İsrail’in 13 Haziran 2025’te İran’ın nükleer altyapısı ve füze üslerine yönelik olarak başlattığı saldırılar, Ortadoğu’daki yeni döneme dair bazı altüst edici dinamikleri de içinde barındırıyor. Bu saldırıların ardından ortaya çıkan yeni durum, her ne kadar çatışmalar 23 Haziran’da ABD Başkanı Trump’ın arabuluculuğunda ateşkesle kesintiye uğrasa da, bölgesel ve uluslararası aktörlerin bölge politikalarını yakından şekillendirecek.
ORTADOĞU’DA DÖRT TEMEL AKTÖR VE SÜREGİDEN GÜÇ MÜCADELESİ
Ortadoğu’nun Soğuk Savaş sonrasında yeniden oluşan dengesinde 2000’li
yıllardan itibaren dört ana aktörün ön plana çıktığı görülüyor: İran, İsrail,
Körfez Arapları ve Türkiye.
Bu aktörlerin yanında Mısır, Suriye, Irak, Libya gibi geleneksel Arap
başkentleri ve Kürtler, Dürzîler, Aleviler gibi diğer gruplar ise bu dört temel
aktörün kendi arasındaki güç mücadeleleri sonucu oluşan bölge konjonktüründe,
sınırlı ölçüde aktörlük ifa edebiliyor.
Bu dört ana aktör bilhassa 11 Eylül 2001 saldırıları sonrası oluşan yeni
düzende, bazen birbiriyle işbirliğine girerek, bazen rekabet ederek ve bazen de
birbirini iç/dış ittifaklarla dengelemeye yönelerek, bölgenin yeni düzeninin
şekillenmesinde etki sahibi oldu. Örneğin Aralık 2024’te Suriye’de İran’ın
müttefiki Baas rejimi devrilirken ABD’nin koordinasyonunda Körfez Arapları,
Türkiye ve İsrail bir araya gelerek İran’a karşı de facto bir cephe oluşturdu.
Benzer şekilde Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nin (IKBY) Eylül 2017’deki
bağımsızlık referandumu sırasında İran ve Türkiye bir araya gelerek (diğer
aktörler ve Irak merkezi yönetimiyle birlikte) bu girişimi engelledi.
İRAN’IN 2003-2023 ARASINDAKİ SÜREKLİ YÜKSELEN ETKİ SAHASI
Bu dört ana aktör arasında İran, Mart 2003’te ABD’nin Irak işgali
sonrasında oluşan dengeleri ve 2010 Arap Baharı sırasında ortaya çıkan boşluğu
iyi değerlendirerek, sahadaki nüfuz ceplerine yatırımlar yaparak ve mezhepsel
mobilizasyonu askeri ittifaklarla da güçlendirerek bölgede geniş bir etki
sahasına sahip oldu. Bunu yaparken umumiyetle bölgedeki Sünni güçlerin (Suudi
Arabistan, Türkiye, Katar, BAE ve onların Sünni devlet/cemaat müttefikleri)
nüfuz alanlarını daralttı. Ürdün Kralı Abdullah’ın 2003 Irak İşgali sonrası
bölgede yükselen İran ve müttefiklerinin nüfuz alanını 2004’te “Şii Hilali”
olarak adlandırması ve tedbir alınması çağrısında bulunması bu rekabetin bir
yansımasıydı.
2010 sonunda başlayan “Arap Baharı” ayaklanmaları, bilhassa Suriye’de
İran etkisinin daha fazla artmasıyla sonuçlandı. Bahreyn, Suudi Arabistan,
Yemen gibi ülkelerdeki Şii azınlıkların İran nüfuzu altında hareketlenip hak
arayışına girmesi gibi gelişmeler de bu sürece katkıda bulundu. 2015-16’da,
İranlı yetkililerin kendi ifadeleriyle “Ortadoğu’daki dört başkent doğrudan
İran tarafından yönetilmekteydi: Bağdat, Şam, Beyrut, Sana.” Bunlara Hamas ve
İslami Cihad üzerinden Gazze’de kurulan alan hâkimiyetini de ekleyince Şii
jeopolitiği veya “direniş ekseni” olarak ifadelendirilen İran’ın nüfuz sahası,
Sâsânîler döneminden asırlar sonra tüm Ortadoğu’da yeniden yükselişe geçmiş
durumdaydı. Safevîlerin bölgedeki tesir sahası dahi bu denli geniş sınırlara
ulaşabilmiş değildi.
Ancak bu büyük tesir alanı, gücün sınırlarını olduğu kadar
kırılganlıklarını da göstermekteydi. 7 Ekim 2023’te Hamas’ın İsrail’e karşı
giriştiği saldırıların ardından, İran’ın bölgedeki müttefiklerinden Hamas ve
İslami Cihad’ın Gazze’deki varlığı büyük oranda yok edildi. Ardından,
1980’lerin başında İran’ın yapılandırıp büyük yatırım yaptığı Hizbullah,
karizmatik lideri Hasan Nasrallah dâhil olmak üzere üst komuta ve dini lider
kadrosunu kaybetti, örgütün savaşma yeteneği de Hamas gibi büyük darbe aldı. Ve
nihayet 8 Aralık 2024’te Suriye’de 60 yıldan fazladır iktidarda olan Baas
rejimi ve onun İran’ın en büyük müttefiki olan lideri Beşşar Esad devrildi.
Bilhassa Suriye’deki rejim değişikliğinde Körfez Arapları, İsrail ve
Türkiye’nin aynı safta hizalanmasının İran’a verdiği mesaj açık: 2003 sonrası
sürekli genişleme devri sona erdi, bölgede daha fazla İran nüfuzu istemiyoruz!
Keza Yemen ve İran’dan İsrail’e fırlatılan füze, iha/siha’ların Suudi
Arabistan, Körfez ülkeleri ve Ürdün tarafından engellenmesinin (ancak
İsrail’den İran ve Yemen’e fırlatılanların asla engellenmemesinin) verdiği
mesaj da aynı.
İSRAİL’İN İRAN’A SALDIRISININ ZAMANLAMASI
13 Haziran’da başlayan İran’a yönelik geniş İsrail saldırılarının
zamanlama ve sebep-sonuç düzleminde üç ana boyutu bulunuyor:
a) Trump’ın göreve gelmesiyle birlikte İran’ı “sıfır uranyum
zenginleştirme” hedefiyle masaya oturtmaya çalışan ABD, Umman’daki görüşmelerde
istediğini elde edemedi ve müzakereler zora girdi. Bu esnada İran üzerindeki
baskıyı arttırmak için önce 12 Haziran’da Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu
(IAEA), İran’ın nükleer silahların yayılmasının önlenmesine yönelik
yükümlülüklerini ihlal ettiğini bildirdi ki bu durum yirmi yıl sonra ilk kez
yaşanıyordu. IAEA’nın son raporunda, İran’ın %60 saflıkta zenginleştirilmiş 400
kilogramdan fazla uranyum biriktirdiği ve bununla dokuz adet nükleer bomba
üretilebileceği tespiti de yer alıyordu. İsrail’in saldırısı tam da bu kararın
birkaç saat sonrasına denk geldi. Bu açıdan ABD’nin İran’la nükleer dosyaya
dair pazarlıkları, IAEA’nın yükümlülükleri ihlal kararı ve İsrail’in saldırısı
arasında doğrudan bir ilişki var. İran’ın masaya oturtulup ABD’nin şartlarına
boyun eğmesi için İsrail’in Tahran’a saldırtıldığına dair yorumlar daha ağırlık
kazanıyor. Burada ABD ile İsrail arasında iyi polis – kötü polis görev ayrımı
yapıldığı da ABD’nin 22 Haziran’da doğrudan bombardımana katılmasıyla iyice
ortaya çıkmış oldu.
b) Hamas’ın 7 Ekim saldırıları sonrası oluşan yeni konjonktürde,
Ortadoğu’da İran etkisini daha da azaltmak için yapılan hamleler, bir süre
sonra Tahran’ın kendi çeperlerine çekilmesini ve orada doğrudan vurulmasını
getirecekti. Bu beklenen bir süreçti. Daha önce savunmasını kendi sınırlarının
ötesinde kurgulayan İran artık bu sefer doğrudan kendi topraklarında
vurulacaktı bu sürecin sonunda ki bu durum hem ABD hem İsrail tarafından uzun
zamandır dillendirilmekteydi. Böylece Tahran’ın 2023 öncesine dönülemeyeceği
mesajını iyice alması hedeflenmekteydi. Bir yandan da nükleer ve balistik füze
programlarının ve askeri/stratejik kapasitesinin vurularak imha edilmesi
öncelik haline getirilmişti.
c) İran halkı çoğunluk itibariyle muhafazakâr olmakla ve Velayet-i Fakih
rejimine destek vermekle birlikte, seküler ve Batı’ya açık kitleleri de içinde
barındırıyor. Her ne kadar azınlık durumunda olsalar da bu seküler ve eleştirel
kesimler zaman zaman kitlesel protestolara katılıyor, rejim de 2009 yazındaki
cumhurbaşkanlığı seçimleri ve Eylül 2021’deki Mehsa Emini’nin ölümü
sonrasındaki protestolar gibi toplumsal olaylarda sokağa sertçe müdahale
edebiliyor. Benzer şekilde geçmişten beri periferide yaşayan etnik ve mezhepsel
topluluklar arasında da hem silahlı gruplar hem de politik/kültürel haklar
aktivistleri faaliyet gösteriyor. ABD ve İsrail’de bazı çevrelerde (hatta
doğrudan Başbakan Netanyahu’nun söyleminde de) İran rejiminin devrilmesi ve
“İran halkının molla boyunduruğundan kurtulmasına yardım” söylemi sıklıkla
kendine yer bulabiliyor. İsrail’den son dönemde bu yönde gelen mesajların
sıklığı ve yoğunluğu düşünülünce, İran’da bir taşla birkaç kuş vurulmak
istendiğine dair yorumlar artmış durumda. Ancak bunun sahadaki karşılığı
–Batı’da sanıldığı kadar- güçlü ve örgütlü değil.
ÇATIŞMALAR VE FÜZE SAVAŞLARINDA GELİNEN AŞAMA: BUNDAN SONRA SIRADA
NE VAR?
İsrail’in ani bir saldırıyla başlattığı harekâtta, ilk gün İran ordusu ve
Devrim Muhafızları’nın üst komuta kadrosu büyük ölçüde öldürüldü. İlaveten,
İran nükleer dosyasında önemli yeri olan nükleer fizikçilerin de bir kısmı
öldürülenler arasındaydı. İlk günkü şok içinde İran hava savunma sistemlerinin
tepki veremediği, sabotaj ve dijital karıştırma da dâhil olmak üzere İsrail’in
çok boyutlu bir saldırı gerçekleştirdiği basına da yansıdı. Keza İsrail’in
Ürdün, Suriye ve Irak gibi büyük karasal ülkeleri geçerek ve 1500 km’den fazla
bir mesafeyi kat ederek 200 kadar uçakla İran’da yüzlerce stratejik hedefi
vurduğu bilgisi de kamuoyuyla paylaşıldı.
İran uçakları ise İsrail’de operasyon icra edebilecek durumda değil, keza
Amerikan F-35’leriyle “it dalaşı”na girebilecek teknik donanımda da değil.
Dolayısıyla orta ve uzun menzilli balistik füzeler, menzili 2.500-3.00 km’yi
bulan erişim sahasıyla İran’a bir avantaj sağlıyor. Ancak burada da İsrail’in
gelişmiş füze savunma sistemleri, ABD yardımıyla zenginleştirilen Arrow ve
Davud Sapanı gibi çok katmanlı müdafaa stratejisi ve bölgedeki radar üsleri
(Kürecik dâhil), ABD füze sistemleri devreye giriyor. Buna rağmen İsrail’e
düşen füzelerin ülke kamuoyunda büyük paniğe sebep olduğu ve hayatı felç ettiği
de bir vakıa. Gelinen aşamada İran daha büyük ve stratejik kayıplar verse de
1980-88 Savaşı’nda Irak’a karşı yaptığı gibi direnme kapasitesinin güçlü olduğunu
da bu savaşta bir kez daha ortaya koydu.
Ancak bu füze savaşlarının bu doz ve yoğunlukta aylarca sürdürülebilmesi
iki taraf açısından da mümkün değil. Bu aşamada, bölgesel ve uluslararası
sistem içerisinde –kısa vadede- İran’ın önünde üç ihtimal görünüyor:
1) Kuzey Kore seçeneğini izleyerek, “sistem” dışına çıkmak ve içeride
otoriter, dışarıda başına buyruk bir devlet olarak ilerlemek. İran’ın konumu,
sahip olduğu enerji kaynakları, kalabalık ve dinamik nüfusu, İsrail’le
ilişkilerinin dinamikleri, bölgesel ihtirasları vb faktörler bu seçeneği
gerçekçi olmaktan çıkarıyor. Üstelik İran’ın, Kuzey Kore gibi arkasında duracak
bir hâmisi, yani Çin’i yok.
2) İsrail karşısında direnemeyip yelkenleri tamamen indirmek, Suriye’nin
HTŞ yönetiminde son altı aydır benimsediği üzere, tüm askeri ve stratejik
kazanımlarının İsrail-ABD tarafından yok edilmesine seyirci kalmak, hava sahası
üzerinde dahi kontrolü kaybedip bir süre sonra İsrail ve ABD ile normalleşme
zemini aramak. Bu seçeneğin de İran içindeki güç dengeleri ve bölgesel
tehditler bağlamında gerçekçi olduğunu düşünmüyorum.
3) ABD ile bir noktada uzlaşmak ve nükleer müzakerelerde, düşük düzeyde
de olsa kabul ettirebileceği bir uranyum zenginleştirme düzeyi/miktarı
karşılığında kendi maksimalist taleplerinden vazgeçmek ve “sistem”in içinde
kalmaya devam etmek. Bu ihtimali daha gerçekçi buluyorum, Devrim’in 46 yıl
içindeki kazanımları –aksi yöndeki tüm retorik ve propaganda diskuruna rağmen-
bu strateji sayesinde ve orta vadeye odaklanan politikalarla mümkün olabildi.
Bundan sonra da İran’ın bu şekilde davranarak yoluna devam edeceğini, bu sırada
da hem bölgedeki networkleri üzerinde yeniden güç kazanıp hem de kendi
askeri/ekonomik dengelerini yeniden toparlamak için zaman kazanabileceğini
değerlendiriyorum.
Gelinen aşamada, iki tarafın da aksi yöndeki tüm propagandist söylemine
rağmen, İran da İsrail de savaşın kazananı değil. İki taraf da bölgedeki en
önemli askeri güçlerin başında geldiklerini gösterdi, çok boyutlu kazanç elde
etti ve kayıp verdi; İsrail hava üstünlüğü açısından, İran ise savunma ve
caydırıcılık açısından kendi kapasitelerini ortaya koydu. Ancak ateşkese
rağmen, savaşın bu noktada sona ermediğini düşünüyorum. Bu şartlarda mevcut
gerginlik dinamiklerinin (bölgesel rekabet, nükleer ve balistik program, İsrail
saldırganlığı vb saiklerle) çok sürmeden bir başka tetiklemeyle yeniden sıcak
savaşa dönüşmesi şaşırtıcı olmayacak.
***
Son olarak, İran örneği Türkiye gibi ülkelere açık bir mesaj veriyor:
Katı ve zorunlu ideolojik birliktelik mutlaka “iç düşman” üretir. “İç cephe”
sadece ve sadece hukuk ve toplum sözleşmesi temelinde sürece dâhil edilmiş
kitlelerle mümkündür. Aksi takdirde otoriterlik bugün çatlak sesleri ve
muhalifleri sindirse bile, oluşan sosyolojik yarılma ve kutuplaşmaların da
etkisiyle, yarın bir ölüm kalım savaşında memnuniyetsiz kitleler ciddi bir
kaygı unsuruna dönüşebilir.
İran gibi otoriterliğin anormal boyuta ulaştığı, muhalefetin kendisini
ifade edecek mecralarının olmadığı, muhalif liderlerin tutuklandığı veya
sürgüne gitmek zorunda kaldığı, politik partilere ve sistem-dışı isimlere
seçimlerde yarışma izni verilmediği, yani toplum sözleşmesinin yara aldığı
toplumlar kendi içinde sürekli “ikiyüzlüler” üretmeye başlar ve bir yerden
sonra bu ciddi bir güvenlik sorununa dönüşür.