyor. Ama meseleyi yalnızca PKK’nın kendini feshetmesine bağlamanın yetmediğini zaman içinde göreceğiz. O nedenle toplumsal enerjinin siyasete katılmasına ihtiyacımız var.

Tüm bu unsurların yanı sıra asıl gezegen, hayat, insan, bilim ve doğal olarak siyaset tanımı ve biçimleri değişiyor. Ama ülkenin de kadim ve markalaşmış sorunları var. Bu sorunları çözebilmenin tek yolu; siyaset marifetiyle müzakere, ikna ve uzlaşma süreçlerini çalıştırabilmek. Bu süreçlerin başlangıç noktası da fikir ve örgütlenme özgürlüklerinden başlayarak hak ve özgürlükler alanının genişlemesi. Buna bağlı olarak siyasi partiler yasasından meclis iç tüzüğüne dek siyasi alanı düzenleyen tüm yasaların değiştirilmesi.

Sonuç; evet, siyasetin doğallaşması ve siyasi alanın genişlemesi gerekli. Bu hem mevcut krizler yumağından çıkışın hem de toplumun ortak yaşama iradesini yeniden güçlendirebilmesinin vazgeçilmez bir ön koşulu. Aksi takdirde, siyaset “siyasetsizlikle” yer değiştirmiş otoriter bir çerçevede boğuluyor ve daha da boğulacak.

Sıkıştırıldığımız stratejik bağlam

Bahçeli ve MHP’nin, “yeni yüzyılın terörsüz Türkiye’si” vizyonuyla çerçeveleyip başlattığı anayasa süreci görünürde toplumsal barışa hizmet eden bir araç olarak karşımızda duruyor. Öte yandan öneri ve peşinden yapılan açıklamalar sadece iktidar blokunu değil, muhalefeti de şekillendirecek bir tasarımı ima ediyor. Bir bakıma yeni anayasadan beklenti daha çok bugünkü yönetim sistemine uygun kurumsallaşmanın tamamlanmasının hedeflendiği şeklinde. Bu bağlamda MHP’nin ideolojik pozisyonunu da dikkate alarak, sürecin hem içerik hem de stratejik niyeti açısından önerilen yeni anayasa merkezi yapıyı konsolide etmeye ve güçlendirme hedefine yönelik görünüyor.

Öte yandan yargı süreçlerinin araçsallaştırıldığı, belediye başkanlarının görevden alındığı, medyanın kuşatıldığı ve daha da önemlisi CHP’nin yargı süreçleriyle felç edilmeye çalışıldığı bir atmosferde yapılanların “sivil anayasa” iddiasıyla meşrulaştırılmaya çalışıldığını söylemek de mümkün.

Aynı anda üç farklı süreci bir arada yaşıyoruz: Terörsüz Türkiye, yeni anayasa ve İmamoğlu-CHP operasyonları. Üç süreç birbirine bağlı ya da paralel ama aynı zamanda farklı dinamikleri, aktörleri, hedefleri var. Her birisi birbirini etkileyen, besleyen ama bir o kadar da farklılıkları olan süreçler. Üç sürecin de ortak karakteristiklerinden birisi, muhalefetin olası en geniş ittifakını içeriden parçalama zemini de açıyor olması. İmamoğlu üzerinden en güçlü rakibi sahneden indirirken, kurultay davaları üzerinden CHP’yi zayıflatmak, açılım sürecindeki pozisyonu üzerinden DEM Parti’nin yalnızlaştırılmasını sağlamak, İYİ Parti gibi merkez sağ alternatifleri marjinalize etmek, Özdağ’ı tutuklayarak Zafer Partisi’ni felç etmek ve en önemlisi, muhalefet ittifaklarını imkânsız hale getirmek…

Muhalefet ve başta CHP ne yapabilir?

Evet, Türkiye’nin bir anayasa değişikliğine, hatta belki de köklü bir anayasa reformuna ihtiyacı var. Ancak bu ihtiyacın gerekçesi, iktidarın önerdiği siyasi sistemin kalıcılaştırılması ya da muhalefetin dışlanması değil; toplumsal meşruiyeti olan, katılımcı, demokratik bir hukuk düzeninin kurulmasıdır. Bu çerçevede başta CHP olmak üzere muhalefet partilerinin yalnızca tepkisel bir pozisyon almaları yetersiz kalacaktır.

Özellikle CHP artık bu tür girişimlere “karşı olmakla” yetinmemeli; kendi siyasal kurucu anlatısını ortaya koymalıdır. Yerel seçimlerde en çok oyu almış, en geniş coğrafyada yerel yönetim yetkilerini kazanmış, anketlerde bugün de birinci parti seviyesinde seyreden CHP şimdi başka bir hamle yapmalıdır. Ülkenin ihtiyacı olan yeni anayasa ve yeni siyasi zemin üzerine kendi iddialarını ortaya koymalıdır. CHP önce kendi anayasa önerisinin dayandığı temel ilkeleri açıkça kamuoyuna sunmalı. İktidarın siyasi alanı daraltma çabalarına karşı CHP tüm il ve ilçe örgütlerinde yeni anayasa tartışmaları açabilir. Bu süreç örgütün fikri ve insani anlamda yenilenmesinin, enerji üretmesinin, ahali ile yeni bir siyasi ilişki kurmasının da aracı haline dönebilir. CHP siyasetin yenilenmesi, doğallaşması, demokratikleşmesi sürecini kendi içinden başlatabilir. Parti içi demokrasi, ön seçim, yerel karar alma mekanizmalarının güçlendirilmesi gibi bir dizi politikayla örnek bir siyaset biçimi inşa edebilir de.

CHP 19 Mart İmamoğlu operasyonlarından beridir yeni bir siyaset şansını artırmış görünüyor. Özellikle Ferdi Zeyrek’in ölümü, cenaze töreni, Özgür Özel’in ilk andan itibaren dostu için çektiği acı ve kabrindeki görüntülerdeki sahicilik ve samimiyetin etkileri gelecek günlerde daha da belirgin biçimde hissedilecek. CHP belki de ilk kez kendisine karşı olan toplumsal kesimlerdeki duygusal ambargoları aşma fırsatı yakalayabilir. Yeni anayasa tartışmalarına dahil olma biçimi bu toplumsal kesimlerdeki algısını değiştirebilir.

Türkiye, uzun süredir gelecek tahayyülü olmayan bir siyaset içinde debeleniyor. Yaşanmakta olan ulusal ve küresel krizler yumağı içinde toplumun naturası da ihtiyaç ve beklentileri de değişiyor. Türkiye’de siyasal sistem, yalnızca hukuki değil zihinsel olarak da yeniden kuruluyor.

Yeni anayasanın ve hatta Türkiye’nin geleceği yeni bir kurucu siyaset anlayışından geçiyor. Belki de artık mesele kimin iktidar olacağı değil; nasıl bir Türkiye kurulacağıdır.

Şimdi mesele, hangi siyasetin “dünyanın Türkiye’sine” yeni bir hikâyeyi kurabilecek cesareti, vizyonu ve iradeyi gösterip gösteremeyeceği. Ve elbette bu hikâyenin bugünün, memleketin ve ahalinin ihtiyaç ve taleplerine ne kadar uyumlu olup olmayacağı.

Bekir Ağırdır'ın bu yazısı Oksijen'den alındı.

 

 

 

12 Haziran 2025 Perşembe

PKK’nın feshi ve İran’ın konumu Oral Toğa-12/06/2025

2025 yılı Şubat ayının sonunda Abdullah Öcalan, PKK’nın silahlı faaliyetlerine son vereceğini ve örgütsel yapısını sonlandırmaya yönelik bir sürecin başlatıldığını açıklamıştır. Süreci izleyen günlerde örgütün olağanüstü kongre kararı aldığı ve fesih seçeneğini değerlendirmeye başladığı duyurulmuş ve ardından bu kararın alındığı örgüt tarafından deklare edilmiştir. Bu gelişmeler, PKK’nın sınır ötesi yapılanmaları ve ideolojik etkisi dolayısıyla yalnızca Türkiye’de değil, bölgedeki diğer ülkelerde de dikkatle izlenmektedir. İran da bu çerçevede sürecin başından itibaren hem güvenlik bürokrasisi hem de siyasi çevreleri aracılığıyla gelişmeleri yakından takip etmiş ve çeşitli düzeylerde tutum geliştirmiştir. İran’ın bu sürece gösterdiği ilginin arka planında, PKK’nın İran’daki uzantısı PJAK ile olan organik bağı, bu hattın uzun yıllardır bölgesel çıkarlar doğrultusunda araçsallaştırılması ve Kürt meselesinin İran’ın iç güvenlik kaygılarıyla doğrudan bağlantılı olması yer almıştır. Yapılan açıklamalar, medyada yer alan değerlendirmeler ve Kürt grupların tepkileri birlikte ele alındığında, İran’daki yaklaşımın çok katmanlı, temkinli ve stratejik hesaplara dayalı olduğu anlaşılmaktadır. Bu yönüyle süreç, sadece Türkiye’nin iç dinamiklerini değil, İran’ın bölgesel güvenlik algılamalarını da doğrudan etkilemiştir.

İRAN-PKK İLİŞKİLERİNİN ARKA PLANI

İran ile PKK arasındaki ilişkiler, 1980’li yılların ikinci yarısına kadar uzanmaktadır. 1990’lar boyunca bu ilişki, Türkiye ile İran arasında zaman zaman diplomatik krize yol açacak düzeyde gerginlikler yaratmıştır. Türkiye, PKK’nın İran üzerinden sevkiyat yaptığı, militanların tedavi gördüğü ve İran topraklarında rahatça hareket ettiği yönünde sürekli uyarılarda bulunmuş ancak İran tarafı bu iddiaları resmî olarak reddetmiştir. Bu dönemde ve sonrasında PKK, İran için sadece bir güvenlik tehdidi değil, Türkiye’ye karşı kullanılabilecek bir baskı aracı olarak da görülmüştür.

1999’da Abdullah Öcalan’ın yakalanmasının ardından PKK, yeni bir strateji geliştirmiştir. Bu doğrultuda 2000’li yılların başında İran’da faaliyet gösterecek biçimde PJAK yapılanması ortaya çıkmıştır. PJAK kısa sürede İran’da silahlı eylemler gerçekleştirmeye başlamış, böylece doğrudan İran güvenlik birimlerinin hedefi haline gelmiştir. Ne var ki İran’ın PJAK’a yönelik baskısı, PKK’nın tamamına karşı aynı ölçüde yürütülmemiş ve Tahran, önceleri PKK ile PJAK’ı farklı bağlamlarda değerlendiren daha esnek bir politika izlemiştir. Ardından 2010’lu yılların ilk yarısında bu tavır da değişmiştir.

2000’li yıllardan itibaren özellikle Kuzey Irak’ta, İran ile PKK arasında çeşitli düzeylerde temaslar kurulmuştur. Bu temaslar doğrudan olmasa da zaman zaman karşılıklı çıkar temelinde örtük bir işbirliğine dönüşmüştür. İran, PKK’yı hem Türkiye’yi dengeleme aracı hem de Irak Kürt siyaseti içinde Barzani çizgisine karşı bir denge unsuru olarak değerlendirmiştir. Suriye İç Savaşı sırasında PKK’nın Suriye kolu olan YPG/PYD’nin alan kontrolü sağlaması, İran açısından Esad rejiminin lehine bir durum olarak görülmüş ve bu bağlamda sahada dolaylı bir eşgüdüm zemini oluşmuştur.

Zaman zaman PJAK’a karşı operasyonlar düzenlemiş olsa da İran, PKK ile ilişkisinde tamamen çatışmacı bir tutum sergilememiştir. Özellikle Süleymaniye ve Urmiye gibi merkezlerde, örgütün lojistik faaliyetlerine alan açıldığı, sınır geçişlerinde kolaylıklar sağlandığı ve kimi durumlarda istihbarat değişimlerinin yaşandığı bilinmektedir. Bu ilişkide İran için iki yönlü bir denge gözetilmiştir: Bir yandan örgütün İran içinde güçlenmesine karşı dikkatli olunmuş, diğer yandan PKK’nın bölgesel düzlemde jeopolitik hedeflere hizmet edebilecek bir araç olarak elde tutulmasına çalışılmıştır.

Ancak bu stratejinin kırılgan yönleri de vardır. Özellikle PKK’nın sahip olduğu ideolojik yayılma kapasitesi ve Batı’dan aldığı destek, uzun vadede İran açısından da tehdit oluşturabilecek dinamikler barındırmaktadır. Mahsa Emini gösterileri sırasında PKK söylemlerinin İran’ı da aşarak bütün dünyada yankı bulması ve örgütün sembollerinin toplumsal gösterilere sızması, bu riskin ciddiyetini ortaya koymuştur. Bu nedenle İran, PKK ile ilişkisini tam anlamıyla ne koparma ne de mutlak biçimde yakınlaştırma yönünde değil; sınırlı, kontrollü ve ihtiyaca göre şekillenen pragmatik bir çizgide yürütmektedir.

İRAN RESMÎ MAKAMLARININ TEPKİLERİ

İran Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü İsmail Bekai, 2025 yılı Mart ayı başında yaptığı açıklamada PKK’nın silah bırakma kararını memnuniyetle karşıladıklarını bildirmiştir. Bu karar, İran tarafından şiddetin sona erdirilmesi ve bölgesel güvenliğin güçlendirilmesi açısından önemli bir gelişme olarak değerlendirilmiştir. Örgüt fesih kararı aldıktan sonra da Bekai, benzer bir tonda ve üslupta bir açıklamada bulunmuştur. Ancak bu açıklamalar haricinde İran devletinden sürece dair kapsamlı ve yüksek düzeyli başka bir beyanat gelmemiştir. İran’ın bu temkinli tutumu, PKK’yı yalnızca bir güvenlik tehdidi olarak değil, zaman zaman bölgesel denklemde bir baskı unsuru olarak değerlendirmesinden kaynaklanmaktadır. İran, özellikle kendi topraklarında faaliyet gösteren muhalif Kürt gruplara karşı PKK’nın varlığını stratejik olarak kullanmış ve Türkiye ile yaşadığı bölgesel rekabetlerde de PKK’yı dengeleme aracı olarak görmüştür. Bu nedenle Tahran yönetimi, PKK’nın tasfiye sürecine açık ve güçlü destek vermekten kaçınmış, pozisyonunu ihtiyatlı bir diplomatik dil ile sınırlamıştır. Buna karşın, İran güvenlik aygıtına yakın medya organlarının bir kısmı, PKK’nın tasfiyesini Batı merkezli yeni bir bölgesel mühendislik hamlesi olarak nitelendirmiş ve sürece kuşkuyla yaklaşmıştır.

İRAN MEDYASINDA SÜRECİN YANSIMALARI

PKK’nın kendini feshetme süreci İran medyasında farklı siyasi eğilimlere sahip yayın organlarında geniş yer bulmuştur. Resmî haber ajansları İRNA ve İSNA gelişmeyi “tarihi” ve “umut verici” olarak nitelendirerek teknik ve diplomatik bir üslupla değerlendirmiş ve şiddetin sona ermesi ve bölgesel istikrarın güçlenmesi yönünde olumlu ifadeler kullanmıştır. Reformist gazeteler olan Şark, İtimad ve Sazendegi ise süreci Türkiye’nin iç politikası, Kürt meselesinin geleceği ve Erdoğan hükümetinin hesapları çerçevesinde yorumlamış ve doğrudan İran’a yönelik yansımaları geri planda tutmuştur. Bu gazetelerde, PKK’nın feshi Kürtlerin kimlik mücadelesinin sonu olarak değil, dönüşen bir yapının habercisi olarak sunulmuş ve sürecin henüz netleşmemiş risklerine dikkat çekilmiştir.

Öte yandan muhafazakâr ve sisteme yakın yayın organları olan Kayhan, Cevan, Tasnim, Fars News ve Tabnak, sürece daha eleştirel ve kuşkucu bir yaklaşımla yer vermiştir. Bu yayınlarda, PKK’nın sahneden çekilmediği, yalnızca biçim değiştirdiği vurgulanmış ve bu gelişmenin arkasında ABD ve Batı merkezli bir yeniden yapılandırma planının bulunduğu öne sürülmüştür. Ayrıca bu mecralarda, İran’ın PKK sonrası oluşacak bölgesel düzende nasıl bir pozisyon alacağına dair doğrudan sorular yöneltilmiş ancak açık çözümler sunulmamıştır. Bazı bağımsız analiz portallarında ise PJAK’ın bu süreçteki konumu tartışılmış, örgütün İran’daki meşruiyetinin sınırlı olduğu ve uzun vadede sistem tarafından tolere edilmeyeceği öngörülmüştür.

İRAN’DAKİ KÜRT SİLAHLI GRUPLARININ TEPKİLERİ

PKK’nın fesih kararına İran’daki Kürt silahlı ve siyasi gruplardan gelen tepkiler çeşitlilik arz etmiştir. PJAK, bu kararı Türkiye’deki Kürtlerin özgürlük mücadelesinde yeni bir aşama olarak değerlendirmiş ancak süreci kendi örgütsel varlığı açısından bağlayıcı görmediğini açıkça ifade etmiştir. PJAK, açıklamasında, Kürt sorununa siyasi ve hukuki çözüm çabalarının desteklenmesi gerektiğini vurgulamış, ancak bu sürecin yalnızca Türkiye Kürtleriyle sınırlı olduğuna işaret etmiştir.

Öte yandan KDPI, Komala ve PAK gibi İran merkezli örgütler, Abdullah Öcalan’ın çağrısını “gecikmiş ama olumlu” ya da “anlamlı” olarak değerlendirmiştir. Ancak bu grupların çoğu, İran’daki koşulların Türkiye’den farklı olduğu ve benzer bir çözüm sürecinin İran’da uygulanabilir olmadığı yönünde açıklamalarda bulunmuştur. Bazı temsilciler ise PKK’nın tasfiye sürecinin, İran’daki Kürt muhalefeti üzerinde baskı unsuru olarak kullanılabileceği endişesini dile getirmiştir. Bu açıklamalar, İran’daki Kürt aktörlerin PKK’nın feshi sürecine temkinli, mesafeli ve zaman zaman eleştirel yaklaştığını göstermektedir.

GELECEK PROJEKSİYONU VE SONUÇ

PKK’nın silahlı mücadeleyi sonlandırma ve kendini feshetme yönündeki açıklaması, görünürde Türkiye merkezli bir gelişme olmakla birlikte bölgesel etkileri bakımından İran’ı da yakından ilgilendirmektedir. İran resmî makamlarının temkinli ve sınırlı açıklamaları, bu sürecin doğrudan İran siyasetini ve güvenlik dengesini etkileyebilecek potansiyelini göz ardı etmediklerini ortaya koymaktadır. PKK’nın tasfiyesi, İran perspektifinden hem bir fırsat hem de muhtemel riskler içeren bir gelişmedir.

Fırsat boyutunda değerlendirildiğinde PKK’nın silahlı mücadeleden çekilmesi İran’ın Türkiye ile sınır hattındaki tansiyonun düşmesine zemin hazırlayabilir. Öte yandan PJAK’ın gelecekte bu boşluğu doldurmak isteyebileceği, Batı destekli yeni bir Kürt yapılanmasının doğabileceği ve İran’daki ayrılıkçı eğilimlerin bu süreçten etkilenebileceği yönünde kaygılar da mevcuttur. Bu nedenle İran, PKK’nın yokluğunda ortaya çıkabilecek yeni aktörleri ve güç dengelerini yakından takip etme gerekliliği duymaktadır.

İran’ın geçmişte PKK ve PJAK ile geliştirdiği çok katmanlı ve pragmatik ilişki biçimi, bu süreçte de devreye girebilir. İran, örgütün bölgedeki pozisyonunu kendi çıkarları doğrultusunda zaman zaman tolere etmiş, zaman zaman da sınırlandırmıştır. Bu çift yönlü yaklaşımın, önümüzdeki dönemde hem iç güvenlik politikalarında hem de Suriye ve Irak sahalarındaki stratejik tutumlarında belirleyici olması beklenmektedir. Özellikle PKK içinden silah bırakmak istemeyecek olan gruplar PJAK çatısı altında toplanabilir ve İran’la var olan ilişkiler bu şekliyle devam edebilir.

Sonuç olarak PKK’nın feshi İran için ne doğrudan bir kazanım ne de mutlak bir tehdit olarak görülmektedir. Bu gelişme, İran’ın terör örgütüne yönelik politikalarını yeniden tanımlamasını, bölgedeki diğer gruplarla ilişkisini gözden geçirmesini ve bölgesel ittifaklarını yeniden kurgulamasını zorunlu kılabilecek yeni bir dönemin habercisidir. İran’ın bu sürece yaklaşımı, mevcut kırılgan dengeleri korumaya odaklı ve duruma göre yön değiştirebilecek esnek bir stratejiye dayanmaktadır.

ORAL TOĞA KİMDİR?

Yüksek lisansını Marmara Üniversitesi Ortadoğu ve İslam Ülkeleri Araştırmaları Enstitüsü’nde Ortadoğu Siyasi Tarihi ve Uluslararası İlişkileri Bölümü’nde “Kimlik Bağlamında Türkiye’nin İran Üzerinden Geliştirdiği Tehdit Algıları (1980-2003)” başlıklı teziyle tamamlayan Toğa, İran Araştırmaları Merkezi’nde araştırmacı olarak görev yapmaktadır.