25 Şubat 2025 Salı

TÜSİAD hukuk devleti ve demokrasi Prof. Dr. İshak Torun25/02/2025

TÜSİAD’ın iki üst düzey yöneticisi 13. 02. 2025’deki genel kurul toplantılarında hükümeti sert bir şekilde eleştirdi. Teğmenlerin atılması, belediyelere kayyum atanması ve mahkeme kararlarının sorgulanması hükümet nezdinde tepki ile karşılandı. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan bunu siyasi alana müdahale olarak değerlendirdi. Ardından açıklama yapan başkanlar hakkında İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı soruşturma başlattı. Polis maharetiyle savcılığa getirtti. İfadeleri alındı.

Patronların devletin iç işleyişi ve milli güvenlik konularıyla ilgili fikir beyan etmeleri siyasal iktidarı tahrik etmiş görünüyor. Siyasal iktidar, patronların bu davranışını kendilerine yönelik bir meydan okuma olarak algıladı. TÜSİAD, eski Türkiye’nin siyasal yapısında bürokratik devletin bir parçasıydı. Bu tarz açıklamalar eski Türkiye’de “bürokratik iktidarın” “siyasal iktidara” karşı muhtırası addedilirdi. Bu açıklamalarla siyasal iktidarlar değişir, hükümetler düşerdi. Bürokratik iktidarın yapısı laik yaşam biçimine sahip, orta ve üzeri sosyal tabakaya ait ve başta ordu olmak üzere kritik bürokratik kurumların elit insanlarından oluşmaktaydı. Karşısında ise geniş halk kitlelerine yaslanan siyasal iktidar vardı.

TÜSİAD yöneticileri acaba malum açıklamalarıyla siyasal iktidara meydan mı okudu, yoksa demokratik haklarını mı kullandı? Aynı soru siyasal iktidar için de formüle edilebilir: Siyasal iktidar TÜSİAD’ın açıklamalarını eski Türkiye’ye mahsus refleksle mi karşıladı, yoksa ekonomi aktörlerinin kullandığı demokratik hakları mı bastırdı? Kanımca siyasette niyetler değil, açıklamaların nasıl algılandığı ve hangi olgusal sonuçlar yarattığı önemlidir.

Eski yapının tasfiye edildiğinden hareketle, TÜSİAD ile hükümet arasındaki malum gerilimi yeni konjonktür üzerinden okumak gerekir. TÜSİAD patronları, sermayelerini Kemalist bürokratik düzene eklemleşerek devşirdikleri ve burjuva sınıf bilinci geliştirmedikleri doğrudur. TÜSİAD çevresi iş adamları, üretim faaliyetlerini devletten bedava kredi almak ve spekülasyon yapmak için bir vitrin olarak kullanmışlardı. Servetlerini spekülasyondan kazandılar. Zamanında bunlar gümrük Birliği’ne bile karşı çıktılar. Çünkü kanun zoruyla millete fason mal satarak servet edinmeye alışmışlardı. İddianın argümanları için Ayşe Kadıoğlu’nun Devlet ve İş Adamları adlı eserine bakılabilir. Öte yandan iş adamlarına ait yapı ve zihniyetin günümüzde devam ettiğini söylemek haksızlık olacaktır. Aksine bugün TÜSİAD çevresi iş adamları dünya piyasa şatlarında üretim yapan, dünyayla rekabet eden ve zihniyetçe iş adamı bilinci kazanmış patronlardan oluşmaktadır. Hatta bu çevrenin Türkiye’yi yeni küresel standartlarda en iyi okuyan sosyolojik kesim olduğu bile söylenebilir. Mesela bu patronların vakıf statüsünde kurup finanse ettiği üniversiteler Türkiye’nin en iyi üniversiteleri arasında yer almaktadır.

04.02.2025’de hükümetin yaptığı yasal düzenleme ile TMSF’nin şirketlere kayyum atamasının yolu açılmıştı. Bu yasa esasen yolsuzluk ve terör suçları için çıkarılmıştı. Ama aynı yasa şirketlere ve iş adamlarının mal varlıklarına da hükümet tarafından müdahale etmeyi mümkün kıldı. TÜSİAD çevresi iş adamlarını kaygılandıran ve betimlenen açıklamaları yapmaya iten asıl saik bu olmalıdır.

İş adamlarının hukuk devleti ve yargıya yaptığı vurgu yanlış anlaşılmaktadır. Klasik hukuk devletinin burjuva icadı olduğu doğrudur. Ama burjuvalar (girişimciler) hukuk devletiyle servetlerini, faaliyet serbestilerini ve sözleşme hürriyetlerini korumak istemişlerdir. Girişimciler yine istikrarla ilgili değilse demokrasiyi de pek umursamamışlardır. Bilmek gerekir ki, iş adamları hukuk devletini demokrasinin karşısına koyarlar. Demokrasiyi popülizm ve irrasyonellik olarak değerlendirirler. Demokrasi istikrar sağladığı için, sağladığı sürece iyidir. Kısaca işadamlarının hukuk devletini yüceltmeleri, dillendirmeleri işadamlığı bilincinin gereğidir. Gereklidir de. Nitekim işadamları siyasal iktidarın faiz sebep – enflasyon sonuç popülizmine karşı rasyonel ekonomi politikalarını savunmuşlardır. Doğru da yapmışlardır.

Binaenaleyh iş adamlarının yanlış anlaşılmaya açık tutumları hükümetin keyfilik ve güvensizlik pompalayan tutum ve söylemlerini haklı çıkarmamalıdır. İş adamlarının etkinlik gösterdiği ekonomik kamusal alan teğmenlerin atılmasında olduğu gibi siyasetin müdahale edebileceği bürokratik alan değildir. Üniversitelerin tümüne aynı hizipten rektörlerin atanması gibi hiç değildir. Ekonomik alan tehdit ve zorbalıkla yönetilemez. Paraya emredilemez, paranın aktörleri kapıkullaştırılamaz. Nitekim bugünkü ekonomik kriz geçmişte merkez bankası ve ekonomi yönetimine yapılan hikmetsiz müdahalelerin bir sonucudur.

Kamuoyu 04.02.2025’de çıkarılan yasanın iç ve dış güvenlik sebebiyle çıkarıldığına, girişimcilerin servet ve faaliyetlerine el koyulmayacağına ikna edilmelidir. Devletin hazinesi hamasetle veya sipahi ordusunun fetihleriyle dolmuyor. Üstelik siyaset ve idare eşrafı Yavuz Sultan Selim gibi tahta kap ve kaşıkla tek çeşit yemek de yemiyor. Devletin hazinesi ve bürokratların karnı ekonomi aktörleri ve girişimcilerin devinimiyle doluyor. Güven vermek devlete / hükümete düşer. Bu yerli girişimciler için değil, yurt dışından gelecek girişimciler için de gereklidir. Modern ülkelerin en değerli sermayesi girişimcidir. Siyaset ve idarecilerin kendileri Mercedeslere, Audilere binerken halka TOGG alın diye nasihat edebilir. Halk, askere çağrıldığındaki gibi gider TOGG sırasına girer veya yerli üretim arabasını alır. Retorik yapmasını bilmez. Ama girişimcilerden aynı doğallık beklenemez. Zorunlulukları yok. Çaresiz değiller. Onlar dışlanıp ötekileştirilemez. Aksi halde vatan kaybeder. Onlara vatan çok!

HHH

Hükümete siyasi baskı yapılamaz iddiası güçlü ve merkezi devlet geleneğimizle ilgilidir. İktisadi, dini, sivil, ilmi vb. bütün baskı gruplarını merkeze bağlamak, bağlanmayanları berhava etmek bu geleneğin sonucudur. Bu gelenek Niyazi Berkes’e göre Bizans dahil, Japonya hariç bütün Asya’nın ortak karakteridir. Modern siyasal sistemlerde TÜSİAD gibi derneklerin, sivil olduğu varsayımıyla, kendi faaliyet konularıyla ilgili karar alıcılara baskı yapması, bu doğrultuda onları eleştirmesi meşru ve gerekli bir durumdur. TÜSİAD’in aslında sivil toplum örgütü olmadığı, bir sendika gibi çıkar grubu olduğu varsayımında bile hükümete baskı yapması yine meşru ve demokratik addedilmelidir. Bütün bunlar hükümetin keyfi ve cebriliğini sınırlandırmak için arzulanan şeylerdir. Düşünceyi açıklama hürriyeti olarak değerlendirmek veya muadil karşı söylemlere başvurmak yerine açıklama yapan itibarlı insanların polis nezaretinde ifadeye götürülmesi hükümetin çıkardığı yasaya yönelik kaygıları pekiştirmekten başka işe yaramamaktadır. İş adamlarının servetleri kendi helalleridir. Siyasetçinin elindeki iktidar ise halkın tevdi ettiği bir emanettir. Siyasetçinin babasından kalan mülk değildir. Emanet ağır geliyor, sabredilemiyor ve hazmedilemiyorsa elbette o emaneti yüklenecek birileri bulunur.

Çağlar Keyder iktisat tarihiyle ilgili can yakıcı bir tespit yapmıştır: Osmanlı sanayileşme yolunda Rusya ve Japonya’yı az farkla takip etmekteydi. Çünkü kalkınmanın motoru olan girişimci zümresi Osmanlı’da vardı. Ancak onlar gayri müslim menşeliydi. İttihat Terakki ile Cumhuriyet elitlerinin dışlayıcı ve yanlış politikaları onları ülke dışına göçürdü. Ülke girişimcisiz kaldı. Girişimcisizlik ise kalkınmayı olumsuz etkiledi. Kaçan para değildi. Girişimciydi, beşeri sermayeydi. Şimdi cibilliyetleri ve yaşam biçimleri toplumdan farklı diye onları da mı dışlayalım! Aynı hatayı tekrar mı edelim!

20 Şubat 2025 Perşembe

CHP demokratlaşabilir mi? Bahadır Kurbanoğlu-20/02/2025

Geçmişte İslamcı-muhafazakâr kitleler dayak yerken, içeriden ve dışarıdan sorgulamalar irite edici olurdu. “Hem dayak yiyoruz hem de atanlar değil de biz mi sorgulanıyoruz” minvalinde.

Haklı bir tepkiydi bu. Şimdi benzer sorular ana muhalefet için sorulduğunda eminim olabildiğince irite edici geliyordur. İktidar, tepelerinde sopa sallarken, sistem lime lime dökülürken kendilerinin demokratlığının sorgulanması oldukça öfke uyandırıcı olabilir ama gerçeklerle yüzleşmenin “mış gibi” siyasetinden daha efdal olduğu da bir hakikattir.

Soruya dönersek. Elbette değişebilir; değişti de. Tek partili, kuvvetler birliğine dayalı otoriter yıllardan çeşitli sorgulamalar eşliğinde bugünlere ulaştı. Az buz bir gelişim göstermedi. Bunu çok mu isteyerek yaptı? Hiçbir güç/iktidar, değişimi gönüllü saiklerle kabullenmez; o imkânları “normlar” diye görülen argümanlar lehine kaybetmek istemez. Her değişim, iç-dış etkenlere, zorlamalara dayalıdır. Dış şartlar dayattığında, iç zaaflar da ortaya dökülmek durumunda kalır. Normal şartlarda haza ağza alınmayan, akla bile getirilmesi “hainlik” ile eşdeğer olan hususlar bir bir sökün eder. Bunlara sınır çizmek isteyen radikaller ile geleceğe endişe ile bakan “dönüşümcüler” arasında sert tartışmalar yaşanır.

1970’lerde Ecevit, Atatürk ve Devrimcilik kitabında Cumhuriyet’in ilk dönemlerinin sistemik eleştirisini yapmıştı. “İnançlara saygılı laiklik” tartışmaları o dönemlerin cesur ve anlamlı atılımları arasındaydı. “Ortanın Solu” hareketine tohum atan bu ilk sorgulamaları da 1960 darbesi sonrası Turan Güneş’in Yön dergisindeki “CHP halktan nasıl uzaklaştı?” başlıklı yazı dizilerine kadar götürmek mümkün.

DEĞİŞİMİN ORGANİKLİĞİ VE İNORGANİKLİĞİ

Peki sonra ne oldu? Bu atılımların olduğu dönemde halen hayatta olan aktörler -Erdal İnönü’lü yılları kısmen paranteze alırsak- çok kötü bir 28 Şubat sınavı verdiler. En başta da Ecevit. Siyaseten “olmak” ile organik değişimin arasındaki farkı bu tür kırılma dönemlerinde gözlemlemek mümkündür. Nitekim 2000’li yılların Deniz Baykal’lı, Cumhuriyet Miting’li, “Hayırcı” dönemleri de değişimin organikliği ile inorganikliği arasındaki farkı ortaya koymaktaydı. Bu açıdan “değişim” dediğimizde yegâne turnusolün, “çok partililik” ve “kuvvetler ayrılığı”na dayalı sistemik yapıdan ziyade toplumsal kültür ile olan ilişki olduğu göz ardı edilmemeli. CHP, her ne kadar seküler demokrasinin süslü literatürüne aşinalığını geliştirmiş olsa da, o seküler habitatın -Batı’da olduğu gibi- belli bir kültür üzerinden meşruiyet kazanmış olduğunu hep ıskaladı.

Dolayısıyla Türkiye gibi geçmişi ve sosyolojisi malum olan ülkelerde demokratlığımızı belirleyen husus, teorik evrensel demokratik postulatlardan ziyade kendi kültürel kodlarınızla kurduğunuz ilişki biçimi olmakta. Bu sosyo-kültürel yapıya dönük empati kabiliyetinizi de bir toplum/demos projenizin olup olmadığı; varsa, bunu süreklileştirip süreklileştiremeyeceğiniz belirlemekte. Hele ki tarihiniz bu konuda yeter derecede sabıkaya sahipse, bu konuda çok daha proaktif olmanız gerekmekte.

Yani organikliği ve demokratlık karnenizi belirleyen hususlar kültür ile bağ, destekçilerinizi ve kitlelerinizi empati yolculuğuna katmak, sahicilik ve süreklilik olmakta. Toplum sizden bir nevi “öngörülebilirlik” beklemekte; tıpkı hukukta olduğu gibi.

Kılıçdaroğlu ile birlikte, ulusalcı kadroların kızağa çekildiği, ideolojik anlamda da en radikal değişim emarelerinin gösterildiği yıllarda bile, bu değişim çabalarının “siyaseten” getirilerine odaklanıldığı ama öze ilişkin bir gelişim sağlanamadığı görüldü. Organikliğin patinaj yapmasının en bariz göstergeleri de başta İstanbul ve Ankara büyükşehir adaylarındaki kimliksel (ama vitrinsel) tercihler oldu.

Oysa gerçek turnusol, muhafazakâr kültür ile pragmatik ilişkinin siyasal getiriler sağlaması değil; -faraza- matematiksel olarak rakibi yenmeyi başardığınızda toplumla kuracağınız ilişkinin, çok öncesinden ispat edilmiş olmasıdır. Tepki oylarına değil; rakibinizin ahlaki meşruiyeti yitirmesi üzerinden gerçekleşen cezalandırıcı yönelimlere değil; inandırıcılığı yüksek, riskleri ortadan kaldırılmış bir dönüşüme yaslanmış olmanız gerekir.

O yüzden, -yakın tarihten örnek verirsek- 28 Şubat dejavularını yaşamış olan toplumsal kesimlere sahici-organik bir dönüşüm örnekliğini göstermek, seçimler sonrasının değil, çok öncesinin işidir. Daha yakına gelirsek, CHP’nin 2000’lerdeki askerî vesayetle olan ilişkisinin toplumsal kültürü ve siyasal tercihlerini cendere altına alması girişimlerinin tersine dönük ispatlar da sadece “helalleşme” gibi siyasi retoriklerle başarılamayacak kadar ciddi bir iştir. (Hele ki liderinin ürettiği o slogan, medyasında “hesaplaşma” diye karşılık bulup boşa düşürülüyorsa!)

Nitekim, kendi içlerinden olanların ekonomik sahada oluşturdukları yozlaşma ve yoksullaştırma iklimine rağmen aynı sosyolojik yapı sizi dış politikada da (beka olarak gördüğü alanlarda da) ciddiyetle takip eder.

“DÜŞMANLIK ÇAĞRIŞIMI”

Mesela Suriye meselesinde CHP ve kitlelerinin hiç anlamadıkları husus, Suriye’nin sadece “yanlış” politik tutumların coğrafyası değil, iktidara karşı müzmin muhalifliği de aşar tarzda İslamofobik ve ırkçı söylemlerin toplumu öfkelendirici bir hal almasına, yani tarihi dejavuların resmî geçit törenine dönüşmüş olmasıdır. İktidarı popülist tarzda dövme sporunu yerine getirirken, sadece sığınmacıların aşağılanmasının değil, İslam ile bağlantılı bir kültüre dönük düşmanlık içeren retoriklerin, algı operasyonları ve dezenformasyonlarla daha da çirkin hale gelmesiyle ilgilidir. Dahası, Türkiye’de “diktatör” keşfeden retoriklerin, aynı teraziyi Suriye rejimine dönük kuramamasıyla da ilgilidir ki bunun da sebeplerinin ideolojik olduğunu toplum çok kolay kavramaktadır. Sebepler ister “Anti-emperyalizm”, ister “mezhepçilik”, ister “İslamofobik bir rejimle içine girilen seküler dayanışma” olsun; bunların tümü Türkiye’nin geniş sosyolojik kültürel kodları açısından yeterince “düşmanlık çağrışımı” barındırmaktadır.

O yüzden, “İslamcıların ne olacağı/neler yapacakları çok önceden belliydi” gibi sözde analizlere yaslananların; Mursi’li Mısır’ın, K. Afrika’nın demokratikleştirilmesi deneyimini hiç merak etmeyenlerin; Gannuşi’li Tunus’un başına gelenlerle hiç ilgilenmeyenlerin; hatta Sisi darbesi sonrası -adeta- içlerinin soğuduğunu fark ettirenlerin iktidar eleştirilerinin dozunu Suriyeli sığınmacıların tahkir edilmesine, ülkeden irrasyonel biçimde defedilmesine odaklananların; Hamas terörü (!) ile İsrail’in zulümlerini eşitleyerek liberal ya da sosyal demokrat dogmaların tatmin edildiğini düşünenlerin; “İslamcılar…” diye başlayan analiz kasmalarının, tüm ‘demokrasi, hukuk’ diye devam eden boş retoriklerinin bu iklimde hiçbir karşılığının olamadığını da gözlemlemek durumundalar.

Türkiye’nin Libya’da, tüm dünyayı arkasına almış darbeci Hafter’in engellenmesi noktasındaki becerilerine rağmen “Libya’daki kaosun sorumlusu Erdoğan’dır” diye ünleyenlerin ya da Avrupa Parlamentosu’nda konuşma yapıp Türkiye’yi şikâyet ederken “Suriye bataklığını Erdoğan üretti” diyerek mevcut sosyolojiyle aralarındaki bağı olabildiğince koparanların, tepelerindeki Demokles kılıcının getirilerine güvenmekten ziyade aynaya bakmaları gerekir.

Bugün uğranılan -kör göze parmak- onca haksızlığa rağmen kendi sınırlı mahalli unsurları dışında (iktidarın sorumlu olduğu istisnai konjonktürel yönelimler dışında) toplumdan gerçek bir destek alamamalarının sebeplerini de hem tarihin sorgulanmasının ötelenmesinde hem belediyelerde sahih ve sağlıklı bir örneklik serdetmekten ziyade “tencere dibin kara” misali, Türkiye siyasetinin alışkın olduğu sistemik yapıyı sürdürmelerinde (yani gerçek bir alternatif adresi olarak görülmemelerinde) hem kendi içlerindeki egemenlik yarışını her şeyin üzerine koymalarında hem de -hepsiyle birlikte- toplumla iletişimde alışkın oldukları literatürü gözden geçirememeleri, tashih ve ıslah edememelerinde aramaları gerekli.

TÜM MUHALEFETİN SORUNU

Güven veremediğinde, güven veremediği kitleleri “cehalet” ve “dogmatiklik”le suçlamak, elbette ki Türkiye siyasetinin milli sporudur. Lakin “ahlaki meşruiyeti yitiren bir iktidar nasıl hâlâ bu derece destek görebilir?” sorusunun cevabı da, değiştirmeye cesaret edilemeyen kendi sosyolojik tabanının, demokrasinin ve insan haklarının baskılandığı her türlü vesayet ortamında bile yüzde 25’lik o dilime halel getirmeyecek tarzda kemikleşmiş yöneliminin sorgulanamadığı yerde, mütedeyyin-muhafazakâr kitlelerin tercih sorgulamasının yapılmasının yanlışlığı, aslında sadece CHP’nin değil, tüm muhalefetin sorunudur.

Ortadoğu’nun tüm krizlerini ensesinde hisseden, terör gibi bir sorunla sadece bu iktidar döneminde yüzleşmeyen, jeopolitik problemlerin “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” gibi arkaik sloganlarla betimlenmesinin altından çok suların aktığı Türkiye gibi ülkelerde, Norveç tarzı, seküler yaşam biçimlerinin üzerinde şekillenen seküler demokratlığın iş yapacağını umanların, tutarlılık adına önce kendilerinin bir Norveçli kadar demokrasi ve hukuk standartlarına uyumu beklenir. Bunun da nirengi noktası, yazının başından bu yana altını çizdiğimiz geniş toplumsal kesimlerle duygu, güven ve eminlik bağı kurmaktır.

Eğer bir ülke, içinde bulunduğu geniş kültürel jeopolitik habitatla birlikte bir hukuk devleti ve demokrasi diyarı olmayı ötelerse, sağdan soldan fark etmeksizin otoriterleşme eğilimleri sistemin doğası gereği, kimlik fark etmeksizin o ülkenin kaderi haline gelir.

Ama şu gerçek asla değişmez: Bu coğrafyada, kendi kültürel kodlarına dayalı demokratlığı ve hukuk devleti formunu üretme kabiliyetini ortaya koymaktan başka çare/çözüm yolu yoktur.

Netice olarak topluma, yozlaşmış bir iktidarın yozlaşma alanlarında bile alternatif olabilecekleri ümidini bahşedemeyenler, aynı iktidarın doğru yaptığı işler kadar bile umut aşılayamayanlar, dönüp kendi içlerindeki yozlaşmanın tarihe ve bugüne bakan yönlerine odaklanmalılar. O ıslah gerçekleşmeden, tersten kutuplaştırma cenderesini siyaset zannetmekten ne kendileri kurtulabilir ne de toplumu ve siyaseti kurtarabilirler.

BAHADIR KURBANOĞLU KİMDİR?

İstanbul Üniversitesi Sosyoloji mezunu Kurbanoğlu, uzun yıllar Haksöz dergisi ve Haksözhaber sitelerinde yazarlık yaptı. ‘İskilipli Atıf Hoca, İstiklal Mahkemelerinin Tarihi Misyonu ve Şapka İnkılabı’, ‘Şeyh Said, Bir Dönemin Siyasi Anatomisi’, ‘Adalet, Hukuk, Merhamet’ başlıklı kitapları yayımlandı. Özgür-Der’de insan hakları ve sivil toplumsal faaliyetlere ilişkin çalıştı.

18 Şubat 2025 Salı

Geçmiş değiştirilerek geleceğe gidilmez! Hakan Paksoy-18/02/2025

12 Şubat Kurtuluş kutlamaları çok özeldir. Bir şehir halkının hürriyetine ve değerlerine bağlılığın zirveye çıktığı zamanlardır. Fakat 12 Şubat bayramları artık uzun bir süre 6 Şubat depremleriyle birlikte anılacak. Ne zaman eski hâline döner bilinmez. Ancak 12 Şubat için çalışmalar yapılmalı. Bu görev de, şimdilik, millî eğitimle sivil toplum kuruluşlarına düşer.

Çocukluğumda, eski belediye binasının girişindeki “Maraş bize mezar olmadan düşmana gülzâr olamaz” kitabesinden çok etkilenmiştim. Bu etki, öğretmen olan babamın bizi 12 Şubat kutlamalarına sektirmeden götürüşüyle daha da artmış olmalıydı.

12 Şubat haftası yaklaşırken şehrin heyecanı her gün biraz daha artardı. Şehrin bütün köylerinden merkeze gelinir, bir haftadan fazla gece ve gündüz şenlik yaşanırdı. Her mahallede kazan kaynar misafirlere yemekler ikram edilir, mahallelerin çeteleri diğer mahalleleri ziyaret ederdi. Heyecan 12 Şubat günü tören alanında zirveye çıkar, bütün şehir kurtuluşu kutlardı. Türk’ün namusuna sahip çıkışı demek olan Bayrak Olayı, Uzunoluk Hamamı çıkışında yaşananlar canlandırılır, bizler de heyecanla seyrederdik. Her sene aynı heyecanı yaşardık.

İlerleyen dönemlerde bunun ne anlama geldiğini daha iyi anladım. Bir dönem Maraş milletvekili de olan Mehmet Yusuf Özbaş da bu düşünceyle olsa gerek kitabının adını Dava – 1920 Maraşlı Fransız Harbi” koymuş. Dava, özgürlük davası. Dava, istiklal davası. Dava, vatan davası. Dava, tam da “Milleti yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” sözünün hayat bulmuş hâli…

GEÇMİŞ DEĞİŞİNCE

Kitabın girişinde “Önsöz - Okuyucu ile Hasbihâl” bölümünde üzerinde çok düşünülmesi gereken cümleler var.

Merhum Özbaş, “Herkesin duya duya ezberlemiş olduğu olayları ve kahramanlarını, yeniden anlatmaya gerek görmedim. Bu nedenle savaşın yöneticisi Arslan Bey. Abarabaşı Kilisesi’ne karşı Maraş’ın ileri karakolluğunu yapan Kişifli Camisi’nin yiğit hocası, Çerkez Yahya. Muallim Hayrullah. Çuhadar Ali ve Muharrem Bayazıt hakkında kitabımda geniş bilgi vermedim.” diyor.

Mehmet Yusuf Özbaş bir fikri ve davası olan değerli bir hukuk adamı büyüğümüzdü. Bunun içindir ki bu cümlelerdeki maksadını, “Harb’in mana yönünü ele alarak … Maraşlıyı ve Maraşlının davasını kendi davası bilen gönüllü yabancıları anlatmak istedim” diyerek açıklıyor.

Bu düşünceler, aynı zamanda, tarihe çok dikkat etmemizi işaret ediyor kanaatimce. Benim, değerli ağabeyim Prof. Dr. İskender Öksüz’den dinlediğim bir anekdot tam da bu kanaati destekliyor. Olay Sovyetler Birliği döneminde, Demirperde ülkelerinden Çekoslovakya’da geçer. Batılı tarihçi meslektaşlarına, Stalin döneminde bir toplantıda, “Gelecek, kesin. Geleceğin nasıl olacağını biliyoruz. Ama canına okuduğum geçmiş devamlı değişiyor.” der. Geçmişin değişmesi, bugünü ve dolayısıyla geleceği de değiştirecektir. Bu tehlikelidir.

BAYRAMLARDAN BİRİNDE

Dava’nın Hasbihal’ini okurken, aklıma kendi yaşadığım bir olay da geldi. Maraş Türk Ocağı Başkanı olduğum dönemlerdeydi. Kurtuluş Bayramı törenlerini tribünlerden seyrediyordum. Sıra Bayrak Olayına geldi. Her zamanki gibi kamyonlar üzerinde Ulu Cami ve Kale maketleri ortada durdu. Öğrenciler olayları canlandırıyordu.

Temsilî Ulu Cami’de hoca minbere çıktı. Temsilî hutbeyi okumaya başlamadan tören sunucusunun açıklamaları duyuldu. Duyduklarıma inanamamıştım. Minberdeki hocanın Sütçü İmam olduğunu söylüyordu. Arkasından da hoca, Kısakürek Mehmet Ali Bey’in hazırladığı “Beyanname”yi okumaya başladı. Bir kere daha şok olmuştum.

Canlandırılan Bayrak Olayıydı. Sütçü İmam Ulu Cami’de Rıdvan Hoca’nın yerine minbere çıkarılmıştı. Rıdvan Hoca’nın, Cuma namazı ve bağımsızlık ilişkisi üzerine yaptığı meşhur konuşması yerine Alem-i İslam’a hitap başlıklı beyanname okutulmuştu. Neresini düzeltirsiniz bilmem.

Törenin bitmesini iple çektim. Türk Ocağı olarak resmî yazıyla Valiliğe başvurduk. Yazı, mealen, tarihî olayları farklılaştırmadan ve kahramanlarını değiştirmeden, yapanlara ve olaylara sadık kalarak bugüne taşınması gerektiği yönündeydi. Dönemin valisiyle de görüşmüştüm. Niyetimiz şikâyet etmek değil, sadece, tarihe not düşmekti.

Beni sadece Vali Bey ve bir de dönemin İmam Hatip Lisesi Müdürü Faruk Özger Hoca anlamıştı. Rahmetli Faruk Hoca bana teşekkür de etmişti.

Yaşadığımı yazmaktan maksadım yine şikâyet değil. Bugünden olaylara bakınca masum ama özensiz hususların yansımaları ya da etkileri çok farklı olabildiğine işaret etmek.

BAYRAK OLAYINDAKİ FAZLALIK

Benzer bir durum da Bayrak olayında var. Malum, cuma günleri tatil olduğundan kaleye bayrak çekilir. Bayrak bağımsızlığı temsil eder. Fransızlar o perşembe akşamı kaleye Türk bayrağının çekilmesini engeller. Bir rivayet kalede hiç bayrak yoktur. Başka bir rivayet Fransız bayrağı çekilmiştir. Bizi kalede bayrağımızın yokluğu ilgilendiriyor elbette.

Bayrağımızın olmadığını ya da Fransız bayrağını gören Müdafaayı Hukukçular harekete geçerler. Kısakürek Mehmet Ali Bey Beyanname’yi kaleme alır ve oğluyla cami avlularındaki ağaçların gövdesine astırır. Halk da Ulu Cami’ye yönlendirilmiştir.

Hutbeye çıkan Rıdvan Hoca, “Cuma’nın farzlarından birisi de hür olmaktır. Kale’de bayrak yok. Bu şartlarda Cuma namazını kılmak caiz değildir” der. Ve sonra halk camiden kaleye doğru hücuma geçer ve Maraş Kalesi’ne şanlı bayrağımızı çekerler.

Olayın çok kısa özeti bu. Ancak Kahramanmaraş Büyükşehir Belediyesi’nin internet sayfasında farklı bir husus daha var. Sayfada, “Rıdvan Hoca’nın bu sözleri üzerine halk, orada bulunan Şeyh Ali Sezai Efendi’den bu hususta bir fetva istediler. Şeyh Ali Sezai Efendi’nin de Rıdvan Hoca ile aynı sözleri söylemesi üzerine cemaat harekete geçti.i” bilgisi yer alıyor.

Benzer bir husus Maraş Müdafaayı Hukuk Cemiyetinin kuruluşunda da görünüyor. Belediye’nin internet sitesinde, “Başkanlığına ise Serkomiser Arslan Bey seçildi. Aslan Bey’in askeri liderliğinde, Şeyh Ali Sezai Efendi’nin önderliğinde kurulan teşkilat kısa süre içerisinde Maraş’ın hemen her mahallesinde örgütlenmeye başladılar.ii” ifadeleri var.

Şeyh Ali Sezai Efendi’nin Müdafaayı Hukuk içinde yer aldığı doğru. Türk tarih Kurumu’ndan çıkan On Yıllık Harbin Kadrosuiii kitabında da ismi var. Hatuniye (Şekerli) Mahallesi’ni organize ve idare ettiğini yazıyor. Aynı bilgi Yaşar Akbıyıkiv ve Ahmet Eyicil’inv çalışmalarında da veriliyor.

Ali Sezai Efendi büyük bir kahraman. O gün Cuma namazında Ulu Cami’de olması da büyük ihtimal. Ancak böyle bir fetva istendiği bilgisine ve Müdafaayı Hukuk’un onun önderliğinde kurulduğu bilgisine okuduğum hiçbir kaynakta rastlamadım. Besim Atalay’da, Mehmet Yusuf Özbaş’ta, Celal Çoğalan’da, Akbıyık ve Eyicil’de ya da geçmiş Maraş il yıllıklarında olmayan bir bilgi. İnşallah gözümden kaçmış bir husustur ve Belediye bir hakkı teslim etmiştir demek isterim. Aksi takdirde bu eklemenin düzeltilmesi şarttır.

TARİH ŞUURU

Maraş’ta benim kuşağımda ayağında şalvar, üzerinde aba, kafasında keçe külah ve omuzunda poşu ile çete olmamış kişi hemen hemen yok gibidir. Hepimiz böyle bir fotoğrafı özenle saklarız.

Çete olup bayrama katılırken hep Maraş Harbi’nin kadın, erkek her yaştan yiğitleri, Dava’nın kahramanlarına benzemeye çalıştık. Kahramanlıklarına gıpta ettik. Çünkü onlar her yeni nesil için değişmeyen rol modeliydiler. Ben onlarla büyüdüm. Bizden öncekiler ve bizden sonra gelenler de onlarla büyüdüler. Çünkü kahramanların hepsi de Tanrı’nın zamana astığı Yedi Kandilli Süreyya gibi her baktığımızda gökyüzündeler.

Tarih şuuru bir millet için şarttır. Ama bu şart da bir şarta bağlıdır. Tarih, gerçeklerle ve değişmeyen geçmişle oluşur. Aksi hâlde gelecek tüyler ürpertici sonuçlara gebe kalacaktır.

Çete dedimse bugünkü anlamında değil elbette. Maraş’ta ve bölgede işgale karşı silahlı mücadele eden milis güçleri için kullanılır.

1-) Bayrak Olayı (Son erişim tarihi 20 Kasım 2024)

2-) Maraş Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin Kurulması ve İlk Çatışmalar (Son erişim tarihi 20 Kasım 2024)

3-) İsmet Görgülü, On Yıllık Harbin Kadrosu, s. 233-234, TTK Basımevi Ankara, 1993

4-) Maraş Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin Kuruluşu (Son erişim tarihi 20 Kasım 2024)

5-) Doç. Dr. Ahmet Eyicil, Maraş Savunması, (Son erişim tarihi 20 Kasım 2024)

16 Şubat 2025 Pazar

Travmatik toplum ve hafıza çarpıklığı Tarık Çelenk-16/02/2025

KARŞILIKLI HINÇ VE HAYRET

Ülkede gün geçtikçe kutuplaşma ve toplumsal makas açısı artmakta ve gerginleşmekte. Haklı olarak toplumun yarıya yakın bir kesimi mahalleye tüm olan bitene ilişkin içten veya açıktan bir vicdan ve adalet çağrısı yapmakta. Çağrıya muhatap olanların görmezlikleri, duymazlıkları yarı hayret yarı da hınç uyandırmakta. Muhatap mahalle ise olan biteni çok farklı algılamakta. Yaşanan kazalar ve tartışılan hukuk uygulamalarına ise geçmişe referansla “ötekileri” sorumlu tutulmakta. Hatta mahallenin üst sınıf eğitimli ve dış dünya görmüşleri de saflarını daha da sıklaştırmakta.

MUHAFAZAKARLARIN ÇOCUKLARI

Ülkede bir kısım aydın kesim de gelecek için en azından mahallenin yeni kuşağından ümitlidir. Onların rasyoneli yakalayacaklarından umutludurlar. Ancak onların kolektif bilinçte yaşadıkları 3 temel tarihsel travmayı da dikkatlerinden kaçırmaktadırlar. 28 Şubat’ta okuldan kovulan bugünün eğitimli 35-40 yaş kuşağının yaşananlara dolaysız duyarlılıklarında bu güdüsel mekanizmalar çalışmaktadır.

Sosyal medyada, deneyimli bir gazeteci arkadaşımın son gazeteci tutuklamalarını protesto eden paylaşımına esprili bir yanıt vermiştim. Cevabım şu oldu: “Bu derdi anlatmamız gereken muhataplar bizler değiliz. Ülkede % 40’a yakın bir kesim tüm bunlara duyarsız. Görmüyor, işitmiyor, aksine çok farklı algılıyor.” Bu kesimi, mahalledeki aktif bireyler olarak latifeli bir şekilde “hacı abiler ve ablalar” olarak tanımlamıştım.

Arkadaşımın verdiği cevap ise şu oldu: “Hacı abileri ancak Allah’a havale edebiliyoruz. Yapacak bir şey yok. Sandık demokrasisinin nasıl manipüle edildiğini onlara zaten anlatamayacağız. Onların çocuklarından umut var, onlardan yok.” Bu cevap gerçekçiydi. Ancak mahallenin genç kuşağı hakkında bu açıdan bakanlar ne kadar umutlu olabilir? Bu ayrı bir araştırma konusudur.

Bu konuya bir yönüyle “Beyaz Müslüman Kuşak Ne İş Yapar?” başlıklı yazımda da değinişmiştim. Çoğu sol-liberal aydın ya da psikiyatr, yeni mahalle kuşağının özellikle üst sınıf çocuklarının, 70’li yılların sol hareketlerinin burjuva çocukları gibi otoriteye başkaldırıp sorgulayanlar olabileceğini öngörmektedir. Ancak mahalleli genç kuşaktan bu sorgulamayı yapanlar oldukça azdır. Mahallede otoriteye başkaldıranlar genellikle İslami kimliklerini tamamen terk edenlerdir. Bu grup çoğunlukla iyi eğitim almış, yurt dışı deneyimi kazanmış ve meslekleri itibariyle kendi geçim alanlarını yaratabilen bireylerden oluşmaktadır.

28 Şubat travmasını yaşamış, ekonomik imkânları dolayısıyla yurt dışı eğitimi almış ve şu an yönetimde nitelikli pozisyonlarda çalışan nitelikli genç kuşak, kimliğini ancak Erdoğan gibi güçlü bir liderin korumasında güvende hissedebileceğini düşünmektedir. Aslında, ülkedeki diğer genç orta sınıf gibi onlar da yarın için kaygılıdırlar. Bir fırsat bulduklarında, kendilerini ya Batı’ya ya da batılı değerlerin yaşattığı zengin Körfez ülkelerine atma eğilimindedirler. Bu noktada iki faktör öne çıkmaktadır: Birincisi, post-Erdoğan döneminde 25 yıl öncesine dönülebileceğini öngörmeleri; ikincisi ise bugün itibariyle ülkenin adalet ve demokrasi sorunlarının, kendileri için de güvenli bir gelecek vadetmediğini düşünmeleri. Her iki durum da tipik travma sonrası bilişsel çelişkiye (“Cognitive Dissonance”) işaret etmektedir. Bu kuşak, son 25 yılın kültürel iktidar, adalet ve refah seviyesindeki sorunlarını tartışmayı tercih etmemektedir.

Mahallenin değerlerini koruyabilen genç kuşak ise yönetim habitatında, ailelerinin koruması altında sosyal ve ekonomik refah güvenliği ile yaşayan bireylerdir. Dış dünya gerçeklerine kapalıdırlar. Sanal duvarları kalındır; görmek istemediklerini görmez, işitmek istemediklerini işitmezler. Taşradan gelip cemaatler içinde yer alan ve kendi yetenekleriyle yurt dışında eğitim alan bireylerin ise mahallede ve değerlerinde kalma şansı oldukça düşüktür.

GEÇMİŞ İLE BAŞ EDEMEME

Bugüne veya düne dair sorunlarda ülkemiz insanında veya duygusal-kimlik mahallelerinde mutabakat sağlamak oldukça zordur. Aynı konularda farklı anlatılarımız vardır ancak hiçbirinde ortak bir çerçeve oluşturmak mümkün değildir. Abdülaziz veya Mithat Paşa’nın katlinden, Ermenilerin ölümüne veya Kürtlerin yaşadıklarını ispat travmalarına ve günümüzdeki otel yangını dolaylı katliamına kadar bu hep böyle sürüp gitmektedir.

93 Harbi, Balkan bozgunu, Yunan-Ermeni mezalimi, göçler, sürgünler, isim değiştirmeler, 15 Temmuz gibi iç ve dış travmalarımız saymakla bitmez. Peki, trajedileri nasıl karşılıyoruz? Toplumsal adalet eksikliğine neden duyarsızız? Atalarımızdan kalan acıları tarih, kültür ve sanat olarak işleyebiliyor muyuz? Bu sorular yukarıdaki örneklere dair temel meseleleri ortaya koymaktadır.X

Otel yangını ve deprem önlemlerindeki yetersizlikler, toplumda korunmadığımıza dair kaygıları ve hisleri derinleştirmiştir. Travma, insanın tarih, doğa, kendi ve toplumla olan ilişkilerini onarılamazsa bozar. Sadece hayatta kalma güdülerinin öne çıkması, kapalı bir zihin yapısını, öğrenmeye kapalılığı ve fanatizmi besler. Hayatta kalma mekanizması kutuplaşma dinamiğini sürekli tetiklemektedir.

Bu noktada, II. Dünya Savaşı sonrası insanlık tarihinin en büyük travmalarını atlatabilen Almanya ve Japonya örneği akla geliyor. Peki, biz neden Almanya ve Japonya gibi travmalarımızla yüzleşmiyoruz, yok sayıyoruz, çarpıtıyoruz veya erteliyoruz? Bunun temel nedeni, tarihte ve bugün yaşadığımız olaylara ilişkin gerçek bir anlatıyı istemememizdir. Bundan sorunları anlamaya değil ötelemeye yönelik tarihsel devlet bekası anlayışımızın veya alışkanlığımızın da büyük rolü vardır.

ORTAK HİKAYEYİ OLUŞTURAMAMAK

Gerçek bir anlatı veya yüzleşme gerçekleşmezse, baş etme mekanizması da oluşmaz. Bu da ülkedeki kutuplaşmış mahallelere kapanmış insanların yaptığı gibi görmeme veya duymama duvarlarını tercih etmeye yol açar. Bu durum bir kitlesel çaresizlik göstergesidir. Travmalardan kurtulmak için yasları doğru tutmak gerekir. Kültürel boyut, siyasal boyut kadar önemlidir. Ortak bir çerçevenin veya hikâyenin oluşmaması bu yüzleşme eksikliğinin sonucudur. Engellenen gerçekler, bundan sonraki travmalarla baş etme mekanizmalarını da zayıflatmaktadır.

Toplum, çözülemeyen travmalarını ve travmatik taraflarını mahalle veya eğitimli başörtülüler-erkekler örneğindeki gibi yok saymaya çalışmakta ve bunlara duyarsızlaşmaktadır. Toplumsal öğrenme yeteneğini kaybetmek, artık hatırlayamamak, anlamaya kendini tamamen kapatmak veya gerçekleri yüzeye çıkaramamak bu sürecin doğal sonucudur. Bu duyarsızlık, görmeme ve duymama halini sadece bir mahalleye veya iktidara yüklemek vicdani ve bilimsel olmayacaktır. Bu durum dar kapsamda duyarlı bir aydın camiası dışında tüm kesimler için geçerlidir. Toplumsal adalet duyarlılığının ortadan kaybolması, kurumların ve devletin yokluğu algısıyla eşdeğerdir.

UTANÇ FENOMENİ VE KİMLİK

Travmalar, ifade ettiğimiz gibi kopma sonucunu getirir. Gölgeler ve karanlık taraf artar. Kendi karanlık tarafımızı suçlamıyor, hep suçu ötekinde arıyoruz. Bu kopukluk, sürekli kendini tehdit hissinin egemen olmasını sağlar. Böylece, deprem veya millet olamama gibi gerçek tehditlere karşı duyarsızlaşma ve yeterli iradeyi ortaya koyamama durumu yaşanır. Öteki ile ilişki kurulamayınca, kültürde, sanatta ve refahta zenginleşme olmaz. Kimlik kombinasyonlarını görebilmekte karşılıklı acizleşmekteyiz.

Kitlesel olarak çözülmeyen travmalar, farklı mahallelerde utanç fenomeninin potansiyelini artırmaktadır. Suçu kabullenme kapasitemizin darlığı, bizi sürekli “biz haklıyız” tarafında tutmaktadır. Utancı ötekine veya başkasına yansıtmak genellikle inkâr, hınç, öfke ya da saldırganlık gibi tepkilerle ortaya çıkmaktadır. Bu da bireylerin veya grupların eleştiriyi reddetmesine, kutuplaşmaya veya komplo teorilerine yönelmesine yol açabilir. Nitekim, tarihte ve günümüzde yaşanan gerçek olaylarla ilgili utancı bastırmak için “ihanet” veya “dış güçler” söylemlerine başvurulduğunu sıklıkla gözlemlemekteyiz. Literatürde bizim gibi toplumların, kolektif onur kavramına daha fazla önem verdiği için politik utancın kimlik krizleriyle daha doğrudan bağlantılı olabileceği belirtilmektedir.

SONUÇ

Tarihsel devlet anlayışımız, kendini milletin hamisi olarak gören deneyimli unsurlar eliyle sorunların çözümünü anlamak, nitelikli yüzleşmek yerine ertelemeyi veya örtmeyi tercih ettikçe, toplumun fertlerinde kapsayıcı bir adalet duygusu hiçbir zaman güçlenmeyecektir. İrrasyonelleştikçe farkındalığımızı kaybediyoruz; düşünüyoruz ancak hissetmiyoruz, bakıyoruz ama görmüyoruz. Tepkisel ve kopuk bir yapıya dönüşüyoruz. “Travmatik toplum” işte budur.

Toplumun travmalarını çözebilmesi öncelikle devlet aklının kendi travmalarını sağlıklı bir şekilde çözebilmesine ve baş edebilmesine bağlıdır

14 Şubat 2025 Cuma

Türkiye’de siyaset ve “Fırsatçılık” ilişkisi Prof. Dr. İlhami Güler-14/02/2025

Son dönemlerde kiralarda, gıda ve emtia fiyatlarında enflasyonla orantılı olmayan bir artış yaşandı. Bunu, ev sahiplerinin ve esnafın “Fırsatçı”lığı olarak niteleyip ahlaksızlık olarak eleştirdik. Fırsatçılık özü itibari ile hakkaniyete uygun olmayan, fahiş fiyat artışı, kurnazlık, ne pahasına olursa olsun başarı, acımasızlık, “Acırsan, acınacak duruma düşersin” anlayışıdır. Fakat kimse, bu davranışın, bu kadar yaygınlaşmasının kaynağını sorgulamadı. Ben, bunun, Türkiye’de yirmi küsur yıldır yapılan siyaset tarzının, halka sirayeti olarak görüyorum. Gel ki halkımızın genetiğinde fırsatçılık biraz vardır: “Salla başını, al maaşını”, “Nerde beleş, orda yerleş.”, Bedava pekmez, baldan tatlıdır.” gibi deyimler, bu gerçeği ortaya koyar. Trafikte sürekli şerit değiştirmeyi itiyat haline getiren; mevsimlik fiyat indirimlerini “Vurgun” diye reklam yapan bir zihniyet, fırsatçıdır.

Kartalkaya otel yangınından sonra 400 TL olan yangın tüplerinin birden 700TL ye fırlaması, fırsatı “ganimet” e çevirme becerisidir. İcat çıkarma(S. Bayraktar örneğinde olduğu gibi), üretim, emek ve ticaret yerine; yağma-talan-ganimet kültüründen/itiyadından geliyor oluşumuzdan dolayı Belediyeciliği, imar ve inşaatı, şehirciliği, madenciliği “köşe dönme/ganimet” vesilesi yapmamızı doğuruyor.

Olayın doğru anlaşılması için, el an yapılan siyasetin genetiğini çözümlemek gerekir. Bunun için de yakın tarihe bakmamız gerekir Kültür Devrimi, tarihte çok az sayıda siyasetçinin ve ülkenin teşebbüs ettiği “skandal” düzeyinde bir eylemdir. Fransız Devrimi (Jakobenler), Çin(Mao)in kültür devrimi ve Rusya’nın (Lenin-Stalin) kültür devrimi. Bir de bizimki. Türk kültür devrimi, işlevi bitmiş bir çok kurumu tasfiye etme girişimi olduğu gibi; aynı zamanda halkın kurucu kimliğini oluşturan bazı dinsel değerlere (zülfiyare) dokunmuştur. Diğer devrimler neyse de; kimliğin kor unsurlarına ikna yolu ile değil de, zorla dokunmak, halkta doğal olarak bir içerleme-uçuklama doğurmuştur. Şapka giymediği gerekçesiyle bir âlimi asmak, aklın alacağı bir şey değildir. Devrimciler, başlangıçta kurdukları “İstiklal Mahkemeleri”, daha sonraki “Yassıada Yargılamaları” ve yaptıkları “Darbeler” ile muhaliflere “iç-düşman” muamelesi yapmışlardır.

Türkiye’nin tarihinde “Hukuk”, büyük ölçüde hakkaniyetin tezahürü değil; devrimcilerin ve onlardan rövanş almak isteyenlerin siyaset yapmak için aracı/aparatı/sopası/iti olmuştur: “Kanun/Kararname Devleti”. Oysa “Hukuk”, maşeri vicdanın kahir ekseriyetinin ikna olduğu, itminan bulduğu sığınaktır.

N. Fazıl Kısakürek, yazılarında ve şiirlerinde Devrimcilerin yaptıklarını “Müstevli”lerden daha beter olarak görüp onlara karşı “kin”ini canlı tutmayı önerir. Devrimcileri “Kubur fareleri” ne ve “Maymun”lara benzetir. Hasılı o da devrimcileri, muhafazakâr halk yığınlarına “iç-düşman” olarak lansa eder.

Türkiye’de Devrimin böylesine bir travmaya dönüşmesinin nedeni, yapılan değişikliklerin, devrimcilerin gözünde tümünün doğru, çağdaş, işlevsel ve ileri adımlar olduğu inancı; muhafazakârların nezdinde ise, devrimden önce var olan kavram, kurum ve geleneklerin (şeriat, tarikat, hilafet) tümünün doğru, iyi, olması gereken ve kutsal olduğu inancıydı. Her iki tarafın entelektüel ve aydınları, içinde bulundukları dogmatik kuyudan çıkıp veya kaleden inip; birbirleri ile müzakere ederek, ortak bir bileşen/sağduyu yaratamadılar.

Sayın Erdoğan, Necip Fazıl’ın sadık bir takipçisidir. Siyasi ideolojisini büyük ölçüde Necip Fazıl’ın fikir ve hamaseti oluşturur. Siyaset ise, Sünni gelenekte savaş, hile, (Harp, hiledir; siyaset, savaştır) kurnazlık, kumpas, pusu, takiyye, yalan… olarak görülür. “İlm-i siyaset”in anlamı “Hile”dir. Doğruyu doğrudan söylememe ve yapmamadır. Sünniliğin siyasal babası Muaviye, Makyavelli’nin önde gidenidir. Siyaset, uzun süredir böyle bir anlayış ve psikoloji ile yapılınca; bu durum, kendiliğinden vatandaşa sirayet eder. Zira ”Hal, sâridir.” Araplar, İranlılar veTürkiye toplumu, tarihsel-kültürel olarak öndere, hakana-kağana, padişaha, sultana büyüğe, imama bakar ve ona bağlıdır: “En-Nas, ala din-i mülukihim=İnsanlar, yöneticilerin dinine bağlıdır.” “Balık, baştan kokar”, “Başın sağolsun”, “Baş, başa bağlıdır; baş da Allah’a”, “İmam, bilmem ne yaparsa; cemaat da, bilmem ne yapar.” Siyaseti “fırsatçılık” olarak yapanlar, ekonomik alanda vatandaşın kendilerini yansılamasını eleştirme hakları yoktur.

İslami açıdan meseleye bakacak olursak, dış siyaset, toplumun güvenliğini sağlamak ve “Biz”im için kurulan tuzakları boşa çıkarmaktır. Başkalarını tuzağa düşürmek, saldırganlık, gasp, işgal ve sömürü haramdır. İç siyaset ise, toplumun refahını ve adaleti temin etmektir. Siyaset, “din dili” üzerinden değil; adalet, maslahat üzerine kurulur. Devletin dini adalettir. İçerde ve dışarda “Biz ve Öteki” ayrımı, iman-küfür üzerinden değil; adalet ve zulüm üzerinden kurulur. Rahmani siyaset, Rahman olan Allah’ın inanan ve inanmayan kullarına adaletle muamele ettiği gibi muamele eder. Hukuk ile siyaset arasında şöyle bir ayrım yapılabilir. Hukuk, Rahmaniliğin yeryüzünde tecellisidir. Siyasete gelince, elbette siyaset, zorunlu bir faaliyettir. Ancak dikkat edilmediği takdir de Şeytanlık ve Tağutluğa kolayca kayabilir. Hatta şeytan, bu işi “Allah” ile aldatarak yapar (31/33, 35/5, 57/14).

Demokrasilerde siyaset, “rekabet ve yarış” olarak icra edilirken; etnik, dinsel ve ideolojik toplumlarda “dost-düşman” ve “hain-vatansever” jargonları ile yürütülür. Türkiye, ikinciden birinciye henüz evirilemedi.

Vatandaşlık düzeyinde “Narin Cinayeti”, Sağlık sektöründe “Yeni Doğanlar Çetesi”, Turizm sektöründe “Kartalkaya Otel Yangını”, Siyasette “Sinan Ateş Cinayeti”… örnekleri Türkiye’de “fırsatçılık” olarak siyaset ve ekonominin geldiği yeri gösterir: İhmal, inkâr, inat, insafsızlık.

Sonuç olarak, -yeri geldiğinde- kendimiz ve biz aleyhine de olabilecek, hakkaniyete/hukuka/adalete dayalı yeni bir “Kendi” ve “Biz” oluşturamadığımız sürece, burnumuz pislikten çıkamayacak.

DEM Parti “barış ve demokratik çözüm” koşullarını açıkladı T24 Haber Merkezi/14 Şubat 2025

DEM Parti, Parti Meclisi (PM) sonuç bildirgesinde, “barış ve demokratik çözüm” koşullarını açıkladı. “Abdullah Öcalan’ın geliştirdiği çözüm perspektifi, Türkiye’nin demokratikleşmesi ve kalıcı barışın sağlanması açısından tarihsel bir fırsattır” denilen açıklamada, “DEM Parti barışın gerçek ve kalıcı olması için üzerine düşen tarihsel sorumluluğun bilincindedir” denildi.

Kürt sorununun demokratik çözümü, Türkiye’nin demokratikleşmesi, halklarımızın ve emekçilerin sorunları ve ortak geleceği üzerine kapsamlı değerlendirmelerde bulunulduğu belirtilen bildirgede, "Barışın, sadece bir siyasi karar değil, halkın mücadelesiyle toplumsallaşan ve kök salan bir süreç” tanımlaması yapıldı. Açıklamada, “İçinde bulunduğumuz kritik süreçte, barışın gerçek ve kalıcı olması için üzerimize düşen sorumluluğu yerine getirecek, halkların müzakere zeminini genişletecek ve barışı sadece siyasi aktörlerin değil, Türkiye halklarının ortak talebi haline getirmek için çalışacağız” ifadelerine yer verildi.

DEM Parti, Parti Meclisi sonuç bildirgesinin tamamı şöyle:

Parti Meclisimizi, sosyalizme olan sarsılmaz inancı, ezilen halkların özgürlüğü için verdiği mücadele ve Ortadoğu halklarının kaderlerini birbirine bağlama kararlılığıyla enternasyonalist dayanışmanın ve ortak mücadele ruhunun simgesi olan Bereket Kar şahsında, devrimci mücadelede yitirdiğimiz tüm yoldaşlarımıza ithaf ediyoruz.

12 Şubat 2025’te Ankara’da toplanan Parti Meclisimiz, Ortadoğu’da süregelen savaşlar, Suriye’deki gelişmeler, Kürt sorununun demokratik çözümü, Türkiye’nin demokratikleşmesi, halklarımızın ve emekçilerin sorunları ve ortak geleceği üzerine kapsamlı değerlendirmelerde bulunmuş; bu doğrultuda mücadele hattını netleştirerek yönelimlerini belirlemiştir.

Savaş, işgal ve sömürü politikalarına karşı halkların ortak direnişi

Dünyanın dört bir yanında savaş, yoksulluk ve adaletsizlik giderek derinleşirken, halkların barış içinde yaşama umudu her zamankinden daha büyük bir tehdit altındadır. Ortadoğu, emperyalist çıkarların, otoriter rejimlerin ve mezhepçi çatışmaların pençesinde bir savaş alanına çevrilmiştir.

Türkiye, İran, Irak ve Suriye’de Kürt halkının demokratik hakları bastırılmakta; halkların kendi kaderini tayin hakkı yok sayılmaktadır. Türkiye’deki iktidarın Kürt halkına yönelik saldırıları, sadece Kürt sorununun demokratik çözümünü değil, Türkiye’nin demokratikleşmesini de engelleyen bir çıkmaz yaratmaktadır.

Kuzey ve Doğu Suriye halklarının demokratik yönetim talebi başta Türkiye’nin askeri operasyonları ve müdahaleci politikaları olmak üzere çeşitli emperyal ve bölgesel aktörler tarafından tehdit edilmektedir. Türkiye’nin Rojava’ya yönelik müdahaleleri sadece Kürt halkının değil, Arapların, Ermenilerin, Türkmenlerin, Çerkeslerin; Süryanilerin, Alevilerin, Êzidîlerin, Dürzilerin ve tüm bölge halklarının ve inançların demokratik iradesini hedef almaktadır.

Suriye’de radikal cihadist grupların varlığı, İsrail’in Filistin ve Lübnan’a yönelik saldırıları, Filistinlilerin yurtlarından zorla çıkarılması ve işgalin derinleşmesi, Gazze’yi insansızlaştırma girişimi halkların geleceğini belirsiz kılmakta, insanlık vicdanında derin yaralar açmaktadır.

Savaşın kazananı yoktur; ancak halkların ortak mücadelesi ve dayanışması, barış ve özgürlüğün garantisidir. Tarih göstermiştir ki, barış talebi, mücadeleden vazgeçmek değil, mücadelenin daha güçlü ve yeni araçlarla, daha geniş bir toplumsal dayanışma ve örgütlenmeyle sürdürülmesidir.

Barışın ve demokratik çözümün ana ekseni: Birlikte eşit yaşam ve yeni bir toplumsal sözleşme

Türkiye’de Kürt sorunu, yıllardır inkar ve imha çerçevesinde ele alınmış ve güvenlikçi politikalarla çözümsüz bırakılmıştır. Bu politikalara karşı Kürtlerin haklı talep ve direnişleri devletin zor aygıtlarıyla bastırılmak istenmiştir. Çözümsüzlük ve şiddet politikalarına karşı barışı savunanlar baskı altına alınmış, halkın iradesi kayyımlarla gasp edilmiş, demokratik çözüm yolları tıkanmıştır. Oysa çözüm inkâr, imha, askeri operasyonlar ve tecrit politikalarında değil, halkların eşit ve özgür bir şekilde bir arada yaşayabileceği demokratik bir sistemde yatmaktadır.

Tam da bu noktada Sayın Abdullah Öcalan’ın geliştirdiği çözüm perspektifi, Türkiye’nin demokratikleşmesi ve kalıcı barışın sağlanması açısından tarihsel bir fırsattır. Sayın Öcalan’ın daha önce yaptığı barış çağrıları, Türkiye halklarında büyük bir umut yaratmıştır. Bugünkü çözüm tezleri ve demokratikleşmeye yönelik çağrıları da halklarımızın ortak geleceği için kritik bir dönüm noktası olacaktır. Bu bağlamda, barış ve demokratik çözümün ana konuları şunlardır:

Tecrit Politikalarına Son Verilmesi: Sayın Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılması, özgür çalışma koşullarının sağlanması, toplumun barış ve demokratikleşme sürecine dair gelişmeleri doğrudan öğrenmesi, onurlu bir barışın sağlanması açısından hayati bir öneme sahiptir.

Demokratik Yeni Bir Toplumsal Sözleşme: Kürt halkının demokratik ve siyasi haklarının anayasal güvence altına alınması sağlanmalı; Türkiye’de demokratikleşmenin önünü açacak çoğulcu ve katılımcı kapsamlı bir inşa süreci başlatılmalıdır.

Ortak Vatandaş Eşit Yaşam: Türkiye’de yaşayan herkes, eşit haklara sahip yurttaşlar olarak ortak bir geleceği birlikte inşa etme hakkına sahiptir. Kürtler, Türkler, Araplar, Ermeniler, Süryaniler, Romanlar; Sünniler, Aleviler, Êzidîler, Hristiyanlar, Museviler ve diğer tüm halklar, inançlar ve kimlikler hiçbir ayrımcılığa uğramadan, anadilinde eğitim ve kültürel haklar başta olmak üzere tüm demokratik haklara sahip olmalıdır.

Türkiye’nin Ortadoğu’da Savaş Yerine Diyalog ve Barış Politikalarını Benimsemesi: Bölgedeki tüm halklarla eşit ve barışçıl ilişkilere dayalı diplomasi geliştirilerek, başta Kürtler olmak üzere bölge halklarıyla ilişkiler savaş ve imha temelinde değil, demokratik müzakere çerçevesinde ele alınmalıdır.

Barış, adalet ve emek mücadelesi ayrılmazdır

Türkiye’de hukuksuzluk ve adaletsizlik sadece savaş politikalarıyla sınırlı değildir. İşçilerin ve emekçilerin hakları gasp edilmekte, kadınlar her gün erkek şiddetine maruz bırakılmakta, basın, haber alma, düşünce, ifade, örgütlenme özgürlüğüne müdahale edilmekte, seçme ve seçilme hakkı kayyımlarla gasp edilmekte, halkın iradesi siyasi hesaplarla şekillendirilen mahkeme kararlarıyla yok sayılmaktadır.

Barış, adalet ve emek mücadelesi iç içedir. İşçilerin, emekçilerin, kadınların, gençlerin ve ezilen halkların talepleri birbirinden ayrılamaz. Özgürlük ve eşitlik için verilen mücadele, aynı zamanda halkların barış içinde yaşama hakkı için verilen mücadeledir.

Barış talebini toplumsallaştırmak ve demokratik zeminde güçlendirmek zorunludur

Söz konusu karanlık tabloya rağmen, barış ve adalet mücadelesi verenler direnmeye devam ediyor.

İşçiler grevlerde haklarını savunuyor, kadınlar erkek şiddetine karşı sokakları terk etmiyor, halklar iradelerine sahip çıkıyor. Umut, bu ortak direnişin içinde filizleniyor.

Bugün en acil görevimiz, savaş ve sömürü düzenine karşı halkların ortak sesini büyütmek, barışı, emeği ve adaleti savunan mücadeleleri birleştirmektir. Savaşın, baskının ve sömürünün olmadığı bir dünyayı ancak dayanışma içinde ortak mücadeleyle yan yana durarak inşa edebiliriz.

Güvenmemiz gereken zemin, halklarımıza, mücadele pratiğimize ve toplumsal gücümüze dayanarak oluşturacağımız politik zemindir. Barış, sadece bir siyasi karar değil, halkın mücadelesiyle toplumsallaşan ve kök salan bir süreçtir. Barış, tüm toplumsal kesimleri; kadınları, emekçileri, gençleri, inanç gruplarını, ekoloji mücadelesi yürütenleri doğrudan ilgilendiren bir meseledir. Barış sürecini daraltmak, onu yalnızca belli bir kesimin meselesiymiş gibi göstermek, iktidarın bilinçli bir tercihidir. Bize düşen görev ise barışı toplumsal alanda ve demokratik zeminde derinleştirmektir.

DEM Parti barışın gerçek ve kalıcı olması için üzerine düşen tarihsel sorumluluğun bilincindedir

Partimiz diyalog, müzakere ve çözüm ilkesini esas alan bir partidir. Dün olduğu gibi bugün de halklarımızın barış içinde, eşit yurttaşlık temelinde, ortak bir yaşam inşa etmesini her zaman savunmuş, savunmaya devam edecektir.

Barışın, diyaloğun ve demokratik çözümün teminatı DEM Partidir. Bugüne kadar 43 merkezde binlerce kişinin katılımıyla gerçekleştirdiğimiz “Toplumsal Barış ve Özgürlük Buluşmaları” ile üç büyük kentte gerçekleştirdiğimiz on binlerce kişinin dahil olduğu “Özgürlük İçin Barış” mitingleri halkların barış özlemini açığa çıkarmış ve demokratik çözüm arayışına olan inancı pekiştirmiştir. Halk toplantıları halklarımızın barışa inancının, özleminin ve isteğinin ne kadar güçlü olduğunu bir kez daha göstermiştir.

Tüm bunlardan hareketle, tarihsel olarak üstlendiğimiz misyon gereği, çatışma ve çözümsüzlük siyasetinin karşısında durarak barış talebinin toplumsallaşması ve halkların demokratik iradesinin güçlenmesi için daha fazla mücadele edeceğiz.

İçinde bulunduğumuz kritik süreçte, barışın gerçek ve kalıcı olması için üzerimize düşen sorumluluğu yerine getirecek, halkların müzakere zeminini genişletecek ve barışı sadece siyasi aktörlerin değil, Türkiye halklarının ortak talebi haline getirmek için çalışacağız.

Baskıya karşı direnişi, savaşa karşı barışı, sömürüye karşı emeğin gücünü büyüteceğiz. Adil, demokratik ve onurlu bir barışı halklarımızın ortak iradesiyle mutlaka inşa edeceğiz. Kazanacağız, mutlaka kazanacağız! 

10 Şubat 2025 Pazartesi

Devrim ve darbe hukukundan iltisaka Abbas Bilgili-10/02/2025

Milattan önce 431-354 yılları arasında yaşayan antik Yunanlı yazar Ksenophon, demokrasiye pek de olumlu bakmıyordu. Sparta’nın sert, disiplinli ve savaşçı düzenine övgüler dizerken, Atina demokrasisine mesafeli duruyordu. Önemli değişiklik için “demokrasinin bir kısmının ortadan kaldırılması”ndan bahsediyordu. Ona göre “Yönetimi daha iyi bir hâle getirmek için pek çok yol vardır. Fakat demokrasinin varlığını sürdürdüğü bir ortamda, daha iyi bir yönetime ulaşmanın yolunu bulmak kolay değildir. Daha önce de söylediğim gibi, ufak tefek eklemeler ve çıkarmalar dışında.” Onun “daha iyi yönetim” dediği, Sparta’nın demokrasiden uzak ve sert yönetimi idi ve ona erişmek için de “ufak tefek eklemeler ve çıkarmalar” yapılmalıydı!

Ksenophon’un bu görüşü, demokrasiyi içselleştirmiş kişiler açısından elbette kabul edilebilir değil. Sertlik yanlısı olmak, demokrasiden taviz vermek ve duruma göre demokrasiden vazgeçmek anlamına dahi gelebilir. Normal işleyiş sürecinde demokrasiyi zedeleyecek sert tavra ihtiyaç olmaz. İhtilâl (devrim), savaş gibi olağanüstü dönemlerde normal dönemin kurallarıyla hareket etmenin zafiyet getireceği de biliniyor. Nitekim olağanüstü dönemlerde ülkenin zafiyete uğramaması için hukuk içinde bazı uygulamalar anayasal düzen içinde yerini almıştır. Sıkıyönetim, OHAL gibi uygulamaları bu bağlamda kabul etmek gerekir. Bu tip uygulamalar sürekli değil, geçicidir, esasen süreklilik kazanması halinde demokrasinin varlığı tartışmalı duruma gelir.

Olağanüstü dönemlerdeki bu tür geçici uygulamaları hukukla sınırlandırma aşamasına gelinceye kadar çok maceralar yaşadığı biliniyor. Hukukun bir kenara bırakıldığı ya da görmezden gelindiği devrim ve darbe dönemlerine göz atmakta yarar var.

FRANSIZ DEVRİMİ’NDE HERKES ŞÜPHELİYDİ

Önce 1789 Fransız Devrimi’nin “terör dönemi” uygulamasına bakalım:

Fransız Devrimi’nin “Terör Dönemi”nde kurulan Devrim Mahkemesi terör estirirken, bu teröre yasal (!) zemin oluşturan 17 Eylül 1793 tarihli Şüpheliler Yasası çıkarılmıştı. Yasanın ilk maddesi tüm şüphelilerin tutuklanacağını söylüyordu. Özgürlük düşmanları, kamu görevlerinden uzaklaştırılmış olanlar, makbul yurttaş sertifikası alamamış olanalar, devrime karşı çıkmış olan soylular, gelir kaynağını kanıtlayamayanlar, ülkeden kaçmış göçmenler şüpheli sayılıyordu. Herkes kolayca bu yasanın kapsamına girdirilebilirdi. İnsanlar suç işlediği için değil, suç işleyebileceği için tutuklanıyordu. Macera romanlarının yazarı Jules Verne’nin Chanteleine Kontu romanı Fransız Devrimi dönemiyle ilgili olup, Şüpheliler Yasası’nın kısa metnini verdikten sonra “Bu korkunç maddenin kapsamına doğrudan veya dolaylı olarak girmeyecek kimse yoktu” diyor. Fransız Devrimi’nin terör döneminde baş aktör jakobenlerdi. Jakobenler ise radikal tutumları ile biliniyordu. Binlerce kişinin kafası giyotinle kesildi. Önce kendi içlerindeki ılımlı denilen devrim önderleri giyotine gitti, arkasından radikallerin başı Robespierre dahi kafasını kurtaramadı. Siyaset bilimci Jean Touchard jakobenliğin “vatan tehlikede” ideolojisi olduğunu belirtiyor. Bu durum, bizdeki “Mevzubahis vatansa gerisi teferruat” sözünü hatırlatıyor. “Vatan tehlikede” diyerek herkesi şüpheli duruma getiren marazî düşünce esasen darbe dönemlerinde hemen her yerde ve bu bağlamda Türkiye’de karşımıza çıkan bir olgudur.

YASSIADA’DA SANIKLARIN ZİHNİYETİNE BAKILDI

27 Mayıs 1960 Askeri Darbe sonrasında oluşturulan Yassıada Mahkemesi hakkında çok şey söylenebilir. Yassıada zabıtlarından iki küçük alıntı yapmak istiyorum. Savcının ve yargıcın duruşma anında ağızlarından çıkan bu cümleleri zabıtlarda geçiyor.

Normal bir ceza mahkemesinde savcı sanıkların lehine olan delilleri de toplamak durumundayken, Yassıada savcısı Altay Ömer Egesel’in önyargılı tutumu gözlerden kaçmadığı gibi, kendisinin konuşma ve davranışları da her şeyi açıkça gösteriyordu. Kendisinin 1954 yılında Balıkesir’den DP milletvekili adayı olmak istemesinin duruşmada hatırlatılması üzerine verdiği cevapta, savcıda hiç olmaması gereken özelliğini itiraf etmiştir. Mahkeme zabıtlarına geçen cümlesi “Vazifem; sanıkların zihniyetinden bahsederek adaletin tecellisine hizmet etmektir” şeklindedir. Fransa’nın Nobel ödüllü yazarı Anatole France Tanrılar Susamışlardı isimli romanında Fransız Devrim Mahkemesi yargıçları için “Sanıkların düşüncelerini araştırmakla yetiniyorlardı. Bir insanın onlardan başka türlü düşündüğü halde, yine de iyi ve suçsuz olabileceğini kabul edemiyorlardı” diyor. Bir yargıç veya savcı düşünün ki, sanıkların yaptıkları eylem üzerinde yoğunlaşması ve yapılan eylemin suç olup olmadığı üzerinde durması gerekirken, sanıkların zihniyetinden, düşüncesinden hareket ederek suçlu tespiti yapmaktadır. Zihniyet insanın iç dünyasıdır ve niyet okumak üzerinden suçlu tespiti yapmanın hukukta yerinin olmadığını hukukçu olmayanlar dahi bilir.

Yassıada Mahkemesi Başkanı yargıç Salim Başol da sarf ettiği cümlelerle, sanıkların somut eylemleri üzerinden değil, “bir devrin muhasebesini yapıyoruz” gibi tamamen siyasi ve soyut cümlelerle hareket ettiğini göstermiştir. Yassıada’da görülen davaların birinde bazı çingeneler de tutuklanmış ve yargılanıyordu. O zaman “çingene” yerine “kıpti” kelimesi kullanılıyordu. Davanın, sanığın çingene olmasıyla hiçbir ilgisi yok iken, sanığa “Sen Kıpti misin?” diye sormuş ve buna tepki gösteren sanık “Ben de bana bu sözü isnad edenlerin hepsi kadar Müslümanım” demişti. Bu defa Salim Başol, “Müslümanlık başka, kıpti imişsin, tipin de biraz gösteriyor” demişti. Bu cümleler mahkeme zabıtlarında aynen mevcut. Davayla hiç ilgisi olmadığı halde, sanığın çingene olup olmadığını sorması ve “tipin de çingeneyi andırıyor” demesi bu mahkemenin savcısının da yargıcının da sanığa bakış açısını gösteren ilginç örnekler.

Sanığın zihniyetinden hareket etmek, bir devri yargılıyoruz gibi hukukla ilgisiz siyasi suçlayıcı cümleler kurmak, sanığın tipinden ve çingeneliğinden hareketle aşağılayıcı tavır almak normal bir hukuk düzeninde rastlanacak şeyler değil. Böyle bir yargıda “Şüpheliler Yasası”nda olduğu gibi herkesi suçlamak mümkün.

Fransız Devrim Mahkemesi ve Yassıada Mahkemesi’nden günümüze doğru gelecek olursak, sıklıkla kullanılan “iltisak” kavramı ile karşılaşırız. Ceza hukukumuzda olmayan bu kavram 15 Temmuz 2016’daki darbe girişiminden sonra KHK ile hukukumuza sokuldu. Ancak bu kelimenin, sözlük anlamının dışında bir anlamla dolaşıma sokulduğu da bir hakikat.

Yassıada Başsavcısının “Sanıkların zihniyetinden bahsederek adaletin tecellisine hizmet ediyorum” cümlesinin bulunduğu orijinal zabıt

İLTİSAKIN SÖZLÜKTEKİ SERÜVENİ

Dil biliminin uzman ismi Muharrem Ergin’in kontrolünden, Yılmaz Öztuna gibi titiz bir entelektüelin redaksiyonundan geçmiş olan Hayat Büyük Türk Sözlüğü’nde iltisak kelimesinin anlamı, “yapışma, birleşeme, kavuşma, bitişme” olarak yazılmış. Aynı sözlükte, “İki demiryolu hattının iltisakı”, “İltisâk-ı ecfân: Göz kapaklarının yapışması” gibi kullanım örnekleri de verilmiş. Püsküllüoğlu Türkçe Sözlük’te “yapışma” olarak geçiyor. Ferit Develioğlu Lügatı’nda (2023, 36. Basım) “bitişme, kavuşma, yapışma, birleşme” deniyor. Ancak Türk Dil Kurumu’nun Türkçe Sözlük’ünde ilginç bir gelişme olduğu görünüyor, 2011 yılındaki 11. Baskıdaki anlamı bahsettiğimiz diğer sözlüklerdeki gibi “kavuşma, bitişme, birleşme” iken, 2023 yılındaki 12. baskıda iltisakın anlamı genişletilerek, anlamlar numaralandırılmış; “1) Bağlantılı olma, 2) Birbirine yapışma, birbirine bitişme, 3) Zararlı yapılarla kurulan örgütsel ilişki ve bağlantı” şeklinde açıklanmış. Görüldüğü üzere, daha önceden “bağlantı” hiç kullanılmazken, bu defa hem “bağlantı” vurgulanmış ve hem de “zararlı örgütlerle ilişki ve bağlantı” eklenmiş. Belli ki, iltisak kelimesi gerçek anlamından habersiz bir şekilde KHK ile hukukumuza yamanmış, ancak bunun eğreti durduğu fark edilince de kelimeden vazgeçmek yerine sözlüğe yeni anlamlar ilave edilmiş. Şüpheliler Yasası gibi kullanışlı bir kavram olan “iltisak” kelimesini gerçek anlamı ile rahat bırakmak yerine, kelimeye zorlamayla anlam yüklenmiş ve bunun için de Türk Dili’nin sözlüğünün değiştirilmesi tercih edilmiş.

İltisak kavramı bundan böyle Fransız Devrim Mahkemesi’nin uyguladığı yasa olan Şüpheliler Yasası gibi, herkesi şüpheli göstermeye müsait bir kavram olarak kullanıldı ve kullanılmaya devam ediyor. Ceza hukukumuzda olmayan kavram KHK ile hukukumuza yamanmış ve kötüye kullanılmıştır. İşten atmalar, tutuklamalar, belediye başkanlarını görevden almaların bugünkü hukuktaki (!) gerekçesi iltisaktır.

AKLA ZİYAN GÖZALTILAR VE TUTUKLAMALAR

Herkesi şüpheli gösteremeye müsait iltisak kavramı çerçevesindeki hukuksuzluklar, darbe dönemi ürünleridir. Darbe ürünü arızalı hukuk cambazlıklarının normal dönemde de devam ediyor olması, demokrasimizin kalitesizliğini ve hukukun yerlerde süründüğünü gösteriyor. Bu durum, ülke insanını darbe dönemi atmosferine mahkum etmek anlamına gelir. Adalet Bakanlığı istatistiklerinde savcılıklara intikal eden “şüpheli” sayısı bir gösterge olabileceği gibi, uluslararası endekslerde ülkemizin yerinin neresi olduğu da ciddiye alınması gereken durumdur. Gerek yolsuzluk ve gerekse hukukun üstünlüğü endeksinde son yıllarda giderek arka sıralarda kendimize yer bulabildiğimiz dikkate alınacak olursa, “iltisak”ın bizi nerelere savurduğu daha iyi anlaşılır. Mevcut hukuk pratiği, memleketimizi şüpheliler ülkesi haline getirmiştir. Sabahın köründe evlere baskınlar düzenlemek, yıllar öncesinin Gezi Vak’ası ile “iltisak”landırılarak bazı gazeteciler ve sanatçılarla ilgili akla ziyan gözaltılar bu ülkenin hukuku hakkında yeteri kadar fikir veriyor. Bugün yargının tarafsız ve bağımsız olduğu beyan edildiğinde insanlar acı acı gülümsüyor. İktidar tarafından dillendirilen bu söylem fanatik taraftarlar dışında kimseyi tatmin etmiyor.

6 Şubat 2025 Perşembe

DUA NEDİR? Mehmet Hayri Kırbaşoğlu

Dua kalbin Allah ile konuşmasıdır (Ahir Zaman İlmihali, s. 190)

Dua dilin değil kalbin işidir (Ahir Zaman İlmihali, s. 190)

Dua bir istek değil bir oluştur (Ahir Zaman İlmihali, s. 190)

Duanın işlevi Tanrı’yı göreve davet etmek değil, dua eden bireyin ve toplumun tabiatını değiştirmektir (Kierkegaard’dan uyarlama)

Dua eylem içindir, eylemden ayrılmaz. Amel/eylem olmadan hiçbir dua kabul olmaz (Ahir Zaman İlmihali, s. 190) “[Mabetler] benim dua evim olacaktır diye yazılmıştır ama siz burayı haydut inine çevirdiniz” diyen Hz. İsa’nın eleştirisi bugün İslam dünyası için fazlasıyla geçerlidir (Ahir Zaman İlmihali, s. 187)

Dünyayı değiştirecek olan dua değil eylemdir (Aliya İzzetbegoviç) Şiddeti dua ederek durduramazsınız (Malcolm X)

 DUALARIMIZ MANİFESTO OLSUN! Allah’ım “Zalimlerden başkasına düşmanlık etmek yoktur” (2, el-Bakara, 193) ayetinde bizlere çizdiğin yoldan asla ayrılmamayı nasip eyle.

«Kardeşin zalim de, mazlum da olsa ona yardım et.» dediğinde “Ya Rasûlallah! Kardeşim mazlumsa ona yardım edeyim de, peki zalimse ona nasıl olur da edilir?” diyene «Kardeşini zulümden alıkoyar, zulmüne engel olursun ki bu ona yardım etmek demektir.» diyen Peygamberimizin izinden gitmeyi bizlere hayat düsturu eyle.

“Zalimlere isyan etmek, Tanrıya itaat etmektir.” diyen Jefferson bilincini Müslümanlara da nasip eyle. “En büyük facia, zor ve zorbalığın, takva ve kutsallık elbisesini giydiği zamandır.” diyen "Zulmeden bir dindardan daha kötüsü, 'zalim bizden' diye susan dindardır” diyen Ali Şeriati dürüstlüğünü İslam dünyasında egemen kıl ya Rabbi. Allah’ım bize “Zulüm bizdense ben bizden değilim” diyen Rachel Corie’lerin vicdan, ahlak ve namusunu nasip eyle.

“…vicdan kaskatı olunca dini neyin üzerine inşa edeceksiniz?” diyen Kant’ın vicdan aşkını bizlere de ilham eyle Allah’ım.

“Düşünme itaat et” diyenlere değil, “Düşün, sor, sorgula” diyen Ali Şeriati’ye kulak kesilmeyi lütfeyle. “Allah Rasulü, kıl değil akıl bıraktı! Kitabı aklı ve akıl etmeyi bıraktık Kıla, sakala, cübbeye kutsiyet atfeder olduk. İslam ümmeti, hikayeler içinde boğuldu gitti. Hakikat, efsaneler içinde kayboldu gitti. " diyerek atalar dini anlayışına karşı bizi şiddetle sarsan Muhammed İkbal’ler nasip eyle bize Allah’ım.

“…Biz bu dünyadan nereye göçelim, yâ Muhammed? Yeryüzünde riya, inkar, hıyanet altın devrini yaşıyor. Ebu Leheb ölmedi yâ Muhammed, Ebu Cehil kıt’alar dolaşıyor” diyen Arif Nihat Asya irfanı nasip eyle bizlere Allah’ım.

“Her namazın sonunda tekrarladığımız “(Selam)Barış bizim ve Allah’ın erdemli kullarının üzerine olsun” diyerek daima salih dürüst namuslu samimi erdemli olanların safında yer alma görev ve sorumluluğumuzu bizlere unutturma Allah’ım.

“İyilik senin yanında kötülük yapılmamasıdır” diyen Nurettin Topçu’nun yolunu yol edinmeyi nasip eyle Allah’ım

“Ey Muaviye! Sarayı kendi paranla yaptırdıysan israf, Halkın parasıyla yaptırdıysan haramdır, ihanettir ! diyen Ebu Zerr el-Ğıfari’lerin ve “Tek hurmayla beslenen peygamber” ve “yamalı cübbe giyen Ömer” hikayeleriyle halkı kandırıp, kendileri için saray ve villalar inşa ettiler.” diyen Ali Şeriati gibi eleştiri ve muhalefet pirlerinin muhteşem vicdanlarına kulak vermeyi hepimize lütfet Allah’ım.

“Benim için yeryüzünde iyi, doğru, güzel ne varsa hepsinin diğer adı İslam’dır” diyen Aliya’nın derin ve kuşatıcı vicdanını bizlere rehber eyle. Kitleleri kutuplaştırarak farklılıkları şeytanlaştıranlara karşı “Tevhid aynı inancı paylaşanların bir arada yaşaması değil, farklı inancı paylaşanların adaletle bir arada yaşamasıdır” diyen Aliya’nın feraset ve basiretini hepimize nasip eyle.

“Senin inandığın din yalnızca seni kurtaran bir dindir, ben ise insanlığı kurtaracak uğrunda feda olacağım bir dinin peşindeyim. Bu dünyada bir işe yaramayan din, öteki dünyada hiçbir işe yaramayacaktır” diyen Ali Şeriati’nin dine bakışını özümsemeyi bizlere bahşet.

Yeryüzünün sorunlarının çözümüne katkıda bulunmayan donuk, işlevsiz bir tanrı tasavvurunu eleştiren Hasan Hanefi’nin “Kritik bizzat Allah'ın kendisine değil, O'nun donuklaşmış imajlarına yöneltilmiştir. Her devrin bir teolojisi vardır…. Şunu söyleyebiliriz: Allah, insana daha fazla saygı göstermemiz için insan [demek]tir, zira zamanımızda insanı hor görme, mutsuzluklarımızdan birisi olmuştur. Allah, halkın imanına sahip olabilmemiz için halk [demek]tir, zira halkı hor görme, hala bizi mutsuz kılan faktörlerden birisidir. Allah tarih içinde oynadığımız rolü ortaya çıkarabilmemiz ve kalkınmanın hangi aşamasında olduğumuzu bilmemiz için, tarih [demek]tir. Tarihi boyutun yokluğu, eski kültürümüzün karakteristik bir özelliğidir. Hürriyetimizi elde edebilmemiz için Allah hürriyet [demek]tir. Fikir hürriyeti bizim arzuladığımız bir şeydir. İşgal edilmiş topraklarımızı kurtarmak için Allah toprak [demek]tir. Zira biz eski ve yeni tip sömürgecilik ve emperyalizmden dolayı acı çekmekteyiz. Yiyebilmemiz için Allah ekmek [demek]tir, zira kötü beslenme, açlık vs. gibi diğer durumlardan dolayı acı çekiyoruz. Allah bizi harekete sevk eden insan, halk, tarih, hürriyet, toprak, ekmek vs. gibi bizde en candan olan şey[demek]dir.

Allah, bir arzu olarak arzuladığımız şey, hürriyet, demokrasi, ilerleme, kalkınma… [demek]tir. ”; “Kalkınmakta olan halk için Allah, birlik ve kalkınmadır. Hürriyetini elde etmek için savaş halinde olan halk için Allah, hürriyet ve gücün iradesidir.” dediği gibi, Allah’ın iradesinin yeryüzünde tecellisini dinin temel amacı olarak görebilmeyi nasip eyle.

“Sonradan ilahi adaleti göklere çıkardılar ki, yeryüzünde ondan söz edilmesin” diyen Ali Şeriati’nin yeryüzü adaleti tutkusunu içimizden eksik eyleme.

“Allah kafir de olsa adil devlete yardım eder, Müslüman da olsa zalim devlete yardım etmez” diyen İbn Teymiyye gibi adaleti dininin merkezine koyan ilim insanları nasip eyle bizlere ya Rabbi. Ormanları talan ederek yok ederek kuraklığa yol açıp sonra da yağmur duasına çıkanlardan değil, yağmur duasını ağaç dikerek ormanları koruyarak çoğaltarak yapanlardan eyle bizi Allah’ım.

“Helalin adı kaldı gören yok, haram kapışıldı doyan yok” diyen Yusuf Has Hacip erdemini bizlere de bahşeyle. Yoksulları sürekli yardım edilmesi gereken zavallılar gibi gören sadaka kültürünü aşamayanlardan değil, Victor Hugo gibi, yoksulluğu ortadan kaldırmaya azmetmiş sosyal hak ve adalet ideali peşinde koşanlardan eyle bizi Allah’ım.

“Yoksulluğu bitirmek hayır işi değildir, adalettir” diyen Nelson Mandela’nın muhteşem sosyal adalet bilincini hepimize aşıla Allah’ım.

“Özgürlük için gökyüzünü satın almanıza gerek yok, ruhunuzu satmayın yeter” diyen Nelson Mandela’yı bizlere rehber eyle Allah’ım “Önemli olan insanın neye inandığı değil, inandığı şeyin onu ne hale getirdiğidir” diyen Lichtenberg’e “Önemli olan bir adamın imanı hakkında neler söylediği değil, aksine bu imanın o adamı ne yaptığı, ne hale getirdiğidir” diyen Roger Garaudy’ye daima kulak vermeyi nasip eyle.

“Geleceğimizi geçmişimizde aramayacağız. Kin ve intikam peşinde koşmayacağız” diyerek rövanşizm kapılarını sıkı sıkıya kapatan Aliya İzzetbegoviç’e sadık kalmayı nasip eyle.

“Diktatörlük günahı yasaklasa bile ahlaksızdır. Demokrasi ona izin verse bile ahlaklıdır. Ahlakilik özgürlükten ayrılmaz. Ancak hür fiil ahlakidir” diyen Aliya İzzetbegoviç yolundan gitmeyi lütfeyle Allah’ım.

“Tanrıyı övüp ceplerini doldurdular” diyen George Orwell ve “İktidar bozar yozlaştırır, mutlak iktidar mutlaka yozlaştırıp bozar” diyen Lord Acton’daki ahlaki eleştiri çıtasını ve daha fazlasını bizlere de nasip eyle

Allah’ım. “Amaçları riyaset (iktidarı ele geçirmek) ve din tacirliğidir. Oysa kendileri dinden yoksundur. Çünkü bir şeyin ticaretini yapan onu satar. Sattığı ise artık kendisinin değildir. Kim din tacirliği yaparsa onun dini yoktur” diyen el-Kindi’yi ülkemizde ve İslam dünyasında haklı çıkarmamak için gecemizi gündüzümüze katmayı hepimize nasip eyle.

“Bir memlekette namuslular namussuzlar kadar cesur olmadıkça o memlekete kurtuluş yoktur” diyen İsmet İnönü’ye kulak vermeyi ve cesur namuslular olmayı bizlere nasip eyle.

“Bir politikacı politikayı bıraktığında başladığından daha fakir bırakmalıdır” diyen (Atina’lı hatip ve politikacı) Sokrates’in bu muhteşem erdemli yönetici tanımını bütün yöneticilerimizin ve politikacılarımızın benlik ve kişiliklerinin ayrılmaz bir parçası eyle ya Rabbi.

"İktidara gelirseniz, hal ve hareketlerinize dikkat edin. Kibirli olmayın, kendini beğenmişlik etmeyin. Size ait olmayan şeyleri almayın, güçsüzlere yardım edin ve ahlak kurallarına uyun. Unutmayın ki sonsuz iktidar yoktur. Her iktidar geçicidir ve herkes, er veya geç, önce milletin ve nihayet Allah'ın önünde hesap verecektir "diyen Aliya İzzetbegoviç şuurunu ve zihniyetini rehber edinmeyi ve toplumlarımızda egemen kılmayı bizlere nasip eyle Allah’ım.

4 Şubat 2025 Salı

TÜRK MÜSLÜMANLIĞININ TARİHİ KÖKENLERİ Saadettin Merdin

Anadolu İslamı nasıl oluştu?

Anadolu İslamı dediğimiz İslam’ın (Türk-İslam yorumunun) kaynağı Türklerin İslam öncesi mistik inançlarına kadar uzanır. Türklerin hem İslam öncesi, hem de İslamlaşma devri hem çok uzundur ve hem bir o kadar da karanlıktır. Öyle Türkler Talas savaşından sonra topluca Müslüman oldular diye anlatılanlar gerçek dışıdır.

İSLAM ÖNCESİ MAVERAÜNNEHİR'DEKİ DİNİ YAPI

Klasik kaynaklara baktığımızda Türklerin putperest, Mecusî, Şamanist olduğu görülecektir.. Örneğin; Uygur Türkleri Budisttir. Müslümanlar için Mekke ne ise, Belh’de Mecusiler için aynı şeydir. Türklerin İslam öncesi dahil oldukları ikinci din Maniheizmdir. Maniheizm gnostik bir din olduğu için Şamanist ve Budist Türkler tarafından kabul edilmesi kolay olmuştur. Hazar Türkleri Yahudidir. Buna rağmen bölgedeki bu kadar dini çeşitliliğe rağmen bu dinlerin mensupları arasında dini nedenlerle savaşlar olmamıştır. İnsanlar birbirlerinin dini inançlarına tolerans göstermişlerdir. Bunda Şamanizm’in siyasi, hukuki hedeflerinin olmaması daha çok manevi/vicdani bir doktrin olmasının da rolü vardır.

Göçebe Türkler hangi dine girerlerse girsinler Şamanist adetlerini ve dini nazariyelerini muhafaza etmişlerdir. Şamanizm daima merkezî konumunu muhafaza etmiştir. Şamanizmin İslam öncesi ve kısmen de İslam sonrası devam eden üç kültü şunlardır.

a) Atalar kültü, Ecdadın ruhlarından yardım isteme inancı, onlara aşırı hürmet.

b) Tabiatın esrarlı güçlerle (cinler ve ruhlarla) dolu olduğuna olan inanç, tabiat kültü, cin ve ruhlardan istimdat,

c) Gök Tanrı kültü.

İslam öncesi Türkler, özellikle Uygurlar Budist idiler. Aslında Şamanizm ve Budizm o kadar iç içe geçmiştir ki, birbirinden ayırmak mümkün değildir. Kaşgarlı Mahmud’a göre Uygurlar putperesttir. Sebebi büyü ilmini öğrenmeleridir. Cüveynî’ye göre ise; bunların akideleri ve mezhepleri muhtelif ise de, umumiyetle bunlarda hulul (tanrının insan şeklinde görünmesi) itikadı hakimdir.

İslamiyet bölgeye girdiği sıralarda Türklerin hangi dine mensup olduğuna dair, herhangi bir dine öncelik vermek zordur. Örneğin Kuteybe b. Müslim Maveraünnehir’i fethettiği zaman ona en şiddetli mukavemeti Mecusî aşiretler göstermiştir. Buhara bu yıllarda Mecusiliğin dini ve kültürel merkezi konumundaydı. Bir diğer din Budizm idi. Budistlerin viharaları (manastırları) medreseye dönüştürülmüş, Budist mabetleri de camiye. Kısaca bölgede dinler iç içe geçmiş, birbirlerinden çok şeyler alıp-vermişlerdi. Türklerin hangi dine tam olarak mensup oldukları söylemek zordur. Bu dönemde bu bölgedeki dinler için söylenebilecek tek şey, bu dinlerin mistik ve ruhani bir yapılanmaya sahip olmalarıdır. Bu nedenle Türklerin tasavvuf temelli bir dini benimsemeleri hiç de zor olmamıştır. Böylece onlar yeni bir dine girerken, aynı zamanda eski dinlerine dönmüş oluyorlardı.

Bu geçiş döneminde Türkler eski inançlarını muhafaza eden mistik din adamları olan şamanlar yeni dervişler ve bunlar eliyle Türkler İslamlaşmıştır. Sufiler, dolayısıyla İslam bu bölgeye “eski İran ananelerini göğsünde saklayan Horasan” üzerinden girmişlerdir.

Türklerin İslamlaşmasında Horasan’ın/İran’ın etkisi sanılandan ziyadedir. Köprülü’nün belirttiği gibi;“Türkler İslamiyet’in birçok unsurlarını doğrudan doğruya Araplar’dan değil, Acemler vasıtasıyla aldılar. Hem Sufi mistisizmi, hem de medrese Horasan kökenlidir.

Kitabi İslam’a aykırı heresi /sapkın fikirler hep Horasan menşeilidir. Bu heretik hareketler fikri referanslarını kadim İran kültüründen almaktaydı. Fars kökenli mevaliler İslamı tam olarak benimsememişlerdi. Emevilere tepki Irak’ta sadece pasif bir zühd ile yetinirken, Horasan ve Maveraünnehir’de ise aktif isyanlar şeklinde tezahür etmiştir. 

Mazdekiyye, Hurremiyye, Muhammire, Mukannaiyye, Müslimiyye, Babekiyye hareketleri gibi. Zındıklar olarak nitelenen bu kıyamları temelinde eski dinlerinin tesirleri vardır. Örneğin Ebu Müslim Emeviler’e isyan ettiğinde topladığı kuvvetler Zerdüşt ve Budistlerin tesiriyle oluşan batınî guruplar ve Horasan şiileridir.

Mesela Mukanna’ hareketinin temel inancı tenasüh ve Tanrının çeşitli varlıklar şeklinde görüldüğü inancıdır. Belh’li olması ayrıca dikkat çekicidir. Kendisinde Ebu Müslim’in ve diğer peygamberlerin ruhu bulunduğunu iddia ediyordu. Bu herif (Haşim b. Hakîm) ölüleri diriltebilecek güce sahip bir tanrı olarak kendini tanıtıyordu. Bunlar islamın temel ibadetlerini yapmadıkları gibi, kadınlardan müştereken yararlanmayı mübah görecek kadar Müslümanlardı. Peşine pek çok Türk köylüsünü de takmıştı.

Türklerin İslamlaşma sürecinde, İslamı tasavvufi çerçevede yorumlamalarında önemli bir rol oynamış olan isimlerden biri de Hallaç’tır. Tam beş sene süren yolculuğunda Hallaç cihat için kurulmuş şehirleri /ribatları, yanındaki yüzlerce tilmiziyle birlikte, birer birer dolaşmıştır. Ölümünü izleyen yıllarda Hallaç’ın öğretisini Buhara’da talebeleri Kalabazî ve Ahmed Yesevî tarafından devam ettirilecektir.

Konar-göçer bozkır halkının mensup olduğu Şifahi İslam; miteolojik bir karakter arz eder. Ki bunlar da İslam öncesinin tabiat kültleri, Şamanist uygulamalar, özellikle Budizm, Zerdüştlük, Maniheizm ve Mazdeizm gibi dinlerin kalıntılarıdır. Bu konar-göçerlerden kitabî bir İslam beklemek zaten anlamsızdır.

Kitabi İslamı ise medreseler temsil eder. Sünni İslamın temsil ettiği, devlet desteğine sahip dini anlayıştır. Şehirli yerleşik halkın din anlayışıdır.

Bir diğer islam yorumu ise mistik islam anlayışıdır. Bunun şifahi İslamdan temel farkı ise, zühd ağırlıklı bir yapısı vardır. Bu Mistik yorum da İslam öncesi efsane ve menkıbelerden şifahi İslam kadar beslenmektedir. Buna ilaveten Kitabi İslam’dan şifahi islam kadar habersiz de değildir. Bu mistik İslam daha çok İran/Horasan kaynaklı, İslam öncesi gnostik, hermetik, Yeni Eflatuncu nazariyelerden beslenen yarı felsefi akımlardır.

ŞİFAHİ (Kitapsız, sözel) İSLAM

Örneğin; Battal Gazi menkıbelerinin anlatıldığı Battalnâme’de İslam’a davet edilenler Battal’dan İsa gibi ölüleri diriltmesini isterler. Battal da İlyas peygamberin duasıyla ölüleri diriltir. Bunun sonucunda iki yüz elli bin kafir, yedi parça şehir, üç yüz parça kale ve beş bin köy Seyyid Battal Gazi’nin önünde Müslüman olurlar.

Bir diğer menkıbe Ahmet Yesevî menkıbesidir. Bir seferde açlık çeken sahabeye vermek üzere Cebrail cennetten bir tabak hurmayı peygambere getirmiştir. Fakat hurmalardan biri tabaktan düşer. Cebrail bu hurmanın Ahmet Yesevî’nin nasibi olduğunu söyler ve Aslan Baba, Hz. Peygamberin emriyle hurmayı Ahmet Yesevî’ye vermek üzere yola çıkar, Sayram’a gelir ve Ahmet Yesevî’yi bulur ve onun manevi terbiyesini üzerine alır.

Türkler işte bu menkıbelerden, masal ve efsanelerden beslenen şifahi İslam zaviyesinden İslam’a girmişler, İslamı efsaneleştiği kadar kabullenmişlerdir.

İslam öncesinin ozonları, kamları, baksıları, yeni dinin ERMİŞLERİ olmuştur.

İslamiyet öncesi gök/ak sakallı kocaları yeni dinin HIZIR’ı oluvermiştir.

Göçebe Türklerin hayatında büyük bir mevkii olan kadınların, fakihler tarafından müşterek hayatın dışına çıkarılmak istenmesi, eskiden beri kadınlarla müştereken tertip edilen sazlı ve şaraplı şölenlerin şer’an yasaklanması, oruç, namaz, hac gibi göçebe hayatıyla telif edilmesi zor olan bir takım sıkı hükümlerin varlığı Türkmenlerin hiç işine gelmemiştir. Bu esnada teşekkül etmeye başlayan sufi zümreler bir misyoner gibi kendi mesleklerini yaymak için çalıştılar. Baba, ata lakaplı bu sufiler, eski ozan-kamlardan tevarüs edilen bir kudsî hâleyle çevrili olarak faaliyete koyuldular. Garip kıyafetleri, ağızlarda dolaşan kerametleri, meczubane yaşayışlarıyla eski kamların hatırasını islamî bir şekil altında yaşatan bu babalar, göçebe Türkmen boylarına, pekiyi anlayacakları bir dille İslamiyeti eski kavmi ananalere uygun gelen sufiyâne fakat basit ve avamî, tahrif edilmiş bir şeklini telkin etmişlerdir.

Bu dönemi en iyi resmeden kimseler Ahmet Yesevî ve Dede Korkut’tur. Dede Korkut’ta Türklerin eski dinlerine ait pek çok hususlar bulmak mümkündür. Dede Korkut Türkmenler arasında “yağmurcu” olarak bilinir. Şamanizm’e göre şamanlar Türk tanrısının hediye ettiği “yada taşı” sayesinde yağmur yağdırabilmekteydi. Bu şamanların mucizesi olarak gösterilirdi. Onların tabiata hükmettiklerine inanılırdı. 

15.Yüzyılda kayda geçirilen Dede Korkut hikâyeleri Türk ahlak ve töresinin, inançlarının anlatıldığı bir eserdir. Dede Korkut; İslam öncesi ozon ve şamanlarla, İslami devirdeki veli ve alp tipinin bütün hususiyetlerini kendi üzerinde mezceder.

Barthold “Dede Korkut’ta İslamiyet ciladan ibarettir” der. Lakin bu cila paganizmin bakiyelerini layıkıyla örtememektedir.

Osman Turan’a göre Dede Korkut Kitabı “sathi bir şekilde İslamlaşan ve eski Türk hayat ve telakkilerini yaşatan göçebelerin eseridir.”

yüzyılda yaşamış Sarı Saltuk’un menkıbelerini anlattığı Saltuknâme’de cinler, cadılar (câzû), büyücüler başroldedir. Sarı Saltuk’u kafirler denize, ateşe attıklarında, Hz. Hızır’a bağlı cinler onu kurtarmışlardır. Gerektiğinde en uzak yerlerden cinler vasıtasıyla gazaya yetişir. Bu eser Türklerin İslam öncesi devrin paganist unsurlarıyla doludur.

Uygurlu Türkler arasında yaygın olan Budizm de, İslam sonrasında tesirini göstermiştir. Zahitler Budist rahipler gibi adeta bir Budha gibi tasvir edilmiştir. İbrahim b. Ethem’de zühd hayatı ile anlatılanlar bunu göstermektedir.

Dede Korkut Hikâyelerinde bir taraftan “adı görklü Muhammed’e salavat getirilirken, diğer taraftan şarap içilmektedir. İslama giren önce sünnet ettirilir, sonra beş vakit namaz kıldırılır, daha sonra da misafirlere kımız dağıtılır.

Manas Destan’ının kahramanı kımız içen bir müslümandır. Manas Destan’ında koruyucu ve yardımcı ruhlardan yardım istemek önemli bir yer tutar. Manas Destan’ında zaman zaman evliyaların yardımından medet umulur. Manas’ın babasının çocuğu olmayınca evliya türbesine gidip çocuk ister. Türbe ziyaretinden sonra çocuk doğar. Dede Korkut’ta çocuk isteyen kadınlar “kara donlu dervişlere“ adakta bulunurlar. Yine fal /kehanet, tılsım, büyü, muska, efsunlama, cin çarpması, uğur ve uğursuzluk ve gelecekten haber veren kamlar İslam öncesi inancın günümüze intikal eden bakiyeleridir.

İki ordu savaşa tutuşmadan önce, her iki ülkenin cinleri de kendi aralarında savaştıklarına dair bir inanç vardır. Savaşa başlanacağı günün gecesinde savaşçılar kendilerine “çıvı” denilen cinlerden oluşan askerlerin okları isabet etmesin diye korkudan çadırlarından çıkmazlardı. Hangi ülkenin cinleri galip gelirse, o ülkenin askerleri de savaşta galip gelirdi.

KİTABÎ (Resmi, medrese) İSLAM

Türk ve Acem nüfusun yoğun olarak yaşadığı Buhara ve Semerkand gibi şehirlerin bulunduğu Türkistan bölgesidir. Yusuf Has Hacîb’in Kutadgu Bilig’i bu kitabî İslamın örneği sayılabilir.

Buna rağmen Yusuf Has Hacîb’in Kutadgu Bilig’inde de pek çok Şamanizm bakiyeleri bulmak mümkündür. Kam yerine “muazzim/azimet yapan)” efsuncu kelimesini kullanır. Eski şamanlar İslâmî literatüre uyarlanarak muazzim, arraf olmuşlardır. İslam bölgeye gireli bir buçuk asır olduğundan, kamlar yeni dine uymak mecburiyetinde kalmışlar ki, şeytanları kaçırmak için muska yazmaya başlamışlardır.

Kutadgu Bilig’de artık İslami terminoloji daha baskındır. Kutadgu Bilig’de artık içkinin haramlığına dair hadisler, ya da kadınlara karı mahremiyet anlayışı içinde yaklaşmayı emreden hadisler yer alır.

MİSTİK İSLAM

İslam öncesinin efsaneleri, masalları, İslam sonrasında dini propaganda yapan derviş-şairler vasıtasıyla islami menkıbelere dönüştürülmüştür. Kıyafetleri, vecdli raksları ve danslarıyla eski Türk kam-baksıların, şamanların rollerini sünni olmayan tarikatlere mensup Türkmen babaları tarafından devralınmıştır. Şamanizm ve Budizm geleneklerinin baskın olduğu Türkler arasında İslamiyet’i iptidai düzeydeki dervişler, Türkmen babaları yaymışlardır. Horasan üzerinden Türkistan’a dahil olan bu dervişler okudukları ilahiler, şiirler ile benimsenmiş, onlar eski şamanlarının, ozanlarının devamı olarak görülmüşlerdir. Her derde deva bulan, gaipten haber veren Türklerin eski şamanlarını hatırlatan Aslan Baba, Korkut Ata, Çoban Ata gibi dervişler İslam sonrasının keramet sahibi velileri olmuştur.

Korkut Ata şöyle tarif edilir; “Resul Aleyhisselam zamanına yakın Bayat boyunda Korkut Ata dirler bir er koptu. Oğuz’un ol kişi tamam bilicisiydi. Ne dir ise olur idi. Gaybtan dürlü haber söyler idi. Hak Teala onun gönlüne ilham ider idi. Korkut Ata kavminin müşkilini hal ider idi. Her iş olsa Korkut Ata’ya danışmayınca işlemez idi.” Yaşayıp yaşamadığı bilinmeyen bu zat Oğuz boylarının kahinidir. Gaybtan ve gelecekten haber vermesi şamanlara ne kadar benzediğini gösterir.

Yine Türk sufi tarikatlarının en eskisi olan ve de Nakşiliğin ilk hali olan Yesevîlikte zikr-i erre (bıçkı dansı) denen zikir ve sema tarzı, Türklerin eski rakslarının devamıdır. İslamiyet öncesi Türk rahip-şairlerinin İslamlaşmış şeklinden başka bir şey olmayan Ahmet Yesevi’nin kurduğu Yesevîlik eski Türk paganizminden çok şeyler almış ve ayinlerinde eski göçebe örfüne ve şaman ayinlerine uygun kadınlı-erkekli zikirler yapmıştır. Okuma-yazma bilmeyen konar-göçerlere, alışık oldukları mistik yoldan İslam’a dahil edilmişlerdir. Yesevilik’te kadim Buhara Budizminin etkilerini de göz ardı etmemek gerekir. Yeni veliler birçok yönden Budist rahipleri andırmaktadırlar. Netice de Türkler yüzlerce yıl Budist olarak yaşamışlardı.

Özetle bölge zaten İslam öncesinden mistik bir zemine sahipti. İslam öncesi benimsenen tüm dinler de zaten mistik bir karaktere sahipti. Yani bölgenin yüzünü tasavvufa yöneltmesi için tüm şartlar hazırdı.

Türkler önce mistik/sufi oldular, sonra da İslam’ın dönüştürücü gücüyle olabildikleri kadar Müslüman oldular. Mistik İslam denilince ilk akla gelen Ahmet Yesevî, Kitabî İslam’ı Şifahi İslam’a dönüştürmüştür.

------------------------------

Kitabi olmayan Türk halk İslam’ında (kültürel folk İslam’da) pek medrese mezunu fakihler, kelamcılar bulunmaz. Türk halkı âlimlerin peşinden değil dervişlerin peşine takılmıştır.

Her ne kadar bizlere Türklerin toptan Müslüman olduğu ve bütün samimiyetleriyle yeni dinlerini içselleştirdikleri öğretilmişse de, bu çok da gerçekçi değildir. Zira sosyoloji gibi bilimler bir toplumun baştan aşağı kısa bir sürede değişebileceğini kabul etmez.

Anadolu’da İslam’ın sosyal yaşantı ve kültür temelinde iki değişik görünümü vardır. Birincisi medrese İslam’ıdır. İkincisi ise, kısmen mitolojik inançlarla karışık “Halk İslam’ı” (Folk, Kültürel İslam’dır).

Halk İslam’ının da iki alt versiyonu vardır. Birincisi; Sünni tarikatlar, diğeri; heterodoks kabul edilen bugünkü Alevi-Bektaşi kesimlerce temsil edilen şeklidir.

Heterodoks İslam’ın Orta Asya, Orta Doğu’daki kadim dini ve mistik kültürlerle çok sıkı bağları vardır. Heterodoks Türk İslam’ı; Orta Asya’dan Anadolu’ya kadar geniş bir zaman ve mekân sürecinde Şamanist Türklerin bazı inançları ile diğer dinlerin ve mistik kültür kalıntılarının, yüzeysel bir İslam ile harmanlanmasıyla oluşmuştur. Türk Müslümanlığı, çoğu kere İslam’ın temel esaslarının ve hükümlerinin bir hayli dışında mitolojik ve geleneksel unsurlarla, hurafelerle örülmüş olarak Anadolu’ya gelmiş ve bu yapısıyla Anadolu’yu İslamlaştırmıştır.

Mâverâünnehir’deki Sünni İslam çevreleriyle temasta bulunan Türkler Sünni-Hanefi inanç esaslarını benimsemiştir. Buna mukabil Horasan, Azerbaycan gibi İran kültürünün yahut eski Türk inançlarının hâkim bulunduğu Orta Asya bozkırlarından gelen konar-göçerler ise İslam öncesi inançlarını büyük ölçüde devam ettirmişlerdir.

Eski Türklerde “şaman/ kâm”; doğaüstü güçlere sahipti. Cinleri kovar, büyü bozar, tılsımlar yapar, göğe çıkar, aslana biner, ateşe girer ve çeşitli hokkabazlıklar bilirdi. Türklerin yeni dinlerinde Şaman kültü aynen devam etmiş, sadece şamanın adı değişmiş, eren, ermiş, veli, şeyh, alevi dedesi vs. oluvermiştir.

Heterodoks İslam anlayışı Mesiyanik (mehdici) bir karakter sergiler. Bu inanç, ilahi yetki sahibi, karizmatik bir şahsiyet inancına sahiptir. Babai isyanlarında bu karakter çok belirgindir. Türkmen Babaları, Türkmenlerce, ilahi kurtarıcı olarak kabul edilmiş, öldürüldüklerinde bile ölümüne inanılmamıştır. Bu mehdici anlayış, çok kısa bir süre içerisinde Şahkulu (1511), Nur Ali Halife (1512), Bozoklu Celal (1520), Baba Zünnûn (1526) gibi Osmanlı merkezi idaresine karşı ihtilalci mesiyanik hareketlere dönüşmüştür. Babailer, Selçuklu kuvvetlerini on iki defa yenilgiye uğratmışlardır.

Bu heteredoks dini anlayış şu üç temel inancı beraberinde bulundurur; Hulul, (Allah’ın insan suretinde görünmesi), Tenasüh, (ruhun öldükten sonra bir başka bedende yeniden doğması) ve Don değiştirme (ruhun sağken bir biçimden başka bir biçime yahut bir kalıptan başka bir kalıba geçmesi).

Atalar Kültü ki; ruhun bedenden bedene geçmesi telakkisine benzer. Müslümanlığın kabulünden sonra da evliya kültü olarak devam etmiştir. Ata kültü; bilgili, yiğit, iyi savaşçılık veya yöneticilik yapmış şahısların ruhlarının öldükten sonra da yakınlarına yardım edeceği, kötülüklerden koruyacağı inanışına dayanır.

Şamanların gösterdiği olağanüstülüklerle ilgili anlatılara baktığımız zaman evliya kerametlerine dair anlatılanların bir benzerleriyle karşılaşırız. Anlatılanlara göre onlar; Ateşte yanmaz, kuşa, ayıya, kurda dönüşebilir, suyun üstünde yürür, cansız nesneyi canlandırır, öldükten sonra kavmini korur, ölüp- dirilebilir, ölmüş bir insanı, hayvanı diriltebilir. Gökyüzüne çıkar, yeraltı dünyasına iner, hastalık yapan ruhlarla savaşır. İstediği şey verilmezse büyükbaş hayvanlara ölüm getirir, hayvanlara, bitkilere hükmeder, hastalıkları iyileştirir. Hastalığı, temas ederek insandan hayvana geçirebilir. Karşısındaki insanın geçmişini, geleceğini, aklından geçenleri bilebilir. Uçarak gidip-gelir. Ateşin üzerinde çıplak ayakla yürür. Kayıp nesnelerin yerini bilir. Seli durdurur. Aynı anda yedi yerde olabilir. Gökteki ve yeraltındaki tanrılarla, kutsal ruhlarla görüşür.

Hatta Dede Korkut hakkında anlatılan menkıbevi hikâyeler, Türklerin şaman sıfatlarını ona aynen verdiklerini gösterir. ‘Dede Korkut gaybtan, gelecekten haber verirdi. Allah’ın ilhamlarına mazhardı. Söylediği her şey gerçekleşirdi. Kavminin sorunlarını çözerdi. O kendisine danışılmadan iş yapılmayan bir ulu hazret idi.’

Evliya menakıpnamelerini incelendiğinde; Şamanlar hakkında anlatılan efsanelerin benzerleri Anadolu dervişleri için de anlatılmaktadır.

Ahmed Rufâî hakkında anlatılan ateşe girmek, vahşi hayvanlara binmek, yılanlarla oynamak ve diğer hokkabazlıklar eski Türk şamanları hakkında anlatılanlarla aynıdır. Baba İshak, Sarı Saltuk, Barak Baba gibi kimseler bir dervişten ziyade bir Şaman büyücü/ Kam veya Şaman’ı andırmaktadır.

Şamanların en önemli görevlerinden biri de ayinler yaparak hastaların vücuduna giren cinleri ve kötü ruhları kovmaktır.

Bugün de Şamanist işlemler İslami bir kılıkta aynı şekilde devam etmektedir.

Günümüzde Anadolu’da da okuyup üflemek, ip bağlamak, muska yazmak vs. usullerle hastalık tedavi etmeye çalışan kimseler gerçekte Şaman kalıntısı kimselerden başka bir şey değildirler. Anadolu’da cinci adıyla bilinen ve hastaların vücuduna girdiğine inanılan cinleri kovarak yahut emrindeki cinlerle geleceği ve gaybı keşfederek birtakım kehanetlerde bulunan kişiler tipik şamanların devamıdırlar.